İlter Türkmen

Saddam'ın tasfiyesi

6 Nisan 2002
<B>ABD'</B>de Irak ateşi düşmüşe benziyor.<B> Cheney'</B>nin son Ortadoğu seyahatinde Irak'a karşı bir operasyon için hiçbir ülkeden destek bulamaması, son haftalarda Filistin trajedisinin bütün dünyanın odak noktası haline gelmesi, Beyrut zirve toplantısında Irak ile Kuveyt dahil diğer Arap ülkeleri arasında bir barışma ve dayanışma havası esmesi, <B>Saddam'</B>ın tasfiyesi projesinin hiç değilse şimdilik askıya alınmasına yol açtı. Ne var ki, ABD'de bazı çevreler hálá Saddam konusunu canlı tutmaya çalışıyorlar, hatta Filistin'deki durum uygulamayı geciktirdiği için huzursuz oluyorlar. Oysa Filistin'deki dehşete Washington'un göz yumması ABD ile Arap kamuoyları arasındaki psikolojik çatışma ortamının boyutlarını büsbütün artırdı. Bu oluşum uzun yıllar terörü besleyecektir.

Saddam'ın şu veya bu şekilde yok edilmesi fikri kuşkusuz yeni değil. 1991'de Körfez Savaşı'ndan hemen sonra Kuzey'de Kürtler, Güney'de de Şiiler ayaklandılar. Kendilerine yardım edilmesi için ABD'ye ısrarlı çağrılarda bulundular, fakat Washington parmağını kıpırdatmadı. Saddam'ın kuzeyde ilerlemesi karşısında Kürtler kitle halinde Türkiye ve İran'a kaçınca yapılan tek şey Irak uçaklarına kuzey hava sahasının yasaklanması oldu. Daha sonra Kürtlerin birbirleri ile savaşmalarını önlemek ve Saddam'ı devirme hareketlerini düzenlemek görevi CIA'ye verildi. 1993'te yapılan bir ilk teşebbüs başarısız oldu.

1995'te bir başka plan hazırlandı. Bu plan hakkında eski CIA ajanı Robert Baer'in Türkçe'ye ‘‘Kötü niyet yok’’ olarak çevrilebilecek kitabında çok ilginç bilgiler var. Baer'e göre 1995 yılının başında çok ciddi bir darbe hazırlığı başlatılmıştı. Bağdat'tan Kuzey'e iltica eden bir Iraklı general iki Irak tümeni ile bir tugayın kendisine sadakatini sağlamıştı. Bu general aynı zamanda Türk makamları ile temas halindeydi. Ankara'ya gidip geliyordu. Irak Milli Konseyi Başkanı Banzani'nin ve Celal Talabani'nin operasyonu desteklemelerini sağlamaya uğraşıyordu. Özellikle Talabani Erbil'in güneyindeki Irak kuvvetlerine saldırmak görevini üstlenmişti. Bu plan iki nedenden akamete uğradı. Birincisi, ABD Milli Güvenlik Konseyi üyesi Anthony Lake'in son dakikada operasyonun durdurulması için verdi talimattı. İkincisi Barzani'nin ihaneti oldu. Barzani isyanı tetiklemek üzere Tikrit'e gitmekte olan asi Iraklı generali birkaç saat tutuklayarak Saddam kuvvetlerinin toparlanmasını kolaylaştırdı. Bu fiyaskoyu takiben Baer, Washington'a dönünce bir sürprizle karşılaşacaktı. CIA kendisini teşkilatın cinayet işlenmesini yasaklayan 12333 sayılı Başkanlık kararnamesini ihlal etmekle suçluyordu. Bir yıl sonra ise Talabani ile Barzani yeniden şiddetli bir çatışma içine girdiler. Barzani Saddam'dan yardım istedi, Irak kuvvetleri bir süre Erbil'i işgal etti. CIA ekibi güvenlik ortamının artık mevcut olmadığı sonucuna vararak kendisi ile işbirliği yapan rejim karşıtları ile birlikte Kuzey Irak'ı apar topar terk etti.

Görüldüğü gibi Irak'ta muhalefete dayanarak Saddam'ı devirmek o kadar kolay değil. Denklemler çok karmaşık. Kürtlerde aşiret güdüsü daima ağır basıyor. Tekrar Saddam'ın tasfiyesi denenecekse bu sefer doğrudan Amerikan kuvvetlerinin Irak'ı işgal etmesinden başka çare pek görünmüyor. ABD böyle bir girişimin ağır bedelini göze alabilir mi?

Türkiye'de son zamanlarda bir başka eğilim belirdi. ABD büyük olasılıkla Güney'den bir operasyon başlatacağına göre, Türkiye'nin de Irak'ın yeniden yapılanmasına katkıda bulunmak üzere Kuzey'e kuvvet göndermesinin kaçınılmaz olduğunu düşünenler var. Baer'in tasvir ettiği Kuzey Irak'a girmenin bizi büyük bir tuzağa düşüreceği bence şüphe götürmez. Ordu bir kere derinlemesine Kuzey Irak'a girdi mi, kolay kolay çekilemez ve Türkiye bugünden bütün kapsamı tahmin edilemeyecek bir açmaz içine düşer. Türkiye'nin ABD yanında pro-aktif bir şekilde yer alması, hele Filistin olaylarından sonra bütün Arap ülkelerini aleyhine çevirir. Başımıza büyük bir bela almış oluruz. 1980-88 Irak-İran savaşında olduğu kadar 1991 Körfez Savaşı'nda da Türkiye müdahaleyi ciddi olarak düşünmemişti. Özellikle Genelkurmay daima macera heveslerine karşı çıkmıştı. Bu isabetli politikayı sürdürmek yerinde olur.
Yazının Devamını Oku

Bir ülke neden geriler

30 Mart 2002
<B>TÜRKİYE'</B>den söz etmiyorum. Bugün konu Fransa; çünkü Fransız gazetelerinin hiç değilse bir kısmında son zamanlarda dikkatimi çeken nokta, özeleştirilerin yoğunluğu oldu. Gelecek ay Fransa'da başkanlık seçimleri yapılacak. Yeni bir sima ortaya çıkmadı. Önde gelen başkan adaylarından ne Jacques Chirac ve ne de Lionel Jospin fazla heyecan uyandırıyor. Fransızlar hangisinin daha az kötü olduğunu saptamaya çalışarak oy kullanacaklar. Fakat seçimden bağımsız olarak devletin yapısı ve yönetim biçimi hakkında çok olumsuz yorumlara rastlanıyor. Son istatistiklere göre Fransa'da fert başına GSMH uzun yıllar tipik bir kötü yönetim örneği oluşturan İtalya'dan daha düşük. İktidardaki Sosyalist Parti'nin, ideolojik saplantı ve dürtülerinden kurtulamadığı için birkaç yıl önce dayattığı haftada 35 saat çalışma sınırı Fransız ekonomisinin dinamizmine ve rekabet gücüne büyük darbe indirmiş. Belki bu sayede 50.000 kadar yeni istihdam olanağı yaratılmış, fakat verimliliği kaybeden ekonomik birimlerin küçülmesi çok daha büyük kayıplara yol açmış.

* * *

Sosyalist Parti'nin, kadrolaşma ile devlet mekanizmasının kilit mevkilerini ele geçirme çabalarını seçimlerden önce artırdığı da bir başka iddia. Hatta solun dolaylı egemenliği konusunda daha ileri gidenler var. İki yıl önce çıkan bir kitabında Fransız Akademisi'nin eski Başkanı Maurice Druon, parlamentoda varlık gösterememesine rağmen Komünist Partisi'nin yönetime sızma ve sendikaları kontrol yolu ile Fransa'nın ekonomik ve sosyal kaderine hálá egemen olduğunu ileri sürmekteydi. Orta ve Doğu Avrupa'da komünizm on yıl önce tamamen çöktüğü halde Marksist düşünce Fransa'da yine rağbette. Komünist Partisi ile diğer üç aşırı sol partinin cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oy gücünün % 15'i bulması mümkün. Bu partiler birbirlerinden nefret ediyorlarsa da artık ‘‘küreselleşme’’ dedikleri ‘‘emperyalizm’’ ve ‘‘neo-liberalizm’’ diye adlandırdıkları ‘‘kapitalizm’’ ortak düşmanları olmakta devam ediyor. Sol sendikaların çağrıları ile Fransa'da çok sık grevler tertiplendiğini görüyoruz. Fransa'nın bir başka derdi, geniş ölçüde göçten kaynaklanan suç oranındaki önemli artış.

* * *

Fransız adalet sistemine yöneltilen eleştiriler de az değil. Cezaevlerindeki koşullar olabileceği kadar kötü, adalete bütçeden ayrılan kaynaklar diğer AB ülkelerinden çok daha az, ‘‘sert kural, fakat gevşek uygulama’’ geleneği adalet kavramını zedeliyor, sık sık af ilan ediliyor. Hükümet, yargıçların bağımsızlığına saygı göstermiyor şeklinde tenkitler yaygın. Buna karşın son yıllarda politikacılara karşı yürütülen adli takiplerde sorgu yargıçlarının acımasız gayretkeşliği ‘‘yargıçlar diktatoryası’’ endişesi uyandırmaktan geri kalmadı.

* * *

Bütün bu olumsuzluklara bakarak Fransa için üzülmeyelim. Gittiğimiz zaman görüyoruz, yine de pırıl pırıl bir memleket. Altyapısı şahane. Gelişmiş bir endüstrisi ve teknolojisi, nükleer silahlarla da donatılmış önemli bir askeri gücü mevcut. Ne var ki, eski Cumhurbaşkanı Valery Giscard d'Estaing'nin ‘‘Fransızlar’’ adlı kitabında belirttiği gibi askeri ve hatta ekonomik güç gerilemeye engel değil. Nitekim Fransa'nın kültür alanında dünyadaki eski nüfuzu bugün yok. Kültürel etkinin başlıca vasıtası olan zengin Fransız dilinin yerini küreselleşmenin dili haline gelen İngilizce aldı. Fransız sanat ve kültür hayatı sönük. Edebiyat canlılık göstermeye devam ediyorsa da Fransızca eserlerin birçoğu yabancı ülkelerde yankı bulmuyor. Giscard d'Estaing, ayrıca Fransız politik kültüründe zaaflar görüyor. Aşırı merkeziyetçilik, devletin putlaştırılması, Anglosakson ülkelerindeki evrimci yaklaşım yerine mevcut sistemleri bir anda yok ederek devrim yapma eğilimi gibi. Ve bakın ne diyor: ‘‘Bir milletin ilerlemesi veya gerilemesi toplumunun özellikleri ile bağlantılıdır. Dinamizm, medeniyet ve kültür seviyesi, yaratıcılık, eğitim sisteminin kalitesi ve özellikle toplumun yeni koşullarla uyum sağlayabilme kabiliyeti.’’

* * *

Fransa'daki özeleştiriler birçok açıdan çağrışım yapmıyor mu? Tarihi ve kültürel nedenlerle bizdeki dogmatizm ve taassup eğilimi daha da kuvvetli olduğundan Fransız politik ve hukuk modellerinden esinlenmekle acaba büyük bir yanlışlık mı yaptık? Buna Yargıtay Birinci Başkanı Sami Selçuk birkaç sene önce temas etmişti. Galiba çok haklıydı.
Yazının Devamını Oku

Ortadoğu'nun acı kaderi

23 Mart 2002
<B>İKİNCİ</B> Dünya Savaşı'ndan sonra siyasi kaynaşmaların, ihtilallerin, birbirini izleyen savaşların, uluslararası çıkar çatışmalarının, ani kamp değiştirmelerin, büyük ihanetlerin, sürpriz barışmaların, zengin-fakir bölünmelerinin, dini fanatizmin en büyük odak noktasının Ortadoğu olduğunu söylemek abartılı sayılmamalıdır. Bölgedeki gelişmelerin hepsini Filistin-İsrail ihtilafına bağlamak mümkün değilse de, bu unsurun, uluslararası terörizmi de besleyen umutsuzluk, kin ve şiddet ortamının yaratılmasında rolü çok belirleyici oldu. 1948 tarihinde Filistin toprakları üzerinde bir İsrail devletinin kurulması, sınırlarını gittikçe genişletmesi ve 1967 Gazze ve Kudüs dahil bütün Batı Yakası'nı ele geçirmesi sonu gelmeyen bir travmayı körükleyecekti. Soğuk Savaş sonrasındaki denge değişikliklerinin ürünü olan Oslo Barış Süreci bütün dünyada İsrail ile bir Filistin Devleti'nin yan yana yaşayabilecekleri umudunu doğurdu. Ne var ki bu sürecin belki en büyük zaafı nihai çözüm ertelemesi, bu aşamaya kademe kademe varılmasını öngörmesiydi. Doğrudan meseleyi çözümlemek için süratli ve yoğun bir müzakere sürecine yönelmek daha isabetli olabilirdi, çünkü geçiş devri çözümü kolaylaştıracağına zorlaştırdı.

***

Geçiş döneminde İsrail'in en büyük hatası, Filistinlilere iade edilmesi gereken topraklarda İsrail yerleşim merkezlerini çoğaltması, bu merkezlerde yaşayan nüfusu 100 binden 200 bine çıkararak Filistinlileri sürekli tahrik etmesi oldu. Buna karşın Arafat'ın da büyük bir vizyon sergilediği söylenemez. Filistin yönetimini kendi ihtilalci siyasi kültürüne göre yapılandırdı. Filistin toplumunda şiddet yanlılarını etkisiz hale getirebilecek bir toplumsal ahenk yaratamadı. ‘‘Arafat fırsat kaçırmak fırsatını hiçbir zaman kaçırmamıştır’’ deyimini bir bakıma doğruladı. Aslında bu deyimi çağrıştıran yakından tanıdığımız ne çok insan var!

***

Çözüme belki en fazla yaklaşılan an 2000 yılının ikinci yarısıydı. Başkan Clinton'ın sunduğu ve İsrail Başbakanı Barak'ın kabul ettiği öneriler Filistinliler için oldukça avantajlı gözüküyordu. Gazze'de ve Batı Yakası'nın % 90'ında bir Filistin Devleti kurulacak, Kudüs'ün bir kısmı Filistinlilere ait olacak, yurtlarına dönemeyen Filistinli mültecilere tazminat ödenecekti. Filistinliler bu önerilere karşı çıkarken % 90 oranının, yapay olarak çok genişletilmiş Kudüs bölgesini içermediği için aldatıcı olduğunu ileri sürmüşlerdi. Fakat Filistinlilere göre daha sonra Taba'da yapılan müzakerelerde gerçekten çok daha olumlu parametreler ortaya çıkmış. Orada varılan anlaşma bazı toprak takasları, Kudüs için daha iyi bir statü ve önemli sayıda Filistinli mültecinin İsrail'in egemenliği altında kalacak topraklardaki yurtlarına dönmesi öngörülüyormuş. İsrailliler Harem-i Şerif'in egemenliğini Filistinlilere devretmeye razı olmuşlar, fakat efsanevi iki Yahudi mabedinin arkeolojik kanıtını bulmak amacı ile yaptıkları kazıları sürdürebilmek için yeraltının egemenliğinde ısrar etmişler. Ne yazık ki, çözüme en fazla yaklaşıldığı sırada Şaron'un Harem-i Şerif'e gitmesi ve başbakan olması ile İsrail-Filistin çatışmasının en kanlı bir safhası başladı. Bugüne kadar 300'den fazla İsrailli ve 1000'den fazla Filistinli hayatını kaybetti. 11 Eylül sonrasında soruna ilgi azaldı. Şaron terörle mücadelenin bir başka aktörü olarak kendini kabul ettirmeye çalıştı. ABD Afganistan ve Irak'a öncelik tanıdı. Arap ülkeleri 11 Eylül yüzünden maruz kaldıkları ithamlardan ürkerek her zamankinden daha fazla pasif bir tutumun arkasına sığındılar. Suudi Arabistan Veliahtı Prens Abdullah'ın 1967'den önceki sınırlara çekilmesi karşılığında Arap devletlerinin İsrail ile normal ilişkiler kurması önerisi de bir ölçüde ABD'ye yaranmak arzusunu yansıtıyordu.

***

Bugün yine ABD'nin inisiyatifi ile ateşkes, güven artırıcı önlemler ve çözüm arayışları gündemde. İsrailliler ateşkes üzerinde, Filistinliler çözüm üzerinde duruyorlar. Uluslararası toplumun Bosna ve Kosova'da olduğu gibi kolektif bir misyonu söz konusu değil. Bütün kozlar ABD'nin elinde. Tarihi sorumluluk da onun omuzlarında. Teröre karşı mücadelede gösterdiği azmi terörün başlıca kaynaklarından birini kurutmak için de göstermesi gerekir. Aksi takdirde Ortadoğu'daki daha geniş boyutlu politikası kösteklenir.
Yazının Devamını Oku

Devlet yönetiminde ciddi zaaf

16 Mart 2002
<B>GEÇEN</B> haftaki gelişmeler, devletin yönetim anlayışında, politika üretme ve uygulama metodolojisinde, kavramlaştırma kapasitesinde büyük zaaflar olduğunu gözler önüne serdi. U-2 uçakları meselesinin de ortaya koyduğu gibi, Başbakan'ın kurumlardan zamanında doğru bilgi alamadığı, hükümete bağlı olması gereken yüksek memurların hükümetin politikasıyla taban tabana zıt tutumlar içine girebildikleri görüldü. Nitekim 7 Mart'ta Genelkurmay Başkanı, AB'nin bir ‘‘jeopolitik zorunluluk’’ olduğunun altını çizerken, MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç, Harp Akademileri'nde ‘‘AB, Türkiye'yi ilgilendiren sorunlara menfi bakıyor. Rusya bir yalnızlık içinde. Dolayısıyla Amerika'yı göz ardı etmeksizin İran'ı da içine alacak bir arayışa girmek gerektiğini düşünüyorum’’ diyebiliyordu. Orgeneral Kılınç'ın bu sözleri çok eleştirildi. Bunları tekrar kurcalamak niyetinde değilim. Olayın beni asıl şaşırtan bir başka yönü üzerinde durmak istiyorum.

***

Orgeneral Kılınç, 200 kadar personeli bulunan önemli bir kurumun başında bulunuyor. MGK Genel Sekreterliği'nin yetkileri çok geniş. Bakanlar Kurulu'nca onaylanan MGK kararlarının -ki hepsi tabii onaylanıyor- uygulamasını izleme sorumluluğu Genel Sekreterliğe kanunen verilmiş. Genel Sekreterlik bu yetki ile ülke politikalarının hemen hemen tamamını kapsayan çok geniş bir alanda değerlendirme ve yönlendirme yapmak imkánını elinde tutuyor. Genel Sekreterliğe bağlı yüksek rütbeli subayların başkanlığı altında bakanlıkların genel müdürlerinin katılımıyla sürekli toplantılar düzenleniyor. Genel Sekreterlik, bakanlıkların uygulamalarına müdahale edebiliyor.

***

Bence asıl üzücü olan, bu kadar bilgi akımına, ihtisasa ve yetkiye sahip bir kuruluşun başındaki kimsenin politik görüşlerindeki ve vizyonundaki saflıktır. MGK Genel Sekreteri, AB'nin aralarında tam bir ekonomik entegrasyon gerçekleştirmiş ve ortak değerler etrafında birleşmiş ülkelerden oluşan, federal yönleri bulunan, dünyada eşine rastlanmayan kendine özgü bir birlik olduğunun sanki farkında değil. Onu basit bir gruplaşma veya ittifak zannediyor ve klasik kuvvet dengesi yaklaşımıyla ona alternatif arıyor. AB'ye tek alternatifin AB dışında kalmak olduğunu galiba fark edemiyor. Evet, AB dışında kalmak mümkündür; bu Türkiye için dünyanın sonu da olmaz. Peki ne olur? Besbelli, otoriter, baskıcı ve güdümlü bir seçim demokrasisi olarak kalır, ekonomik büyüme ivmesini çok zor yakalar, politik ve sosyal kutuplaşmaları daha da keskinleşir, beyin ve sermaye göçü tehlikeli boyutlara ulaşır, savunmaya ayırabileceği kaynakları daha da azalır. Buna razı isek zaten mesele yok.

***

Orgeneral Kılınç'ın Rusya'yı yalnızlık içinde görmesi de bir hayli garip. Daha birkaç gün önce Fransa'daki bir toplantıda çok ünlü iki Rusya uzmanıyla konuşma fırsatını buldum. Her ikisi de Başkan Putin'i göklere çıkarttılar. Rusya'yı yeniden uluslararası ağırlığı olan bir ülke haline getirmekte olduğunu söylediler. AB ülkelerinin Rusya ile ilişkileri bizim ilişkilerimizin çok ötesinde gelişiyor. Rusya'ya fırsat verilse yarın AB'ye girmek ister. Başkan Putin'in Başkan Bush ile de çok yakın ilişki kurduğu unutulmamalı. Putin bugünün lideri, biz dünün liderleriyle yetinmek zorundayız.

***

MGK Genel Sekreteri alternatif vizyonuna İran'ı da sokmuş. Aslında İran ile ilişkilerimizin geliştirilmesine ben de taraftarım. İran'ın uzun vadede İslam ülkeleri içinde ilk demokratik evrimi yapabileceğini düşünenlere de katılıyorum. Fakat Rusya için olduğu gibi, İran'la yakınlaşmaya AB üyeliği engel değil ki. Aksine AB üyeliği bütün Avrasya'da politik nüfuzumuzu artıracak. Yunanistan'ın AB üyesi olduğu için Balkanlar'da gittikçe artan rolüne bakın.

***

Son bir nokta: Diplomatik bilgiçlik taslayanlardan bazıları General Kılınç'ın sözlerinin aslında AB'ye bir ‘‘uyarı’’ niteliğinde olduğunu ileri sürdüler. İnandırıcı olmayan uyarı ne işe yarar? AB, Türkiye'nin İran'la ve Rusya ile ilişkilerini ve işbirliğini geliştirmesinden niye korksun? Kendisi de aynı şeyi yapıyor. Soğuk Savaş sonrası denklemleri ve yeni düşünce modellerini anlamakta galiba çok zorlanıyoruz. Yazık, tarih ile randevumuzu yine kaçıracağız. Gelecek kuşaklar bu hatayı affetmeyecekler.
Yazının Devamını Oku

Egemenlik meselesi

9 Mart 2002
<B>AB</B> üyeliğine karşı en büyük mukavemet hareketini yürütenler AB'ye girdiğimiz takdirde egemenliğimizden geniş ölçüde feragat edeceğimizi, zaten gittikçe federalleşme yolunda ilerleyen bir Avrupa içinde milli kimliğimizi kaybedeceğimizi, Türkiye gibi kendine özgü sorunları olan bir ülkede bunun parçalanmaya kadar varabilecek bir evrim tetikleyebileceğini ileri sürüyorlar. Ancak AB dışında egemenliğimiz bugün ne kadar mutlak, bunu fazla soran yok. Gerçek şu ki, AB içinde olalım veya olmayalım milli egemenliğin sahası gittikçe daralmaktadır ve daralmaya devam edecektir.

***

Egemenlik kısıtlamalarına ilk önce güvenlik ve savunma açısından yaklaşalım. Uluslararası anlaşmalarla nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlar üretiminden vazgeçtik. Dahası var. Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması gereğince Güneydoğu dışındaki bölgelerde konuşlandırabileceğimiz kara kuvvetleri sınırlandırılmış bulunuyor. Uçaklar, tanklar, toplar için sayısal tavanlar mevcut. Bu tavanlara uyulup uyulmadığı denetimine açık. Manevralara gözlemci davet etmek zorunluluğu var. Bu sınırlamalar bir egemenlik tahdidi mi? İsterseniz öyle, fakat Türkiye'nin de karşılıklı hakları olduğu unutulmamalıdır.

***

Deniz ulaşımında Montreux Sözleşmesi gereğince Boğazlar'dan ticari ve barış zamanında savaş gemilerinin geçişine engel olamıyoruz. Dünya Ticaret Örgütü'ne üye olduğumuz için dış ticaret düzenlemelerinde çok sıkı kurallara, kontrollere ve yaptırımlara tamiyiz. Diğer taraftan AB ile Gümrük Birliği içinde bulunuyoruz. AB'nin gıyabımızda aldığı kararları uyguluyoruz.

***

Ekonomik alanda IMF'in son derece ayrıntılı programları ve denetimi altındayız. Kendi düşen ağlamaz. Ekonomiyi Kemal Derviş gelene kadar o derece kötü yönettik ki sonunda IMF, yarın AB'ye üye olduğumuz takdirde AB müktesabatının gerektirdiğinin neredeyse ötesinde bizi sımsıkı bağladı. Büyüme için Türkiye'nin en büyük ihtiyacı uluslararası direkt yatırım olduğundan, uluslararası mecburi tahkimi de kabul ettik. Milli mahkemelerimizi bu alanda yetkisiz bıraktık.

***

İnsan hakları konusuna eğilirsek, bu sahada AB'nin bizden isteklerinin hemen hemen tamamının zaten başka uluslararası kuruluşlardan, özellikle Avrupa Konseyi üyeliğimizden kaynaklandığını görürüz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi sadece Türk vatandaşlarının değil, fakat yabancı uyrukluların Türkiye'ye karşı başvurularına açık. Yüzlerce mahkeme kararı Türk Hükümeti'ni tazminat ödemeye mahkûm etti. Bazen de daha ekonomik olduğu için dostane çözüm yolu ile hükümet davacıya tazminat ödüyor. Bunlar arasında terörle savaş sırasında zarara uğrayan çok sayıda Kürt kökenli vatandaşlarımız var. İşkence şikáyetlerini hem Birleşmiş Milletler ve hem Avrupa Konseyi inceliyor.

Ana dilde yayın ve öğretim ile ilgili sözleşmeler yine Avrupa Konseyi çerçevesinde geliştirildi. Kaldı ki bu alandaki vecibelerimizin tarihi çok daha gerilere gidiyor. Lozan Anlaşması'nın 39'uncu maddesinin 4'üncü fıkrasına bakalım: ‘‘Herhangi bir Türk uyruğunun, özel hayatında, ticarette, dinde, basında ve her türlü yayında dilediği bir dili kullanmasına hiçbir kısıtlama getirilmeyecektir.’’ Dahası var. Anlaşmanın 37'nci maddesi ile Türkiye 39/4 dahil bazı maddelerin ‘‘temel kanun’’ niteliğinde olduğunu ve hiçbir kanun, tüzük veya resmi işlemin bu maddeleri ihlal edemeyeceğini kabul etmiş bulunuyor. Lozan Anlaşması'nın değindiğim hükümleri uzun süre bize karşı ileri sürülmedi, fakat konu Türk basınında tartışma konusu olunca uluslararası bazı kuruluşlar bunları hatırlatmaya başladılar.

***

Demek oluyor ki egemenlik konusunu yalnız AB çerçevesi içinde ele almak bizi yanlış yollara götürür. Milli egemenlik alanının daralması bugün çağın kaçınılmaz bir sonucudur. Fakat egemenlik kısıtlaması milli kimlik kaybı ile aynı anlama gelmez. Bugün AB içinde Fransızlar daha mı az Fransız. Yunanlılar daha mı az Yunanlı? AB üyesi olursak, milli egemenlik sahasının küçülmesi karşılığında çok geniş bir coğrafi alanda AB'nin uluslarüstü egemen yetkilerini diğer üyelerle paylaşacağız. Üstelik, Türkiye Avrupa'nın büyük devletleri arasında yer alacak. AB kurumlarının hepsinde ağırlığı hissedilecek.
Yazının Devamını Oku

Fogg kasırgası

2 Mart 2002
<B>1930'</B>lu yıllarda ABD Gizli Servisi ilk defa Washington'daki bir yabancı büyükelçinin hükümetine gönderdiği gizli raporu şifresini çözerek Dışişleri Bakanlığı'na ulaştırdığında, devrin bakanı<B> Cordell Hull</B> şiddetli tepki göstermiş, <B>‘‘Centilmenler birbirlerinin mektuplarını okumazlar’’</B> demişti! O zamandan beri köprülerin altından çok sular geçti ve CIA, işleri çok daha ileri götürdü. Genel olarak diplomatik muhaberatın gizliliğine saygı gösterilmesi çok eski bir uluslararası hukuk kaidesi ise de hemen her ülkede istihbaratçılar bu kurala her zaman uymazlar. Bazen devletin güvenlik menfaatleri, hukuka aykırı istihbaratı kaçınılmaz da kılabilir. Buna karşın zahmetine değmeyecek konularda gizlice bilgi edinmeye çalışmak akıl kárı değildir. Kaldı ki her devletin kendisine zarar gelmemesi için izleyeceği en basiretli yol, bu gibi faaliyetlere giriştiğini gizli tutmaktır. Şayet elde edilen bilgiler istihbarat örgütlerince sorumsuz kişilere aktarılırsa, Karen Fogg olayı gibi durumlar ortaya çıkar. İşler ters teper.

***

Fogg'
un elektronik iletilerini hangi kurumun ele geçirdiği anlaşılamadı. Genelkurmay Başkanlığı bu işle bir ilişkisi olmadığını süratle açıkladı. Zaten Fogg'un görev kapsamı Genelkurmay'ın ilgi alanının dışındadır. Unutmayalım, Fogg bir devletin değil, fakat AB Komisyonu'nun temsilcisidir ve komisyonun güvenlik ve savunma politikası alanında sorumluluğu yoktur. İlk akla gelen, doğal olarak MİT'tir. MİT'in son yıllarda elektronik istihbarat kapasitesini çok artırdığı da bilinmektedir. Fakat MİT'in de bu işe karışmadığını bizzat Başbakan Ecevit söyledi. Peki o zaman Fogg'un iletilerinin peşine kim düştü? Yoksa Türkiye'deki istihbarat kurumları artık kontrolden çıkacak kadar çoğaldı mı? Başbakan ‘‘Belki yabancılar yapmışlardır’’ diyor. Herhalde söylediğine kendisi de inanmıyordur. Devletin ciddiyetini korumak ve benzer olayların tekrarını önlemek için yapılacak tek bir şey vardır. İletileri bunları muayyen bir maksatla kullanacağı bilinen kimselere teslim edenleri bulmak ve bunları cezalandırmak.

***

Fogg'
un e-mail'lerinin açıklanmasının kopardığı fırtına, Türkiye'ye büyük zarar vermiştir. Metinlerin asılları görülmeden, muhtemelen yanlış çevirilerden hareketle yapılan yorumlar, bunlardan çıkarılan sonuçlar, bazı kimselerin teşhir edilmeleri, düpedüz ırkçı söylemler, vatan ihaneti suçlamaları çok hazin bir manzara sergiledi. Adeta Fogg ile görüşen, onunla ahbaplık eden herkes töhmet altında kaldı. Birdenbire kendimi eski Sovyetler Birliği'nde yaşıyor sandım. Neredeyse o devirde Rusya'da olduğu gibi vatandaşların yabancı temsilcilerle görüşmelerinin yasaklanması, onlarla görevleri icabı temas eden diplomatların ilgili makamlara derhal rapor vermeleri istenecekti. AB adaylığı ile ne kadar uyumlu olurdu!

***

AB Komisyonu Temsilcisi'nin üslubu, bazı yaklaşımları, bazı tercihleri eleştirilebilir. Ancak TESEV'in 27 Şubat açıklamasında belirttiği gibi şimdiye kadar ortalığa sürülen iletilerde ‘‘Türkiye'nin ulusal çıkarları’’ açısından ciddiye alınacak bir nokta yoktur. AB Komisyonu'nun ilerleme raporlarının çok geniş ölçüde Fogg'un gözlemlerine dayandığı ve bu raporların genellikle olumlu olduğu da göz önünde tutulmalıdır. Diğer taraftan bir büyükelçinin asli görevinin, bulunduğu ülkeyi yakından tanımak ve toplumun her kesimiyle temas etmek olduğu hatırlanmalıdır. Bu temaslar sırasında yakın dostluklar da kurulur. Bunda yadırganacak ne var? Her yabancıda bir casus görmek, ciddi bir ruh hastalığıdır.

***

Fogg
hadisesi, AB üyeliğini engellemeyi kutsal görev sayanların nereye kadar gitmeye hazır olduklarını bir kere daha gösterdi. Bunlar sağda ve solda son koz olarak ittifak halinde milliyetçilik kartını oynamak isteyenlerdir. Kendi kendilerine kamuoyunun % 70'inin niçin AB üyeliğini istediğini sormazlar. Bu milyonlarca insan, ülkelerini sevmiyorlar mı? Şüphesiz seviyorlar, fakat bağnaz değiller. Çocukları için daha iyi bir devlet ve toplum, daha fazla refah, daha fazla demokrasi ve özgürlük, daha iyi bir kamu yönetimi, daha fazla şeffaflık istiyorlar.

***

Vatanperverlik tekelinin kendisinde olduğunu iddia etmeye kimsenin hakkı yoktur. Kimse bir başkasını vatan ihanetiyle itham etmek yetkisine sahip değildir. Milletin çıkarları aleyhine bir milliyetçilikten hiçbir hayır gelmez. Tarih bağnaz, baskıcı ve ceberrut milliyetçiliğin bir ülkeyi ne büyük felaketlere sürüklediğinin örnekleriyle doludur.
Yazının Devamını Oku

Savunma politikaları

16 Şubat 2002
<B>SAVUNMA</B> politikaları hakkında Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle başlayan tartışmalar 11 Eylül'de ABD'ye karşı girişilen terör saldırısını takiben yeni bir ivme kazandı. Soğuk Savaş sonrasında NATO ülkelerinin büyük çoğunluğu savunma masraflarını önemli ölçüde azaltmışlardı. Fakat Sovyetler Birliği'nin arkasından Yugoslavya'nın da parçalanmasıyla patlak veren iç savaşlar, eski savunma yapıları ve silah sistemleri ile yeni güvenlik ve istikrarsızlık tehditlerinin bertaraf edilemeyeceğini gösterdi. Özellikle Kosova krizi yüzünden Sırbistan'a karşı NATO'nun giriştiği geniş kapsamlı harekátta, ABD dışındaki NATO ülkeleri marjinalize oldular. AB'nin, gerekirse bağımsız olarak hareket edebilmesi için bir Acil Müdahale Gücü (AMG) kurulması projesi bu ortamda olgunlaştı. 11 Eylül ise denklemleri yeniden değiştirdi. Afganistan'da Taliban'ı ve El Kaide'yi hedef alan operasyonda değil AB, NATO bile arka planda kaldı. ABD ufak bir İngiliz katkısı ile savaşı tek başına yürüttü.

* * *

Bugün ABD'de savunma politikası konusunda geniş bir tartışma var. Başkan Bush teröre karşı savaşa tepki olarak Amerika'nın savunma bütçesini 48 milyar dolarlık bir artışla 379 milyar dolara çıkardı. Ne var ki, bu artış boyutu bakımından değil, fakat olası etkisi açısından oldukça eleştiriliyor. Savunma Bakanlığı'nın daha fazla paraya değil, daha fazla reforma ihtiyacı olduğu ileri sürülüyor. AB ülkelerine gelince, onlar da süratle savunma politikalarını yeniden değerlendirmek zorundalar, aksi takdirde o kadar tantana ile ortaya attıkları AMG daha uzun süre káğıt üstünde kalır.

* * *

ABD ve AB'li NATO müttefikleri için geçerli olan, Türkiye için değil midir? Türkiye'nin de savunma politikasını etraflı bir şekilde irdelemesi gerekmez mi? Bu soruya yanıt ararken kuşkusuz Türkiye'nin özellikleri göz önünde tutulmalıdır. Türkiye'nin Soğuk Savaş'tan sonra çok boyutlu güvenlik sorunları ile uğraşmak zorunluluğunda kaldığı göz ardı edilemez. PKK terörünün tırmanışı, Ege'de gerginliklerin sürmesi, Kuzey Irak'taki oluşumlar, Kafkasya'daki istikrarsızlık, Türkiye'nin savunma masraflarında indirim yapmasına imkán vermedi. Aksine bu masraflarda özlü bir artış oldu. Fakat son yıllarda Türkiye'yi çevreleyen koşulların hiç değilse bir kısmının hafiflemeye yüz tuttuğu da bir gerçektir. Bu nedenle bizim de kapsamlı bir değerlendirme yapmamızda olsa olsa yarar vardır. Öncelikler arasında yeni bir denge aramalıyız.

* * *

İşe bu açıdan bakılınca ilk önce tehdit algılaması üzerinde durulmalı, potansiyel tehdit değerlendirmesi, olası tehdit süzgecinden geçirilmelidir. Bugün hiçbir ülke salt potansiyel tehditten hareketle bir savunma politikası saptayamaz. Bir risk unsuru daima vardır ve bu riskin azaltılması dış politikanın başlıca işlevlerinden biri olmalıdır. Bunun yanında ekonomik ve siyasi gücün ötesinde stratejik misyon kavramları geliştirmemeye dikkat etmeliyiz.

* * *

Türkiye'nin savunma masrafları azaltılmalı mıdır, azaltılabilir mi? Bu soruyu cevaplamak için her şeyden önce savunma masraflarının ne kadar olduğunu bilmek lazım. Bütçe rakamları bu konuda fikir veremez; çünkü savunmaya başka kaynaklardan da fonlar aktarılıyor. Savunma yükünün milli gelirin % 7 veya 8 olduğunu hesaplayanlar var. Batılı ülkelerde % 3 veya 3.5'u genellikle aşmaz. Kaldı ki bu ülkelerde, bizdeki durumun aksine, sosyal hizmetlere, sağlığa ve eğitime ayrılan oran savunmaya tahsis edilen oranının kat kat üstündedir. Bir örnek vermek gerekirse, Amerika'da sosyal güvenliğin ve sağlığın bütçeden aldığı pay % 40'ı bulur.

* * *

Türkiye için sorun sadece savunma masraflarının yüksekliğinden kaynaklanmıyor. Bu masraflar sabit kalsa bile ordunun bugün 900 bini aşan mevcudu ile Türk Silahlı Kuvvetleri kapsamlı bir modernizasyonu gerçekleştirebilir mi sorusu akla geliyor. Diğer taraftan Türkiye'nin kolay kolay düzelmeyeceği anlaşılan ekonomik durumunun bu kadar büyük bir orduyu uzun sürede finanse edebileceği şüphelidir.

* * *

Özetlemek gerekirse, bugünkü aşamada öncelikle yapılacak şey savunma, dış politika ve ekonomi arasındaki etkileşim göz önünde tutularak bir değerlendirmeye gitmektir. Genelkurmay Başkanlığı, çok güzel bir atılımla SAREM'i kurdu. Bu düşünce merkezinin yapabileceği ilk büyük hizmet böyle bir değerlendirmedir.
Yazının Devamını Oku

Yanlış hesap Bağdat'tan döner

9 Şubat 2002
<B>BU</B> başlık boşuna değil. Gerçekten de Bağdat'tan dönen çok yanlış hesap olmuştur. Yakın tarihimize bakacak olursak bunlardan bir tanesi de meşum ‘‘Bağdat Paktı’’dır. 1950'lerde İngilizlerle birlikte Nasır'ın liderliğini yaptığı Arap milliyetçiliğine karşı Irak kartını oynamaya kalktık, feci şekilde ters tepti. ABD gibi bir süper gücün stratejik hesapları da bugün yine Bağdat'ta düğümlenmiş bulunmuyor mu?

***

Saddam
rejimini devirmeye azimli olduğunu Başkan Bush sürekli ve gittikçe sesinin tonunu yükselterek tekrarlıyor. Fakat Bush'un tek hedefi Irak değil. Kongre önündeki konuşmasında İran ve Kuzey Kore'yi de aynı sepetin içine koydu. El Kaide'ye yardım etmiş olma şartını da ikinci plana attı. Kitle imha silahları geliştirdikleri için bu üç devleti hedef alıyor. Türkiye açısından bakıldığında Bush'un yaklaşımının olumlu yönleri var. Irak ve İran'ın kitle imha silahlarına sahip olmaları Türkiye için de bir tehdittir. ABD'nin baskısı ile Irak'ın BM denetçilerini kabul etmesi ve İran'ın kitle imha silahlarından vazgeçirilmesi Türkiye'nin çıkarlarına uygun düşer. Türkiye için sorun Bağdat'ın uzlaşmazlığının bir ABD askeri müdahalesine yol açması olasılığıdır. Çünkü bu takdirde Türkiye'nin ABD'yi desteklemesi gündeme gelebilir. Askeri müdahalenin Irak'taki ve Ortadoğu'daki dengeler üzerindeki muhtemel etkileri de kaygı verici boyutlara ulaşabilir.

***

Şu anda çok sert söylemlere rağmen tek kesin olarak bilinen şey, ABD'nin Irak'a karşı hangi opsiyonu kullanacağı konusunda henüz karar vermemiş olduğudur. Bunu Başkan Bush Washington'da Başbakan Ecevit'e teyit etmiş ve bir askeri müdahale gerekirse Türkiye ile danışacağına söz vermiştir. Ne var ki, ülkemizde heyecan verici senaryolar üretmek merakı hiç bitmiyor. Hele William Safire gibi ABD hükümetinin görüşlerini yansıttığı varsayılan bir yazar New York Times gibi bir gazetede Türk tanklarının Irak'a gönderileceğini yazınca artık Türkiye'nin Amerika'nın yanı sıra Irak'a müdahalesi için geri sayımın başladığına hükmediliyor. Bu da yetmiyor, Türkiye'nin aktif katılımı ile Irak'ın müstakbel siyasal yapısı üzerinde çeşitli spekülasyonlar yürütülüyor. Üzerinde durulan bir formül de Irak'taki Türkmenleri Kürtlerle aynı statüye kavuşturmak.

***

Bu spekülasyonların hükümetin görüşlerini yansıtmadığına eminim. Başka türlüsü zaten düşünülemez. RahmetliÖzal'a yöneltilen ağır eleştirilerin nedeni Körfez krizinde ABD'ye verdiği üstelik çok sınırlı destek değil miydi? Oysa 1991'de Batı Avrupa ve Arap ülkeleri ABD'yi desteklemekle kalmıyorlar, operasyonlara fiilen katılıyorlardı. Bugün ise ABD'nin büyük bir olasılıkla tek başına kalacağı bir kara harekátına Türkiye'nin aktif olarak katılması çılgınlık olur. Bütün Ortadoğu'da Türkiye'ye karşı husumet doğurur. Türkiye'nin zaten çok kırılgan olan ekonomisi iyice sarsılır. Türkiye Irak'ta kolay kolay kurtulamayacağı bir batağa saplanır. Dış politika öncelikleri altüst olur. İç politikaya yansımaların da etkisi ile AB üyelik süreci sekteye uğrar. Kuzey Irak'ta önlemek istediğimiz oluşumların, Türkiye'nin kapsamlı bir müdahalesinin yan etkileri sonucunda, uzun sürede daha fazla ivme kazanması tehlikesi yok mudur?

***

Irak'ta Türkmenlere otonomi veya federe statü verilmesi fikri de gerçekçi değildir. Türkmenlerin ancak 200-250 bini 36'ıncı paralelin kuzeyinde yaşıyor, asıl Türkmen nüfusu bu paralelin güneyinde bulunuyor. Otonomi verilebilecek bir bölge pek mevcut değil. Kaldı ki hem Araplar ve hem de Iraklılar bu fikre karşı olduklarından etnik ihtilaflar körüklenebilir. Kaş yapayım derken göz çıkarılır.

***

Herhalde daha önümüzde uzun bir diplomatik bilek güreşi var. Saddam Hüseyin sade Türkiye'den değil, fakat her taraftan gelen baskılarla BM denetçilerini kabul edebilir veya şimdiki vakit kazanma taktiklerini sürdürebilir. Eğer ABD'nin sabrı taşar ve askeri müdahaleye girişirse o zaman Türkiye'nin vereceği destek olsa olsa İncirlik Üssü'nün kullanılmasına izin verilmesi ile sınırlı kalmalıdır. Bunun yanında yeni bir göç akımını önleyecek önlemler kuşkusuz alınmalıdır. Daha ileri gitmek bir macera olur. Yanlış hesap Bağdat'tan döner.
Yazının Devamını Oku