14 Temmuz 2011
İlk tanıştığınız kişiyle muhabbet koyulaşmaya yakın kaçınılmaz soru gelir: Nerelisin? Şu hayatta insanların mutabık kalamadığı bir mesele varsa, o da budur sevgili kendini nereli hissediyorsan oralı olduğunu söyleyen Habitus okuru. İnsanlar bu konuyla ilgili iki gruba ayrılıyor. Şöyle ki:
1- Doğduğun yer neresiyse oralısındır: Şimdi -mesela- üç kuşak önceki aile bireyleri İstanbul’a göçmüş Adanalı bir aile düşünelim. Dedeler ve nineler haricinde herkes İstanbul doğumlu. Şimdi bu Adanalı aileyi İstanbullu mu yapıyor?
Hem evet, hem hayır. Mesela: İstanbullu olan ve İstanbullu ailem, 60’larda Karadeniz Ereğlisi’ne çalışmak için taşınmış, 20 sene orada çalışmış sonra İstanbul’a geri dönmüşler. Ben ve ağabeylerim orada doğmuşuz. Şimdi ben Zonguldaklı mıyım? Değilim. Ama bir şehirde yaşamış ve oranın havasını almış, suyunu içmiş ve yaşamına dahil olmuşsan, evet biraz oralısındır. Tabii bu Paris’te doğmuş ve yedi aylıkken İstanbul’a taşınmış bir insanın “Ehmmh, evet, Parisliyim” demesi anlamına gelmiyor. 2- Köklerin neresiyse oralısındır: Gerçeğe en yakın olanı bu, fakat hayli karışık bir iş. Mesela çocuğum olduğunda “Nerelisin?” sorusuna verecek tek bir cevabım olmayacak. Şöyle ki; “Evladım, anneannen ve deden İstanbullu. Ama ben Kdz. Ereğli doğumluyum. Babaannen Erzurumlu, deden ise Bayburtlu. Babanın kütüğü Bayburt’ta, dolayısıyla benim de öyle. Yani ben, senin annen Melike, kütüğü Bayburt’ta, Kdz. Ereğli’de doğmuş ama İstanbullu bir vatandaşım. Seni bilemeyeceğim. Git muhtara sor” diyeceğim.
Herkesin anne ve babası olduğuna göre mesela “köklü bir aileye mensup” ne demek?
“Değerlendirme ölçüsü” nedir? Ailelerin geçmişte edindikleri ticari başarı mı? Devlet görevlerinde bulunmaları mı? “Üst tabaka”ya mensup olmaları mı?
Bana kalırsa “köklü aileden gelen” tanımı değişmeli, Türk Dil Kurumu’na sesleniyorum. Onun yerine “Geçmişin havalı ailelerinden gelen” gibi bir tanım kullanılabilir.
Peki ben nereliyim?
Şimdi efendim, söylemesi ayıp, büyük dedem Suriye’de yaşayan ve büyük devlet adamları yetiştiren Azmzadelerden Sadık El-Müeyyed, 2. Abdülhamid’in yaverlerinden imiş.
Büyük dedem bey, Afrika’da görevdeyken iki tane kitap yazmış. Birisi Habeş Seyahatnamesi (Kaknüs Yayınları), öteki de Afrika Sahra-yı Kebirinde Seyahat (Çamlıca Yayınları). İki kitabı da alıp okumayı denedim ama Hakkı Devrim’le beraber okumamız lazım, çözemedim dilini.
Peki bunu neden anlattım? Şimdi ben bu bilgilere ve kitaplara 10 sene önce ulaştım. Ben şu kök meselesini pek çözememiş olsam da, annem pek meraklıdır aile ağaçlarına, gitti, Osmanlı Bankası’nın arşivlerinden çıkardı da arşivine koydu tüm bilgileri.
Yoksa benim o vakte kadar dünyadan haberim yok, ne büyük dededen, ne kitaplardan. Bileydim havamı atardım, CV’me filan “köklü aile mensubu” yazar, meslek hayatımda kendimi “Ünlü El-Müeyyed’lerin torunu” diye pazarlar, her fırsatta altını çizerdim değil mi yani efendim ah hah haaay.
Şimdi ben nereli olduğumu çözebilmiş değilim, işin içine Bayburt girince daha da karıştı. Baba tarafı, yani büyük dedeler Arnavutluk’tan gelmiş, anne tarafından havalı büyük dede Suriye’den gelmiş ama Arap değilmiş, bu aileler İstanbul’da çarpışmış, dedeler burada doğmuş, anneler burada doğmuş, ben Karadeniz Ereğlisi’nde doğmuşum ama İstanbul’da büyümüşüm, evlenmişim kütüğüm Bayburt’a geçmiş, kocamın bir taraf Erzurum, bir taraf Bayburt...
Oooy oy çok kafam karıştı sevgili hemşehrim Habitus okuru.
Yazının Devamını Oku 13 Temmuz 2011
Dün “plaj tipleri”ne giriş yaptık; süslülerden, altınlı teyzelerden, pervasız annelerden bahsettik, meseleyi “plaj erkekleri” ile noktaladık. Madem öyle, erkeklerle devam edelim: Kurt adamlar: Biliyorsunuz altınlı teyzeler bebek yağı sürüp kavrulmaya başlamadan plajlarda yüksek sezon başlamış sayılmaz. Plajda bir adet, sırtı en az göğsü kadar kıllı amca görmeden de yüksek sezonu başlamış saymayınız.
Amcayı gördünüz mü, tatile doğru zamanda çıktığınızı anlayabilirsiniz. Sırtı kıl yumağı amcalar iyidir, uyandırma servisi gibidir. Siz plajda mayışmış yatarken bir anda kadrajınıza girerler. Sıcaktan bayılmış durumdasınızdır, burnunuzun ucunu bile seçecek durumda değilsinizdir. Kadraja giren sırtı kıllı amca şok tesiri yaratır. “AY ANACIĞIM O NE?” diye irkilerek canlanıverirsiniz. Sanki buz gibi suya atlamış gibi, güneşlenirken arkadaşınızın üstünüze soğuk su dökmesi gibi, bir anda uyandırıverir sizi sırtı aşırı kıllı amcalar.
Plaj avcıları: Yüzüne yapışık kömür karası gözlüklülerden hep işkillenmişimdir. Sen sanırsın ki gazete okuyor, dergi okuyor, ufuklara bakıyor fakat olay başka. Fıldır fıldır dönen gözbebekleri ile, önünden geçen, ileride güneşlenen, oturan, yatan, kalkan hiçbir elma popoyu, pampiş memesini kaçırmıyor aslında.
İşte güneş gözlüğü bunun için var sevgili kolormatik gözlüklü Habitus okuru. Gözleri gösteren renkli gözlükleri Feridun Düzağaç, Bono ve Elton John haricinde kimse takmıyor artık bilmem farkında mısın? Güneş gözlüğü dediğin hem gözleri UV ışınlarından korumalı, hem de nereye baktığınızı göstermemeli, değil mi efendim?
Ha, bir de bu “Plaj Avcıları”nın 40 yaş sonrası versiyonları var. Bu arkadaşlar da bir anda karar vererek plajda yattıkları şezlongdan kalkar, yavaş ve emin adımlarla deniz kenarına kadar yürür, hafif öne çıkardıkları bira göbeklerini sıvazlar ve ufku seyre dalarlar. Burada maksat, dönüş yolunda güneşlenen dişi nüfusunu belirlemektir.
“Bana bak”çılar: Kendilerine baktırana kadar çırpınırlar. Erkek “bana bak”çıları, artistik balıklama atlayışlarından tanıyabilirsiniz. Sanki olimpiyatlara hazırlanıyor. Hayır bir gün bir tanesi boynunu kıracak, ondan kokuyorum.
Su içi ortamlarında da hayatı zorlaştırırlar bu arkadaşlar. Şapıdı şupudu yüzerek sizi ıslatır, “su altı dikizi” için gözlükle dalar ve kalp krizi geçirme sınırına kadar kadar suyun altında kalırlar. Bazen de hava atmak için 20 metre dipten dipten yüzerler-ki henüz “dipten giden erkek”ten etkilenen, “Allah’ım adam 20 metre dipten gidiyor, bu akşam kesin sevişmeliyiz” diyen bir dişi görmedim-. İngiliz bilim adamlarının yaptıkları araştırmaya göre kadınlar dipten yüzen erkeklere olan ilgilerini 3. metrede kaybediyormuş.
Bu da var
Kumanyacı teyzeler: Peki plajda gün ortamları yaratan teyzelere ne demeli?
Havlusunu unutur, mayosunu unutur ama böreğini, kısırını unutmaz, öyle söyleyeyim. Bütün gün plajda hışır hışır hışır torba sesi duyarsınız, çünkü her şeyleri torbanın içindedir. Sadece yemekler değil, güneş yağı, terlik ve mayolar da ayrı ayrı torbalanmıştır. Dolayısıyla bir teyze hamlesi, bin torba hışırtısı demektir. Plajda sakin bir gün için torbalı teyzelerden uzak durmalıdır.
Yazının Devamını Oku 12 Temmuz 2011
Temmuz ortası geldi, vakit plaj vaktidir, havuz vaktidir sevgili tatilci Habitus okuru. Peki bu cıbıl ortamlarda sizi kimler bekliyor?
Hayır ben siz tatile gitmeden yazayım, uyarımı yapayım da, sonra “Ay insanlar niye plajda böyle yahu??” demeyin:
Süslüler: Bir vakit Süreyya Yalçın ile özdeşleştirdiğimiz “plaj süslüleri”ni gereksiz aksesuvarlarından tanırsınız. Bedenlerini kolye, bilezik ve halhallarla donatır, neon renkli rujunu ve devasa saç tokalarını da ihmal etmezler.
Bu arkadaşları şöyle bir silkeleseniz üstlerinden düşecekleri sayıyorum: Nazar boncukları, sim, pullar, fifi köpek, parlatıcı ruj, cep telefonu ve beş ayrı güneş gözlüğü. Üstelik süslülerin plaja inmesi de hayli meşakkatli:
Gözlükler, bikiniler, bikinilere uyumlu terlikler, pareo ve elbiseler, görünüme uygun cep telefonu kılıfları derken, gördüğünüz üzere valizimsi plaj çantası ağzına kadar doldu.
Altınlı teyzeler: Takı setiyle, yüzük ve bilezikleriyle, bakır rengi sedefli oje sürülmüş kanca tırnaklarıyla ve birini söndürüp birini yaktığı sigarasıyla arz-ı endam eden teyzeleri görmezsem yüksek sezon başlamış demem.
Bu teyzeler ıslanmaktan çok korkarlar, yanlışlıkla üzerlerine iki damla su sıçratırsanız, yarım saat boyunca cıkcıklarlar.
Plaja-havuza gelmelerinin iki sebebi vardır: 1- Şikayet etmek ve cıkcıklamak.
Yazının Devamını Oku 9 Temmuz 2011
Hanidir sigara-sigarayı bırakma muhabbeti yapmıyordum, hazır burnum sızlarken şunu bir konuşalım.
Öncelikle niçin burnum sızlıyor onu anlatayım.
Efendim, evvelki gün, kalabalık bir kafedenin sokak masalarında, takribi 2 saat oturdum. Yazın dış mekanda oturmak işkenceden farksız, herhalde sigara içiyor olsam, bünyeye bu kadar duman almış olmazdım. Hâlâ gözlerim ve burnum acıyor.
Aman yanlış anlamayın, hiç öyle “Sigara içenler ölsün, madem kendilerine zarar veriyorlar, ne halleri varsa görsün” diyenlerden ya da “Ay çok alerjik bir insanım sigara dokunuyor” hassaslarından değilim.
Fakat şu anda dış mekanda, yani bir kafede, restoranda oturmak, ağzınızı eksoza dayamış gibi hissetmek demek. Böyle bir ortamda, sigara içen adam bile benim durumuma düşebilir.
Öncelikle şunu söyleyeyim; herkes dilediği gibi kendini öldürebilir, sigarasını içebilir, canının istediğini yapabilir. Zaten sıkıntı da buradan kaynaklanıyor...
Ben de bir içmeyen olarak, canımın istediğini yapmak istiyorum. Sigara içmeyenlerin de istediğini yapmak, özgür davranmak gibi hakları bulunuyor, değil mi? Yani benim bir dış mekanda, özgürce oturup oksijeni ciğerlerime çekme hakkım var. Öylese nedir bu eza?
Kışın soğuktan, yazın sigara dumanından dış mekan keyfi yapmak bize haram. Şimdi “Keşke dışarıda da yasaklansa” diyeceğim, sıkı içiciler “Bir o keyfimiz vardı, onu da almayın” diye bağırınacaklar.
Yazının Devamını Oku 8 Temmuz 2011
Evvelki gün Burcu Esmersoy’un NTV’deki yeni programı “Yaz Gecesi”ni izlerken sakallarını kızıla boyamış Tanju Babacan’ı gördüm.
Dedim, kapatın şu televizyonu, beynim eridi. O nedir öyle arkadaş? Hayatımda herhalde daha çirkin bir görüntüyle karşılaşmış değilim. Erkeklerin saç boyaması yeterince fenaydı, bari sakal eksik kalsaydı. Yazarken bile ensemden ensemden ürperiyorum.
Diyorum ki, hazır boyalı sakaldan bahsettik, şu güzel yaz günlerinde erkeklerde görmek istemediklerimizi bir sıralayalım da ferahlayalım:
-Öncelikle bir defa daha söylemek istiyorum ki, sakallarınızı boyamayınız. Hayır yani merak ediyorum bundan bir sonraki adım edep yerinizdeki tüyleri boyamak mı? Ne yapıyorsun kardeş?
-Parmak arası terlik giyiyorsanız yer elması gibi, topraklı patates gibi görünen tırnaklarınıza bir çözüm bulunuz. Hadi onun adına “pedikür” demeyelim çok feminen geliyorsa, banyodan sonra ponza taşıyla iki törpüleyiniz kendinizi yahu.
-Her gün duş alınız. Ben yazmaktan sıkıldım, siz ter kokmaktan sıkılmadınız. Kimi erkekleri bazı konularda anlamak hakikaten mümkün değil. Misal, saçların kısa, duş alman sadece el yıkamak kadar zahmetli bir işken niçin bunu yapmazsın arkadaş? Madem sen öyle sokağa çıkmaktan utanmıyorsun, ben de utanma duygumu kaybettim artık. Kâh söylemek olsun, kâh üzerlerine parfüm sıkmak olsun, ben de kendimce buldum birtakım çözümler.
-Biliyorum, şu yaz mevsiminde çok zorlanıyorsunuz ama memeye kilitlenmeyelim sevgili erkekler. Konuşurken birbirimizin gözlerine bakalım. Sokakta yürürken de “Nasılsa bir daha görmeyeceğim bir insan, şunu biraz gözlerimle taciz edeyim de neşeleneyim” demeyiniz. Bakınız çok yakında böyle bir hareket yaptığınız zaman rezil olma riskini göze alacağınız bir hareket başlatıyoruz. Henüz bahsetmek için çok erken lakin “Sokak tacizine dur” demek için çalışıyoruz efendim. Az kaldı, güzel haberler vereceğim sizlere.
-Çok rica ediyorum sevgili erkekler, eğer saçlarınız dökülmüşse, onları itina ile uzatıp at kuyruğu yapmayınız. En az sakal boyamak kadar “beyin eritici” bir görüntü bu. Ayrıca o saçlar dökülüyorsa, son kalanları kuyruk sokumuna kadar uzatıp bir de boncuk takan adamdan korkarım ben.
Aksesuvar yoğunluğu ve favori meselesi
Yazının Devamını Oku 7 Temmuz 2011
İki günlük ayrılıktan sonra tekrar merhaba sevgili yeni evli Habitus okuru.
Diyeceksin ki şimdi, hayrola Habitus, yoksa sen balayına gitmedin mi?
Gitmedim efendim. Fakat anladım ki balayını ertelemek hataymış. İnsan evlendikten sonraki birkaç gün aptala dönüyormuş ve aslında balayı, dinlenmek için, tatil için değil, o aptallığı üstten atmak içinmiş.
Patron sağ olsun iki gün müsaade etti lakin hâlâ, manasızca sırıtan ve bir cümleyi anlamak için iki kere “Haaaa?” diye soran halimi atamadım üzerimden.
Şu halimin sürmesinde arkadaşlarımın da payı var şüphesiz. Misal, can dostlarımdan Tolga Akyıldız, blogunda öyle bir yazı kaleme aldı ki her okuduğumda gözlerim doluyor. Çok rica ediyorum siz de okuyun: www.takyildiz.blogspot.com
Ağladım, duygulandım, sonra, Hilal Cebeci memelerini açtı da kendime geldim. Dedim Melike, tamam evlendin mevlendim ama uyan artık, bak magazin gündemi karışmış.
Yine de gerçek hayata dönmeden şu notları da düşmek isterim:
-Daha önce evlenen arkadaşlarım “Son hafta öyle bir kilo vereceksin ki ne olduğunu anlamayacaksın” demişlerdi, haklılarmış. İnsan yemek yemeyi unutuyor. Zaten kına gecesi ve düğünde gecenin sahibi olarak oturmanın imkansız olduğu iki uzun gece yaşıyorsun, sıkıysa verme kilo. Zarganaya döndüm, yemin ediyorum.
Yazının Devamını Oku 2 Temmuz 2011
Dün evlilik meseleleriyle ilgili olarak kadın ve erkeğin ilk tanıştığı zamanlardaki hissiyatını konuşmuş, geçmiş ilişkilerden kalan travmaların yeni ilişkiyi nasıl etkilediğinden, yani “travma evresi”nden bahsetmiştik.
Tanışma evresini geçtik diyelim. Sıra huzura kavuştuğun, karşındakini tanıdığın, artık çirkin sürprizlerle karşılaşmayacağın zamana geliyor. Yani “çarşaf evresi”ne. Ilık ve çarşaf gibi bir denizde yüzdüğün ve durduk yere kendine dert yaratmadığın, paranoyakça kıskançlık krizlerine girmediğin evreye.
Hani derler ya, “Huzurla aşk bir arada barınmaz”, hatta “Aşkın doğasında huzur yoktur” ya da “Aşıktan arkadaş olmaz”... Bana kalırsa bunların hiçbiri doğru değil.
Daha doğrusu şöyle söyleyeyim: Doğru da olabilir yanlış da. Kişiye göre değişir.
Dolayısıyla aşk konusunda “kişiye özel veciz sözler” olmalı. Çünkü kiminin aşkında huzur var, kiminin yok. Herkesin arayışı, doğası, ilişki dinamikleri bambaşka. Aynen parmak izi gibi. Benzeri var, tıpkısı bulunmuyor. Kimseninki kimseninkine
benzemiyor.
Böyle düşünecek olursak mesela “Sevgiliden en yakın arkadaş olmaz” varsayımının da kişiye göre doğru/yanlış olduğunu söylememiz lazım.
Birilerinde olmaması, hatta genelde olmaması, kimsede olmayacağını, birilerinde varsa, diğerlerinde olacağını göstermiyor. Yine kişiye özel bir durum.
Yazının Devamını Oku 1 Temmuz 2011
Efendim, madem şu sıralar çevremizden mutluluk haberleri geliyor, müsaadenizle bu cuma ve cumartesi gününü “evlilik” meselesine ayırmak istiyorum.
İnsanlar niye evleniyor?
Sorarım sana sevgili evli ve çocuklu Habitus okuru. İsterseniz ortamın “aşk dolu” hissiyatını kaçırmamak için anlaşmalı evliliklerden, “iş evliliklerinden”, görücü usullerinden hiç bahsetmeyelim.
Aşk evliliklerine gelelim.
İngiliz bilim adamlarının yapmadığı bir araştırmaya göre aşk evlilikleri kadınların tarafında şöyle gelişiyormuş: Bir adam çıkıyor karşına diyelim. Bir şey hissediyorsun, böyle coşmalı moşmalı, ay diyorsun, ben aşık mı oldum acaba... Fakat bu pek daha önce hissettiklerine de benzemiyor bir yandan. İsim koyamıyorsun, çünkü içinde sadece bir tane duygu barındırmıyor. Yani öyle bir “hisler toplamı” ki, içinde “çok aşık oldum” desen, o da var, “çocuklarımın babası sen ol” hissi desen, o da var...
Yazının Devamını Oku