AB üyeliğine karşı en büyük mukavemet hareketini yürütenler AB'ye girdiğimiz takdirde egemenliğimizden geniş ölçüde feragat edeceğimizi, zaten gittikçe federalleşme yolunda ilerleyen bir Avrupa içinde milli kimliğimizi kaybedeceğimizi, Türkiye gibi kendine özgü sorunları olan bir ülkede bunun parçalanmaya kadar varabilecek bir evrim tetikleyebileceğini ileri sürüyorlar.
Ancak AB dışında egemenliğimiz bugün ne kadar mutlak, bunu fazla soran yok. Gerçek şu ki, AB içinde olalım veya olmayalım milli egemenliğin sahası gittikçe daralmaktadır ve daralmaya devam edecektir.
***
Egemenlik kısıtlamalarına ilk önce güvenlik ve savunma açısından yaklaşalım. Uluslararası anlaşmalarla nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlar üretiminden vazgeçtik. Dahası var. Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması gereğince Güneydoğu dışındaki bölgelerde konuşlandırabileceğimiz kara kuvvetleri sınırlandırılmış bulunuyor. Uçaklar, tanklar, toplar için sayısal tavanlar mevcut. Bu tavanlara uyulup uyulmadığı denetimine açık. Manevralara gözlemci davet etmek zorunluluğu var. Bu sınırlamalar bir egemenlik tahdidi mi? İsterseniz öyle, fakat Türkiye'nin de karşılıklı hakları olduğu unutulmamalıdır.
***
Deniz ulaşımında Montreux Sözleşmesi gereğince Boğazlar'dan ticari ve barış zamanında savaş gemilerinin geçişine engel olamıyoruz. Dünya Ticaret Örgütü'ne üye olduğumuz için dış ticaret düzenlemelerinde çok sıkı kurallara, kontrollere ve yaptırımlara tamiyiz. Diğer taraftan AB ile Gümrük Birliği içinde bulunuyoruz. AB'nin gıyabımızda aldığı kararları uyguluyoruz.
***
Ekonomik alanda IMF'in son derece ayrıntılı programları ve denetimi altındayız. Kendi düşen ağlamaz. Ekonomiyi Kemal Derviş gelene kadar o derece kötü yönettik ki sonunda IMF, yarın AB'ye üye olduğumuz takdirde AB müktesabatının gerektirdiğinin neredeyse ötesinde bizi sımsıkı bağladı. Büyüme için Türkiye'nin en büyük ihtiyacı uluslararası direkt yatırım olduğundan, uluslararası mecburi tahkimi de kabul ettik. Milli mahkemelerimizi bu alanda yetkisiz bıraktık.
***
İnsan hakları konusuna eğilirsek, bu sahada AB'nin bizden isteklerinin hemen hemen tamamının zaten başka uluslararası kuruluşlardan, özellikle Avrupa Konseyi üyeliğimizden kaynaklandığını görürüz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi sadece Türk vatandaşlarının değil, fakat yabancı uyrukluların Türkiye'ye karşı başvurularına açık. Yüzlerce mahkeme kararı Türk Hükümeti'ni tazminat ödemeye mahkûm etti. Bazen de daha ekonomik olduğu için dostane çözüm yolu ile hükümet davacıya tazminat ödüyor. Bunlar arasında terörle savaş sırasında zarara uğrayan çok sayıda Kürt kökenli vatandaşlarımız var. İşkence şikáyetlerini hem Birleşmiş Milletler ve hem Avrupa Konseyi inceliyor.
Ana dilde yayın ve öğretim ile ilgili sözleşmeler yine Avrupa Konseyi çerçevesinde geliştirildi. Kaldı ki bu alandaki vecibelerimizin tarihi çok daha gerilere gidiyor. Lozan Anlaşması'nın 39'uncu maddesinin 4'üncü fıkrasına bakalım: ‘‘Herhangi bir Türk uyruğunun, özel hayatında, ticarette, dinde, basında ve her türlü yayında dilediği bir dili kullanmasına hiçbir kısıtlama getirilmeyecektir.’’ Dahası var. Anlaşmanın 37'nci maddesi ile Türkiye 39/4 dahil bazı maddelerin ‘‘temel kanun’’ niteliğinde olduğunu ve hiçbir kanun, tüzük veya resmi işlemin bu maddeleri ihlal edemeyeceğini kabul etmiş bulunuyor. Lozan Anlaşması'nın değindiğim hükümleri uzun süre bize karşı ileri sürülmedi, fakat konu Türk basınında tartışma konusu olunca uluslararası bazı kuruluşlar bunları hatırlatmaya başladılar.
***
Demek oluyor ki egemenlik konusunu yalnız AB çerçevesi içinde ele almak bizi yanlış yollara götürür. Milli egemenlik alanının daralması bugün çağın kaçınılmaz bir sonucudur. Fakat egemenlik kısıtlaması milli kimlik kaybı ile aynı anlama gelmez. Bugün AB içinde Fransızlar daha mı az Fransız. Yunanlılar daha mı az Yunanlı? AB üyesi olursak, milli egemenlik sahasının küçülmesi karşılığında çok geniş bir coğrafi alanda AB'nin uluslarüstü egemen yetkilerini diğer üyelerle paylaşacağız. Üstelik, Türkiye Avrupa'nın büyük devletleri arasında yer alacak. AB kurumlarının hepsinde ağırlığı hissedilecek.