21 Eylül 2002
<B>VARSAYALIM</B> ki seçim gündeme gelmemişti. Koalisyon, siyasi felsefeleri birbirine daha yakın ortaklardan oluşuyordu. Başbakan çağdaş dünyayı daha iyi anlayabilen, uluslararası ve bölgesel gerçekleri daha iyi kavrayabilen biriydi, sağlık açısından ciddi bir sorunu yoktu, normal bir hükümet başkanı gibi seyahat edebiliyor ve diğer ülkelerin başkan ve başbakanları ile görüşebiliyordu. İşte o zaman AB ile uyum kanunlarını çıkartmış ve kapsamlı ekonomik reformlar gerçekleştirmiş bir Türkiye büyük bir evrimin eşiğinde olacaktı. Kıbrıs meselesinde bazı olumlu gelişmelerin de vereceği ivme ile sanal bir tarih arayışının ötesinde, AB ile müzakerelere yaklaşacaktı. Bakü-Ceyhan boru hattının gerçekleşme yoluna girmesi de Avrasya dengelerindeki önemli rolünü çok daha belirgin şekilde vurgulayacaktı.
* * *
Heyhat, bugün manzara bambaşka. Ortakları birbirleri ile konuşmamaya özen gösteren adeta felçli bir hükümet, ülkeyi tehlikeler kadar fırsatların da bol olduğu kritik bir devirde yönetiyor. Seçimlerin yapılıp yapılmayacağı ise bir gerilim filmine dönüştü. Yüzden fazla milletvekili parti değiştirdi. Siyasi taktik ve oyundan geçilmiyor. Tepki oylarının çığ gibi artması boşuna değil, halkın sağduyusu ve ahlaki değerleri ile alay edenler mutlaka bir bedel öderler.
Türkiye'nin içinde kıvrandığı bunalım sadece seçim sisteminin bozukluğundan, liderler sultasından, çok yüksek barajdan, tercih sisteminin yokluğundan kaynaklanmıyor. Yıllar boyunca gelişen ve ne yazık ki kök salmış kötü geleneklerin ve çarpık politik kültürün bugünkü koşulların oluşmasında büyük payı var. Aday listeleri bunun en güzel bir örneği. Kemal Derviş'in katılması ile umudunun çok üstünde bir rüzgár yakalayan CHP en kuvvetli anında bile eski alışkanlıklarından sıyrılamadı. Benmerkezci dürtüler galip geldi, Türk kamuoyunun sevdiği ve saydığı isimler bir çırpıda liste dışı kaldı. Fransızların bir deyimi vardır, ‘‘Ne kadar değişirse o kadar aynı kalır’’. CHP'nin tutumu buna çok uyuyor.
* * *
Türk politik hayatının bir büyük zaafı da yeni liderlerin ortaya çıkmamasıdır. Derviş arka planda kalmayı yeğledi, fakat ne de olsa potansiyel bir lider olarak algılanıyor. Onun dışında AKP'yi bir tarafa bırakırsak kimse yok. Küçük bir partinin başkanlığına büyük umutlarla getirilen genç bir politikacı ise ilk başta heyecanla savunduğu doğru sözlülük ve şeffaflık ilkelerinde sebat gösteremedi. Açık ve somut bir söylem geliştiremedi, hep karmaşık ve kaçamaklı ifadelere sığındı. Partisinin teşkilatını ihmal etti ve kendisinden uzak tuttu. Otokratik eğilime kendini çok çabuk kaptırdı. Türk politikasının entrika dehlizlerinde istikbal ararken kısa vadeyi uzun vadeye tercih etti ve en acımasızca eleştirdiği bir parti liderinin kucağında melce buldu. Herhalde bundan sonra o partinin başkanlığına oynayacak.
* * *
Seçimler yaklaşırken bir demokrasi buhranına sürüklendiğimiz izlenimi gittikçe artıyor. Tayyip Erdoğan'ın, Akın Birdal'ın ve Murat Bozlak'ın adaylıklarının hukuken geçerli olup olmadıkları çok yoğun tartışmalara yol açtı. Sırf bu tartışmalar Türkiye'deki hukuk sisteminin birbirine taban tabana zıt yorumlara ve yargı kararlarına ne kadar açık olduğunu göstermektedir. Verilen kararlar Türk hukukunun gereği olabilir, fakat bunların Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin prensiplerine uygun düştükleri söylenemez. Kanunların içeriği kadar uygulanmasında da duyarlı olan Avrupa Birliği'nin şimdi uyum kanunları konusunda daha büyük kuşku duyması şaşırtıcı olmayacaktır. Ne var ki bütün bugünkü gelişmelerin ötesinde asıl kaygı veren, seçimlerden sonra ortaya çıkabilecek tablodur. Demokrasi çok çetin bir sınavdan geçecektir. Ufukta görünen olasılıklar seçimleri adeta bir kumar haline getirdi. Ya mucize kabilinden önümüz açılacak veya çok şey kaybedeceğiz, ekonomik ve politik açmazlarla karşılaşacağız. Seçimleri artık kumar olmaktan nasıl kurtarabiliriz? Bu sorunun cevabını bilen var mı?
Yazının Devamını Oku 14 Eylül 2002
<B>6 </B>Eylül'de Paris'te BM Genel Sekreteri <B>Kofi Annan</B>'ın Cumhurbaşkanı<B> Denktaş</B> ve <B>Klerides'</B>le yaptığı görüşmelerin nispeten olumlu bir havada geçtiği izlenimi verildiyse de tarafların temel tutumlarında hiçbir değişiklik olmadığı anlaşılıyor. İki lider arasındaki müzakere süreci şimdi 3 Ekim'de yine Kofi Annan ile buluşmaya kadar sürecek. Açıkça söylenmemekle beraber, bu süre zarfında da bir anlaşmaya varılamazsa Annan'ın bir çözüm paketini masaya yatırması bekleniyor. KKTC bu paketin kendi görüşlerinden çok Rum görüşlerine yakın olacağı varsayımından hareketle Annan'ın böyle bir girişimine karşı. Paketi reddetmek mecburiyetinde kalırsa uyuşmazlıkla suçlanacağından ve bunu Güney Kıbrıs'ın AB üyeliği açısından kendi yararına kullanacağından kaygı duyuyor. Bir bakıma haklı. Fakat Genel Sekreter de ağır baskı altında.
* * *
Kıbrıs meselesi gerek Türkiye gerek KKTC için gittikçe daha çetrefil hale gelmektedir. Güçlüğün temel nedeni 1974'ten beri mevcut fiili dengeyi bir çözüme olduğu gibi dahil etmenin imkánsızlığıdır. Bu açıdan bakılınca her çözüm önemli eksileri beraberinde getirecektir. Çözümün artılarını algılamak ise çok daha zordur. Meseleye daha geniş bir perspektiften bakmayı ve ulusal çıkarların AB vizyonu çerçevesinde değerlendirilmesini gerektirir. KKTC'deki liderlik, kısmen bu bilinçle, eski müzakere pozisyonunda önemli değişiklikler yapmış, fakat Ankara'dan net bir mesaj alamamıştır. Klerides'in tutumundaki katılığa rağmen uluslararası kamuoyunun KKTC'yi uyuşmaz taraf olarak görmesinin başlıca nedenlerinden birini bu noktada aramak doğru olur. Diğer taraftan KKTC liderliği Kıbrıs Türklerinin hiç değilse önemli bir kısmı tarafından eleştiriliyor. Geçen ay 86 sivil toplum örgütü ortak bir açıklama ile 2002 yılı sonuna kadar bir çözüme varılabileceği inancını dile getirdi. Kıbrıs'ın bir çözümü takiben AB üyeliğini destekledi ve çözümsüzlükten en fazla Kıbrıs Türklerinin zarar göreceğini vurguladı. Bu örgütler haklıdır. Kıbrıs sorununun en önemli boyutu, Kıbrıs Türklüğü boyutu, maalesef gözardı edilmektedir.
* * *
Belirsizliklerle dolu bugünkü ortamda birçok uluslararası düşünce merkezi de AB takvimini ele alarak çeşitli senaryolar geliştiriyorlar. Bu senaryoların hareket noktası Kıbrıs'ın çözüm olsun veya olmasın AB'ye üyeliğine kabul edileceğidir. Kuşkusuz bir çözümden sonra veya çözümle eş zamanda Kıbrıs'ın AB'ye katılması hepsinin tercih ettiği senaryodur. Bu takdirde Türkiye'nin üyelik süreci de büyük ivme kazanacaktır.
* * *
İkinci senaryo, Avrupa'daki son gelişmeler ve Almanya'daki seçimler yüzünden bütün genişleme sürecinin ertelenmesidir. Bu olasılığın gerçekleşmesi kısa ve orta vadede Türkiye'nin ve KKTC'nin lehine olur. Fakat kazanılan zaman heba edilirse, yine aynı noktaya gelinir. En muhtemel görünen üçüncü senaryo ise çözüm olmadan Kopenhag zirvesinde Güney Kıbrıs'ın üyeliğinin onaylanmasıdır. Bu sonuncu senaryonun bir kıyamet günü senaryosuna dönüşmemesi AB'nin, Yunanistan'ın ve Türkiye'nin tutumlarına bağlı olacaktır. AB herhalde Türkiye'yi kabul olduğu kadar teskin etmek isteyecek, Türkiye'nin üyeliği sürecini devam ettirecek, hatta belki şartlı müzakere tarihi bile verebilecektir. Yunanistan'ın da yatıştırıcı bir politika izlemesi beklenir. Türkiye için bu gelişmenin sakıncası, AB üyeliği ile Kıbrıs'ta çözüm arasındaki bağlantının yine de devam etmesi ve Güney Kıbrıs'ın AB'ye katılmasından sonra KKTC'nin müzakere kozlarının bir hayli zayıflaması olacaktır.
* * *
Türkiye'nin tepkisini kestirmek zor, çünkü aralık ayında nasıl bir hükümetin işbaşında olacağını bilmiyoruz. Yine de ilhak gibi intiharcı girişimlerden herhalde kaçınırız. Yunanistan ile Kıbrıs'ta veya Ege'de gerginlik yaratmak da ters tepebilir. Konftontasyonda ölçünün kaçması her iki taraf için felaket olur, fakat ekonomimiz çok kırılgan olduğundan ve Yunanistan AB dayanışmasından yararlanacağından biz çok daha fazla zarar görürüz.
Daha önce yazdığımı tekrar etmek istiyorum: Türkiye için Kıbrıs'ta ideal opsiyon yoktur. Kötü opsiyonlardan en az kötüsünü seçmekten başka çare görünmüyor. Bunun için de siyasi cesarete sahip, gerçekçi ve kuvvetli bir hükümete acilen ve şiddetle ihtiyacımız var.
Yazının Devamını Oku 7 Eylül 2002
<B>ABD,</B> Irak meselesinde kendisini ve müttefiklerini ciddi bir açmaza doğru sürüklemeye devam mı edecek, yoksa hem içerde, hem dünyada karşılaştığı ve gittikçe artan muhalefet karşısında daha esnek bir politikaya mı yönelecek sorusu gelecek hafta uluslararası gündemin başlıca konusunu oluşturacak. Başkan Bush birkaç gün sonra Birleşmiş Milletler Asamblesi'ne hitap ederken kuşkusuz Irak'a askeri müdahaleyi haklı göstermeye çalışacak. Ancak şimdiye kadar ileri sürülen gerekçeler hem inandırıcı değil, hem de çelişkili. Uzun süre Irak ile El Kaide arasında bir bağlantı arandı, bulunamadı. Geçenlerde Başkan Yardımcısı Cheney, Irak'ın nükleer silahlara sahip olma çabalarını müdahalenin başlıca gerekçesi olarak gösterdi. Cheney'ye göre nükleer silahları elinde bulunduran bir Irak, hem Amerika'nın bölgedeki ortaklarını tehdit edebilir, hem de ABD'ye nükleer şantajda bulunabilir. Cheney bu yüzden Saddam'ın devrilmesinde ısrarlı. İyi de, 1998'e kadar Irak'ta misyonlarını sürdüren BM denetçileri, nükleer silahlardan çok kimyasal ve biyolojik silahlar üzerinde duruyorlardı. Irak bu tarihten sonra mı nükleer programlara öncelik ve ivme verdi? Bunu bilmiyoruz.
* * *
Gerekçe haklı olsun veya olmasın, bir de yöntem ve meşruiyet meselesi var. Birleşmiş Milletler yokmuş gibi hareket edilemez. Amerika'nın müttefikleri, BM Güvenlik Konseyi'nin onayı olmadan ABD'nin yanında olmak istemiyorlar. Fakat mesele Güvenlik Konseyi'ne gelirse askeri operasyona yeşil ışık yakacak bir karar üzerinde anlaşmak son derece zor olur. ABD'yi tek destekleyen ülke olan İngiltere, anlaşılan şimdi bu yolu yine de denemek için ABD'yi ikna etmeye uğraşıyor.
Meşruiyet boyutunun ötesinde asıl sorun, askeri operasyondan sonra Irak'ın kaderidir. ABD oluşturduğu derme çatma muhalefet koalisyonu ile Irak'ta otoriteyi ve istikrarı sağlayabileceğini düşünüyorsa vahim şekilde yanılıyor demektir. Böyle bir yönetim ancak ABD, Irak'ta uzun süre tek başına veya müttefikleri ile büyük bir kuvvet bulundurmayı göze alırsa tutunabilir, bu kuvvet çekilince de çöker. Saddam'dan kurtulmak istedikleri halde Filistin meselesi çözümlenmeden Irak'a müdahalenin bütün bölgede bir kaos yaratacağından haklı olarak korkuyorlar. 11 Eylül'den sonra Filistinlilerin İsrail'e karşı giriştikleri intihar saldırılarının miktarında büyük bir artış görüldü. Irak'la savaş bu psikozun bütün bölgeye yayılması tehlikesini yaratır.
* * *
ABD'nin Irak politikası bütün müttefiklerini çok zor durumda bırakmıştır. Fransa ve Almanya gibi ülkeler, ABD ile aralarına mesafe koyabilirler ve kayıpları olmaz. Türkiye'nin durumu ise çok farklı. ABD sadece Güney'den Irak'a saldıracak olsa belki işin dışında kalabilirdik. Fakat bildiğimiz kadarı ile asıl operasyon güneyden yapılacaksa da Türkiye'deki üslerden hareketle özel kuvvetler kuzeyden Irak'a intikal ettirilecek. Türkiye'nin bu desteği vermeyi reddetmesi çok güç; çünkü ABD'ye karşı bir moral borç söz konusu. Ne zaman başımız sıkışsa ABD'nin bize yardım eli uzattığını unutamayız. Yine de iyi düşünmek mecburiyetindeyiz. Hiçbir ülke sırf vefa duygusu ile inanmadığı bir dava için kendini tehlikeye atamaz. Askeri borçların silinmesi gibi pazarlık eğilimini bir tarafa bırakarak bir prensip tutumuna yönelmeliyiz. Destek için Güvenlik Konseyi'nin onayında biz de ısrar edebiliriz. Belki böyle bir davranış ABD'yi daha temkinli olmaya sevk edebilir.
* * *
Irak sorunu bir başka açıdan da kaygı veriyor. Bir askeri müdahalede ve sonrasında Türkiye'nin üstlenebileceği sorumluluklar hakkında çok abartılı görüşler mevcut. Bazı bakanlarımız kılıç şakırdatmaya bayılıyorlar. Kuzey Irak'ta gözü olanlara dahi rastlanıyor, bazı kurumlar ve çevreler ise Irak'ın yeniden yapılanmasında kilit rol oynayabileceğimizi düşünüyorlar. Gerçekçi olmalıyız. Türkiye'yi önümüzdeki aylarda çok daha önemli ve öncelikli bir gündem bekliyor. Irak'taki gelişmeleri etkileme olanaklarımız zaten çok sınırlıdır. Ölçüyü kaçırırsak tahminimizin ötesinde zarara uğrarız. Türkiye için en iyi opsiyon, ABD'yi askeri operasyon fikrinden caydırmaktır. Çabalarımızı bu amaca çevirmeliyiz.
Yazının Devamını Oku 31 Ağustos 2002
<B>NORMAL </B>olarak oy verirken seçmenler partilerin ideolojilerini, liderlerini, kadrolarını ve programlarını değerlendirirler. Türkiye'de ideolojileri açısından partilere bakacak olursak bu unsurun özellikle kendilerine sol diyen partilerde ağır bastığını görürüz. Solculuğu daha çok platonik olan Kemal Derviş'in CHP'ye katılmasından sonra diğer ayrı çizgideki partiler ‘‘Kim daha solcudur’’ yarışını başlattılar. Başbakan Ecevit bazılarını dışlayarak ‘‘Ulusal Sol’’u DSP çatısı altında birleşmeye çağırdı. Başbakan Yardımcılığı ve Dışişleri Bakanlığı'na ilaveten DSP'nin teorisyeni rolünü de üstlenen Şükrü Sina Gürel, liberal sol kavramını şiddetle reddetti ve bu görüşte olanları ‘‘ulusal anlayış’’tan mahrum oldukları için eleştirdi. Demek ki DSP şimdiye kadar hükümet koalisyonunda savunduğu politikaları terk edecek, daha radikal bir kimliğe bürünecek. 1978'deki tezlerine geri dönecek. YTP de Derviş'in kamp değiştirmesinden sonra daha sol bir görünümüne yöneliyor, fakat aynı zamanda liberalizme açılımlarını korumaya dikkat ediyor.
***
Sol partiler geleneksel olarak daima yeni etiketler arayışında olmuşlardır. Eski İngiliz Başbakanı Margaret Thatcher, ‘‘Devlet Sanatı’’ kitabında bu konuda bakın özetle ne diyor: ‘‘Sosyalistler inançları için hep yeni isimler peşinde koşmuşlardır.’’ Sosyal demokrasi eskiden Marksizm'in bir dalıydı. Daha sonra ‘‘demokratik sosyalizm’’e dönüştü. Sosyalizm gözden düşünce ‘‘sosyal demokrasi’’ yeniden saygınlık kazandı. Blair'in ‘‘Üçüncü Yol’’unun kapitalizmle sosyalizm arasında orta yolu oluşturduğu zannediliyordu. Fakat Blair bunu kabul etmiyor. ‘‘Üçüncü Yol’’un, ‘‘yenilenmiş sosyal demokrasi’’olduğunu ileri sürüyor. Schröder'in hiçbir zaman benimsemediği bu tanımın da modası geçti ve yeni bir deyim ortaya çıktı: ‘‘İlerici Yönetişim.’’ Thatcher'in katıksız bir kapitalist olduğunu biliyoruz, fakat yine de söyledikleri ilginç ve aydınlatıcı geldi.
***
Solun dışındaki partilerden en fazla ideolojik olanı tabii MHP'dir. MHP kendini çağa hiç uymayan nostaljik ve inzivacı bir milliyetçiliğe tamamen kaptırmış durumda. AKP'ye gelince, liderinin bütün iddialarına rağmen politik felsefesini tamamen değiştirip değiştirmediğini ancak zaman gösterecektir. Şimdilik daha önceki söylemlerini unutmak o kadar kolay değil.
Genel olarak demokrasilerde liderlerin yansıttıkları imajın seçmenin tercihlerinde büyük rolü var. Televizyon devrinde artık sadece yetenekli olmak yetmiyor, karizma gerekiyor. Televizyon tartışmalarında ve söyleşilerindeki görünümün etkileyici olması şart. Ne yazık ki karizma bazen yeteneksizliği kamufle edebiliyor. Liderler yanında kadrolar da önem taşır. Bu açıdan bakıldığında bazı partiler diğerlerinden çok daha göz doyurucu. Programlara gelince, DYP'nin oldukça kapsamlı ekonomik görüşleri dışında partilerin somut programları daha seçmenlere takdim edilmiş değil. Nasıl gerçekleştireceği belli olmayan vaatler ise bol.
***
Seçim arifesinde dikkati çeken bir nokta, dış politikadan nispeten çok az bahsedilmesidir. Evet herkes AB konusuna şu veya bu şekilde değiniyor, fakat AB üyelik sürecinde kilit bir unsur olan Kıbrıs meselesinde uzak duruluyor. Oysa seçimler gerçekten 3 Kasım'da yapılacaksa ve o tarihe kadar Ada'da bir çözüme varılmazsa, yeni iktidar tek başına Kıbrıs Rum Yönetimi'nin AB'ye üye kabul edilmesi gibi bir oldu bitti karşısında kalabilir. Böyle bir sonucun AB ile ilişkileri son derece güçleştireceği açıktır. Kıbrıs meselesinde hiçbir opsiyonun yüzde yüz Türkiye'yi ve KKTC'yi tatmin edemeyeceğini ve bu yüzden en az kötü opsiyonu seçmekten başka çare bulunmadığını bugünkü hükümet bir türlü anlayamıyor. Bu zihin blokajından süratle kurtulamazsak Türkiye uzun yıllar ağır bir bedel ödeyecektir. İşin bir başka yönü daha var. Seçimlerde önce hükümetin AB üzerinde baskı yapmak amacıyla Türkiye ile KKTC arasında bütünleşme sürecine ivme vermesi olasılığından bahsedilmeye başlandı. Böyle bir atılım, KKTC'nin egemenlik savını çürütür ve AB ile işleri iyice yokuşa sürer, yeni iktidarın elini kolunu bağlar. Siyasi partilerimiz seçim kampanyası heyecanı içinde biraz da Kıbrıs ile ilgilenseler iyi olacak. Seçimleri kazanmakla iş bitmeyecektir, seçim sonrasında sorunlarla başa çıkmak gerekecek.
Yazının Devamını Oku 24 Ağustos 2002
<B>TÜRKİYE'</B>de müthiş bir sol rüzgárı esiyor. Fakat ne garip ki <B>Kemal Derviş'</B>in solu birleştirmeyi kutsal bir misyon olarak üstlenmesinden beri solda birleşmeden çok parçalanma ve ufalanma gündemde. Sol partilerden hiçbiri, gizemli sosyal demokrat sıfatını kendisinden başkasına yakıştırmadı, kişisel rekabetler ve husumetler bütün hızı ile sürdü ve sonunda Derviş, CHP'ye moda deyimle iltihak etti.
***
Seçmenler için ciddi bir sorun, ‘‘sosyal demokrat’’ kavramının içeriğidir. Bu çizgideki partilerin geçmişteki icraatı, Türkiye'de daima sosyal yaraları artırmıştır. Sosyal demokratlığın bugün ne anlama geldiği belli olmadığı gibi, sosyal adalet kavramı ve yaygın sosyal hizmet anlayışı artık hiçbir ülkede solun tekelinde değildir. Bu gerçeği Derviş'in kendisi birkaç ay önce ARI grubunun düzenlediği bir gençlik konferansında vurgulamış ve kapitalizmin kalesi ABD'de bile GSMH'den kamuya aktarılan muazzam kaynaklardan en büyük kısmın sosyal masraflara yönlendirildiğini izah etmişti. Türkiye için asıl sorun, hangi partinin daha sol vicdanlı olduğu değil, fakat hangisinin ülkeyi iyi yöneterek kaynak israfını önleyeceği, borç yükünü azaltacağı, ekonomik büyümeyi başlatacağı ve bu yoldan bütün modern devletlerdeki gibi eğitime, sağlığa ve sosyal güvenliğe daha fazla kaynak ayırabileceğidir. Ne var ki, hiçbir iktidar, önümüzdeki birkaç yılda büyümeyi frenleyen ve ek kaynaklara olanak bırakmayan IMF kıskacından kurtulamayacaktır. CHP iktidara gelir veya iktidara katılırsa bu süre zarfında Derviş'in ekonominin dümeninde bulunmasının önemini kimse inkár edemez; çünkü istikrar programını daha iyi yürütebilecek birini bulmak zordur. Derviş'in, bu programı sürdürürken CHP kadrolarına hakim olmakta devam eden devletçi söylem, dürtüler ve oldukça yoğun IMF alerjisi ile bir sıkıntısı olup olmayacağı ayrı bir sorundur. Bir de Derviş ve Deniz Baykal gibi kuvvetli şahsiyetler arasında, ne kadar dost olurlarsa olsunlar, uzun sürede çatışma ihtimali hiç yok denemez.
***
Sol yelpazede DSP nasılsa ayakta kalmayı başardı. DSP ulusal solu temsil ettiğini iddia ediyor. ‘‘Ulusal sol’’un da içeriği müphem, fakat genellikle Avrupa Birliği ile bağdaşmayan bir eğilim olduğu açık. DSP'nin bugünkü hükümet kadrosu ve partiye tek tük yeni katılanlar bu konuda kuşkuya yer bırakmıyor.
YTP'ye gelince, bu oluşum Derviş tarafından yarı yolda terk edildikten sonra toparlanmaya muhtaç. ANAP'ı da kapsayacak şekilde merkez sağa açılımla gerçek bir sosyal-liberal platforma yönelmesi isabetli olur. YTP Başkanı'nın konuşmalarında yuvarlak ifadelerle yetinmeyerek somut bir politik çizgi tarif etmesi inandırıcılığını artıracaktır.
Radikal sağ gittikçe kuvvetlenirken Türkiye'nin asıl dramı merkez sağın zayıflamasıdır. ANAP'ın ciddi bir küçülme sürecine girmiş olması üzücüdür; çünkü Özal'ın bu partiye miras bıraktığı ekonomik ve politik kültürün Türkiye'ye yararı vardır. Mesut Yılmaz da bugün en doğru politikaların savunuculuğunu yapıyor, gittikçe olgunlaşan bir lider görünümünü veriyor. Galiba vaktiyle yaptığı hataların bedelini kendisine en fazla ihtiyaç duyulacağı bir zamanda ödeyecek.
***
Merkez sağda şimdi en sağlam kale DYP. Barajı aşması bekleniyor ve kuşkusuz yeni Meclis'te bir denge unsuru oluşturacak. DYP'nin ele avuca sığmaz renkli liderinde de galiba bir evrim oldu. Tansu Çiller'i geçen salı NTV'de kısmen izledim, performansı etkileyiciydi. Duygusal veya boş söylemlerden uzak durdu. Ev ödevini yapmıştı, somut politikalar öneriyordu. Ancak, başbakanlık yapmış diğer liderler gibi onun da bir inandırıcılık sorunu mevcut.
Yeni Meclis'te radikal sağa karşı merkez solun ve merkez sağın işbirliği yapmaları kaçınılmaz olacağa benzer. Kuvvet dengesinin birinin çok lehinde, diğerinin de çok aleyhinde olmaması temenni edilmelidir. Merkez sol Derviş'in şöhreti ile kuvvetlenirken, merkez sağ da kabil olduğu kadar birleşerek daha fazla ağırlık kazanmalıdır. Fakat seçimleri ertelemeye çalışmak iyi bir politika olmaz. Türkiye'nin daha fazla siyasi kargaşaya ve belirsizliğe tahammülü kalmadı.
Yazının Devamını Oku 17 Ağustos 2002
<B>GÖZLERİMİZİ</B> seçimler sonrasına çevirmiş bulunuyoruz, fakat sandık gününe kadar daha iki buçuk ay var. Türkiye'nin içinde bulunduğu politik, ekonomik ve sosyal koşullarda iki buçuk ay çok uzun bir süredir. Kaldı ki uluslararası ilişkiler ve olası gelişmeler açısından da kritik bir devre içindeyiz. Bizi seçimlere götürecek hükümet ise tam bir yapay koalisyona dönüştü. Meclis'te en az milletvekiline sahip koalisyon ortağı Başbakanlığı elinde tutuyor, en fazla sandalyesi olan artık tamamen başka telden çalıyor, üçüncü ortak da galiba ciddi bir buhran içinde. Bu hükümet, yoğun dış politika gündemi ile nasıl başa çıkacak, çok kırılgan olan ekonomik dengeler nasıl korunabilecek, istikrar programının raydan çıkması nasıl önlenecek, belli değil. Bütün bu kaygılar yetmiyormuş gibi bir de seçimlerin ertelenmesi ihtimalinden gittikçe daha fazla söz edilmeye başlandı. Her partiden küskünlerin desteği ile TBMM'de ertelenme kararı alınması belki kolay olur, fakat bu kararın sonuçlarını kontrolde büyük sıkıntı çekilir. Bir hükümet değişikliğine gitmek gerekirse bitmez tükenmez siyasi oyunlar ve pazarlıklar ülkeyi daha fazla yıpratır, popülist politikaların önüne geçilemez ve Türkiye bugünkü cılız yönetimi bile arar hale gelebilir.
Seçim tarihi değiştirilmezse, 4 Kasım'da nasıl bir siyasi tablo bulacağımız belirsizliğini koruyor. AKP'nin % 20 veya daha fazla oy toplaması tahminleri yaygın. Hiçbir partiye karşı önyargı ile hareket etmek doğru değildir, fakat bir AKP zaferi beklentisinin uyandırdığı endişelerin ciddi bir mesnedi var. Bu partinin çekirdek kadrosu ne de olsa Refah Partisi'nden devralındı. Eski söylemleri ile bugünkü söylemleri arasındaki fark o kadar inandırıcı değil. Partinin liderinin formasyonu ve politik kültürü Türkiye'nin bugün ihtiyaç duyduğu başbakan profiline hiçbir suretle uymuyor. Diğer taraftan AKP liderliğinde bir hükümetin toplumsal ve kurumsal gerginliklere yol açmasından korkulabilir.
Kemal Derviş bir sosyal-liberal sentez amacı ile ortaya atıldı, fakat sonunda iş daha çok solda bir bütünleşmeye dönüştü. Genel olarak birleşmiş bir solun Türkiye için bir çıkış yolu olacağına inanılıyor. Ancak bu beklentinin de ne kadar gerçekçi olduğu belli değil. 1950'den sonraki siyasi tarihimize bakacak olursak, başarılı bir sol yönetim örneği bulmakta büyük sıkıntı çekeriz. Tam tersine bütün sol yönetimler, hatta solun içinde bulunduğu koalisyonlar her defasında ekonominin dibe oturmasına neden olan vahim hatalar yapmışlardır. Sol iktidarların çok özgürlükçü olduğu da söylenemez. Tehlikeli bazı politik destek aramalarına girdikleri ve baskıcı devlet kavramı ile özdeşleştikleri inkár edilemez. Merkez sağ yönetimlere gelince, onlar da kuşkusuz zemzemle yıkanmış değillerdi. Fakat hiç değilse 1950'lerden başlayarak tarımın kalkınması, altyapı, Türk ekonomisinin dışa açılması ve özel sektörün dinamizm kazanması için gereken koşulların yaratılması gibi eserler bıraktılar. Dış politikanın idaresi bakımından da merkez sağ iktidarlarının sol iktidarlardan çok daha başarılı oldukları kuşkusuzdur.
Geçmişe dönük değerlendirmeler bundan sonraki davranışların aynı yönde olacağı anlamına gelmez. Saplantıları ile yaşamakta inat edenler dışında, soldaki liderlerden hiçbiri pazar ekonomisinden uzaklaşmayı veya inziva politikası gütmeyi herhalde düşünmüyor. Özellikle CHP özlü bir evrim içinde. Fakat ne de olsa bölünme eğilimleri, liderler arasında eski ilişkilerden kaynaklanan güven noksanlığı, büyük egolar arasındaki kıyasıya rekabet ve bazı hallerde husumet devam ediyor. Derviş de elinden geleni yaptı; fakat şimdiye kadar solu birleştiremedi. Ne yazık ki merkezde sosyal liberal birleşme amacından fiilen uzaklaştı. Hükümette iken savunduğu ekonomik görüşler ile tamamen çelişkili olan çok saf bir sosyal demokrat romantizmine kendini kaptırdı veya bu izlenimi vermek işine geldi. YTP'ye katılmaktan son dakikada vazgeçmesi ve davranışını haklı göstermek için kullandığı savlar daha çok tartışılacaktır. Derviş'in zekásından ve üstün yeteneklerinden kimsenin şüphesi olamaz. Uzak görüşlülüğü ve politik tutarlılığı ise daha ispata muhtaç. Siyaset sahnesine muhteşem, fakat varsonsları başdöndürücü bir virtüöz olarak çıktı. Performanslarını heyecanla izleyeceğiz.
Yazının Devamını Oku 10 Ağustos 2002
<B>TBMM'</B>nin AB ile uyum kanunlarını süratle kabul etmesi AB çevrelerinde de sürpriz yarattı. Seçim arifesinde son derece duyarlı konularda böyle bir siyasi irade gösterisi beklemiyorlardı. Yankılar bütün AB ülkelerinde olumlu yönde oldu ve Türkiye'nin sallantıda olan üyelik süreci birdenbire ivme kazandı. İdam cezasının Türkiye'de kaldırılması onuruna Roma'daki Colosseum'un geçen hafta cuma gecesi aydınlatılması da çok anlamlı sembolik bir jestti. İtalyan sivil toplum örgütleri hangi ülkede idam kaldırılsa bu kutlamayı tertipliyorlarmış.
Kapsamlı reform paketine AB Komisyonu'nun ekimde yayımlayacağı ilerleme raporunun da geniş yer verileceği kesindir. Seçimleri gözeten AB ülkelerinin de Türkiye'de AB'ye taraftar partileri destekleyecek açılımlarda bulunmaları beklenmelidir. Ancak aralıktaki Kopenhag Zirvesi üyelik sürecinin bundan sonraki aşamaları hakkında kararını verirken 3 Kasım seçimlerinin sonuçlarını değerlendirmiş olacaktır. Zirvede Türkiye'ye bir müzakere tarihi verilip verilmeyeceği bugünden kestirilemez. Seçimlerden sonraki tablo umut verici olursa hiç değilse bir takvim perspektifi elde edilebilir. Aksine AKP'nin tekelinde veya liderliğinde bir Meclis çoğunluğu veya merkezi temsil eden fakat çok kırılgan bir koalisyon ister istemez üyelik sürecine menfi tesir eder.
AB açısından seçim sonucu dışında üç temel nokta üzerinde durulmalıdır. Birincisi uygulama ile ilgilidir. AB bu alanda ilerleme görmek istediğini şimdiden belli etmiştir. AB'nin bu yaklaşımını yadırgamamak gerekir. Osmanlı Devleti'nin vaatlerin yerine getirilmesini sürekli savsamak geleneği maalesef 1950'den sonra nüksetmiştir. Uygulama aşamasında geniş anlamda bürokrasinin direnişi veya geciktirme taktikleri ile karşılaşmak şaşırtıcı olmayacaktır. Buna ancak kuvvetli bir hükümet mani olabilir. Seçim ortamında üstelik AB konusunda yolları iyice ayrılmış partilerden oluşan bir koalisyonun uygulama engellemeleri ile etkin bir şekilde başa çıkması herhalde pek kolay olmaz.
İkinci önemli nokta, Kopenhag zirvesine kadar bugüne değin örneklerini çok gördüğümüz yol kazalarına uğramamak, geri adım atıldığı gibi bir izlenime meydan vermemektir. Örneğin Anayasa Mahkemesi HADEP'i kapatma kararı alırsa bunun geri bir adım sayılabileceği bize açıkça bildirilmiştir. Geri adım lüzumsuz söylemler şeklinde de olabilir. Ne yazık ki bu alanda büyük meharet sahibi bazı kimseler AB ile ilişkilerimizin en kritik devresinde kilit bakanlıklara getirilmişlerdir.
Nihayet her nedense Türkiye'de üzerinde az durulan Kıbrıs diye bir mesele vardır. Genellikle ‘‘Kıbrıs sorunu Kopenhag kriterlerine dahil değildir’’ diyerek işin üstesinden geldiğimizi sanıyoruz. Aslında kendimizi aldatmaktan başka bir şey yapmıyoruz. Gerçekler ortada ve AB sorumluları bunları gizlemiyorlar. 6 Eylül'de iki taraf liderlerinin BM Genel Sekreteri ile yapacakları toplantıyı takiben süratle bir çözüme varılamazsa veya hiç değilse bir çözüm çerçevesi bulunamazsa Kopenhag zirvesinde bir açmaz ile karşı karşıya geleceğiz. AB Konseyi diğer dokuz üye ile birlikte Kıbrıs'ın da üyeliğini Kopenhag'da kabul etmeye hazırlanmaktadır. Son dakikada Türkiye ile bir buhran çıkmasın diye bundan vazgeçebilir mi? Belki evet, belki hayır, fakat çok muhtemelen hayır. Güney Kıbrıs çözüm olmadan bütün Kıbrıs'ı temsilen üye olarak kabul edilirse bu durumun Ada'da olduğu kadar Türkiye ile Yunanistan arasında ve Türkiye ile AB arasında gerginlik yaratması kaçınılmaz olur. Bunu önlemek için birtakım geçici formüller üzerinde duruluyor, fakat bunların hiçbiri Türkiye için tatmin edici değildir. Yunanistan'ın yanı sıra Güney Kıbrıs'ın da AB üyesi olması Türkiye-AB ilişkilerindeki denklemi bozar, Kıbrıs meselesinin ileride çözümü son derece güçleşir, KKTC ciddi iç sıkıntılarla karşılaşır, Türkiye'nin de bu gelişmelere karşı kontrolden çıkabilecek tepkisi bir buhran körükleyebilir. Bu olasılıklara karşı nasıl bir yol izleyeceğimiz belli değil. Sert beyanatlar verip duruyoruz. İhtiyacımız retorik değil, fakat bütün olası gelişmeleri hesaba katan politik opsiyonlardır. Bunları saptamayı geciktirdiğimiz takdirde hüsrana uğrarız.
Yazının Devamını Oku 3 Ağustos 2002
<B>IRAK</B> meselesini, çeşitli öğelerini göz önünde tutarak, soğukkanlılıkla irdelemeliyiz. Her şeyden önce ABD'nin askeri müdahale planlarının henüz kesinlik kazanmadığı hatırlanmalıdır. Evet, ABD çeşitli opsiyonlar geliştiriyor, amaç Saddam Hüseyin'i tasfiye etmek. Fakat bu amaca varılabilmesi için birçok karmaşık koşulun bir araya gelmesi gerek. Senato'nun Dışişleri Komisyonu'nda iki gün önce başlatılan tartışmada politik amaç desteklenmekle beraber, ciddi kaygılar dile getirildi. Amerika'nın bir ‘‘çıkış’’ stratejisine muhtaç olduğu vurgulandı. Gerçekten de Saddam'dan sonra Irak'ta siyasal yapılanmanın mühendisliğini üstlenmek o kadar kolay olmayacak. ABD kuvvetlerinin orada saplanıp kalması tehlikesi başgösterecek. Diğer taraftan ABD'yi destekleyen tek bir başka ülke yok. Avrupalılar ve Arap ülkeleri bir müdahaleye gittikçe seslerini yükselterek karşı çıkıyorlar. Ürdün Kralı Abdullah çok haklı, Filistin meselesi halledilmeden Irak'a saldırı Ortadoğu için felaket olur. ABD'nin o kadar korktuğu global terör şiddetlenebilir. Abdullah'ın görüşlerini Londra'da ve Washington'da cesaretle masaya yatırması takdirle karşılanmalıdır.
Zaman faktörü de henüz açıklık kazanmadı. Nüfuzlu bir Amerikalı senatör, harekátın bu yıl içinde yapılmasına ihtimal vermiyor. Irak da ustaca bir siyasi manevra ile tam bu sırada Birleşmiş Milletler Silah Denetçilerinin Başkanı Hans Blix'i Bağdat'a davet etti.
* * *
ABD her şeye rağmen, operasyonları başlatırsa müttefikleri arasında en zor duruma Türkiye düşecek. Harekáta fiilen katılmamız söz konusu olmayacaksa da, Amerikalılar üslerimizi kullanmak ve havadan Irak'a sevk edilecek özel kuvvetleri topraklarımızda konuşlandırmak isteyecekler. Amerika ile bugünden ortaklığımız ve her alanda destek ihtiyacımız ışığında bu talepleri kabul etmekten başka çare gözükmüyor. Biz, ayrıca bir gündemimiz yoksa, savaşa katılmayacağız, fakat yine de ciddi bazı riskler yüklenmiş olacağız. Irak füze ile bize saldırabilir veya terör hareketlerinin hedefi haline gelebiliriz. Operasyonun ekonomide neden olacağı kayıpları ise büyütmemek lazım. Irak'la ticaret azalacak, mevsimine göre turizm olumsuz etkilenecek, petrol fiyatları yükselebilecek, ancak ekonomide büyük bir sarsıntı muhtemelen olmayacaktır. Kemal Derviş'in birkaç ay önce söylediği gibi olsa olsa döviz kurları yükselir.
Irak'taki gelişmelerin bizim için en büyük tehlikesi yanlış bir politika gütmemizdir. Kuzey Irak'ta bir Kürt devleti kurulması ihtimaline karşı dikkatli davranmak kuşkusuz gerekiyor. Ancak ABD'nin buna kesinlikle karşı çıkacağı yolunda verdiği teminata güvenmemek için bir neden yok. Bir Kürt devletinin kurulması, Ortadoğu'da Amerika'nın çıkarlarına aykırıdır. Kürtler de bağımsızlığın kendileri için felaket teşkil edeceği bilincindeler. Ne var ki müdahale Irak'ta bir federasyon kurulmasına yol açabilir ve buna karşı çıkmak kolay olmaz. Kabullenmekten başka çare kalmayabilir. Federasyon bünyesinde Kerkük'ün nereye bağlanacağı meselesine gelince, bu konudaki itirazımızı oradaki Türkmen nüfusuna dayandırmamız mümkün gözükmüyor; çünkü Türkmenler uzun yıllardan beri Kerkük'te artık çoğunlukta değiller. Saddam bunun icabına bakmış ve Kürt nüfusu da azaltarak Kerkük'ü Araplaştırmış. Dolayısıyla Bağdat, Kerkük'ü kolay kolay başkalarına vermez.
* * *
Türkmenler konusunda çok dikkatli davranmalıyız. Dışarıdan çok fazla himaye sayısal azınlıklara daima zarar vermiştir. Hiçbir bölgede bugün çoğunlukta olmadıkları için Kürtlerle eşit bir statüde olmalarını sağlayamayız. Azınlık statüsü de yeterli olmaz. Belki Irak'ta da Belçika modelinden esinlenebilinir. Orada ‘‘bölgeler’’ ve ‘‘toplumlar’’ aynı haklardan istifade ediyorlar. Toplumların muayyen bir bölgede çoğunlukta olup olmadıklarına bakılmıyor.
Son zamanlarda sayısı artan ‘‘stratejist’’lerden bazılarına göre Kuzey Irak'ta aleyhimize gelişmeleri önlemenin tek yolu, harekát başlar başlamaz esasen sınırın Irak tarafında bulunan kuvvetlerimizin 36'ncı paralele kadar ilerlemesidir. Olabileceği kadar tehlikeli bir fikir. ‘‘Çıkış’’ stratejisi bulamayız. Bataklığa saplanırız. Ekonomi gerçekten iflas eder. Enver Paşavari dürtüleri bir tarafa bırakalım. Atatürk'ün ve İnönü'nün politikalarına sadık kalalım.
Yazının Devamını Oku