TÜRKİYE'den söz etmiyorum. Bugün konu Fransa; çünkü Fransız gazetelerinin hiç değilse bir kısmında son zamanlarda dikkatimi çeken nokta, özeleştirilerin yoğunluğu oldu.
Gelecek ay Fransa'da başkanlık seçimleri yapılacak. Yeni bir sima ortaya çıkmadı. Önde gelen başkan adaylarından ne Jacques Chirac ve ne de Lionel Jospin fazla heyecan uyandırıyor. Fransızlar hangisinin daha az kötü olduğunu saptamaya çalışarak oy kullanacaklar. Fakat seçimden bağımsız olarak devletin yapısı ve yönetim biçimi hakkında çok olumsuz yorumlara rastlanıyor. Son istatistiklere göre Fransa'da fert başına GSMH uzun yıllar tipik bir kötü yönetim örneği oluşturan İtalya'dan daha düşük. İktidardaki Sosyalist Parti'nin, ideolojik saplantı ve dürtülerinden kurtulamadığı için birkaç yıl önce dayattığı haftada 35 saat çalışma sınırı Fransız ekonomisinin dinamizmine ve rekabet gücüne büyük darbe indirmiş. Belki bu sayede 50.000 kadar yeni istihdam olanağı yaratılmış, fakat verimliliği kaybeden ekonomik birimlerin küçülmesi çok daha büyük kayıplara yol açmış.
* * *
Sosyalist Parti'nin, kadrolaşma ile devlet mekanizmasının kilit mevkilerini ele geçirme çabalarını seçimlerden önce artırdığı da bir başka iddia. Hatta solun dolaylı egemenliği konusunda daha ileri gidenler var. İki yıl önce çıkan bir kitabında Fransız Akademisi'nin eski Başkanı Maurice Druon, parlamentoda varlık gösterememesine rağmen Komünist Partisi'nin yönetime sızma ve sendikaları kontrol yolu ile Fransa'nın ekonomik ve sosyal kaderine hálá egemen olduğunu ileri sürmekteydi. Orta ve Doğu Avrupa'da komünizm on yıl önce tamamen çöktüğü halde Marksist düşünce Fransa'da yine rağbette. Komünist Partisi ile diğer üç aşırı sol partinin cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oy gücünün % 15'i bulması mümkün. Bu partiler birbirlerinden nefret ediyorlarsa da artık ‘‘küreselleşme’’ dedikleri ‘‘emperyalizm’’ ve ‘‘neo-liberalizm’’ diye adlandırdıkları ‘‘kapitalizm’’ ortak düşmanları olmakta devam ediyor. Sol sendikaların çağrıları ile Fransa'da çok sık grevler tertiplendiğini görüyoruz. Fransa'nın bir başka derdi, geniş ölçüde göçten kaynaklanan suç oranındaki önemli artış.
* * *
Fransız adalet sistemine yöneltilen eleştiriler de az değil. Cezaevlerindeki koşullar olabileceği kadar kötü, adalete bütçeden ayrılan kaynaklar diğer AB ülkelerinden çok daha az, ‘‘sert kural, fakat gevşek uygulama’’ geleneği adalet kavramını zedeliyor, sık sık af ilan ediliyor. Hükümet, yargıçların bağımsızlığına saygı göstermiyor şeklinde tenkitler yaygın. Buna karşın son yıllarda politikacılara karşı yürütülen adli takiplerde sorgu yargıçlarının acımasız gayretkeşliği ‘‘yargıçlar diktatoryası’’ endişesi uyandırmaktan geri kalmadı.
* * *
Bütün bu olumsuzluklara bakarak Fransa için üzülmeyelim. Gittiğimiz zaman görüyoruz, yine de pırıl pırıl bir memleket. Altyapısı şahane. Gelişmiş bir endüstrisi ve teknolojisi, nükleer silahlarla da donatılmış önemli bir askeri gücü mevcut. Ne var ki, eski Cumhurbaşkanı Valery Giscard d'Estaing'nin ‘‘Fransızlar’’ adlı kitabında belirttiği gibi askeri ve hatta ekonomik güç gerilemeye engel değil. Nitekim Fransa'nın kültür alanında dünyadaki eski nüfuzu bugün yok. Kültürel etkinin başlıca vasıtası olan zengin Fransız dilinin yerini küreselleşmenin dili haline gelen İngilizce aldı. Fransız sanat ve kültür hayatı sönük. Edebiyat canlılık göstermeye devam ediyorsa da Fransızca eserlerin birçoğu yabancı ülkelerde yankı bulmuyor. Giscard d'Estaing, ayrıca Fransız politik kültüründe zaaflar görüyor. Aşırı merkeziyetçilik, devletin putlaştırılması, Anglosakson ülkelerindeki evrimci yaklaşım yerine mevcut sistemleri bir anda yok ederek devrim yapma eğilimi gibi. Ve bakın ne diyor: ‘‘Bir milletin ilerlemesi veya gerilemesi toplumunun özellikleri ile bağlantılıdır. Dinamizm, medeniyet ve kültür seviyesi, yaratıcılık, eğitim sisteminin kalitesi ve özellikle toplumun yeni koşullarla uyum sağlayabilme kabiliyeti.’’
* * *
Fransa'daki özeleştiriler birçok açıdan çağrışım yapmıyor mu? Tarihi ve kültürel nedenlerle bizdeki dogmatizm ve taassup eğilimi daha da kuvvetli olduğundan Fransız politik ve hukuk modellerinden esinlenmekle acaba büyük bir yanlışlık mı yaptık? Buna Yargıtay Birinci Başkanı Sami Selçuk birkaç sene önce temas etmişti. Galiba çok haklıydı.