2 Haziran 2011
Her insanın hayatında “korku filmi eşik yaşı” diye bir kavram var, artık neredeyse buna eminim.
Ya giderek “aman, film olduğunu biliyorum, artık hiçbir korku filmi zevk vermiyor, inandırıcı gelmiyor” tarafına gidiyorsun ya da aynen benim gibi korku filmlerindeki birçok sahnede “sinemada korkudan duvara bakan insan” oluyorsun.
Ciddiyim, eğer imkanımız olsaydı da bir korku filmindeki gerilimli sahnelerde izleyicinin fotoğrafını çekebilseydik, manasızca duvara, tavana önüne bakan bir sürü insan görürdük.
Onlardan biri de benim.
Hani korku filmlerinde manasız sakinlikte birkaç dakika yaşanır, dersiniz ki, hah, şimdi kesin bir şey olacak.
Siz tam bunu derken çığlık atan kemanlar ve kükreyen yaratık seslerinin oluşturduğu ses bombasıyla birlikte bir zombi, bir hayvan ya da bir yaratık çıkar, kahramanı boğazlar.
İşte o zaman ben ailesiyle birlikte evinde televizyon izlerken sevişme sahnesine denk gelmiş ergene dönüyorum sevgili sinemasever Habitus okuru. Beyazperdeye değil, duvara bakıyorum. Herkes meraklı gözlerle filme bakarken ben kafamı 30 derece çevirmiş duvarı izliyorum.
Hal böyle olunca filmin yarısından çoğu havalara bakmakla geçiyor.
Yazının Devamını Oku 1 Haziran 2011
Seçimler sayesinde pek hareketli günler yaşamaktayız sevgili içi sıkılan Habitus okuru.
“Hareketli günler yaşıyoruz” diyorum ama zaten hareketsiz bir gün yaşamak da pek mümkün değil hani.
Şöyle beş dakika yatmış dinlenirken, sessiz sokaktan geçen parti arabasından çıkan gümbürtüyü duyunca korkmuş kedi gibi koltuktan bir metre zıplayıveriyor insan.
Seçim işkencesinin bitmesine az kaldı lakin –hadi şimdi geç kaldık ama- bir sonraki işkence dönemi için birileri vatandaşın akıl ve kulak sağlığını düşünecek bir girişimde bulunsa diyorum.
Zira güneşi görmemize mani olan bayrakların haricinde, otobüslerinden çıkan seslerden ötürü, bırakın kuş sesini, böcek sesini, “normal şehir sesi” neye benzer, onu dahi unutmuş bulunuyoruz. Zaten bir ses eski belediye otobüslerinin sesini bastırdı mı, orada duracaksın.
Hani çok lazımmış gibi kimi internet sitelerine müzik koyarlar, sayfa yüklendiği anda, saçma sapan bir şarkıya maruz kalır ve nereden kapatacağını şaşırırsın ya, işte aynen o hissi yaratıyor parti şarkıları bende. Üstelik “mute” tuşuna da basamıyorsun, çok fena.
Eğer parti bayraklarının arasından olur da görebilirseniz, partilerin seçim ofislerini semtlerin en pahalı yerlerinden kiraladıklarını göreceksiniz. Vallahi içim acıyor yapılan masrafı görünce. İnsan gövde gösterisi için bu kadar kasmamalı bence.
Ama gövde gösterisi dünya üzerinde iki ayak üzerinde durabilmenin en önemli gereklerinden biri haline geleli beri durum böyle, ne yaparsınız...
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2011
Yok, ben artık eminim. Eğer ben yaz mevsimine gitmezsem o bana gelmeyecek.
Şu hayatımda, yapış yapış sıcakları özleyeceğimi düşünmezdim sevgili karpuzsever Habitus okuru.
Gönül istiyor ki şöyle evimizde yayılalım, camdan tatlı bir esinti, olmadı klima, buz gibi karpuzumuzu yiyelim, neşemizi bulalım.
Ama yook, gelmiyor ki yaz buralara.
Merak ediyorum, tüm mayısımızı çaldı, yağmurları ağustos sonundan yağdırıp keyfimize limon sıkacak mı doğa ana?
Zaten bırakın havanın sıcaklığını, yaz mevsiminin hiçbir emaresi yok ki arkadaş.
Neler mi?
- Henüz kottan fırlamış don görmedim. Bir kafede oturan kızın düşük belli kot pantolonundan o donun arkası görünmüyorsa, henüz yaz gelmiş değildir.
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2011
KONDA ve Kültür Üniversitesi işbirliği ile yapılan ‘Türkiye Gençliği Araştırması’ sonuçlarına göre para ve güç, genç kardeşlerimin öncelikli mutluluk sebebi olarak ortaya çıkmış. Ben de siz sevgili gençlere diyeceğim ki “belli bir yere kadar para seni mutlu eder...”
Hiç öyle “sevgidir bizi mutlu eden” geyiklerine girmeyeceğim, zira geçim derdi hiçbir şeye benzemez.
Lakin şöyle de bir gerçek var: Paranın insanı mutlu etmesinin bazı şartları bulunuyor sevgili hesabını bilen Habitus okuru. Genellikle sanılır ki, çok para matah bir şey. Ne kadar fazla, o kadar iyi. Değil aslında.
Peki biz neden çok paranın güç ve mutluluk getireceğine inanıyoruz?
Öyle sanmamızın elbette bir sebebi var, “karşılaştırmalar dünyası”nda yaşamamız.
Kendini aşağı yukarı eş gördüğün adamın standartları farklılaşmaya başladığında, bunu otomatik olarak bir sosyal statü değişimi olarak görüyor ve sen de eş koşullara ulaşmak için çabalamaya başlıyorsun. Yani özetle banka hesabının şişkinliği, dolayısıyla sahip olduğun mallar ve hayat standardın sosyal statü sembollerin.
Eskiden öyle değilmiş tabii. Mesela bilir misiniz ki, Osmanlılar zamanında halk, şaşaalı saray hayatına özenmezmiş.
Bilirlermiş ki, imparatorluğun başına geçmesi, saraylarda yaşayabilmesi için elzem olan koşul, çok çalışması değil, padişah soyundan gelmesi. Doğuştan gelen özelliklerin yoksa, sınıf değiştiremiyor, o “çok seçilmiş” adamların hayatını yaşayamıyorsun. Halk, dolayısıyla hiç özenmiyorlarmış saray hayatına.
Fakat şimdiki sistemi düşünün. Çok çalışır, kafanı kullanırsan dünyanın tüm imkanları ayaklarına serilir. Çok para da kazanırsın, sıfırdan hayat kurup kendi şirket imparatorluğunu yaratır, hatta bir saray yavrusu da yaptırırsın.
Temelde herkesin hayat yarışına aynı yerden başladığını varsaydığımız bir sistem içinde olduğumuzdan ötürü paranın mutluluk getirdiği varsayımına ulaşabiliyoruz.
Fakat o iş o kadar da basit değil.
Bir sene önce NTV Yayınları “Hayat Kitabı” isimli bir kitap çıkarmıştı.
Bu bir kişisel gelişim, “farkındalık” kitabı filan değil. Bilim adamlarıyla röportajların yer aldığı, hayatla ilgili ne konuşuyorlarsa, o konunun uzmanı olan bilim adamlarının görüşlerini bulabileceğiniz, süper bir başucu kitabı. Çevirisini hayli sıkıntılı bulsam da, arada çıkarır okurum.
Gençlerimiz “mutluluk için güç ve para lazımdır” deyince, derhal oradaki bir röportajı hatırladım.
Hepsini yazamam elbette ama meseleyi kısaca özetleyen cümleler aktarayım, güzel bir fikir vereceğini düşünüyorum:
“Para, seni yoksulluktan orta sınıfa çıkarıyorsa, mutluluk parayla satın alınır. Fakat orta sınıftan üst sınıfa çıkarıyorsa, mutluluk parayla satın alınmaz. Para, insanların hayatlarını değiştirdiğinde, onlara emniyet sağladığında, yiyecek ve barınak verdiğinde, “başıma ne gelecek?” diye endişelenmesine gerek kalmadığında, tıbbi bakım için endişelenmesine gerek kalmadığında, para epey büyük bir fark yaratır. Biz ?ki bu çalışma büyük oranda psikologlara değil, iktisatçılara dayanıyor-, parayla mutluluk arasında bağıntı görüyoruz.”
Ama... “Servetin göze çarpan birkaç laneti var. Biri şu: Biliyorsun, bir kadeh şarap kendini iyi hissetmeni sağlar, iki kadeh şarap kendini harika hissetmeni sağlar ama yüz kadeh şarap yüz kat daha iyi hissetmeni sağlamaz. Kendini kötü hissedersin. İşte, servetin lanetlerinden biri hayal kırıklığıdır.”
Yani seni konfor noktasına ulaştıran miktardan sonrası mutluluk getirmiyor. Herkesin konfor noktasının farklı olduğunu da söylemeye gerek yok herhalde.
Politikanın, para-kazanılan mutluluk dengesi konusunda nerede olduğuyla ilgili kısa bir bölüm var, son cümlesini aktaracağım, çünkü pek manidar:
“Her bireyin mutluluğun parayla arttığı dönemi yaşama imkanı veren politika, şüphesiz en çok insan için en fazla mutluluğu yaratmanın en iyi yoludur.”
Yani “mutluluğun parayla arttığı dönem” sırasında, evet, parayla saadet oluyor. Fakat belirli bir düzeyden sonra para-mutluluk eğrisi yükselmiyor.
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2011
Dün sabah erken saatlerde bomba haberi ile uyandık. Böyle haberler geldiğinde, can kaybı ve yaralanma söz konusu olduğunda hep “orada yürüyen, hepimiz olabilirdik” diye düşünürüm.
Rastgele, tesadüfen hayatta kalabiliyoruz bu şehirlerde, farkında mısınız?
Otobüs beklerken, otomobille giderken, kaldırımda yürürken, aklınızdan hiç geçmeyen bir durum içine düşebiliriz...
Diyorum ki, şehirlerin “kaynayan”, merkezi yerlerini gözleyen, tuhaf/şüpheli durumları bildiren ve anında müdahale eden bir sistem olsa, çok şey mi istemiş oluruz acaba?
Yeni projeler, skandallar, seçim “kasmaları” için harcanan enerji ve paranın çok azıyla bile yapılırdı bu.
Tabii benimki hayal canım, bakmayın. Rastgele yaşadığımızı kabullenip, ölmediğimiz için kendimizi şanslı hissetmeye devam edersek herhalde hayat daha çekilir olacak...
Mobilet terörü
Farkında mısınız, trafikte “canınızı almaya geldim” diye dolaşan yüzlerce adam var.
Hayır, hayır, kadın tacizcilerinden, slalomcu bıçkınlardan, aynaya sadece makyaj yapmak için bakan kadınlardan filan bahsetmiyorum. Zira kendileri dört teker aracın içinde dahi değil...
Motosikletli sürücüler! Yani mobilet ve skuter kullanan kuryeler, eve servis elemanları...
Motorlara ters yöne girişi, kaldırım üstünden, yol kenarından, sağdan, soldan, emniyet şeridinden gidişi serbest kılan bir yasa filan çıktı da haberimiz mi yok?
Üstelik bu, halledilecek bir sorun gibi de değil.
Büyük ve bilinen restoranların, kurye şirketlerinin elemanları nispeten daha “normal” davranışlar sergileyebiliyorlar trafikte.
Fakat plakası bile görünmeyen, üzerlerinde herhangi bir şirket ismi-numara göremeyeceğiniz, bildiğiniz “can pazarı” ortamları yaratan yüzlerce mobiletli adamı ne yapacağız?
Kaldırımda üstümüze sürdüklerinde, biz “nasılsa burası tek yön, bir şey olmaz” diye sadece solumuza bakıp yola adım attığımızda canımıza kastettiklerinde kimi arayacağız?
Çoğunun plakası bulunmuyor, dolayısıyla başınıza bir iş açılsa, adam kaçsa, hayatta bulamazsınız. Trafik polisinin de eli-kolu bağlanıyor bu noktada...
Bunlar yetmedi, taciz de var!
Tabii bu kaçma kolaylığı, kimlik tespitinin mümkün olmaması gibi avantajların kendileri de farkındalar.
Yoksa Taksim Meydanı’nda otomobilime neredeyse kafasını sokarak laf atan, tacizde bulunan, sonra da gaza basıp kaçan kuryenin rahatlığının sebebi ne olabilir ki? Oh, plakası da yok, şikayet etsem mesela, hiçbir şey olmayacağını biliyor, doya doya tacizini yapıyor.
Hiç utanmıyor, sıkılmıyor, gönlü rahat.
Tacizci mobiletliler bir yana, sokakta yürüyen ve trafikte direksiyon başındaki her adam için büyük tehlike yaratan “slalomcu mobiletçiler” var esas. “Taciz” sorunu ikinci planda kalıyor, can tehlikesi yanında. Tamam, bu mini motorların “olayı” trafik varken aralardan kolayca kaçışa müsait olması. Lakin bu “kaçış” kaldırımları ve ters yöne girişi kapsamamalı.
Bir insan niçin kaldırımda ezilme tehlikesi yaşasın yahu?
Sadece etrafına değil, kendilerine de zarar bu haller.
Artık kaskı bir yana, mobileti bir yana fırlamış ve yolda yatan kurye “sıradan yol manzaraları” haline gelmiş durumda, biliyorsunuz. Bırakın etrafındakileri düşünmeyi, kendilerini bile nasıl bir tehlike içine soktuklarının farkında değil bu adamlar.
Mobilet terörünün önüne nasıl geçilir, hakikaten çözümü kestirmek zor ama artık kaldırımda, parkta, trafik olmayan yerde bile ezilme tehlikesi söz konusuysa, meseleye bir el atmanın zamanı gelmiştir, değil mi muhterem trafik polisim.
Yazının Devamını Oku 26 Mayıs 2011
Artık öyle konuları gündem yapar olduk ki, insan normalde ciddiye almayacağı, üzerine konuşmaya bile lüzum görmeyeceği meseleleri konuşur buluyor kendini.
Eh, ortam kaynayınca birtakım saçmalıkları görmezden gelemiyorsun sevgili tek eşli Habitus okuru.
Biliyorsunuz iki gün önce, Sibel Üresin isimli, kendini “Davranış bilimleri uzmanı” olarak tanıtan ve birtakım belediyelere “evlilik danışmanı” olarak hizmet veren bir şahıs, çok eşliliğin yasal olması gerektiğini düşündüğünü beyan etti.
Ve kendisi, “artık bizi hiçbir şey şaşırtamaz” savıma şahane örnek olacak bir hadise yarattı.
Diyor ki çok eşli yaşam yasal hale getirilsin. Zengin ve tenasül uzvu pek hareketli adamların hem karılarıyla, hem metresleriyle sahip olduğu yaşam meşrulaştırılsın.
Kadınlar ancak öyle kurtulur.
Tabii kadın dediğin kafası çalışmaz, kendi parasını kendi kazanamaz, muhtaç ve ezik bir varlık olarak hayatını sürdürme savaşı verir ya, çok eşlilik sayesinde itilip kakılmaktan kurtulacak.
Adamımız, bu düşüncesini de danışmanlık yaptığı kadınların aktardıklarından çıkardığını söylüyor.
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2011
Bugün müsaadenizle biraz geçmişe gideceğim sevgili yeni yetme Habitus okuru.
Şimdi 90’larda doğmuş olanlara şu anlatacaklarım pek uzak olabilir lakin siz kundakta bebe iken biz o sırada çirkin kesimli kotlarımızı giymiş ilk gençliğimizi yaşıyorduk, o nedenle önemlidir.
Yeni nesle o zamanlar tam olarak nasıl anlatılır bilmem ama bugünkü halimizi o gün gösterselerdi, herhalde “tatlı bir teknoloji çağı hayali” filan diyebilirdik, o kadarını söyleyeyim.
Bırakın interneti, CD yoktu yahu. Alırdık kasetimizi, koyardık teybimize.
Müzik dinlemenin hissettirdikleri, bugünden çok farklıydı, bakın ona çok eminim.
Kasetçiden aldığımız albümlerimize gözümüz gibi bakardık. Zira evde yalnız kaldığımızda tek eğlencemiz, kasetlerimiz, kitaplarımız, dergilerimiz ve şimdiki çeşitliliğinin binde biri kadar bile olmayan televizyondu.
1992 yazını dün gibi hatırlıyorum.
Nasıl göründüğümü de. Komik kesimli pantolonlar ve tişörtler giyen komik görünümlü 90’lar ergeniydik işte.
Yazının Devamını Oku