Hayır yani iki insan aynı konudan bahsederken nasıl ihtilafa düşmüş gibi davranabilir söyler misiniz?
Herhalde aynı konu hakkında karşıt gibi görünen fakat birbirinin aynı olan görüşleri düşmanmış gibi söylemek bir tek kadın ve erkeğe mahsustur.
Ne ilişki, ne kişisel gelişim kitapları çözüm bulabilmiştir bu derde.
Misal, erkek diyor ki, turşu en iyi limonla yapılır. Kadın diyor ki “Hayır efendim sirke.”
Fakat erkek demiş bir kere limon diye.
Kadın inatçıdır, ısrarcıdır sirke meselesinde.
Kadın ve erkek öyle bir noktaya gelir ki niçin sirke ve limon diye tutturduklarını bile unuturlar.
“Erkek korsesi” Manx, piyasaya çıkıyor. Bundan böyle göbeklerinizi bu korseler sayesinde saklayabilecek, bir Hugh Jackman baklavalığında olmasa da nispeten ayaklarınızı görmenize mani olan şişkinliği düzeltme imkanı bulabileceksiniz.
Hugh Jackman baklavası demişken; diyorum ki şu Manx’lerin baklavalıları da çıksa.
Her nasıl içi dolgulu sutyenlerle kadınlar “meme görüntüsü” yapabiliyorsa baklavalı korseler de karın kasları bulunmayan erkeklere şahane bir çare olabilir.
Yalnız “terletiyor” diye saat bile takmayan erkeklere hangi kuvvet korse taktırır, işte onu bilemiyorum.
İnce topuklar üzerinde sirk gösterisine çıkar gibi yürüyen, ortopedik sorunlar yaşama pahasına topukludan vazgeçmeyen, güzel görünmek için iç organlarının yer değiştirmesine sebep olacak kadar sıkı korse giyip bu sıcaklarda bile gıkını çıkarmayan kadınlar gibi olabilir mi erkekler?
Bu işkenceye dayanırlar mı? Pek sanmıyorum.
Kadın giyimi güzel bir figür yaratma, “ideal” kadın bedenine ulaşma gibi amaçlar edinmişken, erkek giyimi ise tamamen rahatlık, işlevsellik ekseninde seyreder.
Bu iki meziyetin yanı sıra bir yıldız futbolcu, hatta futbolcuyu geçeyim, bir insanda bulunması zor olan “iyilik, dürüstlük, mertlik, ayakları yere basma” gibi özelliklerden oluşan kombinasyonu bünyesinde barındırıyor.
Hikâyeyi duymuşsunuzdur, Romanya’da, alkollü bir halde kampa giden ve hayatları boyunca milli takımdan men cezası alıp yeteneklerini heba eden Tamas ve Mutu’yu...
İşte, Arda neredeyse onların göreceği muameleyi gördü çoğu zaman Türkiye’de. Sakatlandı “Sekstendir seksten” denildi.
Kız arkadaşıyla rahat rahat film izlemek için sinema kapattı “Şımardı, gösteriş budalası oldu” lafları edildi.
“Yıpratma vakası” bol Arda’nın futbol geçmişinde, biliyorsunuz.
“Özel hayat” meselesine gelince... Sorun, kız arkadaşı Sinem Kobal’la magazine konu olması değil, ne şekilde konu olduğuydu aslında...
Peşlerinin hiç bırakılmayacağına, hiç nefes alamayacağına ve gerçek anlamda mutlu olamayacağına inandı.
Bu her konuda böyledir, ilişkilerden tutun da sahip olduğunuz eşyaya kadar.
Hayal kurarız, sahip oluruz, sıradan buluruz, unuturuz, sistem bu.
Unutmasak da bir anda kendimizi bir zaman bizim için hayal olan bir konuya “günlük, sıradan bir durum işte!” muamelesi yaparken buluruz.
Kaç kadın bugüne kadar “Hımm, demek heyecanın-özenin-romantik hallerin beni elde edinceye kadardı haaaa!” demiştir bir düşünsenize.
Ya da kaçı vitrinde görüp aşık olduğu ayakkabıyı kullanıp, kısa süre sonra bir kutuya koyup dolabının derinliklerinde kaybetmiştir.
Diyorum ya ilişkiden sahip olduğumuz eşyalara, günlük alışkanlıklardan işe-güce kadar sistem bu.
Buyurunuz işte, dün başlayan yağmuru düşünün mesela.
Şimdi, sanmayınız ki bu yazıda, akşamları dizilere kilitlenen siz sevgili Habitus okurlarına dizilerle ilgili tek tek bilgi verecek, hangisinde ne oluyor, hangi oyuncu hangi rolde, tek tek anlatacağım.
Bu bir “genel adaptasyon yazısıdır” efendim. Bir diziye saracaksanız eğer, söylediklerimi dinlemeden ekran başına oturmamanızı öneririm.
- Farklı bir zaman birimi kullanın: Şimdi bir gün 24 saatten oluşuyor, bir saat ise 60 dakikadan değil mi? Dizi izlerken günlerinizin 72 saatten, bir saatin ise 90 dakikadan oluştuğunu varsayarak hareket edin.
Her şeyi yavaş yavaş, sindire sindire yaşayın.
Bir diyalog esnasında herkesin birbirinin suratına kös kös dakikalarca baktığı, mimiklerle iletişim kurulan bir dünyada yaşadığınız farz edin.
Böylece diziler çok daha gerçekçi gelecektir.
- Referans noktası belirlemeyin: İzlediğiniz dizi, Türk edebiyatından seçme bir hikayeyi anlatıyor ya da bir Amerikan dizisinin Türkiye versiyonu olabilir.
Ardından da ekliyor: “Cennet, cehennem hepsi bu dünyada ve herkes ektiğini biçiyor.”
Kötülük yapan bir adamın arkasından kötülük dilemek, başına tatsız bir hadise gelince de “Bak ben demiştim, zaten dilemiştim, kötülük yapan kötülük bulur” demek niyedir? Adaleti biz mi dağıtıyoruz?
Dileklerimiz “emir” ya, başımıza iş açan adamın ileride başına iş açıldığında bunun sebebinin bize yapılan kötülükler olduğuna eminiz adeta.
Peki sorarım sana sevgili adalet duygusu sahibi Habitus okuru, kimin başına kötülük geleceğini, hayat karartan sahtekârlıkların bedelini nasıl ödeyeceğini biz mi belirliyoruz?
“Cennet ve cehennem bu dünyada” diyor Salkım, biz mi karar veriyoruz kimin ne yaşayacağına?
“Eden bulur”a inanmak güzeldir, yapılan kötülüğün yerde kalmayacağını düşünmek insanı rahatlatır, hafifletir ama...
“Bana zarar veren bütün kadınların aldatılmasını diledim” biraz fazla değil mi, sorarım sana...
Çok sıkıldım!
Şimdi de Teoman. Web sitesine yazdığı yazıda “hayal kırıklığını” anlatıyor özetle.
Bırakmak, bir meseleye dair inancının bittiğini gösterir bana kalırsa.
Karşısında savaştığın konuların, dile getirmeye çalıştığın sıkıntıların çözülmeyeceğine dair inancın sağlamlaştıysa, yaptığın işe inancın kalmadıysa bırakırsın.
“Aklın yolu birdir” dediğin bir meselenin etrafta kalabalıklar göremediğinde, herkes kabuğuna çekildiğinde bırakırsın.
Söylediğin sözün hiçbir yere gitmediğini bildiğinde ve hissettiğinde bırakırsın.
Gerçeklik sandığın dünyanın aslında kendi yarattığın bir hayal dünyası olduğunu fark ettiğinde bırakırsın.
Sahi ya, ne büyük bir hayal kırıklığıdır bu...