Neredeee!
Dün ağzı bilyeli şişelere şırıngayla, serumla içki dolduran sahtecilerin haberini okudunuz.
Bakınız, serumla şişeye içki doldurmayı düşünebilen bir şahsın aklı zehir gibi çalışıyor demektir.
O aklı hayırlı işler için kullansana a kardeş. Sahte içki üretip bunu “el emeği göz nuru” bir çalışmayla şişeye dolduracağına, bu aklın ve emeğin yarısını harcayarak çok daha faydalı işler yapabilir, para kazanabilirsin.
Ama yok, olmaz. Kimse “normal iş” yapıp normalin biraz üstünde bir hayat standardı yakalayacağına inanmaz. Çok insan hinlik yapmadan hayatın istediği gibi ilerlemeyeceğine inanıyor.
Öyle ya sahi, bırakın para kazanmayı, normal yollarla günlük işlerimizin yürüyeceğine bile inanmayız çoğu zaman. Misal, bir devlet dairesinde işimiz olsun. Orada bir tanıdığın olması insanda, ciğerlerine dağ havası çekmiş etkisi yaratır. Şöyle bir içimiz ferahlar, işlerimizin rast gideceği konusunda bir endişemiz kalmaz.
Halbuki normal, yani “tanıdıksız” yol izlemek de öyle zor bir iş değildir. Tabii devlet daireleriyle ilgili aklımızda kalan 80’lere ait fotoğraf karesinin (tırnak törpüleyen kadın memur) her zaman geçerli olduğunu düşündüğümüz için, bir tanıdığın tüm kapıları açacağını, işleri kolaylaştıracağını sanırız.
Uzun zamandır bir dizi, ekrana bağladığı izleyicilerine böyle duygular hissettirmemişti.
Final bölümünün sonlarına doğru, artık dedim, amuda kalkarak mı izlesem, yoksa yastıkları sakız gibi çiğneyerek mi rahatlasam, o da olmadı kollarımı mı dişlesem...
Yaptığım küçük çaplı araştırma sonucu tüm “Behzat Ç.” fanlarının da bu bölümü aynı hisler içinde izlediğini gördüm.
Tüm ekibi can-ı gönülden kutluyor, önümüzdeki sezon dizinin birtakım politik oyunlara kurban gitmemesini diliyorum.
Bu arada dizinin ara verdiği iyi oldu. Oyuncular azıcık dinlensin. Zira herrr bölüm o kadar bağırmaya, ağlamaya, haykırıp ıkınmaya can mı dayanır?
Sürekli birbirlerinin yüzüne manalı manalı bakan karakterlerden oluşsa ekip, tamam, rahat ama iki dakika rahat durmuyor ki bu arkadaşlar. Beş dakika sussalar altıncı dakikada ya Harun bağırıyor ya Behzat sinir krizi geçiriyor. Sürekli damarlar ortada.
Ayrıca ben Nejat İşler’den korkuyorum. Yani Ercüment’ten tabii ama öyle iyi oynuyor ki Nejat kardeş, artık gerçeğiyle kurgusu kafamda birbirine girdi. Sokakta görünce yolumu değiştiriyorum, o derece.
Zaten bizim Cenker (Tezel) güneye inmişse, beach’lerde metrekareye 5 ünlü düşmeye başlamış demektir, dolayısıyla plajlarda hesaplıca salınma sezonu açılmıştır.
Tabii bu plaj salınmaları hassas meseleler. Tamamen “dengeler” üzerine kurulu.
Şimdi, efendim, ünlülerimiz biliyorlar ki, fotoğraflanacaklar.
Biliyorlar ki kameralar çekecek, magazin programlarında uzuuuuuun uzun görülecekler. Bakın söylüyorum, o iskelelerde yatışlar bile hesaplı.
Gerçi insan böyle zamanlarda biten ilişkilerden, evliliklerden bahsetmek istemiyor lakin Fuat Güner ile birlikte, -ki kendisi dünyanın en iyi insanıdır-, bitmiş 30-35 yıllık evliliklerin sayısı kaç oldu, ben sayamadım.
Kimsenin ilişkisini, kapalı kapılar ardında yaşananları, kendi dünyasını bilemeyiz.
Lakin biten ilişkilerin ardından erkek kişinin yanında, kah sevgili, kah yeni eş olarak seçtikleri kadınların yaşlarının hayli genç olduklarını görüyoruz.
Şu durumda insan soramadan edemiyor: Kadında durum nedir? O da kendinden genç erkeklerde yeni bir hayat buluyor mu, senelerini verdiği, birlikte çocuklar yetiştirdiği kocasından ayrıldıktan sonra aynı erkek gibi, yeni ve sevgilili bir hayat yaşamaya başlıyor mu?
Yoksa sabah yürüyüşleri, yakın arkadaşlarla içilen çaylar, sinema-tiyatro-opera-sergi merkezli kültür gezileri, akşam balkonda sessizce okunan kitaplar, evdeki kedisi-köpeğiyle, çiçekleriyle eskisinden daha fazla haşır-neşir olma halleri mi geliyor üstüne?
Bakınız söyleyeyim, 50’sini geçmiş kadın, ayrılıktan sonra kendinden ümidi kesiyor. İstisnalar olsa da genellikle durum böyle.
Sırf kendinden ümidi kestiği ve tekrar hayata başlamaktan korktuğu için kocasına “katlanan”, ayrılığı göze alamayan kadınlar bulunmakta çevremizde.
Aynı kadınlar konu kıyafet olduğunda her zaman “En özel, en başkasında olmayan bende olsun” demezler mi? Birinde kendi kıyafetlerinin aynısı olsun, krizlere girer, o elbiseyi bir daha giymemek üzere gardıroplarının derinliklerine gömmezler mi?
Tek taş artık bir simge haline gelmiş durumda, tabii ana sebep bu. Pahalı bir araba gibi, iyi bir ev gibi, ulaşılması güç bir çanta gibi...
Bana kalırsa onlardan bir farkı yok, zira işin içinde “aşk” kelimesi geçtiği için, pırlantayı diğer statü sembollerinden ayırt etmek zorunda hissediyoruz, kendimizi zorluyoruz.
Bilirsiniz, pırlanta söz konusu olunca, genelde “aşkın narin sembolü” olma halinden işin diğer tarafını konuşamayız.
Fakat gerçek şu ki, pırlantanın “statü sembolü” olma hali konuşulmasa da, daha ağır basar, “ince hesaplar” başlar. İşte orada pırlanta sadece bir simge olmaktan çıkar.
Kimi kadınlar, bazen taşın büyüklüğüyle kendi değerini, bazen ilişkinin değerini, bazen de karşısındaki insanın cimriliğini-eli açıklığını tayin etme çabasına girer.
Bunu yapan sadece kadının kendisi değil, çevresi de bu “pırlanta ile değer tayini” hareketine katılır. Hal böyleyken, tahmin edersiniz ki, pırlanta bir statü sembolü olarak da eskinin burmasının yerine geçmiş durumda. Artık dirseklerine kadar burma takan teyzeler yok ama ellerde pahada-yükte de ağır alyanslar ve koca pırlantalar görmek mümkün.
Arkadaşlarının da emniyet kemerleri açıldı, fakat onlar tutunmayı başardıkları için kurtuldular.
Bakın size ne anlatacağım: Bundan 12 sene önce İstanbul Üniversitesi’nde öğrenciydim.
O lunaparkın bulunduğu Küçükçekmece’ye çok yakın olan Avcılar Kampüsü’nde...
Bu lunaparka ara sıra dersi kırıp giderdik...
Şimdi hâlâ var mıdır bilmem, balerin isimli eğlence aracında oturduğum koltukta, emniyet kilidinin açıldığını, düşmemek için zar zor tutunduğumu, üstelik “Ne olur durdurun!” diye bağırırken çevremdeki herkesin -makineyi çalıştıran görevli dahil- şımarıklık yapmak için bağırdığımı sanmalarını ve bana ecel terleri döktürdükleri anları dün gibi hatırlarım.
Düşünün, ben 12 sene öncesinden bahsediyorum, bugün bir kızımız benzer bir nedenden dolayı hayatını kaybediyor.
Diyeceğim o ki, Küçükçekmece’deki lunapark derhal kapatılsın. Sadece bu kadar değil, tüm lunaparklar da sıkı bir biçimde denetlensin.
Ben hiç hayatımda bu kadar tuhaf bir mevsim yaşadığımızı hatırlamıyorum, ya sen? Sabah uyanıyorum, bakıyorum gökyüzünde birtakım kümülüs bulutları, alıyorum hırkamı çıkıyorum.
Sen misin üstüne hırka giyen! İki saat geçiyor, Allah’ım diyorum, ben ölüyorum, bu ne sıcaktır.
Tam üstümü çıkarıyorum, alabildiğine rüzgar esiyor, göğsüme göğsüme.
Önce sıcağı vererek terletip, sonra rüzgar estirmek suretiyle üşüten, dolayısıyla hastalığa davetiye çıkaran yaz mevsimini kınıyorum.
Efendim, sadece yaz mevsiminden mi sıkıldım? Elbette hayır;
-Hande Ataizi ve Cihan Ünal’dan...
Birisi fena halde yalan söylüyor ama çözemedim ben bu işi. Ataizi’nin sözlerini okuduğumda ona inanıyorum, Ünal’ı okuduğumda ona inanıyorum, artık neye inanacağımı bilmiyorum. İşin fenası da, tacize uğramak da, taciz suçlamasıyla karşı karşıya kalmak da birbirinden fena. Biz iyisi mi bu iki şahsı yalan makinesine bağlayalım. Gerçekte ne oldu, ortaya çıksın. Bu işin bir sona varacağı yok.
Bitti mi? Bitmedi. Daha bunun kedisi var, güvercini var, küfü var...
Bakınız misal, kediler. Ne şanslıyım ki, mahallemde yaşayan sokak köpek ve kedilerinin keyfi gıcır. Çünkü onları besliyoruz, sularını veriyoruz, seviyoruz... Madem memlekette hayvanların sokaktaki hallerine bir çare bulunamıyor, mahalleli olarak “iş başa düştü” diyor, mamasını, suyunu eksik etmiyoruz... Bazen mama alıp koyuyoruz, bazen et alırken onlara da bir parça ayırıyoruz, bazen sütle ekmek veriyoruz...
En komik ve en vahşi yaşam belgeseli halleri, önlerine et koyduğumuzda oluyor tabii. Mesela tavuk butları koyuyorum mama kaplarına, o budu kapıp bir kaçışı var kedinin, bir görseniz. Böyle ağzında koca bir parça et, gözleri fal taşı gibi açılmış koşar adım kuytuya kaçıyor.
Bu kediler de bir alem, sanki önünden kaçırıyoruz, rahat rahat yesene arkadaşım. Ama yoook, o vahşi kedi ya, alıp kaçacak, kuytu bir yere pısıp orada yiyecek.
Bir de mahallede kedilere düzenli olarak mama veren ve kedilerin de çok iyi tanıdığı teyzeler var. Onlar apartmanın kapısından çıktılar mı, kediler de bunu gördü mü, Allah’ım o sahneyi görmeniz lazım. 30 tane kedinin bir odağa doğru koştuğunu düşünün. Ben teyze olsam düşer bayılırım o noktada.
Köpeklere gelince. “Çete köpekleri” en fenaları bence. Geceleri geziyorlar beraber. Herhalde diyorlar ki, “Bizim dağdan inen çakallardan ne farkımız var. Madem buralarda çakal yok, biz olalım çakal. Şurada bir gezelim, durduk yere yanımızdan geçen insana havlayalım, diş gösterelim de korksunlar. Gösterelim ki, buraların hakimi olduğumuzu anlasınlar.”
Ha bir de giden arabanın yanından HAVHAVHAV diye 70 km/s ile koşan köpekler var ki, onlara diyecek söz bulamıyorum. Ben köpek olsam, enerjimi daha faydalı işler için harcardım. Ama ne yapalım, vahşi doğa bu, demek ki bunu yapmaları gerekiyor.