2 Şubat 2002
<B>‘‘BENDEN </B>bir sayfa içinde Türkiye'deki ekonomik ve politik durumu ivedi olarak özetlememi istiyorsunuz. Türkiye gibi çok boyutlu, çetrefil, irdelenmesi son derece zor sorunları olan bir ülke için bunu yapmak o kadar kolay değil. Yine de deneyeceğim.
***
Her şeyden önce şunu belirteyim ki, Türkiye'nin çok değişik bir psikolojik ortamı var. Karamsarlık ve iyimserlik başdöndürücü bir süratle birbirini izliyor. Bunun en güzel örneği ekonomi. Birkaç hafta öncesine kadar ekonomik durum hakkında olabileceği kadar iç karartıcı gözlemler ve yorumlar vardı. Şimdi ise ekonomistler neredeyse Türkiye'nin köşeyi döndüğünde mutabıklar. Peki köklü bir değişiklik mi oldu? Hayır. 2001 yılında yaklaşık % 8 oranında bir küçülme yaşandı. Nüfusu süratle artan bir ülkede bu muazzam bir gerilemedir. Yüz binlerce kişi işsiz kaldı. Birçok banka battı, üretimde fazla bir kıpırdanma yok, fakirlik gittikçe yayılıyor. Ne var ki bu daralma yüzünden Türk Lirası, dolar karşısında değerlenince ve IMF yeni bir kredi açmaya razı olunca yüzler güldü ve bir başarı psikozu ortalığı kapladı. Bu arada Türkiye'nin toplam kamu borç yükü de milli gelirine eşitleniverdi.
***
Ekonominin yönetiminde ciddi sıkıntılar var. Bugün Türkiye'nin dünyadaki kartviziti Kemal Derviş'tir. Onun kredibilitesi, ürettiği programlar ve başını çektiği reformlar olmasa Türkiye uluslararası destekten yoksun kalır ve çok daha vahim bir krize sürüklenirdi. 11 Eylül Türkiye'yi kurtaramazdı. Ne var ki Derviş olabileceği kadar zor şartlar altında çalışıyor. Koalisyon ortağı MHP kendisi ile devamlı uğraşıyor. Bu partinin lideri geçenlerde Derviş hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, büyük bir cömertlikle ‘gayretli' demekle yetindi! Daha kendisini ispat etmesi gerektiğini düşündüğü anlaşılıyor. Kara mizah gibi değil mi? Derviş bir istifa etse Türk ekonomisinin büyük yara alacağı idrak edilemiyor.
***
Siyasi duruma gelince, koalisyon ortakları her ne pahasına olursa olsun 2004 yılından önce seçimi önlemek konusunda tam bir dayanışma halindeler. Bu nedenle asgari müştereklerde anlaşmaya mahkûmlar. Her parti kendi siyasi felsefesinden koalisyonun devamı için ödün vermeye hazır. Demokratikleşme yolunda reformlara en muhalif olan MHP, özellikle bu denklemden istifade ediyor. AB'ye sunulan Ulusal Program'ın rahatlıkla içini boşaltmayı başarıyor. Demokratikleşme paketi içinde yer alan bazı kanun tasarılarını, hatta özgürlüklerin daha da sınırlandırılması yolunda değiştirmek istedi. Dışişleri Bakanı geçen yılın başında Türkiye'nin 2001 yılı içinde AB ile üyelik müzakerelerine başlaması gerektiğini söyleyip duruyordu. Şimdi hedef 2002 yılında müzakerelere başlamak. Koalisyonun şimdiki kompozisyonu ile bana imkánsız gibi geliyor. AB'ye muhalefet eden partilerin de kendilerine göre bir mantığı var. AB üyesi bir Türkiye'de politik geçerliliklerinin kalmayacağının farkındalar. Koalisyonda AB üyeliğini en çok destekleyen parti ANAP. Onun bütün söylemleri ve dürtüleri isabetli, fakat kararlı bir davranış içine bir türlü giremiyor. İnandırıcılığı hiç yok.
***
Dış politika alanında son iki hafta süresince Başbakan Ecevit'in Washington'a yaptığı ziyaretin yansımaları gündemi kapladı. Washington görüşmeleri gerçekte beklendiği gibi geçti. Ekonomik alanda hemen somut bir sonuç alınamadı, zaten alınmasına da imkán yoktu. Türkiye'nin ABD'ye ihracatının artırılması için ileri sürülen çeşitli önerilerin boyutu çok büyütüldü. Oysa Türkiye'nin bütün istekleri kabul edilse, ihracat bir milyar dolar kadar artacaktı. Her nedense Türkler dış ticarette en büyük paratonerlerinin Avrupa olduğunu hep unutuyorlar. Bütün gözler Amerika'ya çevrilmiş bulunuyor. Başbakan'ın Washington'da büyük bir ekonomik başarı kazandığı efsanesi yaratıldı.
***
Irak'tan ve Kıbrıs'tan da bahsetmek istiyordum. Fakat bir sayfa bitti. Kısaca, Irak konusunda Türk hükümeti, Washington ziyaretinden memnun kaldı; çünkü kendi kendine ürettiği karanlık senaryoların çok abartılı olduğunu gördü. Kıbrıs'ta başlayan müzakerelerle ilgili ise daha bir tahminde bulunmak için vakit erken, fakat ben umutlu değilim; çünkü yalnız MHP'de değil, Ecevit'in partisinde de çözüme karşı büyük alerji var.’’
***
Bu raporun Ankara’daki yabancı büyükelçilerden biri tarafından yazıldığı sanılmasın. Tamamen ben uydurdum.
Yazının Devamını Oku 26 Ocak 2002
<B>TÜRKİYE</B>'nin Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile Ortaklık Antlaşması'nı 1963'te imzalamasından beri Avrupa entegrasyon ve genişleme süreci o tarihte kimsenin hayal bile edemediği bir düzeye erişti. Türkiye, Ortaklık Antlaşması'nın 40 yıl önce öngördüğü tam üyeliğe iç çekişmeleri ve politik bilinçsizlik ve ataleti yüzünden bir türlü yaklaşamazken, 5 üyeden ibaret olan AET bugün 15 üyeli AB'ye dönüştü. 2-3 yıl içinde üye sayısı, Kıbrıs şu veya bu şekilde dahil, 25'e çıkacak. Ekonomik bütünleşmenin en önemli aşamalarından birini 2002 yılına girerken yaşadık. Bugün 12 üye devlet ve 300 milyon Avrupalı aynı parayı, Euro'yu kullanıyor. AB'nin ekonomik boyutuna dış politika, içişleri, adalet, savunma ve güvenlik boyutları eklendi.
***
AB'nin kuruluşundan beri belirgin özelliği sürekli kendini yenilemesi ve mimarisini geliştirmesidir. Her yeni hamlede ve reform girişiminde güçlükler çıkmış, itirazlar yükselmiş, bazı üyeler kervana katılmak istememiş, fakat sonunda evrim devam etmiştir. AB bugün de yeni bir yapılanmanın çabası içinde bulunuyor. 2001 Aralık'ında Laeken'de yapılan zirve toplantısı AB'nin istikbali temalı bir deklarasyon kabul etti. Deklarasyon ilk önce küreselleşen dünyada Avrupa'nın tanımını bakın nasıl yapıyor: ‘‘İnsancıl değerlerin, Magna Carta'nın (1215), İngiltere İnsan Hakları Bildirisi'nin (1689) Fransız İhtilali'nin ve Berlin Duvarı'nın yıkılışının kıtası Avrupa, özgürlüğün, dayanışmanın ve her şeyin üstünde başkalarının dil, kültür ve geleneklerine saygı anlamına gelen çeşitliliğin kıtası, tek sınırı demokrasi ve insan hakları olan bir Avrupa.’’
***
Laeken zirvesi, prensip beyanlarının yanı sıra AB'nin geleceği hakkında fikir üretecek bir konvansiyon toplanmasına karar verdi. Konvansiyonun amacı, 2004 yılında toplanacak hükümetlerarası konferansa kadar, Birliğin yeni koşullara uyumunu sağlayacak yöntemler ve reformlar hakkında görüş belirtmek.
Bir danışma kurulu olan konvansiyonun başkanlığına AB'nin evriminde büyük rol oynamış olan eski Fransa Cumhurbaşkanı Valery Giscard d'Estaing seçildi. Üye ülkelerle birlikte, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu aday ülkeler, ikisi parlamenter üçer temsilci ile konvansiyona katılacaklar. Türkiye bu suretle Avrupa'nın müstakbel mimarisine katkıda bulunmak ve Avrupalı kimliğini vurgulamak fırsatını bulacak. Ancak unutulmaması gereken çok önemli bir nokta var. Bu gibi konferanslarda temsilcilerin kişilikleri büyük rol oynar. Temsilcilerimizin AB konularına tamamen vakıf, uluslararası konferans teknik ve yöntemlerine aşina, ülke içinde saygınlık kazanmış, liberal kültürü içselleştirmiş, yabancı dil bilgisi yüksek düzeyde olan milletvekilleri arasından seçilmesi son derece isabetli olacaktır. Bu nitelikler gözönünde tutulduğunda bir isim derhal akla geliyor: Mehmet Ali İrtemçelik. Kendisinin halen bağımsız olması, üzerinde bir konsensüs oluşmasını herhalde kolaylaştıracak bir unsurdur.
***
2002 yılında AB gündeminde Türkiye ağırlıklı bir yer işgal edecek. Bizim için üyelik müzakerelerinin bu yıl içinde başlaması stratejik bir hedef olmalıdır. Bu stratejide Kıbrıs meselesinin de kilit bir öge olduğu gözardı edilemez. Kıbrıs meselesi Türkiye ile AB'yi ya birleştirecek veya tamamen birbirinden uzaklaştıracaktır. Avrupa'da birçok tanınmış düşünce merkezi Kıbrıs sorununun AB perspektifi içinde çözümlenmesini kolaylaştıracak çözüm modelleri üzerinde çalışıyor. Buna paralel olarak, bir çözüme varılabildiği takdirde, Cumhurbaşkanı Denktaş ve Klerides'e Nobel Barış Ödülü'nün verilmesi için ciddi girişimler mevcut. Denktaş'ın Nobel Ödülü'nü almasındaki sembolizmin Türkiye'nin üyelik sürecine büyük bir ivme vereceği kuşkusuzdur. Hele, demokrasi ve özgürlükler alanında, Kopenhag kriterleri konusundaki zihni blokajlarımızı aşabilirsek, liberalizmi bir türlü anlayamayan, her köşe başında tehlike ve düşman görmek isteyen, dünyaya kapalı, kendi içine dönmüş, saplantılarından kurtulamadığı için baskıcı, inzivacı ve gerici bir milliyetçilikte melce arayan, sağdan olduğu kadar soldan da beslenen dogmatik siyasi kültürü safdışı edebilirsek.
Yazının Devamını Oku 19 Ocak 2002
<B>1977</B> ile<B> </B>1980 arasında ABD Dışişleri Bakanı olarak görev yapan <B>Cyrus Vance</B> geçen hafta vefat etti. Uzun hukuk ve politika kariyerinde belki en fazla hatırlanan olay 1980'de İran'daki 52 Amerikan rehinesi kurtarmak için planlanan askeri operasyona muhalefet etmesi ve bu yüzden Başkan Carter'a istifasını sunmasıydı. Operasyon korkunç bir fiyasko ile sonuçlanınca Vance'ın öngörüsünde ne kadar haklı olduğu ortaya çıkmıştı. Vance, Carter kabinesinde Türkiye'de çok iyi tanınan Milli Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski ile sürekli çekişmekteydi. İran konusunda görüşleri hiç uyuşmuyordu.
***
Vance'ın yaşamı mensup olduğu hukuk firması ile devlet hizmeti arasında geçti. Savunma Bakanlığı'nda uzun süre bakan yardımcısı olarak çalıştı. Diplomasi alanında ise birçok arabuluculuk misyonu yüklendi. Kendisini en son Balkan krizlerinde aktif bir rolde gördük. Fakat ben bugün daha çok Vance'ın 1967 Kıbrıs buhranında başarı ile yürüttüğü barış misyonundan biraz söz etmek istiyorum, çünkü o tarihte Dışişleri Bakanlığı'nda Kıbrıs işlerinden de sorumlu müsteşar yardımcısı idim ve kendisi ile yapılan bütün görüşmelere katılmıştım.
***
1967 Kasım'ında şimdi Güney Kıbrıs'ta kalan iki Türk köyüne Grivas'ın komutasında Ada'ya gönderilmiş olan Yunan kuvvetlerince girişilen saldırı anında çok ciddi bir buhrana yol açmıştı. Türk Hükümeti, Kıbrıs'a askeri müdahale kararını almış, fakat Dışişleri bürokrasisinin ısrarı ile diplomatik bir çözüme kapıyı bir ölçüde açık bırakmıştı. Türkiye'nin istediği anlaşmalarla adada bulunan 950 kişilik Yunan kontenjanının dışındaki 10-12 bin kişilik Yunan kuvvetlerinin derhal geri çekilmesiydi. Yunanistan'a bu maksatla bir nota verilmişti.
***
Buhranın gittikçe tırmandığı bir sırada Amerikan Büyükelçisi bana telefon ederek Başkan Johnson'un krizin çözümüne yardımcı olmak üzere Cyrus Vance'ı atadığını ve Vance'ın ilk önce Ankara'ya geleceğini bildirdi. ‘‘Herhalde bizim iznimizi istiyorsunuz’’ dedim. Cevabı ilginçti: ‘‘Gayet tabii, ancak Vance'ın şu anda Türkiye'ye doğru uçtuğunu da bilmenizi isterim.’’ Bu haberi derhal Dışişleri Bakanı Çağlayangil'e ilettim. Pek beklemediğim bir tepki gösterdi. ‘‘Bakanlar Kurulu toplanmak üzere, orada görüşür kararımızı bildiririz’’ dedi. Toplantının bitiminde beni çağırdı ve ‘‘Amerikan Büyükelçisi'ne söyle, Vance'ı istemiyoruz’’ talimatını verdi. Donup kalmıştım, her zamanki hoşgörüsüne sığınırak itiraz ettim. ABD gibi bir devletin başkanının temsilcisini geri çeviremeyeceğimizi, fakat buraya gelince misyonuna ihtiyaç duymadığımızı kendisine söyleyebileceğimi belirttim. Çağlayangil bir türlü ikna olmuyordu. Bakanlar Kurulu'nda ‘‘Vance bir canlı Johnson mektubudur’’ görüşü hákim olmuş ve büyük infial duyulmuş, yapacak bir şey yokmuş. Neyse, tam o sırada Başbakan Demirel odaya girdi ve ona tartışmamızın konusunu naklettik. Hemen Bakanlar Kurulu'nu tekrar toplayarak meseleyi halletti. Ne var ki 1967'de yine bugünkü gibi profesyonel ABD ve Batı karşıtları vardı. Bazı gazeteler ‘‘Cyrus’’ isminin ‘‘Cyprus’’tan geldiğini, Vance'ın Rum asıllı olduğunu hemen iddia ettiler. Oysa Vance'ten daha tipik ve safkan bir anglo-sakson bulmak gerçekten zordu.
***
Zavallı Vance, penceresiz bir tanker uçağında saatlerce kronik bel ağrılarının verdiği ıstırap içinde kıvranarak nihayet Mürted Havaalanı'na inebildi. Vakit geçirmeden Ankara, Atina ve Lefkoşa arasında yoğun bir mekik diplomasisine girişti. Her yerde inanılmaz güçlüklerle karşılaşıyordu. Ankara'da o zaman Bakanlar Kurulu'nda Demirel'in kontrolde sıkıntı çektiği bir şahinlik havası esmekteydi. Şahinler Yunan kuvvetlerinin çekilmesi için yetinilmesine razı değildiler. Bereket versin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay gerçekleri görüyordu. Bir gün beni yanına çağırarak ‘‘Oğlum, görüyorum savaşa gireceğiz diye endişe içindesin ve haklısın. Bu politikacılar savaş nedir bilmiyorlar. Merak etme savaşa müsaade etmeyeceğim’’ dedi. Sunay'ın müdahalesiVance'ın büyük bir azimle yürüttüğü çabaların sonuçlanmasını sağladı. Yunan kuvvetleri Kıbrıs'ı terk etti. Türkiye bir kurşun atmadan 1974'teki askeri harekátı da kolaylaştıracak diplomatik bir başarı elde etmişti.
Yazının Devamını Oku 12 Ocak 2002
<B>16 OCAK</B> Türkiye ve KKTC için önemli bir tarih. O gün Cumhurbaşkanı<B> Denktaş</B> kendi basiretli ve yaratıcı atılımı ile başlayan müzakere süreci çerçevesinde <B>Klerides</B> ile ilk özlü toplantıyı yapacak. Yine aynı tarihte Başbakan Ecevit Washington'da olacak. Başkan Bush ve yönetimi ile yapacağı görüşmelerde Kıbrıs'ın ağırlıklı bir yer işgal etmesinden daha doğal bir şey olamaz. Başkan Bush'un Ecevit'e bu konuda neler söyleyeceğini aşağı yukarı tahmin edebiliyoruz. Ecevit'in yaklaşımının ne olacağını öngörmek daha zor, çünkü koalisyon üyelerinin söylemleri çok zaman birbirini tutmuyor.
***
Başbakan şimdiye kadar Kıbrıs sorunu ile AB üyelik süreci arasında bir ilişki bulunmadığı yolundaki tavrından sapmadı. Oysa daha birkaç gün önce AB işlerinden sorumlu Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz ‘‘AGSP ve Kıbrıs'ta yaşayan gelişmeler AB ile ilişkilerimizin önündeki çok önemli bir engeli kaldırmıştır’’ dedi. Diğer taraftan son zamanlarda 2002 yılında müzakerelerin başlaması gerektiği de sık sık vurgulanıyor. Kıbrıs meselesi çözümlenmeden veya hiç değilse çözümsüzlüğün sorumluluğunun Rum tarafında olduğu açıkça belirlenmeden üyelik müzakerelerinin başlayabileceğini ummak gerçeklerle pek uyumlu değil.
***
Şurası kesin ki, Kıbrıs'ta çözümsüzlük sadece AB ile değil, fakat diğer uluslararası kuruluşlar ve özellikle Avrupa Konseyi ile ilişkilerimizi son derece olumsuz etkilemektedir. Özellikle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) aldığı kararlar ön çözüm gerçekleşmediği takdirde Türkiye için kapsamı bugünden saptanamayacak bir dizi çetrefil sorun ortaya çıkaracaktır. Mahkeme daha 1995'te bireysel bir başvuruda bulunan Bayan Loizida'nun mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiş ve bundan sorumlu tuttuğu Türkiye'yi 500.000 doları aşan bir tazminat ödemeye mahkûm etmişti. Arkasından Türkiye aleyhine yüzlerce dava açıldı. Her ne kadar Türk Hükümeti ve hatta AİHM'nin bazı yargıçları kişisel olarak Loizidu ile ilgili kararın hukuki mesnetten yoksun olduğunu ileri sürmüşlerse de, karar yine de diğer Avrupa Konseyi üyeleri bakımından geçerlidir. Konseyin Bakanları Komitesi Türkiye'yi karara uymaya davet etmektedir. Türkiye zaten başka nedenlerle de Rusya, Ukrayna ve Arnavutluk ile birlikte Parlamenter Asamble'nin izlemesi altında tutuluyor.
İş bu kadarla da kalmıyor. AİHM 10 Mayıs 2001 tarihinde bu sefer Güney Kıbrıs Hükümeti'nin başvurusu üzerine çok daha geniş boyutlu bir karar kabul etti. Bunda KKTC'nin bütün eylemlerinin sorumluluğunu Türkiye'ye yükledi ve 1974'te Kuzey Kıbrıs'ı terk etmiş olan Rumların evlerine dönmesini engellemenin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni (AİHS) ihlal ettiğini karara bağladı. Bundan sonra bireysel başvuruların herhalde arkası kesilmeyecek. AİHS'nin ve AİHM'nin içtihatlarının 1992 Maastricht Anlaşması'ndan beri AB müktesebatının bir parçası olduğu unutulmamalıdır.
Avrupa Konseyi ve AB ile içinde bulunduğumuz açmazdan kurtulmanın tek yolu Kıbrıs sorununu gayrimenkuller meselesinin bütün yönlerini de kapsayacak bir çözüme kavuşturmaktır. Çözümün şimdiye kadarki bireysel ve resmi başvuruların ve AİHM'nin bunlarla ilgili olarak aldığı kararların bütün hukuki sonuçlarını bertaraf etmesi gerekir. Varılacak anlaşmanın AB müktesebatı ile çatışmaması ise ancak içeriğinin Kıbrıs'ın AB'ye Katılma Anlaşması'na dahil edilmesi ile mümkün olur.
***
Görülüyor ki Denktaş-Klerides görüşmelerinin en çetin konularından birini hukuki sorunlar teşkil edecektir. Denktaş'ın bilhassa bu alanda Türkiye'nin teknik yardımına ihtiyacı vardır. Ancak gönderilecek müşavirlerin Kıbrıs sorununu manipüle ederek Türkiye'nin AB üyeliğini önlemek isteyenler arasından seçilmemesine özel itina gösterilmelidir. Kaş yapayım derken göz çıkarmayalım.
Yazının Devamını Oku 5 Ocak 2002
<B>IRAK'</B>a karşı siyasetimiz bugüne kadar <B>Saddam'</B>a rağmen <B>Saddam'</B>ı desteklemek temeline oturtulmuş olduğu intibaını veriyordu. Başbakan Ecevit iki gün önce Mehmet Ali Birand ile yaptığı söyleşide söylemini değiştirdi. Saddam'ı artık oldukça sert ifadelerle eleştiriyor ve haklı olarak onu feda edilebilecek bir lider olarak görüyor. Ancak yine de Saddam'ı devirmeye yönelik bir askeri operasyona karşı. Böyle bir operasyonun ister istemez Türkiye'yi de coğrafi konumu nedeniyle çatışmaya sürükleyeceğine inanıyor. Bu görüş pek ikna edici değil. Türkiye ne Irak-İran savaşında, ne de Körfez Savaşı'nda aktif bir rol üstlenmişti.
***
Türkiye'nin asıl ve meşru endişesi, Irak'a karşı bir operasyonun bir Kürt devletinin kurulmasına yol açması olasılığıdır. Genelkurmay Başkanı böyle bir gelişmeyi hazmedemeyeceğimizi birkaç gün önce belirtti, fakat yine kendisi buna sadece Türkiye'nin değil, Rusya, İran ve Arap ülkelerinin de karşı olduklarını kaydetti. Peki, o zaman bir Kürt devleti nasıl kurulabilecek ve nasıl yaşayabilecek? Tek başına ABD'nin desteği ve himayesi ile mi?
***
Türkiye'de özellikle bazı çevrelerde ABD'nin niyetleri sürekli sorgulanıyor. Hele bir veya iki Amerikan Düşünce Merkezi, Kürt devleti fikrine yanaşırsa bu fikir otomatik olarak ABD Hükümeti'ne mal ediliyor. Bu kuşkuların en basit mantıkla bağdaşmadığı unutuluyor. Şu soruyu sormak lazım: İstikrarı sarsılmasın diye Türkiye'ye son üç yılda IMF ve Dünya Bankası'nca 40 milyar dolar kredi verilmesini sağlayan ABD niçin Irak'ta bir Kürt devleti yaratarak can damarımıza bassın? Körfez Savaşı'nda Saddam'ın safdışı edilmemesini her zaman eleştirmiş olan Henry Kissinger, ‘‘Amerika'nın Bir Dış Politikaya İhtiyacı Var mı?’’ başlıklı son kitabında bakın ne diyor: ‘‘Irak'ın parçalanması korkusu savaşın süratle sona erdirilmesinin nedenleri arasındadır. Basra'da başlamış olan Şii isyanı, güneyde İran'a kayan bağımsız bir cumhuriyetin kurulmasına yol açabilirdi. Diğer taraftan kuzeyde bağımsız bir Kürt devleti kurulması Türkiye'yi tedirgin ederek, onu Körfez'de ABD'yi desteklemek politikasından vazgeçirebilirdi.’’ ABD, 11 Eylül sonrası şartları altında bu defa Saddam'ı tasfiyeye kalkışsa bile yine aynı kaygıları duyacaktır.
***
Bir ülkeye karşı politika tek bir lidere odaklanamayacağına göre, Türkiye'nin artık, ABD, Irak'a karşı bir operasyona girişsin veya girişmesin, Saddam sonrası senaryolar üzerinde durması zamanı gelmiştir. Bu açıdan bakılınca Türkiye için en tehlikeli gelişmenin Irak'ta bir demokratikleşme sürecinin başlatılması olduğu söylenebilir. Çünkü böyle bir sürecin Irak'ı Kürtlere geniş özerklik sağlayacak ikili veya üçlü bir federasyona götürmesi ihtimali kuvvetlidir. Ve bu yüzdendir ki Irak politikasını Türkiye'deki Kürt sorunundan soyutlamak imkánı yoktur. Türkiye, Saddam sonrası gelişmelerden etkilenmek istemiyorsa bir an önce PKK terörüne karşı kazandığı büyük başarıyı tamamlayarak Kürt kökenlilerin diğer ülkelerdeki oluşumlara bir nebze bile gıpta ile bakmalarını önleyecek bir uzlaşma ve dayanışma ortamı yaratmalıdır. Bunu, Avrupa Birliği'nin de bizden beklediği gibi, daha çok psikolojik etki yaratacak sınırlı bazı adımlar ve ekonomik-sosyal programlarla gerçekleştirmek o kadar zor değildir.
***
Saddam sonrası Irak'ın bölgedeki ağırlığı da Türkiye için önemli olacaktır. Bu alanda yine Kissinger'ın ne dediğine bakalım: ‘‘Saddam tasfiye edildikten sonra nasıl bir Irak istediğimizi de düşünmek zamanı gelmiştir. Irak bölgedeki güç dengesini bozacak kadar kuvvetli olamamalı, fakat aynı zamanda hırslı komşularına, özellikle İran'a karşı bağımsızlığını koruyabilecek güce sahip bulunmalıdır.’’ Bu görüşe katılmakta da Türkiye'nin herhalde bir sıkıntısı yoktur.
***
Irak politikamızı koşullandıran zihni kıskaçlardan kurtulmalıyız. Biraz daha fazla gerçekçiliğe ve siyasi cesarete ihtiyacımız var.
Yazının Devamını Oku 29 Aralık 2001
<B>GEÇEN</B> hafta Sabancı Üniversitesi'nde adı <B>‘‘İstanbul Politikalar Merkezi’’</B> olan yeni bir Düşünce Merkezi'nin kurulması ile ilgili bir toplantı yapıldı. Bu vesile ile Rektör Tosun Terzioğlu ancak üç yıllık bir geçmişi olan bu genç üniversitenin yapısı ve programları hakkında izahat verdi. Söyledikleri arasında özellikle dikkatimi çeken bir noktaya temas etmek istiyorum. Üniversiteye yeni giren öğrencilere hazırlık sınıfında yoğun İngilizce dersleri yanında haftada iki saat Türkçe dersi de veriliyormuş. Rektör kendi lisanını iyi bilmeyenlerin yabancı lisanları da öğrenmekte zorlandıklarını gözledikleri için bu yola başvurduklarını anlattı.
Vakıf üniversitelerinin çoğunda öğretimin geniş ölçüde İngilizce yapılmasının amacı, öğrencilerin küreselleşme devrine uyum sağlayabilmeleridir. Bugün artık İngilizce'nin egemenliği tartışılmaz hale geldi. Buna en fazla direnç gösteren Fransa bile havlu atmış durumda. Hele bilim alanında İngilizce dışında bir dilde yayın yapmak imkánı kalmadı. Bir Fransız bilgini bu gerçeği şu şekilde ifade etmiş: ‘‘Ya İngilizce yazacaksınız veya Fransızca batacaksınız.’’ Ne var ki, Rektör Terzioğlu'nun vurguladığı gibi ana dilde yetersizlik öğrenme kapasitesini ve düşünce işlevini ister istemez menfi etkiliyor. Ünlü Alman filozofu Heidegger'in şu sözü ne kadar doğru ve veciz: ‘‘Dil düşüncenin evidir.’’ Yetersiz bir dil bilgisi muhakeme gücünü kısıtlar ve bu yüzden nüanslar kaybolur, kavramlaştırma kabiliyeti gelişemez, basma kalıp sloganların ve dogmatizmin cazibesi artar.
Türkiye'de dil konusunda yıllardan beri bilinçsiz bir şekilde hareket edildiği de açıktır. Genç kuşak 30-40 yıl öncesinin gazetelerini sıkıntı çekmeden okuyamıyor. Böyle bir kopukluğa özgün kültürü olan diğer ülkelerde rastlamak mümkün değildir. Türkçe'de sözcük sayısının azlığı, eski sözcükler terk edilirken konuşma diline yerleşebilecek nitelikte yenilerinin üretilememesi bir başka eksikliktir. Yabancı dilden çevirilerin kalitesi genellikle çok kötüdür. Bu sorunlar mevcut iken, Milli Eğitim Bakanı'na atfedilen Divan Edebiyatı öğretimini ikinci plana atmak tasavvuru kültürel fakirliği artırmaktan ve kültürel kimliği sığlaştırmaktan başka sonuç vermez.
Üniversiteye girişte öğrencilerin karşılaştıkları güçlükler geniş ölçüde orta öğretimdeki çarpıklıklardan kaynaklanıyor. Liselerin son sınıfları artık fiilen mevcut değil, öğrenciler o yılı ÖSYM travması içinde dershanelerde geçiriyorlar. Bu çarpıklığa çare olarak liselere bir sınıf daha eklenmesi ve bakalorya sistemine geçilmesi üzerinde duruluyormuş. Bu projeyi bir an önce hayata geçirmekte yarar var. Yabancı dil bilgisine gelince, önümüzdeki yıllarda daha fazla sıkıntı çekilecek, çünkü lisanın geleneksel olarak en iyi öğretildiği yabancı okullar dolaylı olarak sekiz yıllık eğitim sisteminin kurbanı oldular. Eskiden bu okullar 3 yıllık ilkokul mezunlarını alır, bir iki yıllık hazırlık aşamasından sonra 6'ncı sınıftan itibaren öğretimin bir kısmını yabancı dilde yaparlardı. Şimdi ise ancak 9'uncu sınıfa öğrenci alabiliyorlar ve dolayısıyla öğrenciler iyi lisan öğrenme yaşını aşmış oluyorlar. Buna kısmen bir çare olarak bu okulların eski mezunları kurdukları vakıflar bünyesinde özel ilkokullar açtılar. Bu girişimlerinde de inanılmaz bürokratik engellemelerle karşılaştılar.
Eğitim sisteminin ilkokul, ortaokul, meslek okulları, eğitim fakülteleri ve üniversite düzeyindeki zaafları Türkiye'nin ‘‘insani gelişme’’ kıstası açısından 85'inci sırada olmasının başlıca nedenleri arasındadır. Küreselleşme çağında ekonomi ve sosyal gelişme için en verimli yatırımın insana yapılan yatırım olduğu gerçeği henüz ülkemizde çok iyi anlaşılmış değil. Yeknesak ve sığ bir kültürü tercih eden zihniyet daha yıkılmadı. Ulusal kaynakların tahsisinde eğitime ayrılan pay, bırakın gelişmiş ülkeleri, fakat birçok gelişme yolundaki ülkelerden bile düşük. Yaz boz tahtası şeklinde politikalar devam ediyor. Türkiye için çok kritik olacak 2002-2003 yıllarında eğitim sorununun bütün boyutları ile ivedilikle ele alınması gerekir.
Yazının Devamını Oku 22 Aralık 2001
<B>TÜRKİYE'</B>nin uluslararası ilişkilerinde son zamanlarda olumlu gelişmeler gördük. Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP) konusunda bir uzlaşmaya varıldı. Kıbrıs'ta müzakere sürecini canlandıracak bir zirve gerçekleşti. Diğer etkenler yanında bu iki gelişmenin de katkısı ile AB'ye üyelik süreci bir ölçüde ivme kazandı.
Ancak Türk politikasının etkinliğine set çeken eğilimler yine devam ediyor. Dış politikada şeffaflık çok az. Kamuoyu tam aydınlatılmıyor. Örneğin, AGSP konusunda Başbakan Ecevit bütün istediklerimizi elde ettiğimizi söylüyor. Gerçek pek öyle değil, Türkiye de pozisyonunda geriledi ve iyi etti, başka türlü uzlaşma olmazdı. Dış politika üslubunun bir başka özelliği medyatik etki için açıklanan ve sonucu gelmeyen atılımlar. Mesela Afganistan liderleri ortak bir hükümet kurmak için Türkiye'de toplanacaklardı, olmadı. Bonn'da toplandılar. AB ve İslam Konferansı Örgütü temsilcileri İstanbul'da bir araya geleceklerdi, arkası gelmedi. Arafat ile Şaron'u yine Türkiye'de buluşturmaya kalkıştık, zaten mümkün değildi. Afganistan ve Ortadoğu politikamızda imkánlarımızın ötesinde iddialar durmadan tekrarlanıyor. Irak politikamızda bir hayli çelişki var.
Yine dış politikada söylemle eylem arasında aykırılık göze batıyor. Bu çelişki özellikle Kıbrıs konusunda belirgin. Başbakan sanki 4 Aralık'ta Cumhurbaşkanı Denktaş ile Klerides bir araya gelerek müzakere sürecini yeniden başlatmaya karar vermemişler gibi, ‘‘Kıbrıs meselesi zaten çözümlenmiştir’’ teranesinden kendini kurtaramıyor. Denktaş ise Klerides ile bir barışma havası içinde buluşuyor, bütün dünyada bir iyimserlik rüzgárı estiriyor, büyük uluslararası destek görüyor, arkasından Türkiye'ye geldiği zaman ‘‘Korkarım Kıbrıs Girit gibi gidecek’’ diyerek karamsar bir tablo çiziveriyor. Kıbrıs'ın Girit'ten de önce 1878'de kaybedildiği unutulmamalıdır. Osmanlı Devleti daha sonra Makedonya gibi Girit'ten de daha önemli yerleri kaybetti. O devir kapandığı içindir ki Türkiye Cumhuriyeti 1974 müdahalesini yaparak Ada'daki kuvvet denklemini kökünden değiştirebildi. Kıbrıs konusunda referans artık müdahalenin yarattığı fiili durumdur. Buradan hareketle bir uzlaşma söz konusudur. Müzakerelerin çetin olacağını da herkes biliyor ve bu alanda Denktaş'ın engin deneyimine ve emsalsiz müzakere yeteneğine güveniyor.
Peki, Kıbrıs'ta kabul edilebilir bir çözümün parametreleri nelerdir? Herhalde bunları saptamak için Ankara ile Lefkoşa arasında yoğun danışmalar yapılmaktadır. Türkiye'deki düşünce merkezleri de çözüm modelleri üzerinde çalışmaktan geri kalmıyorlar. Ortadoğu ve Balkan İncelemeleri Vakfı'na (OBİV) bağlı Dış Politika Grubu'nun geçen hafta dağıttığı bir belge dikkat çekicidir. Bu grubun üyeleri arasında üç eski bakan, biri kuvvet komutanlığı yapmış üç emekli orgeneral, bir emekli amiral ve ikisi Kıbrıs'ta görev yapmış beş emekli büyükelçi var. Yaptıkları çalışmanın ayrıntılarını bu köşede ele alma imkánı yok. Fakat üzerinde durdukları iki noktayı nakletmek isterim. Bunlardan birincisi Kıbrıs Türklerinin self-determinasyon hakkıdır. Bu hak bir yandan varılacak çözümün Türk halkına referandumla sunulmasını, diğer yandan on yıl sonra koşullar gerektirirse ortak devlet yapısından ayrılmak seçeneğinin ona tanınmasını gerektirir. İkincisi ise müzakereler olumlu sonuç verdiği takdirde Kıbrıs'ın AB'ye katılması ile AB ile Türkiye arasında üyelik müzakerelerine başlanmasının eş zamanlı olmasıdır.
Evet, Kıbrıs meselesinde söylemle kaybedecek vaktimiz yok. Dışişleri Bakanı Başbakan'ın Washington ziyareti ile ilgili olarak Kıbrıs hakkında ‘‘ABD'nin ezberini bozacağız’’ demiş. Dostça bir ziyarete ilginç bir yaklaşım. Etkileyici bir iddia. Ben hálá kendi ezberimizi de biraz bozsak fena olmaz diye düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku 15 Aralık 2001
<B>YUKARIDAKİ</B> söz, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri <B>Alvaro Gil-Robles'</B>e ait. Geçen hafta Türkiye'yi ilk defa ziyaret eden ve Avrupa Konseyi'ndeki görevine seçilmeden önce İspanya'daki ünlü Complutense Üniversitesi'nde profesör olan Robles, Ankara'daki temaslarından sonra İstanbul'da Galatasaray Üniversitesi'nde çok ilgi çeken bir konferans verdi.
***
Robles'in kişiliği ve yaklaşımları dikkat çekici. İnsan hakları alanında alışageldiğimiz Kuzey Avrupa'nın kibirli profesyonel kaynanalarına benzemiyor. Çok değişik bir geçmişi ve deneyimi var. İspanya'da hem Franco diktatörlüğünden demokrasiye geçişin sancılarını ve hem ETA terörünü yaşamış, ülkesinin göçmen gönderen fakir bir ülke iken bugün kapılarını zorlayan göçmenlere ‘‘tepeden bakan’’ bir ülke haline gelişini gözlemiş, Akdenizli mizacının da etkisiyle hükümetlerinde daha dengeli, olgun ve objektif. Şimdi işgal ettiği görevin özelliği de yaklaşımlarına uyuyor. 1999'da ihdas edilen bu göreve getirilenlerin, sürelerinin sonunda tekrar seçilmeleri mümkün değil. Bu suretle seçim kaygısı ile nabza göre şerbet vermek eğilimi önlenmek istenmiş. Robles bu sınırlama hakkında muzip bir eda ile şöyle diyor: ‘‘Bir görevde lüzumundan fazla kalmak zaten bir insan hakları ihlali değil midir?’’ Ne güzel bir söz, çağrışım yapar mı acaba?
***
Robles'in konferanstaki sunuşunda ve sorulan sorulara verdiği yanıtlarda geliştirdiği başlıca temalar şöyle özetlenebilir: İnsan hakları ihlalleri sadece sorunlu sayılan ülkelerde değil, fakat en demokratik ülkelerde bile mevcut. Örneğin Andorra'da, Ortaçağ'dan kalma bir hapishane yeni kapatıldı. Yabancı hakları konusunda bazı Avrupa ülkelerinin yaklaşımları bir kanser türü olan ırkçılığı yansıtıyor. 11 Eylül olayları demokrasinin özüne bir saldırıdır ve demokrasinin teröre karşı kendini savunmaya hakkı vardır, fakat bu hiçbir şekilde temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına yol açmamalıdır. Bazı Avrupa ülkelerinde terörizmle mücadele gerekçesiyle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (AİHS) askıya alınması lehinde ileri sürülen görüşler kabul edilemez. Terörizmden en çok zarar gören ülkeler arasında bulunan İspanya bile böyle bir önlem almayı hiçbir zaman düşünmemiştir. Dinlerarası diyalog bugün her zamandan fazla önem kazanıyor. Bu alanda Avrupa Konseyi, Strasbourg'da devlet yetkilileri ile din yetkililerini bir araya getirmek çabası içinde. Hiçbir din adına nefret ve şiddet çağrısı yapılamaz. İdam cezasının kaldırılması konusundaki AİHS'nin Altıncı Protokolü her üye tarafından imzalanmalıdır. İdam bir ceza değil, bir intikamdır. Terör suçlarına uygulanması doğru değildir. Hatta savaş zamanı dahi bir istisna oluşturmamalıdır, savaşın kendisi esasen toplu idamdır. Demokrasi herkesin katkıda bulunması gereken gündelik bir çabadır.
***
Robles'in insan hakları konusundaki genel görüşleri bunlar. Türkiye hakkında ise sadece belirli grupların değil, tüm Türk halkının medeni, siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel haklarını gözetmekle yükümlü olduğunu söylüyor. Türkiye'deki olumlu çabaları takdir etmekle beraber başlıca insan hakları sorununun uygulama düzeyinde görüldüğünü belirtiyor.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi'nin yıldönümü vesilesiyle Türkiye'de yapılan tartışmalar, Robles'in dediği gibi demokrasinin güçlendirilmesinin sadece ‘‘devlet’’e bırakılamayacağını bir kere daha ispatlıyor. İnsan hakları ancak bir yanda devlet, diğer yanda birey ve sivil toplum arasındaki etkileşimle perçinlenebilir. Devlet kanun yapar, fakat uygulamasında çok sık yan çizer, korku ve vehimlerin beslediği baskıcı dürtülere kendini kolay kaptırır, bürokrasinin siyasi direktif olmadan giriştiği insan hakları ihlallerine göz yumar. Robles haklı: ‘‘Demokrasi herkesin katkıda bulunması gereken gündelik bir çabadır.’’
Yazının Devamını Oku