1 Haziran 2002
<B>BUNDAN</B> bir süre önce, bir İsveç gazetesinin yayımladığı Türkiye haritasında Güneydoğu'nun <B>‘‘Kürdistan’’</B> olarak gösterilmesi büyük bir fırtına koparmıştı. Benzer durumlarda her zaman olduğu gibi bu sefer de, tabii biraz sonra unutulmak üzere derhal İsveç'e karşı önlemler alınmasını isteyen sesler yükseliyordu. İsveç medyada eleştiri yaylım ateşine tutulurken, Stockholm Büyükelçimiz Selim Kuneralp de, bazı sözleri yanlış yansıdığı için boy hedefi olmuştu. Oysa Kuneralp bu gibi olaylarda bir büyükelçinin yapması gereken her şeyi büyük bir etkinlikle yerine getirmekteydi. Nitekim, 450.000 tirajlı Aftonbladet Gazetesi'ne gönderdiği son derece ikna edici ve çarpıcı yazı aynen yayımlandı. Batılı ülkelerde böyle bir sonuç almak o kadar kolay değildir. Kuneralp'in yazısına Hasan Pulur, 27 Mayıs tarihinde Milliyet'teki sütununda gazetecilik etiğinin güzel bir örneğini vererek çok geniş yer ayırdığı için bunun üzerinde ayrıca durmayacağım. İsveç basınında çıkan başka bir yazıya değineceğim.
* * *
23 Mayıs'ta 250.000 tirajlı Svenska Dagbladet Gazetesi'nde, ‘‘Makul Büyükelçi Kendi Ülkesinde Peygamber Olmuyor’’ başlıklı yazı dikkatle incelenmeye değer; çünkü bundan çıkarılacak önemli dersler var. Ancak yazı uzun olduğu için sadece bazı alıntıları nakledebiliyorum:
‘‘27 Nisan tarihli Aftonbladet'in turizm ekinin konusu Türkiye idi. Güzel sahillerden ve kültürden bahseden tam anlamıyla olumlu bir yazı. Ama oraya küçük bir Türkiye haritası konmuştu. Doğudaki bir bölge çizgiyle işaretlenmiş ve üzerine Kürdistan yazılmıştı. Bu olay Türkiye'de, İsveç'te birçok kişinin aklından bile geçmeyecek derecede öfke yarattı. Türkiye Parlamentosu Başkan Yardımcısı, İsveç Hükümeti'nin Aftonbladet'e karşı bir şeyler yapmasını talep etti. Türkiye'nin en büyük gazetesi Hürriyet'te harita 'skandalı' flaş haber oldu ve Aftonbladet'in 'Türkiye'nin bütünlüğüne yönelik tehdidi' televizyonda tartışıldı.
Bu durumda alıngan ülke Türkiye'nin İsveç'teki büyükelçisi ne yaptı? Ateşli bir protesto mektubu mu yazdı? Hayır, Büyükelçi Selim Kuneralp zeki bir adam ve üstelik medeni cesarete sahip. Karşılaştığım diğer bazı büyükelçilerin tersine Kuneralp, ülkesinin savunmasının ve pazarlanmasının ev sahibi ülkenin dalga boyunda yapılması gerektiğinin farkında. Bağırıp çağıran milliyetçi retoriğin Akdeniz'in kuzeyinde yalnızca alay konusu olacağını bilecek kadar Avrupa tartışma iklimini tanıyor. O tür tepkiler bizlerin gözünde bir öfkeli operet gibidir ve bu yüzden ters etki yapar. Buna Kuzey Avrupa kibirliliği denilebilir, ama bu bir gerçektir.
Büyükelçi Kuneralp bilinçli olarak dengeli bir yazı yazar (Aftonbladet, 18 Mayıs) ve sakin bir ifadeyle haritanın neden Türkiye'de böylesine çok kişiyi sarstığını izaha çalışır. 'Her ülkenin kendilerine ve diğer ülkelere bakış şeklini etkileyen bir tarihi vardır. İsveç homojen bir toplum yapısına sahiptir ve bu nedenle asla ayrılıkçılarla mücadele etme durumunda kalmamıştır' der Türkiye Büyükelçisi.
Ben burada Türkiye'nin Kürtleri ezip ezmediği veya Kürtlerin çabalarının Türk devlet bütünlüğünü tehdit edip etmediği konusuna girmiyorum. Ben sadece Stockholm'deki Türkiye Büyükelçisi'nin memleketindeki öfkenin nedenini İsveçlilerin anlamaya çalışması için Türkiye'deki politikacılardan ve gazetecilerden çok daha iyi bir iş yaptığını vurguluyorum.’’
* * *
Svenska Dagbladet'teki bu yazı, hükümet mensuplarının olduğu kadar, diplomatların da, ülkenin temel politik görüşlerinden ödün vermeden, sorunlara dengeli yaklaşımlarla ne çok şey kazanabileceklerini göstermektedir. İnfial uyandıran olaylar karşısında kim daha fazla ve daha gürültülü tepki gösterecek yarışına girmekten sakınmalıyız. Öfke dalgası içinde ileride pişman olacağımız kararlar almamalıyız. Türkiye'nin dış politikası inşallah bir gün medyatik ve duygusal tepkiler manzumesi olmaktan ve benmerkezciliğinden kurtulacak, akılcı ve makul bir zemine dayandırılacaktır. Fakat o zamana kadar tamir edilemeyecek hatalar yapılması olasılığı özellikle bugünkü koşullar altında ne yazık ki çok kuvvetlidir.
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2002
<B>GEÇEN</B> hafta sonu Türk-Yunan Forumu'nun diğer iki üyesi ile birlikte Kıbrıs'taydım. BM'ler Genel Sekreteri'nin Ada'ya yaptığı ziyaretten hemen sonra KKTC Cumhurbaşkanı<B> Denktaş</B> ile görüşme fırsatını bulduk. Bazı gözlemlerimi nakletmek istiyorum. Kofi Annan'ın ziyareti, Denktaş'ın kendisini resmi konutunda kabul etmesinin sembolizmi yanında, önemli bir başka nokta açısından da yararlı olmuş. Annan'ın Denktaş-Klerides müzakerelerindeki gündem maddelerine ‘‘statü’’ sorununun da eklenmesini tavsiye etmesi, olumlu bir gelişme sayılıyor. Statü meselesinin esası şu: Kıbrıslı Rumlar çözümün iki toplum arasında oluşturulmasını istiyorlar. Başka bir ifade ile çözüme 1960 Anayasası'na getirilen bir değişiklik niteliğini vermek peşindeler. Oysa Türk tarafı varılacak çözümün iki kurucu devlet arasında bir uzlaşma şeklinde olmasında ısrarlı. Türk tarafı, bu yaklaşımla 27 yıldır bağımsız olan bir yönetimin meşruiyetinin ve hukuki tasarruflarının geçerliliğinin saklı tutulmasını amaçlıyor. Türk tarafı kuşkusuz çok haklı. Çözüm şeklinin Kuzey Kıbrıs'ta bir hukuki boşluk bırakması kabul edilemez. Diğer taraftan, KKTC'nin ileri sürdüğü formül, Kıbrıs Türklerinin ayrı self-determinasyon hakkını da vurgulayacaktır.
* * *
Denktaş'ın, yabancı gözlemcilerin algılamalarının aksine, görüşmelerde şimdiye kadar Kleredis'inkinden daha esnek ve yapıcı bir müzakere pozisyonu geliştirdiği de gittikçe daha iyi anlaşılmaktadır. Denktaş bu bağlamda yürütme, yasama ve bir ölçüde yargı yetkisine sahip bir ‘‘Ortaklık Devleti’’ kurulmasını kabul ediyor. Yeni devletin, Türkiye ve Yunanistan'ın Ada ile ilişkilerindeki denge korunmak şartı ile, AB'ye çözümden hemen sonra üye olmasını destekliyor. AB ile ilişkilerin ortak devletin sorumluluğu altında olmasını da öngörüyor.
Görüşmelerde şimdiki halde açıkça üzerinde anlaşmaya varılan tek konu galiba güvenlikle ilgili. Garanti Antlaşması'nın devamı, Ada'nın kuzeyinde bir miktar Türk askeri, güneyinde ise Yunan askeri konuşlandırılması, bu kuvvetlerin dışında Kıbrıs'ın silahsızlandırılması ve gayri askeri hale getirilmesi güçlük çıkarmıyor. Güvenlik sorununu kolaylaştıran bir öğe de Ada'nın bugünkü demografik haritasıdır. Kuzeyde homojen bir Türk nüfusunun bulunması ve sahillere hákim olması gerekirse bir askeri müdahaleyi çok kolaylaştıracaktır. Şayet Zürih ve Londra Anlaşmaları imzalandığı sırada aynı koşullar mevcut olsaydı, ne Rum tarafı 1963 sonundaki saldırılara geçebilirdi ve ne de Yunanistan 1974'te ENOSİS'i gerçekleştirmek hedefini güdebilirdi.
* * *
Güvenlik ve Denktaş'ın açılımları dışında fazla bir ilerleme yok. Gayrimenkuller, toprak ve ortak devlette eşit egemenlik en kritik sorunlar olmakta devam ediyor. Bu konularda müzakereler çok karmaşık ve çetin geçecek. Aslında güçlüklerin kaynağında bütün çok uluslu ülkelerin karşılaştığı açmaz var. Bakın bu konuda eski İngiliz Başbakanı Margaret Thatcher ‘‘Devlet Sanatı’’ adlı son kitabında ne diyor: ‘‘Çok uluslu devletlerin bünyesinde istikrarsızlık yatar. Bu devletlerin iyi işlemesi iki şekilde mümkündür. Birincisi ulusların birbirlerine saygılı olmaları ve devletin bir nevi konfederal yapıya sahip olmasıdır. İkincisi ise otoriter bir merkezi gücün iradesini zorla kabul ettirmesidir.’’ İşte Denktaş birinci çözümü sağlamaya çalışıyor ve geçmiş acı tecrübeler ışığında ikinci olasılıktan endişe duymaktan kendini kurtaramıyor. Ancak Kıbrıs'ta varılacak anlaşmanın bir başka boyutu AB üyeliğidir. AB siyasal ve ekonomik ortamının Türkler ve Rumlar arasında muhtemel sürtüşmeleri önleyecek koşulların yaratılmasına büyük katkıda bulunabileceği unutulmamalıdır. Ne var ki AB şimdiye kadar KKTC'den uzak durduğu için, aralarında yapıcı bir diyalog bir türlü kurulamamıştır.
* * *
Denktaş'ın işi gerçekten zor. Fakat vahim bir unsurun daha altı çizilmelidir. Ankara'nın belirgin bir Kıbrıs politikası geliştirmemiş olması. Böyle bir politika mevcut olsaydı, Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz muhalefette imiş gibi konuşarak Denktaş'ı eleştirebilir miydi?
Yılmaz'ın konuşması elbette yadırgandı. Ancak söyledikleri aynı zamanda Ankara'da Kıbrıs konusunda koalisyon içinde hiçbir koordinasyon olmadığını gözler önüne seriyor. Kıbrıs politikası taşracı ve dar bürokratik görüş ile siyasi dağınıklık ve irade noksanlığı arasında sıkışıp kaldıkça Kıbrıs düğümü çözülemez ve Türkiye AB takvimini yakalayamaz.
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2002
<B>HAFTA </B>başında bazı basın ve üniversite mensupları ile birlikte Şam'daydım. Cumhurbaşkanı Yardımcısı <B>Haddam</B> ve Enformasyon, Ekonomi ve Turizm Bakanları ile kapsamlı toplantılarımız oldu. Suriye basınından kalabalık bir grupla da bir araya geldik ve Türkiye'yle ilgili birçok soruya muhatap olduk. Bütün bu temaslardan Suriye'nin iç politika, ekonomi, uluslararası ilişkiler ve özellikle Türkiye'yle ilişkiler alanında eski yaklaşımlarından önemli ölçüde uzaklaştığı izlenimini edindim. Suriye yeni bir evrim sürecine girmiş bulunuyor. Evrimin itici gücü de yaklaşık iki yıl önce ölen babasının yerine başkanlık mevkiine gelen Beşar el-Esat... Bir milletin hayatında, demokratik yöntemlerle seçilmiş olsun veya olmasın, genç ve iyi yetişmiş bir liderin ne büyük bir rol oynayabileceğinin bir başka kanıtını bu defa Suriye'de görmeye başlıyoruz.
*
Beşar her şeyden önce yeni bir siyaset ve yönetim zihniyetini temsil ediyor. En kritik bakanlıklara seçkin, deneyimli, çok iyi lisan bilen kimseler atamış. Yolsuzlukla çok ciddi ve acımasız bir mücadele başlatılmış. Gizli Servis ‘‘Muhaberat’’ın kadroları kısılmış, eskiden her tarafta görülen ajanları ortalıktan kaybolmuş. Ordu içinde Alevi tekeline kısmen son verilmiş, bu bağlamda Genelkurmay Başkanı ve bazı generaller azledilmiş. Basın özgürlüğü alanında ilk adımlar atılmış. Özel gazetelere ve radyolara da bundan böyle müsaade edilecek.
*
Ekonomide liberalleşme Beşar'ın gündeminde ağırlıklı bir yere sahip. Birkaç ay önce görevine başlayan Ekonomi Bakanı, Devlet Bakanı Kemal Derviş'in dostu. O da Dünya Bankası'ndan gelmiş ve hemen reformlara girişmiş. İlk iş olarak özel bankaların kurulmasına olanak veren bir kanun kabul edilmiş. Henüz özelleştirme ufukta yok, fakat özel sektör teşvik edilecek. Uluslararası direkt yatırımlar için uygun koşullar yaratılmaya çalışılıyor, fakat şimdilik Batı'dan çok dış ülkelerdeki Suriyeli işadamları ve şirketlerle petrol üreticisi Arap ülkelerinden sermaye akımı bekleniyor. Suriye'nin ekonomik sorunları çok büyük. Her yıl iş piyasasına 250.000 genç giriyor. İsrail sınırlarına 500.000 kişilik bir kuvvet yığmış olan Suriye, bütçesinin % 40'ını askeri masraflara ayırıyor. Buna karşın dış borç hemen hemen yok. Suriye'nin istikbal için umudu turizm ve enerji sektörlerinde. Halen dış gelirin başlıca kaynağı petrol ve gaz. Ne var ki rezervler çok zengin değil. Bu yüzden ileride Irak'ın petrol ve gazının dış pazarlara ulaştırılmasında Suriye ön planda yer almak istiyor. Kerkük-Banyas boru hattı bu maksatla modernleştiriliyor ve kapasitesi artırılıyor.
*
Dış politikada, özellikle Filistin konusunda eski tutumda değişiklik yok. Suriye, Ortadoğu barış sürecine hiçbir zaman olumlu bakmamıştı. Batı yakasındaki son dramatik olayların kendisini haklı çıkardığı görüşünde. Suriye'nin Arafat'la da yıldızı pek barışık değil. Buna karşın Batı'ya yakınlaşma siyasetine öncelik veriliyor. Beşar birçok AB ülkesini ziyaret etmiş.
Türkiye'yle ilişkilere gelince, bütün görüştüklerimizin verdiği mesaj aynı: Türkiye'yle her alanda işbirliğinin geliştirilmesi konusunda stratejik bir karar alınmış. Bu tutumun birçok nedeni mevcut. Türkiye, Avrupa yolunu açan bir anahtar olarak değerlendiriliyor. Turizm alanında işbirliğinin çok verimli olacağı kanaati yaygın. Suriye Başbakanı'nın mayıs ayı sonunda Ankara'ya yapacağı ziyarette ağırlıklı olarak ekonomik konular ele alınacak.
*
Türkiye ile Suriye arasındaki siyasi ilişkiler bir bakıma Türk-Yunan ilişkilerini andırıyor. Bir dostluk ve işbirliği ortamı yaratılmış, fakat çetin sorunların üzerine gidilmiyor. Suriyeliler Fırat suları konusunda acele etmiyorlar. Sınırların açık bir beyanla tanınması konusunda ise ayak sürtüyorlar. Sınırın demarkasyonuna yanaşmıyorlar. Başbakanın olumlu bir açıklamasına rağmen Türkiye tarafından hazırlanan ve sınır konusunu da kapsayan ilkeler belgesini şimdiye kadar kabul etmediler. Bu belge üzerinde anlaşmaya varılamadığı için Dışişleri Bakanımızın Şam ziyaretinin gecikmesini Suriye basınının bir kısmı haksız olarak bakanın Türk-Arap ilişkilerine şahsen karşı olduğu şeklinde yorumluyor.
Ortadoğu'da etkin bir rol oynamamızda Suriye ile ilişkilerin mutlaka ağırlığı olacaktır. Güçlükleri küçümsememeli, fakat aynı zamanda da abartmamalıyız. Türkiye çok daha büyük ve kuvvetli olduğundan bir süre sabırlı davranmasında sakınca yoktur.
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2002
<B>1998</B> tarihinde Roma'da toplanan bir konferans sonunda 120 Birleşmiş Milletler üyesi bir <B>‘‘Uluslararası Ceza Mahkemesi’’</B>ni (UCM) kuran antlaşmayı imzalamışlardı. Kısa bir süre önce gerekli onay sayısına ulaşıldığından antlaşma bu yılın temmuz ayında yürürlüğe girecek. Ne var ki ABD, daha önce Clinton'ın imzaladığı antlaşmadan çekildiğini hafta başında BM'ler Genel Sekreteri'ne bildirdi.
ABD başından beri UCM'nin yapısından ve ona verilen yetkilerden rahatsızlık duymaktaydı. Politik liderlerinin ve askeri personelinin milli olmayan bir mahkemede yargılanabilmesi olasılığını kabul edemediği gibi, böyle bir uluslararası yargı merciinin mevcudiyetinin ileride girişebileceği askeri operasyonları olumsuz yönde etkileyeceği kanaatini taşıyordu. Birleşmiş Milletler'in uluslararası alanda yegáne meşruiyet kaynağı olması kavramını ABD bir türlü benimseyemiyor. Bir Amerikalı senatörü göre, ‘‘ABD politikalarının meşruiyetinin tek bir kaynağı vardır, o da Amerikan halkının iradesidir’’. Global adalet sistemi Amerika'nın politik felsefesine aykırı gelmektedir.
Amerika'nın tepkisi diğer Batılı ülkelerin ve özellikle BM'ler Güvenlik Konseyi'nin sürekli üyesi olan İngiltere ve Fransa'nın tutumuna ters düşüyor. Bu iki ülke antlaşmayı imzaladılar ve onayladılar. Fransa Cumhurbaşkanı Chirac, UCM'nin ‘‘insanlığın vicdanını isyan ettiren suçların cezasız kalmamasını sağlayacağını’’ vurguladı.
UCM'nin bazı özelliklerine işaret etmekte yarar vardır. Mahkeme devletleri değil, fakat kişileri yargılamak yetkisine sahip. Antlaşma geriye dönük değil, ancak yürürlüğe giriş tarihinden sonra işlenen suçlara tatbik edilebilecek. Antlaşma 4 suç kategorisi saptamış. Soykırım, insanlığa karşı suçlar, savaş suçları ve ileride tarifi yapılacak olan ‘‘saldırı suçu’’. Soykırım suçu, bir milli, etnik veya dini grubu topyekûn veya kısmen yok etmek amacı ile girişilen eylemleri kapsıyor. İnsanlığa karşı suçlar, sivil nüfusa karşı yaygın ve sistemli bir saldırının parçası olarak tanımlanmak koşulu ile, sivillere yönelik öldürme, köleleştirme, işkence, ırza geçme ve etnik, kültürel ve dini nedenlerle zulüm suçlarını içeriyor. Cenevre Sözleşmeleri'nin ihlaline dayanan savaş suçları ile ilgili hükümler ise sadece uluslararası silahlı ihtilaflar için değil, fakat aynı zamanda uluslararası nitelikte olmayan silahlı çatışmalar için de geçerli olacak.
UCM Antlaşması prensip itibarı ile antlaşmaya taraf ülkelere uygulanabilecek. Ancak bu kuralın bir istisnası var. Güvenlik Konseyi BM'ler Yasası'nın 7'nci bölümü gereğince alacağı bir karar sonunda, bir durumu, taraf olmayan devletleri de kapsayacak şekilde Mahkeme Savcısı'na havale edebilecek. Diğer taraftan, yine Güvenlik Konseyi kasıtlı olarak hatalı bulduğu bir yargılama sürecini askıya alabilecek.
UCM'nin ne kadar etkin olduğunu ancak zaman gösterecek. Fakat böyle bir mahkemeye ihtiyaç İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Alman ve Japon savaş suçlularının Nuremberg ve Tokyo'da da yargılanmalarından beri duyuluyordu. Soğuk savaşın sona ermesini takiben Balkanlar'daki ve Rwanda'daki olaylar Güvenlik Konseyi'nin Özel Mahkemeler kurmasına yol açtı. Bu mahkemelerin niteliği farklıydı, hem olaylardan sonra kurulmuşlardı ve hem de coğrafi yetki alanları sınırlıydı. Yeni Mahkeme ise ileride işlenebilecek suçlar için devamlı ve global bir kuruluş olacak.
UCM Antlaşması'nı halen Filistin'de bu mahkemenin yetkisi içinde sayılabilecek eylemler işleyen İsrail bile imzaladı. Türkiye ise Hindistan, Pakistan ve Çin ile birlikte imzalamaktan kaçındı. Her nedense demokratik olmayan ülkelerin bile imzaladığı insan hakları ile ilgili antlaşmalara karşı eskiden beri bir çekingenlik gösteriyoruz. Oysa, UCM Antlaşması'nı imzalamamak bize dokunulmazlık sağlamaz. Güvenlik Konseyi'ne verilen yetki var. Diğer taraftan mahkemenin içtihatları zamanla uluslararası hukuk kaidelerine dönüşebilecek. Antlaşmadan uzak durmakla bir şey kazanmayız, olsa olsa vehimlerini bir türlü yenemeyen bir ülke imajı veririz. AB ile ilişkilerimizde de en büyük engel benzer vehimler değil mi?
Yazının Devamını Oku 7 Mayıs 2002
ZANNEDİYORUM ki, her makul ve önyargısız insan bugün Türkiye´de politikanın tamamen tıkanmış olduğunun bilinci içindedir.
İsmi üzerinde bile mutabakata varılamayan ''af'' kanununun yarattığı hukuk keşmekeşi ve açacağı sosyal yaralar karşısında koalisyon hükümetinin vurdumduymazlığı ve daha perşembe gecesi RTÜK Kanunu görüşülürken Meclis´in sergilediği perişanlık ve acz bunun en yeni kanıtıdır. Vatandaşlar pusulasını şaşırmış, iktidarın hata üstüne hata yaptığını dehşetle izlerken, 2004 Nisan´ında veya büyük olasılıkla daha erken bir tarihte yapılacak seçimde ülkeyi nasıl bir kaderin beklediğinin kaygısı içindeler. ''Beterin beteri vardır'' deyimini düşünerek daha büyük bir ümitsizliğe bile kapılıyoruz. Parlamentoda temsil edilen partilerin hepsi fersudeleşmiş izlenimini veriyor. Liderlerinin kredibilitesi sıfır noktasına kadar inmiş. Koalisyon ortaklarının söylemlerine bakıyoruz, iktidardalar mı, yoksa muhalefette mi, belli değil. Herkes içine sindiremeyip sonra Meclis´te oy veriyor!* * *Önümüzdeki seçimler açısından gerçekten de ürkütücü perspektifler mevcut. AKP´nin oyların büyük bir kısmını toplamasından haklı olarak endişe ediliyor, fakat bunun sebebi üzerinde durulmuyor. AKP ne yazık ki bugün taban ile temasını muhafaza eden tek partidir. Ona oy vereceklerin çoğu, söylemine inandıkları için değil, fakat oturdukları gecekondularda veya fakir mahallelerde kendileriyle ilgilenen tek parti olduğu için oy verecekler. Bu olasılığa karşı hukuki veya başka engellere başvurmak sorunu ancak erteler. Fransa´da da milli konsensüse ters düşen bir parti birdenbire kuvvet kazandı, fakat ona karşı yine demokratik yollarla ve toplumla birlikte mücadele yolu seçildi. Görüldü ki bu partinin kuvvetlenmesinin asıl nedeni, diğer partilerin inandırıcılıklarını kaybetmesidir.Gelecek seçimleri etkileyecek bir başka unsur var. 2001 yılında patlak veren ekonomik krizin sosyal faturasının korkunç boyutu şimdi ortaya çıkıyor. Koalisyon hükümeti, değerini hiçbir zaman tam olarak takdir edemediği Kemal Derviş sayesinde Türkiye´nin bir Arjantin olmasını önledi, büyük miktarda finansman kaynakları sağladı ve önemli kurumsal reformları çarnaçar kabul etti. Ancak Derviş´in teknik bir bakan olarak yapabileceğinin bir sınırı vardı. Bundan sonra ekonomik büyümenin başlaması ve sosyal çöküntünün önlenmesi ancak bir politik atılımla mümkün olabilir. Derviş´in hizmetlerine devam edebilmek için politik bir hüviyete bürünmesi zamanı yaklaşmaktadır.* * *Politika sahnesine yeni atılan bir sima Mehmet Ali Bayar. Kendisini zaman geçtikçe tabii daha iyi tanıyacağız. Fakat şimdiden hakkında duyduklarımız, davranışları ve söylemleri çok umut vericidir. Parlak bir diplomatik kariyeri olduğunu biliyoruz. Dışişleri Bakanlığı´nda sadece mesleki nitelikleri hakkında değil, fakat karakteri hakkında da tam bir görüş birliği var. Bence bu çok önemli bir noktadır, çünkü bakanlık camiasının kolay kolay aldanmadığını, gerekirse değerlendirmelerinde acımasız olduğunu yakinen bilmekteyim. Diğer taraftan Bayar ifa ettiği görevler ve ailesi dolayısıyla özlü bir iç politika deneyimine sahip. Milliyet Gazetesi´nde Derya Sazak ile söyleşilerini dikkatle okudum ve çok etkilendim. Türkiye´nin sorunlarını uzun zamandan beri derinlemesine incelediği hemen görülüyor. Yaptığı irdelemelerin ve verdiği mesajların hepsi düşündürücü. Bayar, ''Sorunlarımızın sadece kaynağının değil, çözümünün de siyaset olduğuna inanıyorum'' diyor. Çok doğru; kötü ve sorumsuz siyasetin yerini iyi ve sorumlu siyasete, Bayar´ın ifadesiyle makul siyasete bırakması gerekir. Türkiye´nin sorunlarını olduğu kadar dünyayı bilen, 21´inci asrın politik ve ekonomik kültürünü özümsemiş, ideolojik saplantılardan ve benmerkezci zihniyetten uzak, tabulardan çekinmeyen, toplumsal kutuplaşmalara son vermek isteyen ve bütün toplumu kucaklayan, özgürlüklerden ve demokrasiden korkmayın, Türkiye için uzun vadeli vizyon tarif edebilen liderlere ihtiyacımız var. Şimdilik bu kıstaslara en uygun iki isim Bayar ve Derviş. İster el ele versinler, ister yolları ayrılsın, umarım ortak bir noktaları olacak. Siyasetçi profilini kökünden değiştirecekler, halkı siyasete yaklaştıracaklar, umudu unutmuş bir topluma umut verebilecekler.
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2002
<B>AŞIRI</B> sağı temsil eden Milli Cephe Partisi'nin lideri <B>Jean-Marie Le Pen'</B>in cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ikinci tura kalması, Fransa'da muazzam bir travma yarattı. Halk protesto gösterileri için sokaklara döküldü. Fransızların büyük bir kısmı ülkelerinin yansıttığı faşizan ve ırkçı görünümden utanç duyduklarını haykırdılar.
Le Pen'in ilk turdaki başarısının çeşitli nedenleri var. Göçmenlerden kaynaklandığı varsayılan suç oranının son zamanlarda çok artması, diğer partilere karşı duyulan bıkkınlık gibi, Sosyalist Parti'nin seçim stratejisinde beceriksizlik gösterdiği de kabul edilmelidir. Ne var ki cumhurbaşkanlığı açısından bir tehlike mevcut değil. Milli Cephe ve ondan ayrılan bir küçük parti dışında kimse Le Pen'e oy vermez. Sosyalistlerden bir kısmı geçersiz oy verseler bile Chirac rahatlıkla seçilecek. Le Pen ile televizyonda tartışmayı kabul etmeyen Chirac pozisyonunu şöyle özetledi: ‘‘Fransa aşırılığı, ırkçılığı, amtisemitizmi ve yabancı düşmanlığını reddeder. Le Pen'in savunduğu tezler sonunda devlet şiddetine dönüşür.’’ Bu sözlerin şu anda Fransız halkının büyük çoğunluğunun duygularını aksettirdiği kuşkusuzdur.
5 Mayıs'ta Le Pen kaybedecekse de haziran ayında tehlike çanları yine çalacak, çünkü o tarihte milletvekili seçimleri var. Bu seçimler de iki aşamalı olacak ve her seçim çevresi bir milletvekili çıkaracak, ancak ikinci turda birinci ve ikinci gelen adayların yanı sıra % 12.5 barajını aşan üçüncü aday da ikinci tura katılabilecek. ‘‘Triangulaire’’ denen bu sistemin bazı bölgelerde, özellikle Doğu Fransa'da, Milli Cephe'ye Meclis'e bir miktar temsilci göndermesine fırsat vermesi olasılığı yok sayılamaz.
Aşırı sağ eğilimli partiler Fransa'ya mahsus değil. İtalya'da, Avusturya'da, Belçika'da, Hollanda'da, Almanya'da, Danimarka'da da mevcut. Avusturya, İtalya ve Danimarka'da bu partiler hükümet koalisyonuna da katılıyorlar. Yine de çoğu Le Pen'in çizgisinden bazı konularda ayrılıyorlar ve özellikle AB aleyhtarlığı politikasını eleştiriyorlar. Avrupa Parlamentosu'nda hemen hiçbiri Le Pen ile işbirliğine yanaşmıyor. Geçen çarşamba günü ‘‘show’’ yapmak için bu parlamentoya giden Milli Cephe liderine protesto ve hakaretler yağdırıldı. Ancak bütün sağcı Avrupa partilerini besleyen sorunun ortak olduğunu kabul etmek gerekiyor. Göçmenlere karşı tepki. Bu reaksiyon yakın zamanlara kadar endüstrisi daha gelişmiş ülkelere kendisi işçi gönderen İspanya'da bile kuvvetle hissediliyor.
Le Pen olayı Türkiye'de çok geniş yankı buldu. Tepkiler çeşitli. Kimisi daima başka ülkelere ders veren Fransa'nın gururunun kırılmasından haz duydu. Bunu normal karşılamak gerekir. Avrupalıların 28 Şubat'a götüren olaylarda aynı hassasiyeti göstermediğine de işaret edildi. Doğrudur, fakat Türkiye AB üyesi olmadığından bu ilgisizliğe fazla şaşmamak gerekir. Türkiye AB'ye katıldığı zaman, hatta üyelik müzakereleri başladıktan sonra aşırı sağ partilere duyarlılık mutlaka artacaktır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin Refah Partisi'nin kapatılmasını İnsan Hakları Sözleşmesi'ne aykırı bulmadığını da unutmamalıyız.
Fransa'daki gelişmeler iki turlu seçim modelini de Türkiye'de gündeme getirdi. Bazıları yarı başkanlık sistemine taraftar çıktılar. Yarı başkanlık sistemi bence Türkiye'de felaket olur, çünkü hele ayrı partilerden oldukları takdirde cumhurbaşkanı ile başbakan devamlı bir sürtüşme halinde olurlar. Cumhurbaşkanının yetkilerinin kısıtlı olduğu bugünkü parlamenter sistemde bile cumhurbaşkanı ile başbakanın zaman zaman ne kadar gerginlik içinde yaşadıklarını gördük. Parlamento seçimlerinde iki aşamalı sistemin uygulanması tabii ayrı bir konudur. Seçim sistemleri alanında Türkiye'de başlıca otorite olan Coşkun Kırca tek bir milletvekilinin seçildiği dar bölge sisteminin Türkiye'ye yarar getirmeyeceği kanaatinde. Kırca'ya göre iki tur yöntemini bugünkü nisbi temsil sistemi ile bağdaştırmak daha doğru olur. Bu görüş şüphesiz yerindedir, fakat iki tur seçim çevrelerinde mi, yoksa ülke çapında partilerin aldıkları oylar esas alınarak mı uygulanmalıdır sorusuna cevap vermek gerekir. İkinci şıkta meclise üç partiden fazlası giremez.
Fransa'da olanlar Türkiye'nin istikbali için hayati önem taşıyan seçim sisteminin gözden geçirilmesini teşvik etse ne iyi olur. Ne yazık ki hükümet hiç oralı değil.
Yazının Devamını Oku 20 Nisan 2002
<B>KIBRIS'</B>ta KKTC Cumhurbaşkanı<B> Denktaş</B> ile <B>Klerides</B> arasında cereyan eden görüşmelerde çözüm arayışı devam ediyor. Bu müzakerelerin kırılgan noktası Avrupa Birliği takvimi. Yıl sonunda veya gelecek yılın başında, bir çözüm bulunsun veya bulunmasın, AB'nin Kıbrıs üyeliği hakkında bir karara varması gerekecek. Her ne kadar bölünmüş bir adayı AB'ye katmak fikri kimseye cazip gelmiyorsa da, artık o aşamada genel genişleme süreci içinde Kıbrıs'ın dışarıda bırakılması, AB içindeki denklemler yüzünden çok zor olacak. Vakit yaklaştıkça Ada'nın sadece bir kısmına üyelik statüsü tanınmasının yeni bir gerginlik kaynağı yaratmaması için yumuşak geçiş formülleri üzerinde duruluyor.
Örneğin Kıbrıs'ın AB'ye katılım antlaşmasına, ileride bir çözüm bulunursa bunun antlaşmaya uyumunun otomatik olarak yapılacağı yolunda bir hüküm eklenmesi gibi. Başka bir deyimle, Kıbrıs Türklerine kapı açık bırakılacak, Güney Kıbrıs'ın üyeliğinin AB-Türkiye ilişkilerine çok olumsuz etki yapması da bir dereceye kadar önlenmeye çalışılacak. Öngörülen formüllerle belki gerçekten ciddi bir buhran önlenebilir. Fakat bunun Kıbrıs Türklerinin bugün ellerinde tuttukları kozlara ve Türkiye'nin üyelik müzakerelerine bu yıl içinde başlamak beklentisine etkisi ne olur? Böyle bir soruya cevap vermek kolay değil.
Peki, müzakereler şimdi hangi aşamada? Denktaş aslında 3 önemli noktada tutumunu yumuşattı. KKTC'nin egemenliğinin peşinen tanınmasından vazgeçti, konfederasyon tezini bir nevi konfederasyon-federasyon sentezine dönüştürdü ve Kıbrıs'ın AB'ye Türkiye'den daha önce üye olamayacağı görüşünü terk etti. Ancak, gerek Türk tarafında gerek Rum tarafında çözüm isteyenlerle istemeyenler arasında mücadele sürüyor.
Rum tarafında gelecek yıl başkanlık seçimi yapılacağından radikal yaklaşımlar prim yapabiliyor. Türk tarafında ise çözüme karşı tutum daha çok Türkiye'den esen rüzgárlardan kaynaklanıyor. Bu seferki müzakerelerin bir özelliği de AB unsurunun ister istemez çözüm yapısına entegre edilmesi zarureti. Bu unsur çözüm perspektifini bir yandan kolaylaştırırken diğer yandan zorlaştırıyor.
Denktaş ile Klerides arasında görüşmeler yapılırken üçüncü taraflar ve bazı düşünce merkezleri Belçika modeli üzerinde duruyorlar. Neden bu model? Çünkü AB içinde etnik temelde federasyon oluşturan tek ülke Belçika. Valonlarla Flamanlar arasında çok iyi işleyen bir sistem kurulmuş.
Belçika anayasası bir federal devlet, 3 toplum ve 3 bölge esasına dayanıyor. İlk bakışta karmaşık bir sistem gibi görünüyor, fakat Valonlar ve Flamanlar söz konusu olduğu ölçüde bölge ve toplum örtüşüyor. 3'üncü bölge Brüksel, Almanca konuşanlar 3'üncü toplumu oluşturuyorlar.
Federal hükümetin ancak anayasanın kendisine çizdiği alanlarda yetkisi var. Diğer alanlarda bölgeler ve toplumlar yetkili. Her bölgenin yasama görevi gören bir konseyi ve yürütme görevini üstlenen bir hükümeti var. Bölgeler kendi yetki alanlarında uluslararası ilişkilerde bulunabiliyorlar, antlaşma imzalayabiliyorlar.
Belçika modelinde anayasa her şeyi izah etmiyor. Yıllar boyunca özellikle AB ile ilgili konularda federal hükümet ile bölgeler arasında kademeli bir yönetim hiyerarşisi geliştirilmiş. Birinci kademe AB düzeyi. AB müktesebatı ulusal mevzuatın önüne geçiyor.
Onun altında federal devlet, arkasından bölgeler ve toplumlar ve sonuncu olarak belediyeler geliyor. AB toplantılarının çoğuna bölge temsilcileri ya federal temsilcilerin yanı sıra veya tek başlarına katılıyorlar, bazen de federal hükümeti temsil ediyorlar.
Sırf Belçika modeli ile Kıbrıs sorunu çözülemez, fakat ondan geniş ölçüde istifade edilebilir. Zaten başka referanslar da var. 1992'de Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'nin sunduğu ‘‘Fikirler Dizisi’’nde bugün de geçerli birçok nokta bulunuyor. Birbirini tamamlayan bu modeller ile makul bir çözüme ulaşılabilir, yeter ki iki tarafta da çözüm iradesi olsun.
Türk tarafı açısından sorunlardan biri de, müzakere ekibinin uzman kadrosu. Heyetteki Türkiyeli müşavirlerin, mesleki yetenekleri ne olursa olsun, politik çizgileri ağır basıyor. Rum ekibine denge sağlanması için güvenlik konularını ve AB mekanizmalarını iyi bilen gerçek teknokratlara acilen ihtiyaç var. Bunları ancak Ankara sağlayabilir.
Yazının Devamını Oku 13 Nisan 2002
<B>BUGÜN</B> Filistin'de barışa en büyük engelin Yahudi yerleşim merkezleri olduğu artık kuşku götürmüyor. Aslında bu merkezler bir asırdan beri süregelen Filistin'i kolonize etme ve Yahudileştirme sürecinin son aşamasıdır. Osmanlı İmparatorluğu, dışarıdan Yahudilerin Filistin'e yerleştirilmelerine izin vermemiş, fakat buna rağmen zengin siyonistler, tanınmış Filistinli ailelerden toprak satın alıp Yahudileri iskán etmeyi bir ölçüde başarmışlardı. Yine de Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda Filistin'deki Yahudi nüfusu, genel nüfusun ancak % 5'ini aşmamaktaydı. Bölgenin yönetimini Osmanlılardan devralan İngilizler ise kapıları açtılar. 1936-39 yılları arasında Araplar, Yahudi kolonizasyonuna karşı isyan edince, siyonist militanlar bu isyanın bastırılmasında İngilizlere yardımcı oldular. Tarık Ali, Türkçe'ye de çevrilen ‘‘Köktendincilerin Çatışması’’ adlı kitabında Churchill'in o tarihte Yahudilerin Araplara nazaran ırki üstünlüğünü ileri sürerek kolonizasyonu haklı göstermeye çalıştığını yazmaktadır!
1947'de İngiltere sorumluluğunu Birleşmiş Milletler'e devrettiği zaman Yahudiler yine azınlıktaydılar. O kadar ki 25 Kasım 1947'de bir hayli bilek bükme ve başka türlü ikna yöntemleri sonucunda Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun kabul ettiği taksim kararında İsrail'e ayrılan bölgede bile Arap nüfusu çoğunluktaydı. İsrailliler bugün ‘‘etnik temizlik’’ denilen metotla Arapları göçe zorladılar, Arap ülkelerinin orduları müdahale edince onları yenerek taksim kararının çizdiği sınırların ötesine taştılar, kendileri ile anlaşan Ürdün Kralı Abdullah'ın Batı Yakası'nı işgal etmesine göz kırptılar. Mısır da Gazze'ye yerleşti. Filistinliler 1967'ye kadar üç ayrı egemenlik altında yaşadılar. Yüz binlerce Filistinli ise Ürdün, Suriye ve Lübnan'a sığındı. Özellikle bu sonuncu ülkede çok ıstırap çekeceklerdi.
* * *
1967 savaşından sonra İsrail, Batı Yakası, Doğu Kudüs ve Gazze'yi işgal edince yerleşim merkezleri politikasını vakit geçirmeden uygulamaya başladı. Siyonist doktrine göre bu merkezler, işgal edilen topraklarda İsrail egemenliğini kökleştirmenin en etkin yolu idi. ‘‘Ortadoğu Barış Vakfı’’nın son raporunda, 1975'te Tarım Bakanı olan Ariel Sharon'un 20'nci asrın sonuna kadar işgal altındaki topraklara 2 milyon Yahudi yerleştirilmesini amaçlayan bir vizyon geliştirmiş olduğu belirtiliyor.
Bugün Batı Yakası'nın haritası, kuzeyden güneye ve doğudan batıya yayılmış yerleşim merkezleri yüzünden bir panter derisine benzemektedir. 1972'ye kadar Batı Yakası'nda, Doğu Kudüs'te ve Gazze'de az sayıda yerleşim merkezinde 8400 Yahudi yaşamaktaydı. Bugün 157 merkezde 411.000 Yahudi iskán edilmiş bulunuyor. Devamlı bir İsrail askeri mevcudiyeti olmaksızın yerleşim merkezlerindeki nüfusun güvenliği sağlanamaz. ÇÖzüm arayışlarında en büyük açmaz daima bu nokta etrafında düğümlenmiştir. Ancak Sharon gibi bir militanı, Yahudi kolonilerini terk etmeye zorlamak kolay değil. Kaldı ki halen İsrail'in nüfusu 4.800.000 düzeyinde. İsrail'deki Arap kökenli vatandaşlar ile Filistinlilerin sayısı ise 4.5 milyon kadar ve tabii Arap nüfusu daha çabuk artmakta. Sharon'un partisinde hiç değilse Batı Yakası'nın Filistinlilerden tamamen temizlenmesi için yükselen seslerin nedeni bu.
Ortadoğu ihtilafını çözmenin birinci şartı, İsraillilerin yerleşim merkezlerinden, Arapların da mültecilerin bugün İsrail topraklarında kalan yurtlarına dönmeleri hayallerinden vazgeçmeleridir. Suudi Veliahtı Abdullah'ın ileri sürdüğü planın başka türlü gerçekleşmesi düşünülemez. Çözüm arayışlarından önce ateşkes ve güven artırıcı önlemler gerekli ise de güvenin de ancak yapıcı ve istikbal için Filistinlilere umut veren bir barış projesinin sunulmasıyla sağlanabileceği unutulmamalıdır. Filistin'de karşılıklı şiddetin azaltılması, aynı zamanda bir uluslararası gücün konuşlandırılmasını bu aşamada kaçınılmaz hale getirmektedir. ABD Dışişleri Bakanı Powell'ın düşündüğü silahsız gözlemciler bu işi yapamaz.
* * *
Powell'dan sonra Türk ve Yunan Dışişleri Bakanları bölgeye gidiyorlar. Her ne kadar Powell'ın yapamadığını onların nasıl yapabilecekleri pek belli değilse, yine de hem iç politika ve hem dış politika açısından anlamlı bir girişim. İnşallah bir gün beraberce Kıbrıs'a da gidebilirler. Orada onlara ihtiyaç var. Hem de Kıbrıs sorununu çözümlemek daha kolay.
Yazının Devamını Oku