İlk defa bu sene düzenlendi, ilçenin ilk ve şimdilik tek sörf festivali.
Festivali düzenleyen, Myga Surf Academy idi. Etkinlikler ve yarışlar, bu okulda yapıldı.
Biliyorsunuz Yomra Koyu’nda 10’dan fazla özel sörf okulu var. Diğer sörf okulları, bu sene bu festivale pek iştirak etmedi. Eh, rekabet olunca, tüm okulların birbirinin önüne geçmek istemesi, popülerlik yarışına girmesi, birbirlerini görmezden gelmesi normal.
Fakat şuna itirazım var: Alaçatı madem dünyanın bir numaralı rüzgar sörfü mekanlarından biri, bir festival söz konusu olduğunda niçin herkes kendi kabuğuna çekiliyor?
Uçak yolculuğundan sonra valizlerini beklerken ne yapıyorsun sevgili tatilci Habitus okuru? Bakıyorum da, herkes adeta valiziyle aşk yaşıyor.
Uçuştan sonra o dönen bantın çevresinde öyle bir toplanılıyor, öyle heyecanlı valizlerin gelmesini bekliyor ki, dağları delerek ?irin’ine ulaşan Ferhat bile sevdiceğini göreceği için bu kadar heyecanlanmamıştır.
Hayır gören de valiz ete kemiğe bürünecek, koşarak sahibinden kaçacak sanır.
Peki ya bandın kenarında bekleyip sabit bakışlarla valizin çıkacağı noktaya kilitlenenlere ne demeli?
Çok rica ediyorum, o valiz, bantta dönmeye başladığında, onu ilk gördüğünüz anda, insanları ite ite, omuz ata ata, ayaklara basa basa kalabalığı yararak valizinizi yakalamaya çalışmayınız. Bagajlar bir yere kaçmayacak, müsterih olunuz.
Sırf “popüler” diye bir işe/hobiye/mekana saranları:
Buyrunuz en simgesel örneklerden biri: Alaçatı taraflarına özel bir alakası olmamasına rağmen sırf popüler diye gidenler.
Kapıları kilitledikten sonra hiç üşenmeden tüm o kilitleri açıp, prizlere, vanalara 10 kere bakma ihtiyacı mı duyuyorsunuz? Evden çıkarken hiç “Şu anda bir problem yok ve olmayacak” cümlesini kurmuşluğunuz var mı?
Yok değil mi? Biliyorum.
Şimdi sizleri “temkin paranoyası” ile tanıştırmak istiyorum.
Mesela şimdi reklamları dönüyor ya, eve gelmeden çalıştırılabilen klima var hani. O klimayı yüzde 85’inin evhamlı insanlardan oluştuğu bizler arasında popüler olma ihtimali var mıdır acaba?
Ki ben, evden çıkarken neredeyse elektirik idaresini arayıp elektrikleri kestireceğim, o derece. Evde bir tane standby’da bırakılmış elektronik alet, bir tane çekilmemiş priz bulamazsınız. Hatta prizler on/off düğmelidir, önce off’a getirir, sonra fişten çekerim. Doğalgazı vanadan kapatırım. Olur ya, bendeki kör talihin uzaktan kumandası çalışır, bir anda ocak yanmaya ya da gaz çıkarmaya karar verir, ev cayır cayır yanar...
Bu huy fena bir huy değil bu arada. Geçen gün tüm temkinlerime rağmen çayın altını açık unutup çıkmışım mesela...
“Nasılsa hemen geleceğim” diye doğalgaz vanasını da kapatmamıştım. Fakat hemen gelemedim. Senin çay da kaynamaktan bir hâl olmuş tabii.
Herkes ortam havasına pek bir uyum sağlamış. “Bak, için açılsın” minvalinde bir kalabalık var festivalde, rengarenk. Tabii renkli olmayan bir grup var ki, 15 sene önce de varlardı, herhalde dünyanın sonuna kadar da var olacaklar: “Gotik ahali”.
Bre gotik kız. Saçın siyah, tenin beyaz, 50 derecede üstünden çıkarmadığın siyah tişört-siyah kot, hiç mi fena olmazsın bre gotik kız. Yemin ediyorum bakınca benim içim daralıyor. Hayır yani sen yine gotik ol ama biraz kendini düşün yahu. Ne bileyim, saçını topla mesela, üstüne siyah değil, -tamam beyaz da giyemezsin onu anladık- ama gri tişört filan giy, güneşi çekme yaz sıcağında... Ama yok, o sıcaktan şakkadanak düşüp bayılma pahasına olsa da gotikliğinden ödün vermez.
Annelik görevimi de yapmadan geçmeyeyim: Herkes ama herkes mi sigara içer arkadaş! 20’likler arasındaki sigara meselesi güneş gözlüğü gibi aslında. Sosyal maske yani. Arkadaşını mı bekliyorsun, kazık gibi orada durmak yerine sigara yakıyorsun. Burada sigara yakmak güneş gözlüğü takmak ya da ellerini cebine sokmaktan farklı değil. Bir nevi kendini rahat hissetme yöntemi.
Genç kardeşlerim bunu fark etseler pek memnun olurdum ama işte, ne yaparsınız, sigara hâlâ onlar için havalı bir hadise maalesef.
Güneş gözlüğü demişken, her festivalde olduğu gibi Ray Ban Wayfarer’ı olmayanı kapıdan almıyorlardı adeta. Wayfarer “John Lennon gözlüğü”nden sonra gelmiş geçmiş en popüler gözlük modeli. Bir bakıma “cool”luğun anahtarı.
“Cool”luktan bahsediyoruz madem, “alternatif genç şapkası”ndan da bahsetmemek olmaz. Wayfarer ile beraber müthiş ikili oluştururlar. Bu şapkalar, taytsı kotlar, çıplak üst beden, Wayfarer gözlükler ve dudak arasındaki sigara ile bütünleşir, İngiliz rock kültürünün bağrından kopmuş gibi görünmek isteyen genç kardeşlerimin favorisidir.
Haksızlık etmeyiniz!
Şakalar, gözlemler bir yana; festivalin “organizasyon” kısmına hiç girmedim lakin şunları not düşmem şart:
Rock’n Coke muhabbeti yapamadan olur mu sevgili festival ruhunu özleyen Habitus okuru.
İki senelik hasret bitti, nihayet Rock’n Coke’umuza geçen hafta sonu kavuştuk. Şimdi sanmayın ki bu bir “Şu grubun performansı iyiydi, bu grup eh, şöyle böyleydi, şu grubu kaçırmamak içi güneşin altında havale geçirdim” yazısıdır.
Efendim, biz 30’luklar, bu heyecanları H2000 ve geçmiş Rock’n Coke’larda yaşamış, ununu eleyip eleğini asmış teyze ve amcalar olarak bulunduk bu festivalde. Bir yandan müziğimizi dinledik, bir yandan gençleri izleyip bol bol cıkcıkladık.
Akşam olup da hafiften esmeye başlayınca şalımızı sarındık ve yarım saat hiç sıkılmadan “Ayy hava da soğudu şekerim” diye yakındık.
Biliyorsunuz ki bizim gibi teyze ve amcaları hiçbir zaman mutlu edemezsiniz. Güneş çıksa sıcaktan, rüzgar esse soğuktan yakınırız. Bu geleneği festivalde de sürdürdük.
Halbuki gençliğimizde böyle miydi efendim. O festival senin, bu festival benim, sırtlardık çadırımızı, gider kurardık; hava şartları, yağmur, kavurucu güneş, hiçbiri bizi etkilemezdi. Sevdiğimiz grupları en önden izler, ses yüksekliğinden iç organlarımız yer değiştiriyormuş gibi hisseder, bir de bundan zevk alırdık.
Şimdiyse durum şöyle: 30. yaşını kutlayan bir arkadaşım “eski günleri anmak” maksadıyla çadırını almış gitmiş, fakat hava şartlarından ötürü, kendisini akşam saatlerinde sabit bir şekilde ufka bakarken yakaladım. Sanıyorum sıcak çarpmasından ve yorgunluktan bayılmak üzereydi.
Ölüm kaçınılmaz. Belki de çaresi olmayan, “geri döndürülebilir” olmayan tek mesele şu hayatta.
Peki biz yakınlarını kaybeden insanlara nasıl davranıyoruz, hiç düşündünüz mü?
Acılarına acı mı katıyoruz, yaralarını mı derinleştiriyoruz? Yoksa onlara baş yaslayacak bir omuz olabiliyor muyuz, yalnız olmadıklarını hissettirebiliyor muyuz?
Kayıplardan en zoru şüphesiz ani olanlar. Ortada hiçbir şey, hiçbir hastalık yokken bir anda aramızdan ayrılanlar...
İşte öyle zamanlarda kaybı yaşayanın çevresinden ne duyduğu önemli. Ağzınızı açsanız gözleri dolacak, içi parçalanan bir insan var karşınızda. Düşünsenize, bir anda hayatı, yaşamsal alışkanlıkları değişmiş. Her gün gördüğü insan artık bedenen yanında değil, dolayısıyla bu duruma alışması, hayli zor.
Diyeceğim o ki, bir insana başsağlığına gidiyorsanız çok rica ediyorum “Ay çok erken öldü”, “Ay hiç beklemiyorduk”, “Ay daha dün beraberdik, şen kahkahalar atıyordu” demeyiniz.
Öyle diyeceğinize karşınızdaki insanı kırbaçlayın daha iyi.
Sırf bu yüzden “havaalanı kazıklanması” travmasına sahip olan kaç kişi vardır sizce?
Gerçi hâlâ bu kazığı yediğimiz havaalanları mevcut lakin “havaalanından, mecburiyetten ötürü çıkamayan çaresiz insan suistimali” tarihe karışıyor artık.
Bakınız, evvelki gün Atatürk Havalimanı İç Hatlar gidişin “hava tarafı”ndaki restoranları gezdim, notumu verdim, size söylüyorum, buradaki durum, insana uçak kaçırtacak seviyeye erişmiştir.
Niye bundan böyle uçakları kaçıracaksınız biliyor musunuz. Çünkü İç Hatlar gidişte “Tadında Anadolu” isimli bir mağaza var ki, burada siz Çorum leblebisi mi alsam, yoksa Alaçatı’dan zeytinyağı mı diye düşünürken rahatça uçuşunuz yalan olabilir mesela. Bu leziz mekanın yaratıcısı BTA Catering.
Çok şahane bir iş yapmış bu mağazayı açarak. Şöyle ki, Türkiye’nin hangi ilinde ne meşhursa, mesela Beypazarı’nın kurusu, Manisa’nın mesir macunu ya da Tokat’ın bez sucuğu gibi- yerine giderek burada sadece yerel insanların bildiği, marketlerde satılmayan, kulaktan kulağa yayılan, hani “x şehrine gidersen y efendi’ye git” denilen üreticileri bulmuşlar.
Hijyen, sağlık, üretim koşulları gibi meselelerde de anlaşınca, ayrı ayrı illerden gelen bu butik ürünleri bir mağazada toplamışlar. Yani şimdi Tokat’ın bez sucuğunu almak için Tokat’a gitmeniz gerekmiyor, İstanbul’dan herhangi bir ile giden bir vatandaşımız, normalde ancak yolu düşerse edinebileceği bir lezzeti havalimanında bulabiliyor. Tabii bu mağaza dönüş yolunda olmadığı için İstanbul’dan seyahat edip tekrar İstanbul’a dönecekseniz mesela, seçtiğiniz ürünleri size dönüşte teslim ediyorlar, bu da bence 10 numara hizmet olmuş.
Açıkçası fiyatlara korkarak baktım, çünkü markette, hatta kendi şehrinizde bulamayacağınız bir butik gıda ürününde, havaalanında satılıyor olmasından ötürü ne fiyat görsem şaşmayacaktım. Beklediğimin aksi bir durumla karşılaştım, fiyatlar makul. Tabii bizde “havaalanından bir şey alınmaz” düşüncesiyle o kadar yerleşmiş ki insan çekinerek bakıyor.
Yolcuyu seçeneksiz bırakmıyorlar
Bundan böyle birtakım adamlara görev verilirken vicdan testi, yalan söyleyebilirlik testi, alavere dalavere yapma potansiyeli testi, pişkinlik testi gibi uygulamalar öneriyorum.
Ayrıca ne güzel slogandır “Aşkımız renklere, sizlere değil.”
Sahi ya, vicdansız, yalancı adamın nesine aşk duyalım, “takımın iyiliği için şike” olur mu a gözleri kör, hisleri alınmış yalancılar.
Her şey bir yana, Türkiye’nin kalbini kırdınız, göğsümüzde yara açtınız, size o kadar söyleyeyim.
“Pampiş” kelimesinden: “Kilo yoktur, kötü plazma vardır” sevgili pampiş kelimesini diline dolayan Habitus okuru.
Bu işkence ne zaman bitecek, sorarım sana. Kimi erkekler için hava hoş tabii,
Hilal kardeşim her gün yeni bir malzeme veriyor onlara. Şimdi de video çekmiş, ekranda kilolu göründüğünü, ama bu konuda plazma televizyonlarının suçlu olduğunu, aslında heykelsi bir insana benzediğini anlatıyor özetle.