27 Temmuz 2002
<B>HER </B>şeyi son dakikaya bırakmak insanlar için olduğu kadar devletler için de çok tehlikelidir. ANAP'ın seçim çanı çaldıktan sonra apar topar bir reform paketini üstlenmesinden bir sonuç çıkmayacağı, seçim telaşına giren partililerin taban kaygıları ile hareket edecekleri ve Mesut Yılmaz'ın imajının parlatılmasına katkıda bulunmak istemeyecekleri belliydi. Aslında yazık oluyor, çünkü çok yoğun bir çalışmanın ürünü olan yasa paketi, birçok alanda demokrasiyi ve insan haklarını perçinleştirecek reformlar içermekteydi. Paket sadece idam cezasının kaldırılması, anadilin öğrenimine ve anadilde yayına izin verilmesi ile yetinmiyor. Aynı zamanda AB'nin üzerinde durduğu dernekler ve vakıflar üzerindeki baskı ve kısıtlamalara son verilmesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) kararları ışığında yargılamanın yenilenmesi, göçmen kaçakçılığının suç olarak tanımlanması ve cezalandırılması, özel hayatın gizliliği ve konut dokunulmazlığı, eleştirme hakkının genişletilmesi gibi konuları da kapsıyor. Kuşkusuz bazı vehimlerin etkisi ile yine eksiklikler var. Özellikle, dernek kurma özgürlüğü ile ilgili kısıtlamalara son verilmemiş, derneklerin yurtdışı temaslarında yabancı dil kullanmaları yasağı devam ettirilmiş. Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nin yargılama yöntemlerinde AİHM standartlarına uygun değişiklikler yapılmamış, işkence ve kötü muamele kapsamında açılacak soruşturma ve yargılamalarda kamu görevlilerine mevcut kanunların sağladığı himaye kaldırılmamıştır.
Uyum yasaları Meclis'te kabul edilebilseydi, paketin bazı yetersizliklerine rağmen. AB'nin geniş ölçüde tatmin edileceği kesindi. Ancak AB'nin bu takdirde dahi bir müzakere tarihi belirleyeceğinden emin olmak zordu, çünkü AB'nin beklentileri sadece yasaların değiştirilmesinden ibaret değil. Geçen nisan ayında yapılan son Ortaklık Konseyi toplantısında, o tarihte dönem başkanı olarak Belçika Dışişleri Bakanı, AB'nin yaklaşımını izah etmiş, en önemli unsurun uygulama olduğunu ısrarla vurgulamıştı. AB çevreleri gerçekten de yasalar ile uygulama alanında büyük bir fark bulunduğunu, yasaların savcılara ve yargıçlara çok geniş yorum ve takdir yetkisi tanıdığını, yargı ve idari yapıda reform yapılmadıkça bireylerin özgürlükler ve insan haklarından tam anlamı ile yararlanamayacaklarını düşünüyorlar. İş bununla da kalmıyor. Belçikalı bakan, aynı konsey toplantısında HADEP'in kapatılması gibi gelişmeler olursa, bunların Kopenhag kriterleri açısından geri adım sayılacağını gizlememiş. Ayrıca Kıbrıs da bakanın gündemindeydi.
Demek oluyor ki, yasaların kabulü Mesut Yılmaz'ın peşinde koştuğu müzakere tarihi saptanmasına büyük bir olasılıkla yetmeyecekti. Ama AB Komisyonu'nun ilerleme raporu olumlu olacaktı. Türkiye'ye daha fazla umut verecekti. Yanılmıyorsam, rapor Türkiye'deki siyasi gelişmeler yüzünden yine de olumsuz olmayacak. AB bekle gör pozisyonunda kalacak, çünkü bugünkü aşamada AB için de asıl sorun seçimlerden sonra ortaya çıkacak siyasi tablodur. Şayet ‘‘kábus senaryoları’’ gerçekleşir, AKP tek başına veya MHP ile birlikte mutlak çoğunluğu elde ederse AB de herhalde defteri kapatır. Aksine merkez sağ ve solun işbirliğine müsait bir tablo çıkarsa, özellikle Kemal Derviş'in ikinci veya üçüncü adam olarak değil, lider olarak kilit politik rol oynayabileceği bir koalisyon kurulabilirse, kaybedilen zamanın süratle telafi edilmesi beklenmelidir. Demokrasilerde tek bir adama odaklanmak iyi bir şey değildir, fakat kritik anlarda halkın güvenine en fazla kim sahipse ona büyük sorumluluk ve rol düşer.
Kasımdaki seçimlerle ilgili tahminler hepimizi ürkütüyor. Eğer sağ uçtaki partiler iktidar tekelini elde ederlerse yalnız AB umudu kaybolmayacak, demokrasinin tıkanması tehlikesi de kapıyı çalabilecektir. Bunu bu geç saatte önlemenin tek çaresi galiba seçim barajını % 5'e indirmektir. Bu yapılırsa, Meclis'e HADEP dahil çok sayıda partinin girmesi bir sakınca yaratır, fakat buna karşın sağ ve sol merkez partilerinin bir araya gelerek bir denge oluşturmaları mümkün olur. Karamsar senaryolar içinde en az zararlısını seçmekten başka çare var mı?
Yazının Devamını Oku 20 Temmuz 2002
<B>YAZ</B> sıcağında kavrulurken bazen de sonbaharı düşünerek titriyoruz. Seçim 3 Kasım'a yetişebilecek mi? Seçime kadar neler olacak? Seçim sonrasında nasıl bir tablo ortaya çıkacak? Demokrasinin önü açılacak mı, yoksa tıkanacak mı? Bütün bu sorunlar zihinleri tırmalıyor. Borsa ve döviz piyasası gibi umut ile umutsuzluk arasında gidip geliyoruz. En büyük kábus da politik kaynaşma ve gelişmelerin rayından iyice çıkarak yeni bir ekonomik ve mali krizi tetiklemesi olasılığıdır. 11 Eylül'ün bizi kurtardığına inananlar bu sefer de ABD'nin Irak'a müdahalesine güveniyorlar. Hep felaketlere veya uluslararası krizlere bel bağlamak sağlıklı olmadığı gibi, gerçekçi de değildir. Hele ABD'nin AB'yi üyelik müzakereleri için tarih vermeye zorlayabileceğini düşünenler sadece kendilerini aldatıyorlar. Türkiye'nin jeopolitik öneminin her derde deva sayılması sonunda büyük düş kırıklığına yol açar.
Genellikle eski gelenekleri olan demokrasilerde seçim olacağı zaman büyük bir travma yaşanmaz. Bir iktidar gider, bir başkası gelir fakat dramatik değişiklikler görülmez. Hayat boyu liderlik yoktur. Ne kadar ünlü olursa olsun bir lider başarısız oldu mu veya kullanım tarihi geçti mi siyaset sahnesinden çekilir. Ekonomik istikrar ve temel ekonomik politikalar seçimlerden etkilenmez. Bu açılardan bakıldığında Türkiye'de demokrasinin bugüne kadar başarılı olduğunu söylemek mümkün değildir. Bazı kısa süren devirler dışında demokrasi Türkiye'de siyasi ve ekonomik istikrarsızlık, ahlaki yozlaşma ve yönetim sorumsuzluğu ile özdeşleşmiştir. Önümüzdeki seçimlerde bu yüzdendir ki yeni simalara veya makyajını çok iyi tazeleyebilen eski simalara umut bağlanmaktadır.
Sonbaharda, iç politika gelişmeleri bir tarafa, Türkiye'yi bekleyen üç büyük sorun var. AB ile ilişkiler, Kıbrıs ve Irak. AB ile ilişkilerde dikkatler, Kopenhag kriterlerine uyum sağlayacak kanunların erken toplantıya çağrılan Meclis'te kabul edilmesine kilitlendi. Bu yoldan üyelik müzakereleri için bir tarih elde edileceği sanılıyor. MHP lideri bu alanda koalisyon ortaklarının muhalefetle işbirliği yapmalarına yeşil ışık yaktı, fakat aynı zamanda idam cezasının kaldırılması, anadil öğrenimi ve anadilde yayın gibi kıstaslar yerine getirilse bile AB'nin bir tarih vermeyeceği uyarısında bulundu. Mehmet Ali İrtemçelik'in hafta başındaki açıklamasında belirttiği gibi Devlet Bahçeli uyarısında haklıdır. AB'nin beklediği reformlar üç konudan ibaret değil, özellikle ifade özgürlüğü ve dernek kurma özgürlüğü alanında uygulamayı kapsayacak reformlar üzerinde de duruluyor. Kıbrıs sorununun AB ile ilişkileri ne şekilde ve ne ölçüde etkileyeceği de bilinmiyor. Bu nedenle Meclis uyum kanunları ile vakit kaybedeceğine, seçimlere kadar yeni bir seçim kanunu ve partiler kanunu çıkartmaya çalışsa daha faydalı bir iş yapmış olur. AB üyeliği bakımından en önemli unsur seçimlerden sonra AB davasına inanmış ve bu davayı ciddi bir biçimde yürütecek bir parlamento çoğunluğunun ortaya çıkmasıdır. Böyle bir sonuca varılırsa kaybedilen vakit çabuk telafi edilir. Aksi takdirde sanal bir tarih sağlanabilse bile ne işe yarar?
Kıbrıs'ta büyük bir olasılıkla sonbahara kadar bir çözüm çerçevesi ortaya çıkmayacak ve Güney Kıbrıs'ın bütün Kıbrıs'ı temsilen AB üyeliğine kabulü gündeme gelecektir. Bunu önlemek için ne yapacağız, önleyemezsek AB ile gerginlik mi yaratacağız, yoksa bir geçici uzlaşma mı arayacağız? Bu opsiyonlar üzerinde Dışişleri Bakanlığı'nın şu sırada hummalı bir çalışma içinde bulunması gerekir. Ancak Bakanlık siyasi direktiften yoksundur.
Irak'a gelince, ABD'nin Saddam'ı devirmek amacıyla nasıl bir strateji uygulayacağı henüz açıklık kazanmadı. Bununla beraber, bir askeri operasyonda Türkiye'den aktif katılım değilse bile, kapsamlı lojistik destek beklentisi içinde olduğu anlaşılıyor. Kısacası Türkiye isabetine inanmadığı bir operasyona geniş destek vermek ve bazı riskler almak durumunda kalabilecek. Ne var ki Türkiye'nin başka türlü hareket etmesine imkán yok. ABD ile stratejik ortaklığının avantajlarından bu kadar yararlandıktan sonra bu ortaklığın gerektirdiği fedakárlığı yüklenmek mecburiyetindeyiz.
Evet, önümüzde çok zor aylar var. Politikacıların büyük sorumluluk ve özveri ile hareket etmeleri gerekiyor. Buna hiç alışık değiliz, fakat belki bu sefer bizi şaşırtırlar.
Yazının Devamını Oku 13 Temmuz 2002
<B>ECEVİTLER'</B>in psiko-dramındaki son perde inerken çok kırılgan bir siyasi çizgide zar zor tutunmaya çalışan Türkiye de önünü göremez oldu. Ortada dolaşan, bazıları fantezi niteliğindeki spekülasyonların bolluğu, ilerisi için gerçekçi ve geçerli bir tahminde bulunmanın imkánsızlığını kanıtlıyor. Ecevit, inatçı karakteri, iktidar hırsı, kibar görünümü altındaki despotizm tutkusu ile kendi kurduğu partiyi yok etme pahasına son siyasi kumarını oynamaktan kaçınmadı. Şükrü Sina Gürel'in Başbakan Yardımcılığı'na atanması ise AB üyeliği davasına hiçbir zaman gerçekten inanmadığının en güzel delilini oluşturdu. Bu arada her zamanki gibi ülke ekonomisini unutuverdi ve daha önce kaybettirdiği yüz milyardan fazla dolara birkaç milyon daha ekledi. Tarihin Ecevit hakkında nasıl hüküm vereceğini bilemem ama, herhalde ülkesine en pahalıya mal olmuş ünlüler arasında yer alacağı muhakkak. Neden olduğu zararları ödemek için birkaç kuşak refahını feda edecek. Ecevit'in ülkeye hiç hizmeti yok demek istemiyorum. 1974'teki Kıbrıs müdahalesi unutulmamalıdır. Ne yazık ki o zaman gösterdiği iradeyi daha sonra siyasi bir çözüm bulmak için kullanmadı. Ecevit'in bir iyiliği daha hatırlanmalıdır: 2001 yılında geniş ölçüde kendi tahrik ettiği ekonomik kriz sırasında Kemal Derviş'i çağırması. Derviş olmasaydı Türkiye'nin Arjantin'in akıbetine uğraması işten değildi. Umarım, son darbesi ile Ecevit, Türkiye'yi yine aynı tehlikenin eşiğine getirmemiştir.
* * *
Neyse, Ecevitler şu veya bu şekilde tarihe mal oldular. Artık bundan sonrasını düşünmek lazım. Önümüzdeki birkaç ay içinde seçimler olacak. O kadar umut bağlanan seçim sistemi ve Siyasi Partiler Kanunu değişikliklerinin bu sürede gerçekleşmesi olası gözükmüyor. Liderler sultasına ve körü körüne partizanlığa prim veren koşullar devam edecek ve belki de bugünkünden bile daha kötü bir siyasi tablo ortaya çıkacak. İşin vahim tarafı, siyasi belirsizlik içinde bocalayan bir Türkiye, Kıbrıs ve Irak konularında çok ciddi kararlar almak zorunluluğunda kalacak. Bu kararlar nasıl alınacak, belli değil.
Seçim sonrası üzerinde durulurken, Meclis'te halen temsil edilen partilerden hiçbiri umut vermiyor. Tayyip Erdoğan hariç diğerlerinin liderleri bol bol denendi. Mesut Yılmaz son zamanlarda harika konuşmalar yapıyor, fakat onun söylemleri ile bir yere varılamayacağını gayet iyi biliyoruz. AB davasına iş işten geçtikten sonra seçim kaygısı ile sarıldı. Tansu Çiller'i dünyanın en iyi niyeti ile bile ikna edici bulmak imkánsız. Devlet Bahçeli ve partisi Türkiye'nin AB üyeliğini insafsızca engellediler. Temsil ettikleri siyasi zihniyet Türkiye'yi inzivaya ve gerilemeye götürür. Tayyip Erdoğan'a gelince, evet denenmedi, söylemleri çok liberal, fakat onu bir başbakan olarak tasavvur etmek çok zor. Bu çağın ve Türkiye'yi bekleyen sınavların ve fırsatların adamı olduğu izlenimini vermiyor. Bu genel çerçevede umutların İsmail Cem ve Kemal Derviş'e kilitlenmesi sebepsiz değildir. Şimdi ikisi de aynı çatı altında buluşmaya karar verdiler.
* * *
İsmail Cem'in kukusuz birçok meziyeti var. Uzlaşıcı ve yapıcı bir karaktere sahip. Türkiye'yi iyi temsil ediyordu. Fakat lider olabilir mi? Liderlikte başlıca aranan vasıf karar verebilme yeteneğidir. Bu yetenek kendisinde var mı yok mu, bilemiyorum. Daha çok usta bir taktisyen olduğu intibaındayım. Medyanın hayranlığını kazanmak hünerine de diyecek hiçbir şey yok. Ne var ki Dışişleri Bakanlığı'nda Türkiye'nin temel dış sorunlarını çözmek için büyük bir gayret sarf ettiği ve bu uğurda iç politikada risk aldığı söylenemez. Risk alabilmek de devlet adamlığının gereğidir.
Kemal Derviş istisnai yeteneklere sahip. Uluslararası alanda da büyük beğeni toplayan bir isim. Karizmatik bir kişiliği var. Karar ve risk almasını biliyor. Beni tek şaşırtan tarafı solcu söylemi, çünkü güttüğü ekonomik politikanın solculukla en ufak bir ilgisi yok. Aksine ister istemez büyüme aşamasına gelinceye kadar sosyal çarpıklıklara ve haksızlıklara yol açan bir politika. Sosyal vicdanlı bir liberal olması takdir edilmelidir, fakat bu mutlaka sol bir siyasi oluşumu seçmesini gerektirmezdi. Mehmet Ali Bayar'ın dediği gibi, ‘‘merkez’’ tek bir şemsiye altında buluşabilirse mesele yok, aksi takdirde Derviş'in Türk solunun geleneksel saray entrikaları ve jakobenizm tutkusuna uyum sağlaması kolay olmayacaktır.
Yazının Devamını Oku 6 Temmuz 2002
<B>GEÇEN</B> hafta <B>Richard Holbrooke</B> İstanbul'daydı. Koç Üniversitesi'nin diploma töreninde konuşmak üzere gelmişti. Gerek bu konuşmasında gerek özel sohbetlerde söyledikleri üzerinde durmaya değer; çünkü Bosna'nın statüsünü saptayan anlaşmanın mimarı olarak tanınan Holbrooke, Türkiye-AB ilişkilerinde ve Kıbrıs'ta çözüm arayışlarında da oldukça önemli rol oynamış ünlü bir diplomattır. Bonn'da büyükelçi olduğu devirde Helmut Kohl'ü Türkiye'nin AB üyeliğini desteklemeye ikna için uğraşmış, fakat başaramamış. 1997-98 yıllarında ise Başkan Clinton'ın Kıbrıs Özel Temsilciliği görevinde bulunmuş. O tarihlerde bir çözüme çok yaklaşıldığını fakat Cumhurbaşkanı Denktaş'ın bunu son dakikada engellediğini düşünüyor. Tabii bu kendi kanaati ve bildiğim kadarıyla haklı olduğu söylenemez. Fakat Başbakan Ecevit'in 1974'ten beri Kıbrıs konusundaki söyleminin hiç değişmediğini belirttiği zaman kendisine hak vermemek zor.
* * *
Holbrooke, Amerikan diplomatlarının çoğu gibi Türkiye'ye sırf jeopolitik açıdan yaklaşıyor. Soğuk savaş sonrasında Türkiye'nin bir ‘‘ön cephe’’ ülkesi haline geldiğini, 11 Eylül'den sonra bu işlevinin daha da arttığını ve bu yüzden Türkiye AB'ye ne kadar muhtaçsa, AB'nin de aynı derecede Türkiye'ye muhtaç olduğunu vurguluyor. AB üyeliğinin Türkiye'nin istikbali için tek geçerli proje olduğunda ısrarlı. Aynı zamanda Kıbrıs sorununun AB üyeliği için kilit öğe oluşturduğuna inanıyor. Ona göre, Kıbrıs meselesi önümüzdeki aylarda çözüm yoluna girerse, diğer konulardaki güçlüklere rağmen, Türkiye müzakereler için AB'den tarih elde edebilir. Bu yaklaşımın geniş ölçüde AB tarafından da paylaşıldığı Brüksel'den gelen mesajlardan sezinleniyor. AB kuşkusuz Kopenhag siyasi kriterlerinden vazgeçmeyecek, fakat Kıbrıs'ta ilerleme olursa takvim konusunda daha esnek ve yapıcı bir tutum içine girebilecek.
Geçen cumartesi ‘‘Elveda Avrupa’’ başlıklı yazımda AB treninin artık kaçtığı sonucuna vardığımı ifade etmiştim. Bu inancım değişmedi, aksine hafta içindeki çalkantılardan sonra daha da kuvvetlendi. Ecevit kalsın veya gitsin, bugünkü hükümetten herhangi bir alanda olumlu icraat beklemek hayaldir. Ancak AB üyeliğini bir tarafa bıraksak bile, Kıbrıs sorununun çözümünü ihmal etmemek gerektiğine kaniyim. Nedenini izah edeyim:
* * *
Güney Kıbrıs 2002 yılı sonunda üyelik müzakerelerini sonuçlandıracak ve AB Konseyi üyeliğini karara bağlayacak. Avrupa Parlamentosu'nun ve üye ülkelerin parlamentolarının onay işlemleri 2004 yılına kadar sürecekse de bu alanda bir güçlük beklenemez. Dolayısıyla bu yılın sonunda, üyelik, Güney Kıbrıs'ın cebinde bulunacak. Bu aşamada iki taraf arasında müzakereler devam etse bile Türkiye'nin ve KKTC'nin şimdiki kozlarının önemli bir kısmını kaybedeceklerini söylemek yanlış olmayacaktır. Büyük olasılıkla çözümsüzlük devam edecektir. Oysa çözülmemiş ihtilafların birdenbire ne kadar tehlikeli durumlara yol açabileceğinin somut örneklerini Filistin'de ve Keşmir'de görüyoruz. Kıbrıs'ta tırmanma aynı ölçüde olmazsa da Yunanistan gibi Türkiye de devamlı bir askeri konfrontasyon riskini hesaba katmak zorunluluğunda kalacak. Böyle devamlı bir konfrontasyon ortamının, ekonomisi neredeyse iflas noktasına gelmiş olan Türkiye için ne kadar ağır bir yük teşkil edeceği kimsenin gözünden kaçmamalıdır.
* * *
Diğer taraftan Güney Kıbrıs, AB üyesi olur olmaz Kıbrıslı Türklerin önemli bir kısmının AB'nin ayrıcalıklarından yararlanmak amacıyla Kıbrıs pasaportu almaları ve Kuzey Kıbrıs'ın nüfusunun küçülmesi beklenmelidir. Bazılarına göre bunun pek zararı olmaz, nasıl olsa Türkiye'den göçlerle toplam nüfusun azalması telafi edilebilir. Bu bir hal çaresi değildir; çünkü Kıbrıs Türklüğünden soyutlanmış bir Kıbrıs davası düşünülemez. Kaldı ki KKTC'nin sistematik bir şekilde Türkiyeli Türklerle iskán edilmesi birtakım hukuki sıkıntılara yol açar. 1994 Cenevre Sözleşmesi ve Uluslararası Ceza Mahkemesi'ni kuran Roma Antlaşması bu bağlamda dikkatle incelenmelidir.
Evet, AB unutulsa bile Kıbrıs sorununu çözmeye çalışmakta sayılamayacak kadar milli yarar vardır. Biliyorum, Ankara tutumunu değiştirmeyecek; fakat bizim işimiz uyarmak değil mi?
Yazının Devamını Oku 29 Haziran 2002
<B>BAZEN,</B> ne kadar hazin ve üzücü olursa olsun gerçeklere acımasızca bakmalıyız. Bu köşede, uzun zamandan beri özlediğimiz liberal demokrasi, refah, sosyal içerikli pazar ekonomisi, müdahaleciden çok düzenleyici ve bireye dönük devlet, çağdaş bir hukuk anlayışı ve politik zihniyet, toplumsal barış ve uzlaşma gibi hedeflere ancak AB üyeliği sayesinde varabileceğimizi savunmaktaydım. 1999 AB Helsinki Zirvesi'nin Türkiye için tarihi bir fırsat olduğuna inanmıştım. Bugün ise bu fırsatın kaçtığını içimize sindirmek gerektiğini düşünüyorum. Zaten, Dışişleri Bakanı da, Sevilla Zirvesi'nde üyelik için müzakere tarihi açısından olumlu bir karar alındığı yolunda birdenbire ortaya yayılan aşırı iyimser haberleri doğrulamadı. Aksine, bugünkü hükümetle müzakereleri ertelemekten başka çare kalmadığını zimnen ifade etti. Erteleme bir çare mi? Bence değil. Artık gittikçe daha az inandırıcı olan adaylık statüsünün devam ettirilmesinin faydadan ziyade zarar getireceğini zannediyorum. Kesin bir karar alıp bu defteri kapatmalıyız.
Bu radikal sonuca varmamın nedenleri pek çok. Burada sadece birkaç tanesine temas edeceğim. Her şeyden önce AB üyeliği gibi büyük bir projeyi hayata geçirebilecek siyasi iradeye sahip bir hükümet yıllardan beri mevcut değil. Bugünkü felçli hükümetle ise ileriye gidilemez, olsa olsa geriye gidilir ve gidiliyor. Üstelik seçim yapılsa dahi Türkiye'nin daha iç açıcı bir siyasi tabloya kavuşacağı hiç değilse bu aşamada olası görünmüyor.
Bu hükümetin en büyük hatalarından biri Helsinki Zirvesi sonucunu iyi değerlendirmemiş olmasıdır. Kopenhag kriterlerinin kanunlarda kısmen özlü kısmen de kozmetik değişikliklerle savuşturulabileceği sanılmış, uygulamaya önem verilmemiştir. Haftalardan beri ölüm cezasının kaldırılması, anadilde yayın ve anadil öğrenimi gibi konularda AB şu veya bu şekilde tatmin edilirse önümüzdeki Kopenhag Zirvesi'nde üyelik müzakereleri için bir tarih elde edilebileceği hayali ile avunulmuştur. Farz edelim böyle bir netice alındı, yine saptanan tarihte müzakerelere geçmek için kriterleri karşılamak gerekmeyecek miydi? Yine bir adım ileri, bir adım geri atmayacak mıydık? Kaldı ki Kopenhag kriterleri açısından mesele, hiçbir zaman etrafında dönüp durduğumuz bu üç konudan ibaret değildi. Düşünceyi ifade özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü AB'nin üzerinde hassasiyetle durduğu ve bizim sözünü etmediğimiz konulardır. Ayrıca AB, kanunların içeriği kadar uygulamasını da dikkatle izliyor. İngiliz Parlamentosu Dışişleri Komitesi'nin geçen nisanda yayımladığı ve birçok yönleri ile Türkiye'nin üyeliğine olumlu bakan raporunda uygulama sorunu bakın nasıl özetlenmiş: ‘‘Türk yargısının ve kanun uygulayıcılarının zihniyet ve davranışlarında temelli bir değişiklik olmadan Türkiye'nin ifade özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü konusunda Kopenhag kriterlerini karşılayamayacağı sonucuna vardık.’’ AB Komisyonu'nun genişlemeden sorumlu üyesi Verheugen de geçen hafta aynı şeyleri söyledi. Demek oluyor ki, yanlış bir varsayımdan hareketle kendimize sanal bir hedef seçtik.
Ya Kıbrıs meselesi? Kıbrıs çözümlenmeden AB ile üyelik müzakerelerine başlanabilir mi, başlanamaz mı tartışması lüzumsuzdur. Çünkü sorun bu yıl sonunda Kıbrıs'ın çözüm olmasa dahi AB'ye üye kabul edilip edilmeyeceğidir. Edilirse bunun Türkiye'nin üyelik müzakerelerini olumsuz etkileyeceğinden kimsenin şüphesi var mı? 1990'dan beri mevcut olan bu sorunu bir türlü doğru teşhis edemedik. Kıbrıs'ta bir çözümü kendi lehimize bir koz haline getireceğimize, bir engel haline getirmek için elimizden geleni yaptık. Ve devam ediyoruz. Daha geçenlerde AB karşıtlığı ile ün salmış bir devlet bakanımız Avrupa Parlamentosu'na gönderildi. O da vazifesini yerine getirdi ve Cumhurbaşkanı Denktaş'ın müzakere pozisyonu ile ters düşen güzel bir konuşma yaptı. Avrupa parlamenterlerini dehşet içinde bırakmayı becerdiğine eminim. Bu tutarsızlıklarla mı AB'ye gireceğiz?
Evet, AB defterini kapatmak zamanı gelmiştir. Enerjimizi bu dava ile tüketmeyelim. Daha olmazsa on yıldan beri yaptığımızı yapar, ekonomik küçülmeyi sürdürür, bir politik ve ekonomik krizden diğerine sürüklenir, demokrasiyi yozlaştırmaya devam ederiz. Gelecek kuşaklar düşünsün! Bizden sonrası tufan!
Yazının Devamını Oku 22 Haziran 2002
<B>BUGÜN</B> küreselleşme sürecindeki dünyada ekonomik büyümenin başlıca motoru bilim ve teknolojidir. Dolayısıyla başarının temelinde eğitim yatar. İnsana yapılan yatırım artık en değerli yatırım haline gelmiştir. Hindistan'a bakın, bizden bir hayli daha fakir bir ülke, fakat bilim ve teknoloji dallarında eğitime verdiği öncelik sayesinde özellikle enformasyon teknolojisinde ön ligde koşmaya başladı. İsrail'in de yıllardan beri aynı yönde büyük hamleler kat ettiğini bildiğim için geçen hafta Tel Aviv'de bulunmamdan yararlanarak bazı ek bilgiler topladım. İsrail, kendisine hasım bir ortam içinde yaşadığından ilk önce tarımda ve savunma teknolojisinde ilerleme sağlamış. Son 20 yıl içinde ise tarım ve düşük teknolojiye dayalı bir ekonomiden yüksek teknoloji üreten ve ihraç eden bir ülke olmuş. Yüksek teknoloji sektörünün GSMH'deki payı % 15'e yükselmiş, bu sektörün ihracatı 10 yılda 2.5 milyardan 13 milyara çıkmış. Bu sonucu elde edebilmek için Araştırma ve Geliştirme'ye (AR-GE) GSMH'nin % 3.9'unu tahsis ediyor.
Türkiye'de AR-GE hiçbir zaman gündemde ağırlıklı olmamıştır. Bundan 20 yıl kadar önce Türkiye'yi iyi bilen bir Amerikalı işadamı bana, ‘‘Siz dinamik bir ülkesiniz, fakat AR-GE'ye önem vermediğiniz için tökezlemeye mahkûmsunuz’’ demişti. Ne kadar haklıymış! Araştırmayı bir tarafa bırakalım, eğitime milli gelirden ayırdığımız pay bile % 2 civarında. Avrupa Birliği çevrelerinde bize yöneltilen eleştirilerden önemli biri de eğitim alanındaki zaafımız ve eğitim sistemimizin kritik tahlil ve yaratıcılık yeteneklerinin geliştirilmesini engelleyen ezberci niteliğidir.
* * *
Türkiye'de eğitim politikasının bir türlü yerine oturamadığı bir gerçektir. Bugünkü politik, ekonomik ve sosyal çalkantılarda eğitimin yozlaşmasının etkisi büyüktür. Yargıda, öğretim kadrolarında, bürokraside ve politikada yetersiz ve yüzeysel eğitimin izleri sık sık görülüyor. Düşünceyi kısıtlayan, onu zihni kıskaçlar içinde tutan, insanlara kalıp düşünceler aşılayan, her şeyi ak ve kara şeklinde görmeye alıştıran bir eğitim sistemimiz var. Genellikle yabancı dil bilgisi eksikliği acıklıdır. Sözcük fakiri haline gelen Türkçe ise artık düşünce ve ifade kıvraklığına ve nüanslara imkán tanımamaktadır. Gençlerin 30-40 yıl önce yazılanları anlamasına olanak vermeyen bir dil olur mu?
* * *
Prensip açısından doğru olan 8 yıllık zorunlu eğitim yasasının da ne yazık ki olumsuz birçok yan etkileri göz ardı edildi. İmam hatip okulları ile aynı uygulamaya tabi tutulan meslek okullarına darbe vuruldu. Bir başka hata da, yüz yıldan fazla bir süreden beri ülkemize paha biçilmez bir eğitim ve kültür hizmeti veren yabancı okulların orta kısımlarının lağvedilmesi olmuştur. Oysa bu okullar, üniversiteye giriş sınavlarında başından beri % 80'in, bazen de % 90'ın üstünde bir başarı kazanmakta ve disiplinli eğitim yöntemleri ile her yıl Türkiye'ye seçkin aydınlar yetiştirmekteydiler. Çok daha pahalı fakat başarısız bazı özel okulların varlığı göz önünde tutulursa, yabancı okulların öğrencilerini bir mutlu azınlık gibi görmek haksızlık olur. Şimdi ise, Milli Eğitim Bakanlığı bu okullardaki yabancı dil hazırlık sınıflarını ve yabancı dilde verilen bilim derslerini kaldırmaya hazırlanıyor. Avrupa Birliği'ne üyelik sürecinde bulunan ülkemiz için bundan daha büyük bir çelişki olamaz. Gençlerimizi AB içinde rekabete hazırlayacağımıza onları içe kapanık bir kültüre mahkûm edeceğiz. Süper liselerde hiçbir ders artık yabancı dilde okutulmadığından başarı düzeyinin gittikçe düştüğünü fark etmiyor muyuz? Bağnaz yaklaşımlar ve yazboz politikası ile daha önce Köy Enstitüleri, Öğretmen Liseleri ve Gazi Eğitim Enstitüleri kapatılmıştı, onların işlevlerini üniversiteye nakletmek bir çare olmamıştı ve bu irfan yuvaları heba edilmişti.
* * *
Daha sekiz yıl zorunlu eğitim yerine oturmadan bu sefer de 12 yıllık eğitime geçiş planlanıyor. Ailelerin çoğu halen 8 yıllık eğitimin yüküne bile katlanamıyorlar, eğitim süresi 12 yıla çıkarsa büsbütün perişan olacaklar. 12 yıllık zorunlu eğitim için bugünkü ekonomik koşullarda ek kaynaklar nasıl bulunacak, o da belli değil. Her şeyi aceleye getirmekten, gerçeklere uymayan hedefler peşinde koşmaktan, sonra da pişmanlık duymaktan ne zaman vazgeçeceğiz? Galiba bu soruyu kendimize yarım asırdır soruyoruz!
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2002
<B>DEVLETLERİN </B>yaşamlarında başarı kazanmak kadar onu perçinlemek ve geri dönülmez hale getirmek de önemlidir. Devlet adamı her zaman birinci aşamadan sonra ikinci aşamayı da görebilmelidir. Türkiye'nin tarihinde bunun en güzel örneğini Atatürk'ün verdiğini hatırlamalıyız. Atatürk Yunanlılara karşı kazandığı zaferden hemen sonra bu zaferi uluslararası alanda tescil ettirmeye öncelik vermişti. Lozan'da bütün amaçlarına hemen varamayacağını görünce de ‘‘En iyi, iyinin düşmanıdır’’ şeklinde Talleyrand'ın tarif ettiği diplomasinin altın kuralını uygulayarak bir uzlaşmaya razı olmuş, Musul ve Hatay sorunlarının ertelenmesini ve beklentilerini tam karşılamayan bir Boğazlar Sözleşmesi'ni kabul etmişti. Şartlar müsait olmadığından Musul davasını kaybedince arkasına bakmamış, daha elverişli koşullar bulunca ilk önce Boğazlar meselesini halletmiş ve daha sonra Hatay sorununun çözümlenmesi için gerekli ortamı yaratmıştı.
Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu da 1959 Zürih ve Londra Antlaşmaları'nın müzakeresi sırasında Garanti Antlaşması'nda ısrar ederek uzak görüşlülükle hareket etmişlerdi. İkinci olası bir aşamayı öngörebilmişlerdi. 1963'te Kıbrıs Türklerine karşı Rum saldırıları başlayınca Türkiye'deki iç çalkantılar ve ordunun hazır olmaması yüzünden antlaşma uygulanamamış, fakat 1974'teki ENOSİS teşebbüsünden sonra yapılan başarılı müdahale ile Kıbrıs'ta Türkiye'nin ve Kıbrıs Türklerinin çok lehine bir fiili durum yaratılabilmiştir. Ne yazık ki o tarihte devleti yönetenler ikinci aşamayı unuttular, bir büyük askeri zaferi sıcağı sıcağına bir politik ve diplomatik başarıya çeviremediler. Oysa süratle bir çözüme vararak aynı anda Avrupa Birliği'ne üyelik sürecini başlatmak mümkündü. Biz zaferimizi değerlendiremezken gerçek bir devlet adamı olan Karamanlis Yunanistan'ın muazzam askeri hezimetini büyük bir diplomatik zafere dönüştürmekte gecikmedi ve ülkesine AB üyeliğinin yolunu açtı. 1999 Helsinki Zirvesi'nden sonra ise Ankara'daki inanılmaz vakit kaybı ve kavram kargaşası Güney Kıbrıs'ın tek başına AB'ye üye olmasını çok kolaylaştırdı. Hálá Kıbrıs sorunu AB kriterleri arasında değildir gibi semantik iddialarla oyalanıyoruz.
Güneydoğu'daki teröre karşı etkin mücadele ve terörün en şiddetli devrinde bile toplumsal gerginlik ve çatışma olmaması Türkiye için yine bir büyük başarıydı. Öcalan'ın yakalanması ve yargılanması toplumsal dayanışma ve beraber yaşama iradesini büsbütün kuvvetlendirdi. Artık daha çok bazı psikolojik ve sembolik davranışlarla Kürt meselesini geride bırakmak fırsatı doğdu. AB'nin bizden istediği de bundan ibaretti. İdam cezasının yasaklanması zaten daha önce de Türkiye'nin gündemindeydi. Konu sürüncemede bırakıldığı için sonunda müzminleşti. Anadilde yayın ve anadilin öğrenimi ile ilgili yasakların kaldırılması ise fiili durumda büyük bir değişiklik yapacak nitelikte sayılamaz. Bunların kabulünün getireceği risk, bunların reddinin yaratacağı burukluk ve düş kırıklığının oluşturabileceği riskten çok daha azdır. Uzlaşma ortamının zedelenmesi ancak şiddet taraftarlarının ve radikal uçların işine yarar. İşi sadece bir AB kriteri gibi algılamak yanlıştır.
AB üyeliğine gelince, Helsinki Zirvesi'nden sonra yaptığımız hatalar sayılmakla bitmez. Bütün aday ülkeler AB üyesi ülkelerin hükümetlerini, parlamentolarını, medyasını ve AB kurumlarını etkilemek için gece gündüz lobi yaparken biz adeta bir lakaytlik içinde gözüktük. Birçok üye devletle lüzumsuz sürtüşmelere giriştik. İnanılmaz vakit kaybettik. İş bununla da kalmadı. Hükümetimiz hiçbir zaman AB üyeliğinin Türkiye için ne demek olduğunu Türk kamuoyuna anlatmak zahmetine bile girişmedi, onu aydınlatmadı. 2001 yılındaki ekonomik çöküntü karşısında AB üyeliği yolunda ilerlemediğimiz takdirde hem ekonomik büyümenin ve hem de bunun sonucu olarak ülke güvenliğinin tehlikeye düşeceği gerçeğini hükümetin nihayet kavraması beklenirdi. O da olmadı. Bu yıl sonunda AB'den üyelik müzakereleri için tarih alınabileceği beklentisinin de hiçbir dayanağı yoktu. Buna rağmen sonu çok büyük bir ihtimalle hüsranla bitecek olan böyle bir hedefe kilitlendik.
İnsan yaşamında olduğu gibi, devletlerin yaşamında da kaybedilen zamanı telafi etmek çok zordur, hele geçmiş tecrübelerden bir türlü ders alınmazsa.
Yazının Devamını Oku 8 Haziran 2002
<B>1999'</B>dan beri işbaşında olan koalisyonun bugüne kadar dağılmamış olması bir başarı sayılabilir. Bu koalisyonun rekor düzeyde kanun çıkarmış olması da sürekli övülüyor. Fakat madalyonun öbür yüzünün, son zamanlarda gittikçe daha ağır bastığını görmekteyiz. 57'nci hükümetin performansı hakkındaki algılama ne olursa olsun, 3 yıldan beri ülke üzerinde bir uğursuzluk bulutu dolaştığı inkár edilemez. 1999'da ekonominin kötü gitmesi büyük ölçüde deprem felaketinin sonucuydu. Fakat 2000 yılından itibaren bir yıl sonraki ekonomik depremi hazırlayan yanlış bir politikaya saplanıldı. 2001 yılında ise inanılmaz bir sorumsuzlukla cumhuriyet tarihinin en vahim ekonomik krizi tetiklendi. Bu krizin bedelini borç, işsizlik ve yatırımsızlık şeklinde gelecek kuşaklar uzun yıllar ödeyecekler. Kısacası, Türkiye'nin istikbali ağır bir ipotek altına sokulmuştur.
* * *
Bu üç yıl zarfında talih Türkiye'ye hiç göz kırpmadı denemez. 1999 yılı sonundaki Helsinki Zirvesi, Türkiye'ye 40 yıldan beri zorladığı AB üyeliğinin kapısını açtı. Ne yazık ki koalisyonun vizyonsuzluğu ve bünyesindeki çelişkiler bu fırsatın değerlendirilmesini köstekledi ve çok zaman kaybedildi. Özellikle koalisyonu oluşturan partilerden birinin AB'yi bir türlü içine sindirememesi, üyelik sürecini devamlı olumsuz etkiledi. AB ile ilişkilerin en kritik döneminde, Başbakan'ın bir süreden beri devam eden hastalığı yüzünden operasyonel olmaktan çıkması ise bir başka şanssızlıktı.
Başbakan'ın hastalığından bahsetmek, ona karşı haksızlık veya saygısızlık değildir. Başbakan hem hastadır ve hem de yaşı çok ilerlemiştir. Sırf yaşlılık bile bugün süratle değişen ve küreselleşen dünyada bir handikap sayılıyor. Gelişmiş demokratik ülkelerin çoğunda genç liderlerin prim yapması boşuna değildir. Unutmamak gerekir ki, yaşlılık bir psikolojik değişimi de beraberinde getirir. Yaşlı insanlar istikbale kolay kolay odaklanamazlar, genellikle daha benmerkezci olurlar. Ecevit üstelik çalışma gücünü ve hafızasını zayıflatan bir hastalıkla maluldür ve çok çelimsiz görünmektedir. Rahatsızlığı kişisel olduğu kadar Türkiye için bir dramdır; çünkü yaşlılığına rağmen sağlığı yerinde olsaydı, 2004 veya hiç değilse 2003 yılının ortalarına kadar görevinde aktif olarak kalabilmesi bugünkü siyasal koşullar altında Türkiye için yine de daha hayırlı olacaktı.
* * *
Türkiye, AB ile randevusunu kaçırmak üzeredir. Bu satırları yazarken Cumhurbaşkanı'nın başkanlığındaki zirvenin nasıl sonuçlanacağını bilmiyorum, fakat Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli'nin pazartesi günkü çıkışının zirvenin içini boşalttığını düşünmekten kendimi alamıyorum. Toplantıda uyumlu davransa bile iş uygulamaya gelince eski pozisyonuna dönmesi olasılığı kuvvetli görünüyor. 175 kuruluşu bir araya getiren sivil toplum platformunun çağrısına kulak vereceğini sanmam. Kendimizi aldatmayalım. Yıl sonuna kadar AB'den üyelik müzakereleri için kesin tarih alamayız. Engeller çok.
Bahçeli'nin bütün söylediklerini burada irdeleyecek değilim. Aslında MHP liderini bir ölçüde anlıyorum. Avrupa'yı zannederim pek tanımıyor. Avrupa'nın AB sayesinde nereden nereye geldiğini iyi algılamadığı hissediliyor. Politik felsefesi, AB değerlerini ve kıstaslarını benimsemesine engel. Bu nedenle AB üyeliğinde ısrar edenleri Türkiye'nin çıkarlarına aykırı hareket etmekle suçlamak hakkını kendinde görebiliyor. Hangi ülkenin ulusal çıkarları AB üyeliğinden zarar görmüş, hangisinin bütünlüğüne halel gelmiş, hangisinin üyelikten önceki devlet yapısı temelde değişmiş, bu sorulara cevap aramıyor. Asıl bir soruyu daha kendisine sorması lazım. Tam üyeliği hedef olarak belirleyen Ortaklık Anlaşması'nı imzalayan İsmet İnönü de mi ülke çıkarlarını göz ardı etmişti? Bahçeli tabii bir endişesinde haklı. AB üyeliği bugünkü MHP'nin çıkarları ile gerçekten çatışıyor. Değil üyelik, fakat üyelik sürecinde ilerleme bile partiyi çaresiz zayıflatacaktır.
* * *
Evet, talihsiz yıllara bir mucize olmazsa, galiba 2002 yılı da eklenecek. Yerleşmiş siyasi partilerin kendilerini yenilemeleri mümkün olmadığına göre, 2001 yılı için umudumuz yeni politik simalara ve oluşumlara endekslenecek.
Yazının Devamını Oku