8 Aralık 2001
<B>GEÇTİĞİMİZ</B> hafta birçok açıdan Türkiye için olumlu gelişmelerin müjdecisi oldu. AB ve Kıbrıs konusunda sağduyunun zaferi Türkiye'nin artık karşılaştığı çetin sorunların üstesinden gelebileceğine güvenimizi artırdı. ***
Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası'na (AGSP) Türkiye'nin katılım ve katkısının boyutu hem AB ile ve hem de NATO ile ilişkileri gölgeleyen ve Türkiye'nin AB sürecini Ankara'nın itiraf etmek istediğinin çok ötesinde olumsuz etkileyen bir sorun teşkil ediyordu. Bu sorunu çözecek bir formül bulundu. Türkiye'ninn bütün istediklerini elde edememesine üzülmemek gerekir. Farklı görüşlerin bağdaştırılması sözkonusu olduğunda müzakereler hiçbir zaman bir tarafın tamamen lehinde sonuçlanmaz, genellikle bir uzlaşmaya varılır.
***
Varılan uzlaşmanın üç boyutu var. Birincisi, AGSP çerçevesindeki Acil Müdahale Gücü (AMG) NATO ve AB üyeleri arasındaki ihtilaflarda şu veya bu şekilde görev alamayacak. Bu suretle bir Türk-Yunan çatışması olasılığı belirirse AMG'nin Türkiye üzerinde baskı icra edecek şekilde konuşlandırılması önlenmiş oluyor. İkincisi, yakın çevresinde veya ulusal çıkarlarını ilgilendiren hallerde Türkiye'nin AMG'nin operasyonlarına hemen hemen otomatik bir şekilde katılması yolundaki Türk görüşü kabul edilmedi. Bunun yerine AB ile Türkiye arasında kapsamlı bir danışma yöntemi saptandı. AB bu danışmalar ışığında Türkiye'nin katılımı hakkında karar alacak. Üçüncüsü, Türkiye AB'nin NATO planlama olanaklarına erişimini engellemekten vazgeçti. Varılan uzlaşma önümüzdeki pazartesi AB Bakanlar Konseyi'nde ele alınacak ve Yunanistan itiraz etmezse onaylanacak.
***
AGSP konusundaki anlaşmanın Türkiye'nin AB'ye üyeliğine daha ılımlı bir yaklaşımı beraberinde getirmesi, örneğin üyelik müzakereleri aşamasına geçilmesini kolaylaştıracak ‘‘tarama’’ sürecine yeşil ışık yakması beklenebilir. Aynı zamanda AB'nin istikbalini görüşecek olan Konvansiyon'a Türkiye'nin diğer aday ülkelerle birlikte çağrılması konusundaki tereddütler herhalde son bulacaktır.
***
‘‘Bütün diğer yollar tükenince, geriye basiretin yolu kalır’’ denir. Kıbrıs'ta da öyle oldu. Denktaş ile Klerides buluştular ve ciddi ve yapıcı bir müzakere sürecinin ilk adımını bir barışma sembolizmi içinde attılar. Bu gelişme e karşılıklı yemek davetleri Denktaş'ın inzivadan kurtulmasına ve en yüksek düzeyde diğer ülkeler ve AB temsilcileri ile temaslar yapabilmesine de yol açacaktır. Kıbrıs Türk liderliğinin artık ülkesinin istikbalini AB içinde görmesi ve politik düşünce modelini buna uydurması da doğru olur. KKTC şimdiye kadar AB ile hiç ilgilenmemiş, hatta onu entrikacı bir hasım olarak görmüş ve bu yüzden KKTC bürokrasisi AB'ye üyeliğin gerektireceği kapsamlı ve yoğun hazırlık çalışmalarını ihmal etmiştir. Bir an önce bu eksikliğin giderilmesi lazımdır.
***
Kıbrıs'taki gelişmeler elbette Denktaş'ın birdenbire tutum değiştirmesinden kaynaklanmadı. Değişikliğin arkasında kuşkusuz Ankara vardır. Başbakan Ecevit'in alıştığı klişeleri zaman zaman otomatik olarak tekrarlamasına rağmen, son Milli Güvenlik Kurulu toplantısından sonra, Türk Hükümeti'nin bir çözümün Türkiye'nin ve Kıbrıs Türklerinin uzun vadeli çıkarlarına daha uygun olduğu kanaatine vardığı açıkça görülüyor.
***
Türk dış politikası bu hafta içinde önemli bir viraj aldı. Yaratıcı bir ivme kazandı. Dış siyasetin başarılı olması sağlam bir kavramsal zemin kadar onu yürütecek yetenekli ve deneyimli bir kadronun mevcudiyetine bağlıdır. Dışişleri Bakanı Cem'in bakanlığın yeni üstdüzey yöneticilerini titizlik ve isabetle seçmiş olması bu açıdan çok sevindiricidir. Dış politikanın bundan sonra daha tutarlı bir çizgide seyredeceğini ve bazı alanlarda hálá mevcut çelişkileri de aşacağını umuyoruz.
Yazının Devamını Oku 1 Aralık 2001
<B>DOSTUM Mehmet Ali Kışlalı,</B> eksik olmasın Radikal Gazetesi'ndeki köşesinde arada sırada benden söz eder. Bazen över, çok kere eleştirir. Zaman zaman da eleştirilerinin ölçüsünü kaçırır, kendisi gibi düşünmeyenleri suçlamak eğilimine kapılır. Şimdiye kadar eleştirilerine hiç yanıt vermedim. Winston Churchill'in basında çıkan aleyhte yazılarla ilgili bir tavsiyesi vardır: ‘‘Sakın şikáyet etme, sakın izaha kalkışma’’ der. Eskiden beri bu öğüde uyarım. Ancak Kışlalı, 23 Kasım tarihli ve ‘‘Kıbrıs tartışması’’ başlıklı yazısında bana asla söylemediğim bir sözü mal etmiş. Bu yüzden çarnaçar cevap mecburiyetinde kalıyorum.
Kışlalı'nın makalesinin ilgili paragrafını kısaltarak aktarayım: ‘‘Garanti Antlaşması'nın birinci maddesinde; Kıbrıs Cumhuriyeti ‘hiçbir ülke ile tamamen veya kısmen bir siyasi veya ekonomik birliğe katılmamayı taahhüt eder' denilmektedir. Yunanlılar güneyin kendi başına AB'ye katılmasının bu maddeye aykırı olmadığını, AB'nin bir devlet olmadığını ileri sürmüşlerdir. Türkiye bunu reddetmiştir. Ama Türkmen ‘Yunanlılar haklı. Garanti Antlaşması'ndaki sözkonusu madde 'devlet' ile ilgili. AB devlet değildir' diyebilmektedir.’’ Kışlalı'nın iddiası mesnetsizdir. Ben böyle bir düşünceyi hiçbir zaman ifade etmedim. Bu konuda bir tartışmaya bile katılmadım.
Garanti Antlaşması'nın birinci maddesi, Güney Kıbrıs'ın AB'ye girmesinin hukuken mümkün olmadığını ispatlamak için kullanılan savlardan biri. Bir başka sav daha var. 1960 Anayasası, Kıbrıs Cumhurbaşkanı ve yardımcısına dış politika konularında veto hakkı tanırken buna bir istisna getirmiş. Hem Türkiye ve hem de Yunanistan'ın üye oldukları uluslararası kuruluşlara ve ittifak antlaşmalarına katılmak sözkonusu olduğunda veto hakkının kullanılamayacağını belirtiyor. Bundan çıkan anlam, Türkiye veya Yunanistan tek başına üye iseler vetonun kullanılabileceğidir. Örneğin, NATO'ya katılma için veto işlemeyecek, fakat AB'ye katılmak için işleyecek. Anayasa'nın bu hükmüyle ilgili olarak bir AB üyesi ülkenin diplomatının, ‘‘Fakat AB bir uluslararası kuruluş değil, kendine özgü bir yapıdır’’ dediğini naklettiğimi hatırlıyorum. Fakat nakletmekle yetindim, ‘‘Ben de böyle düşünüyorum’’ demedim. Kışlalı galiba biri Garanti Antlaşması'na, diğeri Anayasa'ya dayanan iki savı birbirine karıştırmış ve galeyana gelerek o yazıyı yazmış.
Kışlalı'nın belirttiği gibi bir İngiliz hukukçusu olan Maurice H.Mendelson, ekim ayında yayımladığı bir kitapçıkta, Türkiye AB'ye üye olmadan Kıbrıs'ın AB'ye üye olamayacağı savlarını destekliyor ve aksi görüşü savunan başka üç hukuk profesörünün tezlerini çürütmek istiyor. Demek oluyor ki ortada iki görüş var.
Karşılıklı hukuki iddialar mevcut ise bunlardan birini benimseyenlerin ondan yararlanabilmeleri, hukuki bir merciye başvurarak kendi yorumlarını onaylatmalarına bağlıdır. Hukuki ihtilafların çözüm yeri Uluslararası Adalet Divanı'dır (UAD.) Ancak bir başvuru yapılabilmesi için taraflar arasında bir tahkimnameye ihtiyaç vardır. Kıbrıs meselesinin tarafları ise birbirlerini tanımadıklarından bu yola gidilemez. Alternatif bir yol Birleşmiş Milletler'den geçerek UAD'den bir istişari o oy istemektir, fakat bu yöntem, çözdüğünden fazla sorun yaratabilir.
Hukuki açıdan Kıbrıs sorunu son derece çetrefildir. Kıbrıs'ta 1974 müdahalesinden beri ateşkes dışında hukuki bir ‘‘gri bölge’’ vardır. Güney Kıbrıs'ın AB üyesi olması, hukuki kalıbından çıkarak artık siyasallaşmış acil bir meseledir. Hamaset edebiyatıyla bir yere varılamaz. Vakit kaybetmeden yaratıcı bir politika ile gerçekçi ve dengeli çözümler ve çıkış yolları aramaktan başka çare yoktur. Türkiye'ye ve KKTC'ye en büyük hizmet bu olacaktır. Milli Güvenlik Kurulu, 27 Kasım bildirisinde Türkiye'nin ‘‘Kıbrıs'taki iki tarafın ortaklaşa kabul edebileceği bir çözüm arayışına bütün iyi niyetiyle devam edeceğini’’ vurgulamakla akılcı yolu seçmiştir.
Yazının Devamını Oku 24 Kasım 2001
<B>2001 </B>yılı sonuna yaklaşıyor. 2002 ve 2003 yılları Türkiye için tarihinin en kritik yılları olacak. 50 yıllık bir bocalamadan sonra istikrarlı, iyi yönetilen ve insan haklarına saygılı bir demokrasiye sahip olabilecek miyiz, enflasyonu yenerek ekonomide büyüme sürecini başlatabilecek miyiz, Avrupa Birliği'ne katılabilecek miyiz gibi soruları cevabı bu iki yıl içinde belirlenecek.
Türkiye'deki perişan siyasi tablonun bu süre içinde değişmesi kaçınılmazdır. Daha önce yapılması gündeme gelmezse, 2004 yılında seçim var. Yeni bir seçim ve Siyasi Partiler Kanunu kabul edilmez ve halkın güvenini kazanabilecek yeni siyasi oluşumlar ortaya çıkmazsa, Türkiye bugünkünden bile daha kötü bir mecraya sürüklenir.
* * *
Türkiye'de siyasetçi profili değişmeden de hiçbir yere gidilemez. Her şeyden önce yaşam boyu parti liderliği geleneği mutlaka sona erdirilmelidir. İngiltere'de Margaret Thatcher, Fransa'da Giscard D'Estaing, Almanya'da Helmut Schmidt milli ve uluslararası politikada derin izler bırakmış olmalarına rağmen siyaset sahnesine geri dönmeyi akıllarından bile geçirmiyorlar. Geçirseler bile hiçbir şansları yok. Bizde ise bugünkü siyasi ve ekonomik açmazların başlıca sorumluları hálá kendilerini yıpranmamış saydıkları gibi, tek tük umut verici simalar belirince onları yıpratmaya çalışıyorlar. Bu politika anlayışı egemen olduğu sürece Türkiye bugünkü kısırdöngüden kurtulamaz.
Ekonomik bakımdan önümüzdeki iki yıl bir dönüm noktası teşkil edecektir. Şu anda IMF'nin tekrar imdada yetişip 2002 için öngörülen finansman açığını kapatması bekleniyor. Fakat mesele bundan ibaret değil. IMF çevreleri ve onun kararlarında etkin olan hükümetler, Türkiye ekonomisinin bir dipsiz kuyu olmasından gittikçe daha fazla kaygı duyuyorlar. 2002 bütçesinin parametreleri tasvip görmekle beraber bütçe hedeflerine varılabileceği konusunda ciddi kuşkular var. Özellikle iç ve dış borç stokunun gittikçe artmasından endişe duyuluyor. Yerli sermayenin yatırım yapmaktan kaçınarak dış pazarlara yöneldiği, tasarrufların ya yabancı bankalara yatırıldığı veya yastık altında tutulduğu bir ülkeye IMF'nin sürekli yardım yapmasının ne kadar isabetli olduğu sorgulanıyor. 2002 yılında yardıma devam edilse bile, ekonomiyi istikrara ve büyümeye kavuşturacak bir güven ortamı sağlanamazsa 2003 yılından itibaren yavaş yavaş artık kendi kaderimize terk edilmemiz kuvvetli bir olasılık.
Önümüzdeki iki yıl AB üyeliği için hayati olacak. En geç 2004 yılında üyelik müzakerelerinin başlamasına imkán verecek koşullar yaratılamazsa, üyeliği unutmak gerekecek. Türkiye işte o zaman tarih ile randevusunu kaçırmış olur. Modern bir devlet, küreselleşme ile uyum içinde güçlü bir ekonomi, sağlam ve liberal bir demokrasi emellerine veda etmekten başka çare kalmaz. Ülkenin güvenlik ortamı zedelenebilir. Sosyal çelişkileri derinleşir. Türkiye'nin yakın tarihi kemikleşmiş düşünce modellerimizi değiştirmeden ilerleyemeyeceğimizi tekrar tekrar ispatlamıştır. Bunu AB dışında yapabileceğimizi hayal edenler çok yanılıyorlar.
* * *
AB üyeliği hedefi ile uyumlu ve Türkiye'nin jeopolitik konumunu azami derecede değerlendirecek bir politika güdüp güdemeyeceğimiz yine bu devrede anlaşılacaktır. Dış politikada gerçeklerden uzak beklentilerden sıyrılmalıyız. Sorunlar arasındaki bağlantılarda hata yapmamalıyız. Örneğin uluslararası teröre karşı girişilen savaşa Türkiye'nin büyük bir olasılıkla kapsamlı bir katkısı olacak. Bunun uluslararası prestijimizi yükselteceği, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya'da nüfuzumuzu artıracağı söylenebilir. Fakat bu yoldan AB'ye giriş sağlanamaz. Kıbrıs meselesinde mevcut denklem değişmez ve Türkiye'ye bol bol dış yardım akmaz.
Bir noktayı gözden kaçırmamak lazım. 2002 ve 2003 yıllarında sadece politikayı yönetenleri değil, fakat bütün toplumu büyük bir görev bekliyor. Toplumun nüfuzlu temsilcileri de sorumluluklarının bilinci içinde olmalıdırlar.
Yazının Devamını Oku 18 Ağustos 2001
<B>‘‘BU yıl turizm patladı!’’</B> İçinde bulunduğumuz ve uzun süreceği her gün daha iyi anlaşılan ekonomik buhran sürecinde bu söylem bir umut ışığı. Gerçekten de turizm ödemeler dengesine çok özlü bir katkıda bulunuyor ve geniş çapta istihdam yaratıyor. Bunun yanında ülkenin tanıtılmasında en etkin araç. Türkiye'yi ziyaret eden yabancılar genellikle gayet olumlu izlenimler ediniyorlar. Buna da çok ihtiyacımız var.
*
Ancak her kaynak gibi turizmin de dikkatle ve uzun süreli bir yaklaşımla yönetilmesi gerekir. Turizmin istikbalinin kaçınılmaz koşulu her şeyden önce çevrenin titizlikle korunmasıdır. İsabetli ve etkin bir çevre politikasının desteği olmadığı takdirde turizmin geleceğinden söz edilemez. Nasıl yıllar boyu israf ve borçlanma siyaseti Türkiye'yi aniden ekonomik iflasın eşiğine getirdiyse çevrenin yozlaşmasına göz yumulması birdenbire turizmin de sonunu getirir. Bu bağlamda özellikle denizin kirlenmesinin önlenmesine öncelik verilmelidir. Yaşamımız boyunca dünyanın en güzel denizi olan Marmara'nın nasıl mahvedildiğini gördük. Süratle kapsamlı önlemler alınmazsa Ege ve Akdeniz sahillerini de benzer bir akıbet bekliyor.
*
Ege sahillerinde denizin her yıl bariz şekilde daha fazla kirlenmesinin çeşitli nedenleri var: Balık çiftliklerinin turistik koylarda ve etrafında çoğalması, kanalizasyon yokluğu veya mevcut kanalizasyonlardan sızmalar, yatların ve teknelerin pis su depolarını yasak yerlerde boşaltmaları. Ciddi bir kontrol da olmadığı için geçen yıllarda berrak suları ile hayranlığı celbeden koylarda şimdi deterjan ve yağ tabakaları oluşuyor.
*
Bu duruma güzel bir örnek Bodrum'da Türkbükü. Burası sosyolojik bakımdan da ilginç bir yer. Sahil şeridini bir derenin üzerindeki köprü ikiye ayırıyor. Güney kısmında isimleri Türkçe olan nispeten mütevazı restoranlar var. Bunlar bu yıl geçen yıllara nazaran çok daha az kalabalık, kriz tesirini gösteriyor. Fakat köprüyü geçip kuzey şeridine girdiğiniz anda krizi unutun. Çoğu ‘‘New Yorker’’ veya ‘‘Ship Ahoy’’ gibi yabancı isimli bar ve restoranlar tıklım tıklım. Ne yazık ki bu güzel koy süratle kirleniyor. Girişinde balık çiftlikleri mevcut. Mesele bundan ibaret de kalmıyor. Bazı tekneler fütursuzca sintinelerini koyun içinde boşaltıyorlar. Buna yeni yapılan kanalizasyonun sızıntılarını da eklerseniz insanların hálá Türkbükü'nde nasıl yüzdüklerine şaşarsınız. Konuyu iyi bilenler yalnız Türkbükü'nün değil, fakat aynı koşullar içinde bulunan Göcek bölgesinin de yakında tamamen kirleneceği uyarısında bulunuyorlar.
*
Sorun sade denizlerde değil. Turistik bölgelerde % 50 devalüasyonla bile fiyatlar çok yüksek. Otel ücretleri hariç Yunanistan daha ucuz gibi gözüküyor. Temizlik bakımından Akdeniz'deki Avrupa ülkelerinin bir hayli gerisindeyiz. Fırsat buldukça turiste kazık atmak isteyenler eksik değil. Tarihi yerlere iyi bakılmıyor. Knidos gibi müstesna bir yer çöplüğe dönüşmüş.
*
Turizme darbe vurabilecek bir başka unsur gürültü kirliliği. Her nedense Türkiye'de turistlerin sabaha kadar bangır bangır müzik dinlemekten hoşlandığı inancı var. Tamamen yanlış. Ünlü bar ve restoranlarda yabancılar parmakla gösterilecek kadar az. Diğer Akdeniz ülkelerinde geceyarısından sonra açık mekánlarda müzik kesinlikle yasak. Aslında Türkiye'deki yasalar da bunu emrediyor. Ayrıca sesin desibel seviyesini kontrol eden sayaçlar mecburi. Fakat bunlara kadın çorapları geçirilence işlemez hale geliyorlarmış!
*
Durum gerçekten acıklı, çünkü mülki amirler kanunları uygulayamadıklarını itiraf ediyorlar. Niçin bu kadar aciz kaldıklarını bilmiyorum. Galiba yüksek düzeyde çok ikna edici müdahaleler oluyor! Türkiye'nin kaderi böyle. Kötü veya fersudeleşmiş kanunlar harfiyen uygulanır. İyi kanunlar pas geçilir.
Yazının Devamını Oku 11 Ağustos 2001
Bu yazıyı birkaç gün süre ile Türkiye'den ayrılacağım için biraz erken yazıyorum. <B>Mesut Yılmaz'</B>ın <B>‘‘Ulusal Güvenlik’’</B> konusunda ANAP Kongresi'ndeki çıkışına Genelkurmay Başkanlığı'nın kapsamlı tepkisinin yansımalarının hangi boyutta olacağı henüz belli değil. Ne yazık ki ekonomisi bıçak sırtında olan bir ülkede zirvedeki sürtüşmeler politik alana inhisar etmiyor. Her defasında ağır bir ekonomik bedel ödeniyor. Umarım yine öyle olmaz.
***
Mesut Yılmaz'ın büyük hatası, ‘‘Ulusal Güvenlik’’ gibi son derece duyarlı bir konudaki tartışmayı yanlış bir forumda ve hırçın ve polemik bir üslup ile tetiklemesi olmuştur. Yılmaz daha önce defalarca yaptığı gibi iktidarda olduğunu unutup muhalefette imiş gibi konuştu. Oysa kendisi Başbakan Yardımcısı ve koalisyon ortağı sıfatıyla MGK'ya katıldığı gibi bu kurulun gündemini saptamada söz sahibidir. Güvenlik politikasının yeni bir değerlendirmeye tabi tutulmasını orada isteyebilirdi. Böyle bir istekte bulunmuş ve bu isteği ret mi edilmiştir? O takdirde dahi tartışmayı parti kongresine taşıması mazur görülemez. Eğer ulusal güvenlik politikası kendi görüşlerine bu kadar ters geliyorsa koalisyondan çekilmesi ve ancak ondan sonra tutumunu açıklaması demokrasilerin politik geleneğine çok daha uygun düşerdi. Mesut Yılmaz'ın işin özünde haklı olduğu da söylenemez. ‘‘Ulusal güvenlik anlayışının devletimizin geleceğini sağlamlaştırıcı her adımın engelleyicisi ve devletin can damarlarını kesen bir yapıda olduğu’’ doğru değildir. Unutmamak gerekir ki terör ile mücadele uzun sürmüş ve Öcalan'ın yakalanması ile ancak 1999'da ona en büyük darbe vurulmuştur. Yine 1999'da Avrupa Birliği Türkiye'nin üyelik statüsünü kabul etmiş ve Türk-Yunan ilişkilerinde bir yumuşama başlamıştır. Bu nedenle güvenlik politikası hakkında yeni bir değerlendirme yapılmasına elverişli ortam ancak iki yıl önce belirmiştir. Ekonomik krizin bunun ivediliğini artırdığı da vurgulanabilir.
***
Yılmaz'ın meseleye bu şekilde yaklaşması gerekirdi. Gerçekten de bugün güvenlik kavramı ve politikası hakkında çok dar bir düşünce modeli içinde sıkışıp kaldığımızı söylemek yanlış olmaz. Güvenlik politikası onu etkileyen bütün unsurlardan arındırılarak ele alınamaz. Genelkurmay'ın da belirttiği gibi iç güvenlik sosyal ve ekonomik koşullara geniş ölçüde bağlıdır. Demokratik reform ile iç güvenlik arasındaki denklem çok tutucu bir şekilde değerlendirilirse uzun sürede ulusal güvenlik daha büyük bir tehdit altında kalabilir. Dış güvenlik ise ekonomi ve dış politika ile sürekli etkileşim içindedir. Güvenlik ekonomik gelişmenin temel şartı ise de, ekonomik gücünün çok ötesinde askeri masraflara katlanan bir ülke sonunda ekonomik gücüne olduğu kadar siyasi ve askeri güvenliğine de zarar verir. Bugünkü dünyada güç kıstası askeri değil, fakat ekonomiktir. Dış politika ile güvenlik politikası arasında da organik bir bağ mevcuttur. Dış politikası gerçekçi olmayan bir ülke lüzumsuz yere kaynaklarını tüketir ve neticede güvenliğini zayıflatır.
***
Evet, Türkiye'nin güvenlik sorunlarının tartışılmasına büyük ihtiyaç vardır, fakat Yılmaz'ın yaklaşımı bu tartışmayı olsa olsa çok daha zor hale getirmiştir. Nitekim Genelkurmay'ın çok dikkatle hazırlandığı anlaşılan açıklaması, beklenebileceğinden de daha sert nitelikte.
Genelkurmay Başkanlığı ile Başbakan Yardımcısı arasında kamuoyu önünde şiddetli bir münakaşa patlak vermesinin demokratik kurallar ile ne kadar bağdaştığı sorgulanabilir. Açıklamanın bazı yönleri de eleştirilebilir. Fakat içerdiği acımasız teşhislere katılmamak mümkün mü? Hepimiz devlet yönetimi krizinden mustarip değil miyiz? Tek umudumuz politik liderlik bakımından Türkiye'nin bugünkü korkunç talihsizliğinin çok geç olmadan sona ermesi değil mi?
Yazının Devamını Oku 4 Ağustos 2001
<B>‘‘AVRUPA Güvenlik ve Savunma Politikası ve Türkiye’’</B> başlığı altında 21 Temmuz'da bu köşede çıkan yazım hakkında Genelkurmay Başkanlığı'nın ilgili dairesi bana bir not ulaştırdı. Bunda yazımda değindiğim bazı ayrıntılar hakkında aydınlatıcı bilgiler verilirken, yaklaşımım da genellikle eleştiriliyor.
*
Özellikle şunu belirtmek gerekir ki, Genelkurmay'ın kendisini yakinen ilgilendiren konularda görüşlerini bildirmek yoluna gitmesi, son derece sevindiricidir. Kamuoyunu bilgilendirmede keşke diğer kurumlar da Genelkurmay kadar istekli ve titiz davransalar. AGSP alanında Türkiye'nin karşılaştığı sorunlar askeri olduğu kadar siyasi nitelik taşıdığından Dışişleri Bakanlığı'nın da aynı şekilde davranması ve hatta öncülük etmesi beklenirdi. Ne yazık ki Dışişleri Bakanlığı son yıllarda kamuoyunu bilgilendirmek ve aydınlatmak işlevini bir tarafa bırakmış görünüyor. Yıllardan beri bir türlü asaleten bir sözcü bile atanamıyor.
*
Genelkurmay'ın notunda her şeyden önce önemli bir nokta üzerinde duruluyor. Ben yazımda ‘‘Türkiye'nin bir başka kaygısı, AB'nin Ege'de manevralar yapması. Galiba bu konda bir gelişme oldu ve AB'nin bu tip manevralara girişmeyeceği kararlaştırıldı’’ demiştim. Genelkurmay yanlış bilgilendirildiğimi vurguluyor. Bu düzeltmeyi Genelkurmay'ın böyle bir endişesi olmadığı şeklinde anlıyorum. Gerçekten de üyelerinin çoğu müttefikimiz olan AB'nin Ege'de bize meydan okumaya kalkışması akla hiç yakın gelmiyordu.
*
Yazımda Nisan 1999 NATO Zirvesi kararlarının muğlak olduğuna işaret etmiştim. Genelkurmay notunda, bu kararların muğlak olmadığını vurguluyor ve zirvede kabul edilen metinlere yollamalarda bulunuyor. Ben Türk delegasyonunun takdire şayan yoğun çabaları ile oluşturulduğunu bildiğim bu metinleri zaten incelemiştim. Belirtmek istediğim nokta, bu metinlerden hiçbirinin Batı Avrupa Birliği çerçevesinde Türkiye'nin daha önce elde etmiş olduğu statünün aynen yeni Avrupa güvenlik mimarisine taşınacağı taahhüdünü içermediği idi. Yazılış biçimleri sarih değil. Nitekim, zirve bildirisinde AB üyesi olmayan NATO müttefiklerinin ‘‘BAB'da mevcut düzenlemeler bazında kabil olduğu kadar operasyonlara tam ortak edilmeleri’’nden söz ediliyor. ‘‘Kabil olduğu kadar’’ deyiminde kısıtlayıcı bir anlam yok mu?
*
Genelkurmay 2000 AB Nice Zirvesi'nde, NATO zirvesinde saptanan esasların bir tarafa bırakıldığını belirtiyor. Metinler karşılaştırıldığında bu değerlendirmenin doğru olduğunda kuşku yok. Ancak konuya bütün ayrıntıları ile vakıf bulunmayan bir gözlemci olarak bir noktayı belirtmek istiyorum. Eğer yanılmıyorsam NATO Genel Sekreteri Lord Robertson, Nice zirvesinden önce Türkiye'ye gelmişti. O zaman AGSP'nin operasyonel konseptleri ile NATO ve AB arasındaki kurumsal düzenlemeler hakkında söyledikleri ile Nice Zirvesi'nden sonra ortaya çıkan tablo arasında büyük bir fark olduğunu zannetmiyorum.
*
Genelkurmay'ın notunda ayrıca şu ifade yer alıyor: ‘‘Makalenizin sonunda 'Her müzakerenin bir optimum noktası vardır' şeklindeki ifadeyi, konu ettiğiniz optimum nokta hakkında bir açıklık getirerek tamamlasaydınız, sanırım daha yararlı olurdu.’’ Fikrimi açayım: Her müzakerede uzlaşma ile ipleri koparma arasında bir tercih yapma aşamasına gelinir. İşte o noktada iki şıktan hangisinin ülkenin genel çıkar dengesi açısından daha faydalı veya daha az zararlı olduğuna karar verilmesi kaçınılmazdır. Bu aşamaya gelip gelmediğimizi bilemem. Ancak unutmayalım ki AGSP konusunda ABD bizden desteğini çektiği gibi, Fransız ve Alman Dışişleri Bakanları'nın son beyanlarından da anlaşılacağı üzere, AB artık bir kopmayı göze almış bulunuyor. Bizim başlıca kozumuz NATO ile AB arasındaki kurumsal düzenlemeleri bloke etmek imkánımızdır. Fakat o zaman NATO ile AB arasındaki bağ daha fazla gevşeyecek, amacımızın tam tersi gerçekleşecektir.
*
Optimum nokta hakkında yapılacak değerlendirmede AGSP'nin ötesinde Türkiye'nin NATO ve AB ile ilişkilerinin tüm boyutlarının göz önünde tutulması gerektiği kanaatindeyim. Türkiye bütün güvenlik ve dış politikasını AB üyesi olacağı varsayımına dayandırmalıdır. Aksi takdirde AB üyesi olsun veya olmasın, hüsran kaçınılmazdır.
Yazının Devamını Oku 28 Temmuz 2001
<B>TÜRKİYE'</B>yi Batılı ülkelerden farklı kılan önemli bir özelliği, günlük yaşamı kaplayan gürültüdür. Radyolar ve televizyonlar sonuna kadar açılır, sürücüler her fırsatta korna çalar, insanlar birbirleri ile yüksek sesle veya bağrışarak konuşur, televizyonlarda seyrettiğimiz gibi acı veya tatlı her sosyal olay bir hayhuy içinde geçer. Toplumumuzun bu özelliğine hepimiz alışığız. Fakat bunun yanında yadırgadığımız ve zaman zaman bizi isyan ettiren bir olgu var. Servetin gürültülü küstahlığı Batı ülkelerinde zenginler servetlerini teşhir etmekten mümkün olduğu kadar kaçınırlar. Bizde ise birkaç kuşaktan beri servet sahibi olup bunu hazmetmiş bulunanlar dışındaki zenginler sosyal vicdanı rencide edecek bir gösteriş merakına kapılmışlardır. Üstelik paranın kendilerine başkalarını rahatsız etme hakkı verdiğini zannederler. Tekneleri ile plajlardaki halkı huzursuz edecek kadar sahile yaklaşırlar, denize mazot salarlar, sürat motorları veya jet-skileri ile herkesi korkuturlar, yatlarının pis su tanklarını nizami uzaklığa varmadan boşaltarak denizi kirletirler. Otomobillerinin markası ne kadar ünlüyse, o derecede fütursuzca trafik güvenliğini tehdit ederler.
***
Tatil aylarında sadece gündüz değil, fakat gece de rahat yoktur. Bunu yakınen biliyorum, çünkü Bodrum'da evimizin bulunduğu Gölköy geçen yıl korkunç bir felakete uğradı. Mütevazı otellerin ve plajların bulunduğu sahil şeridinde çeşitli lüks restoranları ve bir diskoteği olan ‘‘Havana’’ kulübü görkemli bir merasimle açıldı. Gölköy ve hatta Türkbükü'nün bir kısmı o meşum günden beri derin bir ıstırap içinde. Havana'nın gayet bilinçli işkence sistemi şöyle işliyor: Akşamları saat 18.00 ile 20.00 arasında ‘‘mutlu saatler’’ müziğini dinliyorsunuz. Bu nasıl mutluluksa, size evinizde ancak başağrısı veriyor. Saat 20.00'den sonra restoranların müşterileri rahatsız olmasın diye bir sessizlik devri var. Onlar yemeklerini yiyip gittikten sonra tahminen 10-15 bin ‘‘ikinci sınıf vatandaş’’ için eziyet başlıyor. Sabahın birine doğru sanki evinize birdenbire bir kamyon çarpmış gibi korkunç bir gürültü ile yatağınızda zıplıyorsunuz. Etrafa insanların vahşet dürtülerine hitap eden tamtam sesleri yayılıyor. Pencereleri, panjurları kapatıyorsunuz, havasız kalmaya razısınız yine faydası yok. Bu eziyet bazen sabah 5'e kadar sürüyor. Evimiz 3 kilometre mesafede olduğu halde bu kadar etkileniyoruz, ya daha yakında oturanlar?
***
Peki, ‘‘hukuk devleti’’nde bunun çaresi yok mu? Geçen yıl Sadettin Tantan ilgilendiği için Havana bir iki kere kapatılmıştı. Mülki amirler biraz daha fazla duyarlılık gösteriyorlardı. Bu yıl şikáyet edenlere verilen cevap ‘‘Siz de evinize çift camlı pencere yaptırın’’ oluyormuş. Jandarmaya telefon ediyorsunuz, ‘‘Bizim uyarıdan başka bir gücümüz yok, çok sayıda şikáyet geliyor, hepsini kaymakamlığa aksettiriyoruz’’ diyorlar. ‘‘Hukuk devleti’’ bir anda yüzlerce aileyi barındıran gecekonduları yıkabiliyor, fakat bir diskoteğin sesini kısamıyor!
Gölköy ve Türkbükü halkı anlaşılan bütün yaz bu eziyeti çekecek. Para kudretinin karşısında yapacak bir şey yok. Havana'nın müdavimleri arasında çok katlı muhteşem yatlardan bir müfreze koruma ile gelenler var. Bu korumaların nelere kadir olduğunu gazetelerde okuyoruz!
***
Turizm Bakanlığı'nın yaklaşımı da yanlış. Turizm bölgelerinde sabahın dördüne kadar müzik çalınabileceği kuralını benimsemiş. Oysa turistlerin büyük çoğunluğu hele geceleri sükunet arıyor. Havana gibi yerlere gitmiyorlar. Akdeniz'deki turizm ülkelerinde ses kirlenmesine karşı çok sıkı önlemler mevcut. Avrupa Birliği normları da bunu gerektiriyor. Birçok alanda olduğu gibi modern bir toplumun gereksinmelerini bu alanda da ancak AB disiplini ile karşılayabileceğiz. Kuşkusuz hiçbir toplum ideal değil. AB ülkelerinde de paranın kudreti var, fakat insana eziyet etme gücüne sahip değil. Toplumsal küstahlığa hoşgörü yok.
Yazının Devamını Oku 23 Temmuz 2001
<B>ANTEP </B>sermayesinin bir numarası olan SANKO Holding'in patronu <B>Abdülkadir Konukoğlu, </B>dillere destan bir düğün yaptı. Oğlunu evlendirdi. Ekonomik krizin milleti canından bezdirdiğini de biliyordu. Cumartesi gecesi düğüne bu bilinçle geldi. Yok, yoktu. Her şey vardı. Sadece gösteriş yoktu. Konukoğlu'na da bu yakıştı!
Türkiye Diyabet Vakfı Başkanı Prof. Temel Yılmaz da davetliydi. GAP-DİAB projesinde müthiş destek gördüğü Antep'ten gelen ısrarlı çağrıyı kıramadı. Cumartesi sabahı bana uğradı. Akşam saatlerinde Antep'e uçtu. Yılmaz, dün sabah ilk izlenimlerini anlattı. Çok hoşuma gitti. Size de aktaracağım.
Abdülkadir Bey düğün başlamadan sahneye çıkıp bir konuşma yapıyor: ‘‘Düğünlerde eğlenmek, oynamak, aşka gelip silah sıkmak, sahneye gelen sanatçıların başından paralar saçmak iyi hoş da, şu büyük krizde gösteriş yapmak hiç yakışık almıyor. Fakir fukaranın gözü kalıyor. Silah sıkmak ve paraları havaya saçmak ayıp oluyor arkadaşlar, hakikaten ayıp oluyor!
Bir alkıştır kopuyor. Ve dediği gibi oluyor. Sanatçılara bahşiş vermek isteyenler, sahne kenarına konan kutuya gönlünden ne kopmuşsa bırakıyor. Kimse yiğitlik taslayıp silah sıkmıyor. Ve düğün daha da huzurlu oluyor.
Helal olsun Konukoğlu'na! Bu millet bıktı artık. Sahnelere para saçan sonradan görmelerden de bıktı, kendilerini sosyete sayan sarhoş çıplakların cıvıtmasından da iyice yıldı! Sanki başka bir álemden gelmişler gibi, ne o?
* * *
Söz, Prof. Yılmaz'dan açıldı. Son Ulusal Diyabet Kongresi'ni hatırladım.
Bu yıl Kongre Başkanı Prof. Üstün Korugan idi. Üstün Hoca, çok keyifli adamdır. Gençlik örgütlerinden tanışıyoruz. Öğrencilik yıllarında neyse, hálá o! Gençlik Tiyatrosu'na az emeği geçmedi.
Ben, Üstün Korugan'ın bir gün ‘‘Profesör’’ unvanı taşıyabileceğini hiç düşünemedim. Çünkü, ‘‘Bu adamı Prof. yapmazlar’’ derdim. Ama oldu... Pek de ünlü ve yaman biri oldu. TV ekranlarında diyet programlarına sık çıkıyor.
Şimdi ona, ‘‘Bana diyet verin’’ deseniz, cevabı vallahi hazırdır:
‘‘Gel önce bir şeyler atıştırıp iki kadeh atalım. Sonrası kolay!’’
Hayata hep güzel pencerelerden bakar. Ne kendini saklar, ne olduğundan başka görünür. Dedim ya, öğrenci Üstün neyse, Prof. Üstün de odur! Kuşadası'ndaki kongrede müthiş bir fıkra anlattı. Fıkra değil, gerçek.
Ünlü hocası Prof. Gıyas Korkut, bizim Üstün Korugan profesör olduğu gün yanına çağırıyor ve uyarıyor:
‘‘Sakın caka satma Üstün. Senin gibi profesör olduğumda Taksim'e çıktım. İstiklal Caddesi'nde tur atıyordum. Başım göğe değiyordu. Birden, bir kadın sesiyle irkildim:
- Oooo, nasilsin vire Gıyas? Seni çok yaman görüoorum.
Dikkatle baktım. Öğrencilik yıllarımda tanıdığım Marika idi.
- Çok iyiyim Marika, dedim, Bugün profösör oldum... Ya sen nasılsın?
- İyiyim vire Gıyas, ne tesadüf. Ben de bugün mama oldum, mama!’’
* * *
İnsan, ‘‘Ne oldum’’ dememeli. Hep, ‘‘Ne olacağım’’ demeli.
Kim derdi ki, ‘‘Demokrasi benim için amaç değil, sadece bir araçtır. Beni hedefe götürecek bir tramvaydır, o kadar’’ diyen Tayyip Efendi, birdenbire ‘‘demokrat’’ olacak ve ülkeyi kurtarmaya soyunacak?
Bizim Turan Yılmaz'ın büyük emekler vererek yazdığı kitabı okuyan anlar (Ümit Yayınları-2001). ‘‘TAYYİP: Kasımpaşa'dan Siyasetin Ön Saflarına’’ adlı belgesel, nice Fazelitli, nasıl Erdemli olduğunu gözler önüne seriyor.
Şu bizim medya var ya, medya... Ah, ah... Deşmeyin yaramı.
- Ayıp oluyor arkadaşlar, ayıp oluyor!
Yazının Devamını Oku