Melike Karakartal

Sokakta özgürce yürümek...

5 Ağustos 2011
Hatırlarsanız dün dedim ki, bizim iki büyük derdimiz var. Bunlardan birincisi trafik terörü, diğeri ise sokak tacizi.

Sokakta tek başına ya da kadın kadına yürümek zorunda olan kadınlar bilir ki, taciz edilmeleri an meselesidir.
Taciz için “kadın olmak” yeterlidir, yaşınız, üstünüz başınız önemli değildir. Sokaklarda, 15 yaşındaki genç kız da, 40 yaşındaki kadın da taciz edilir. Bu öyle bir hal almıştır, Türkiye sınırları içinde, fiziksel ya da sözlü tacize uğramamış kadın bulamazsınız.
İnanmıyorsanız çevrenizdeki kadınlara sokakta neler yaşadıklarını bir sorun. Küçük bir araştırmadan sonra, fark edeceksiniz ki, Türkiye sınırları içinde, poposu mıncıklanmamış, laf ya da ıslık yememiş, caddede taksi ya da toplu ulaşım aracı beklerken fahişe muamelesi görmemiş, giydiği kıyafetten ötürü “tacizi hak ediyor” anlayışıyla yaklaşılmamış kadın pek yoktur.
Diyorum ya, tacizci adamlar için yaş, üst-baş fark etmez. Mini etek giyen kadına açıkça yaptığı terbiyesizliği, örtünmüş bir genç kız geçtiğinde ise hayal gücünü çalıştırdığı için, 50 yaşındaki iyi görünümlü kadın ise o yaşta iyi göründüğü ve yine hayal gücünü çalıştırdığı için yapar.
Yani sadece kadın olmak yeterlidir sokaklarda taciz edilmek için. Ha, tacizciler için “az hak eden” ve “çok hak eden” ayrımı vardır tabii. Evli ve örtünmüş bir kadın tacizi daha az hak ederken, mini etek ya da şort giyen, yani “ten gösteren” yalnız kadın, taciz edilmek için adeta yalvarıyordur onlar için.
Anlayış budur. Bu anlayışa sahip olan erkekler, sokakta tanımadıkları kadına yaptıkları tacizi, evde karılarını döverek devam eder.
Yani sokakta taciz ve kadına şiddet, birbirlerinin ayrılmaz bir parçasıdır...

Düşüncelerinizi gönderin!

Yazının Devamını Oku

Bizde böyle!

4 Ağustos 2011
Bakınız trafikte artık şu işler gayet normal ve kimse yadırgamıyor: Yaya geçidinde karşıdan karşıya geçmekte olan bir yaya gördüğün zaman frene değil, gaza basar, korna çalarak üstüne sürersin.

Otobanda hız sınırını aşmadan giden ve önündeki araçla arkasında takip mesafesi bırakan aracın arka tarafına selektör yapa yapa gelerek yapışır, çekilmesini istersin. Çekilmedi mi, o zaman slalom yaparak önüne geçer, aracın takip mesafesi için bıraktığı boşluğa girersin. Takip mesafesi gereksizdir.

Eğer otobüs ve kamyon kullanıyorsan, araçları panzer gibi kullanırsın. İriliğini avantaj olarak değerlendirir, bunu diğer araçları korkutmak için kullanabilirsin. Ayağın frende değil, gazda olur, her türlü geçiş üstünlüğü sendedir.

Sinyal vermek çok lüzumsuzdur. Sen istediğin yerde, istediğin şekilde duraklayabilirsin, sağa sapabilirsin, sola sapabilirsin. Arkandaki araç şahin gözleri ve telepati yeteneğiyle senin davranışlarını izlemelidir ki, tehlikeli bir durum oluşmasın.

Motorlar ters yöne girebilir ve kaldırımlardan gidebilir.

Araçlara asla ama asla yol vermeyeceksin. Yol isteyenlere söveceksin. Canını, aracını tehlikeye atacaksın ama kesinlikle yol vermeyeceksin. Bunu, “Trafik anayasası” olarak beynine kazıyacaksın.

Trafikte bunlar çok normal!

Hanidir trafikten konuşmuyoruz, bence zamanı gelmiştir sevgili kelle koltukta yaşayan Habitus okuru.
Şu hayatta iki tane büyük derdimiz var ama bu iki dert hayatımızın her anında, her dakikasında varlığını hissettirdiği için öylesine kanıksadık ki, maalesef “hayatın sıradan olayları” kategorisine girmiş durumda.
Bunlardan birincisi sokak tacizi, -bunu sonra konuşacağız-, ikincisi ise trafikte sürücülerin bir anda kimlik değiştirerek bir canavar, bir zombi, bir katil kimliğine bürünmesi.
Hadi biz alıştık ama ülkemizde yaşayan ve turist olarak bulunan yabancılar şoka giriyor sürücülerin davranışları karşısında.
Yazık, adamcağız yaya geçidinde yola atlayıveriyor, sanıyor ki araçlar kendi memleketinde olduğu gibi, hop, duracak, ona yol verecek. Böyle bir anlayışın bulunmadığını, aksine adamların gaza basarak üstlerine sürdüklerini anlayınca, şoka giriyor, “Vay be” diyor, “Burada trafik her an öldürebilir...”
Aslına bakarsanız bunun tam tersi bizim için geçerli. Trafik terörü içinde yetişmiş insanlar olarak ilk yurtdışı seyahatimizde hepimiz mutlaka şaşkına dönmüşüzdür.
Bizimkine olsa olsa “tersten şok” denir herhalde. Bakınız bendeniz, şu ömrümde ilk defa ecnebi memleket gördüğümde yaşım 19 idi. Olay yerimiz ise Londra.
İngiltere’de, yaya geçitlerinin baş ve sonlarında sarı toplar yanıp söner. Bu, “yaya gördüğünde yol vereceksin” demektir. İşte, karşıdan karşıya geçerken yolun boşalmasını bekleyen ben, araçların beni uzaktan gördüklerinde durup, -istediğin kadar aheste yürü-, sabırla beklemesini gördüğümde dedim, “Allah’ım, bu insanların kafasına taş mı düştü. Niçin bana kibarlık yapıyorlar. Sanırım hepsini teker teker öpeceğim. Ne kibarsınız, ne tatlısınız” diyeceğim.
Halbuki mesele kibarlık değil, sadece kimse ölmek ya da insan öldürmek istemiyor. Trafikte yaşanacak arbedenin neye mal olacağını biliyorlar.
Tabii biz kendi trafik kaosumuza, canavarlaşmamıza o kadar alıştık ki artık, “Trafikte aslında normal olan bizim vahşi davranışlarımızdır” durumundayız...
Yazının Devamını Oku

“Mutlu gün” uyanıkları!

3 Ağustos 2011
Bilirsiniz, düğündü, efendime söyleyeyim nişandı, sünnetti, bunlar pek mutlu, insanların etraflarına sırıtarak baktığı, kimsenin dünya dertleriyle ilgilenmediği, herkesin kutlanan meselenin neşesine ortak olduğu şaşkın zamanlardır.

Böyle kutlamaların, insanın hayatında bir kere olacağı öngörülür.
Bir kere yaşayacağın bir geceyi, mutlu anları, hayatının sonuna kadar güzel hatırlamak istersin haliyle.
Aksilik olsa bile, görmezden gelmeye çalışırsın. Çünkü ileride geriye dönüp baktığında aklına gelen ilk cümle “Her şey ters gitti, çok tatsız bir geceydi” olmamalıdır. Mutlu bir günden geriye ekşi tatlar kalmamalıdır.
İşte sevgili en mutlu gününde bile sömürülmemek için aklını kullanması gereken Habitus okuru, eğer önümüzdeki aylarda düğünün, nişanın, efendime söyleyeyim, oğlunun sünneti filan varsa, aç kulaklarını dinle.
Birtakım servis elemanları, bağlı olarak çalıştıkları mekandan bağımsız ve elbette izinsiz olarak, tören boyunca misafirlere düzenli aralıklarla yapışmak suretiyle bahşiş adı altında para isteme döngüsüne giriyorlar.
İnsanlar da “Nasılsa en mutlu günümüz” diye seslerini çıkarmıyor, gönüllü olarak soyulup soğana çevriliyor.
Siz “Oh ne kadar da iyi vakit geçiriyor misafirler” derken, aslında onlar bir yandan servis elemanlarıyla bahşiş verdin-vermedin kavgası ediyor oluyor. Rezil oluyorsun ama bundan haberin bile olmuyor...

Yazının Devamını Oku

Mail tacizinden usandık!

2 Ağustos 2011
Biz yazarların en büyük dertlerinden biri nedir biliyor musun sevgili herkesin gözü önünde bir iş yapmadığı için kimi zaman kendini şanslı sayması gereken Habitus okuru?

Seninle aynı düşünceyi paylaşmayan birtakım kendini bilmezler, hayal gücünü zorlayan küfürlerle, akıl almaz hakaret ve tehditlerle donattıkları mail’ler göndermek konusunda hiç çekimser değildirler.
Öyle mail’ler yazar, öyle küfürler ederler ki, ne ailen kalır, ne becerilmedik tarafın, ne hayatın...
Kendi kafalarında yarattıkları bir “yazar imajı” vardır mesela, öyle gıcık kaparlar ki o imaja, karşılarındakinin bir insan olduğunu unuturlar.
Kendi hayallerinde, kendi önyargılarıyla kurdukları ve sana ait olduğunu sandıkları hayatın analizini yapmaya kalkarlar, en adi, en pis dil ile.
Bu küfürlü mail’leri Türkiye gazetelerinde çalışmış ve çalışmakta olan yazarların hepsi alır. Kimileri az, kimileri çok. Ben şanslıyım, bir sene içinde belki dört, belki beş tane gelir bunlardan.
Ama gelir mi? Gelir. Mutlaka gelir. İster magazin yazsın, ister politika, Türkiye gazetelerinde yazan her yazara gelir. 
Genellikle yazarlar denizinde bu mail’lerle pek uğraşılmaz, görmezden gelinir. “Her şeyi takmayacaksın, bin türlü insan var, hepsini düşünecek olursan ohoooo” tarafından yaklaşılır bu küfürlü mail meselelerine.

Yazının Devamını Oku

Bu belirtilere dikkat!

30 Temmuz 2011
Herhalde dünyanın sonu gelse de “aldatma hikayeleri” kulağımıza çalınacak magazin sayfalarından fırlayıp duracak sevgili evli, mutlu ve çocuklu Habitus okuru.

Bakınız, Psychology Today bir araştırma yapmış. Diyor ki, sevgillinizin/eşinizin aldattığını anlamanız için illa üstünün kadın parfümü kokması gerekmiyor. Sahi ya, bu klişe 80’lerde kalmış olmalı artık.

- Sır saklamaya başladıysa: Her kadın vaktiyle şu sözleri duymuştur: “Biraz bana alan ver”, “O benim özelim, lütfen bilgisayarımı geri verir misin?”
veya adamın internette gezindiği sayfaları gösterecek “history” bölümünde hijyenik temizlikler yapması, kullandığı chat programının geçmişini saklaması gibi enteresan olaylar... Bir insan eşten/sevgiliden saklanması gereken bir hal-durum içinde değilse bu kadar panik yapmaz arkadaş. Ayrıca “o benim özelim” düşüncesi niyeyse bir tek bilgisayarda bu kadar ateşle savunuluyor. Bakın söylüyorum, bilgisayarını ortak kullanıma açan, gizlisi saklısı olmayan koca/sevgili candır.

- Hiç sebep yokken tartışıyorsanız: Evet, tam da “gözünün üstünde kaş var” durumu. Bir vakitler gözünün üstündeki o aşık olduğun kadına/adama durduk yere hırslanıp duruyorsan ya da karşındaki insan sana saçma sapan sebeplerden dolayı sinirleniyorsa, antenleri açman öneriliyor. Halbuki birbirini seven çiftler öyle midir, sorarım sana sevgili gözbebekleri kalp olmuş Habitus okuru.

- Büyümediğiniz konusunda ısrarcıysa: Şimdi sevgili/kocanız karşısında siz adeta mükemmel bir partner olmak için çırpınıp duruyorsanuz fakat karşınızdaki şahıs sizi durmadan “Çocukluk yapıyorsun” “Hiç büyümeyecek misin?” gibi sözlerle çıldırtıyor. O halde, kafasına odunla vurmadan önce otur bir düşün. Belki de bilmediğin başka meseleler vardır, olayın senin büyümemenle pek bir ilgisi yoktur, ne dersin.

- Eşiniz sevgiliniz ruh eşlerine hâlâ inanıyorsa:  İşte böyle sevgililer tam sopalıktır. Bre odun, “Ben ruh eşlerine inanıyorum yaaani bilemiyorum” der mi insan sevgilisine. Peki o anda sevgili “Peki ben burada neyim, kankan mı, görümcen mi, kim?” demez mi? Valla bana kalırsa halihazırdaki sevgilisine ruh eşlerine inandığını söyleyen ama onun ruh eşi olmadığını belirten adam, ruh eşini bulduğunda bile adam olmaz. Önce insanlık öğrenmesi lazım.  Evet, ne yazık ki çevremizde böyle hikayeler duyuyoruz, üzülüyoruz.

- Kötü davranıyorsa: Kötü muamele fenadır. Kötü muamele şiddetle destekleniyorsa, işte o daha fenadır. Hatta o zaman kötü muamele olarak değerlendirilmez, “suç” kapsamındadır. Bir de şöyle bir durum vardır ki, kadının duygularını altüst eden: Mesela kadın biliyor ki, eşi kendisine kötü davranıyor ama dışarılarda bir yerlerde mükemmel muamele gören bir başka kadın var. Bu duygu, kötü muamele gördüğün anda hissettiklerini bine, yüz bine katlar. 

-

Yazının Devamını Oku

Sadece meme sendromu mu?

29 Temmuz 2011
Hande Ataizi “Bizde toplumca meme sendromu var” demiş. O yüzden transparan giymeye cesaret edemeyeceğini söylemiş.

Şimdi hayatımıza bu açıdan bakacak olursak “meme sendromu”nun “toplumsal sendromlar” listesinin sadece bir parçası olduğunu söyleyebiliriz.
Daha oraya gelene kadar bacak sendromu var, popo sendromu var, göbek sendromu var... Var da var! Kadın bedeni öyle acayipleştirilmiş durumda ki bir sendromdan diğerine koşuyor erkekler haliyle...
Ne yazık ki bu dün olan bir hadise değil. Yüzyıl, hatta binyıllardan beri, kadın hep “Erkeklerin nefsini kabartmaması için bir yerlerini saklaması gereken varlık” olmuş. Erkek “Nefis” kavramı üzerine kafa yormamış, kadın kendini saklamak zorunda bırakılınca.
Erkeğin arzusu, isteği normal, -mesela- kadının bir lokma bacağının görünmesi anormal ve “arzu kışkırtıcı” bir davranış olarak yerleşmiş böylece.
Yüzyıllar önce nasılsa, şimdi de öyle.
“Nefis” meselesinin üstüne, “Kadına evlenmeden önce erişim yasaktır” anlayışı da eklenince, çocukluğundan beri kadını tabu olarak gören ama ilerleyen yaşla, eğitimle ve çevresinde gördükleriyle kafasında normalleştirmeye çalışan, bunu bir türlü beceremeyen, becermeye çalıştıkça gülünçleşen erkeklere dönüşmüşler.
Mesela erkekler kadınların kalçasına bakmak konusunda kendine hakim olamaz.

Yazının Devamını Oku

Yelkenlide bir gün

28 Temmuz 2011
Evvelki gün kaptan şapkamı takmak ve dümenin başına geçmek suretiyle Marmara denizi sularındaydım sevgili en büyük hayali tekne satın almak olan Habitus okuru.

Hani Magnum’un meşhur bir yelkenlisi var 31 Temmuz’dan sonra bir şanslının olacak, işte o yelkenliyi bir test edeyim dedim.
Öncelikle şehir hataları vapurlarından, motor ve şileplerden, üstlerine doğru sürdüğüm için özür diliyorum. Birkaç acemi olarak yelkenli kullanmaya kalkınca tüm deniz taşıtlarının kornalarını çalmasına neden olduk. Taksim Meydanı’nda bile bu kadar korna gürültüsü olmamıştır.
İşin şakası bir yana, püf noktalarını öğrenince çok da zor sayılmaz.
Hocamız Türkiye ve dünya gençler laser radial şampiyonu Giray Zümbül’dü. “Yelkende öğrenmek bitmez, her suya çıkışınızda yeni bilgiler, yeni deneyimler edinirsiniz” diyor.
Yani yelken söz konusu ise “Birkaç ders aldım ve yelkenci oldum” diyemiyorsunuz. En deneyimli yelkenci bile “Hâlâ öğrenciyiz” haletiruhiyesinden hiç çıkmıyor.
Deniz tutkusu bir yana, sürekli yeni deneyimlere açık olması bu sporu cazip kılan en büyük sebep.
Genel algının aksine, pahalı bir spor değil. Yelkenci olmak için illa yelken sahibi olmak gerekmiyor.

Yazının Devamını Oku

En büyük dert: Masa!

27 Temmuz 2011
Asmalımescit’teki “Belediye’nin masaları kaldırması” hadisesinde “Kaldırılsın tabii, yürüyemiyorduk” diyenlerden değilim.

Her ne kadar “artık bozuldu, eskisi gibi değil” yorumu yapılsa da Asmalımescit, her popülerleşen mekan/alan gibi bir dönüşüm sürecinden geçiyordu. Şimdi masaların kaldırılması mahalleyi bambaşka bir hale sokacak. Orada bir sokak kültürü var(dı) neticede, yeni haliyle neye benzeyecek artık bilinmez.
Hem Asmalımescit’te, hem Cihangir’de sokaktaki masalar en büyük sıkıntıdır.
Öyle büyüktür ki bu sıkıntı, normalde belediyenin yaptığı çalışmalarına amcalar da sivil olarak katılmıştır. Cihangir’de oturduğu sokakta masa olmasını istemeyen bu amcalar, günde 5 defa sokak masalarının içinden geçer ve rahatsızlıklarını belli eder, periyodik olarak da belediyeyi arar.
Semt sakinleri bazı yerlerin popüler kafelerin olduğu popüler yerler olduğu gerçeğini kabullenmez, 40 sene öncesini, sayfiye sükunetini ister. Tam olarak istediğinin gerçekleşmeyeceğini asla kabul etmez.
İşin müşteri tarafında mesele başka tabii; Asmalı’ya, Galata’ya, Cihangir’e giden adam kafa dinlemeye değil, “sokak masası kültürü”ne dahil olmaya gidiyor.
Elbette yürüme alanı da olacak, bu semtlerde yaşayanlar haklarını da alacaklar ama durum böyle mi yönetilmeliydi?
Bugüne kadar yapılandan farklı bir düzenleme tasarlamak yerine kalabalıkların karşı çıkacağı, müşteriyi kaldırarak sandalyelerin altlarından alındığı bir uygulama mı tercih edilmeliydi?

Yazının Devamını Oku