BUGÜN küreselleşme sürecindeki dünyada ekonomik büyümenin başlıca motoru bilim ve teknolojidir.
Dolayısıyla başarının temelinde eğitim yatar. İnsana yapılan yatırım artık en değerli yatırım haline gelmiştir. Hindistan'a bakın, bizden bir hayli daha fakir bir ülke, fakat bilim ve teknoloji dallarında eğitime verdiği öncelik sayesinde özellikle enformasyon teknolojisinde ön ligde koşmaya başladı. İsrail'in de yıllardan beri aynı yönde büyük hamleler kat ettiğini bildiğim için geçen hafta Tel Aviv'de bulunmamdan yararlanarak bazı ek bilgiler topladım. İsrail, kendisine hasım bir ortam içinde yaşadığından ilk önce tarımda ve savunma teknolojisinde ilerleme sağlamış. Son 20 yıl içinde ise tarım ve düşük teknolojiye dayalı bir ekonomiden yüksek teknoloji üreten ve ihraç eden bir ülke olmuş. Yüksek teknoloji sektörünün GSMH'deki payı % 15'e yükselmiş, bu sektörün ihracatı 10 yılda 2.5 milyardan 13 milyara çıkmış. Bu sonucu elde edebilmek için Araştırma ve Geliştirme'ye (AR-GE) GSMH'nin % 3.9'unu tahsis ediyor.
Türkiye'de AR-GE hiçbir zaman gündemde ağırlıklı olmamıştır. Bundan 20 yıl kadar önce Türkiye'yi iyi bilen bir Amerikalı işadamı bana, ‘‘Siz dinamik bir ülkesiniz, fakat AR-GE'ye önem vermediğiniz için tökezlemeye mahkûmsunuz’’ demişti. Ne kadar haklıymış! Araştırmayı bir tarafa bırakalım, eğitime milli gelirden ayırdığımız pay bile % 2 civarında. Avrupa Birliği çevrelerinde bize yöneltilen eleştirilerden önemli biri de eğitim alanındaki zaafımız ve eğitim sistemimizin kritik tahlil ve yaratıcılık yeteneklerinin geliştirilmesini engelleyen ezberci niteliğidir.
* * *
Türkiye'de eğitim politikasının bir türlü yerine oturamadığı bir gerçektir. Bugünkü politik, ekonomik ve sosyal çalkantılarda eğitimin yozlaşmasının etkisi büyüktür. Yargıda, öğretim kadrolarında, bürokraside ve politikada yetersiz ve yüzeysel eğitimin izleri sık sık görülüyor. Düşünceyi kısıtlayan, onu zihni kıskaçlar içinde tutan, insanlara kalıp düşünceler aşılayan, her şeyi ak ve kara şeklinde görmeye alıştıran bir eğitim sistemimiz var. Genellikle yabancı dil bilgisi eksikliği acıklıdır. Sözcük fakiri haline gelen Türkçe ise artık düşünce ve ifade kıvraklığına ve nüanslara imkán tanımamaktadır. Gençlerin 30-40 yıl önce yazılanları anlamasına olanak vermeyen bir dil olur mu?
* * *
Prensip açısından doğru olan 8 yıllık zorunlu eğitim yasasının da ne yazık ki olumsuz birçok yan etkileri göz ardı edildi. İmam hatip okulları ile aynı uygulamaya tabi tutulan meslek okullarına darbe vuruldu. Bir başka hata da, yüz yıldan fazla bir süreden beri ülkemize paha biçilmez bir eğitim ve kültür hizmeti veren yabancı okulların orta kısımlarının lağvedilmesi olmuştur. Oysa bu okullar, üniversiteye giriş sınavlarında başından beri % 80'in, bazen de % 90'ın üstünde bir başarı kazanmakta ve disiplinli eğitim yöntemleri ile her yıl Türkiye'ye seçkin aydınlar yetiştirmekteydiler. Çok daha pahalı fakat başarısız bazı özel okulların varlığı göz önünde tutulursa, yabancı okulların öğrencilerini bir mutlu azınlık gibi görmek haksızlık olur. Şimdi ise, Milli Eğitim Bakanlığı bu okullardaki yabancı dil hazırlık sınıflarını ve yabancı dilde verilen bilim derslerini kaldırmaya hazırlanıyor. Avrupa Birliği'ne üyelik sürecinde bulunan ülkemiz için bundan daha büyük bir çelişki olamaz. Gençlerimizi AB içinde rekabete hazırlayacağımıza onları içe kapanık bir kültüre mahkûm edeceğiz. Süper liselerde hiçbir ders artık yabancı dilde okutulmadığından başarı düzeyinin gittikçe düştüğünü fark etmiyor muyuz? Bağnaz yaklaşımlar ve yazboz politikası ile daha önce Köy Enstitüleri, Öğretmen Liseleri ve Gazi Eğitim Enstitüleri kapatılmıştı, onların işlevlerini üniversiteye nakletmek bir çare olmamıştı ve bu irfan yuvaları heba edilmişti.
* * *
Daha sekiz yıl zorunlu eğitim yerine oturmadan bu sefer de 12 yıllık eğitime geçiş planlanıyor. Ailelerin çoğu halen 8 yıllık eğitimin yüküne bile katlanamıyorlar, eğitim süresi 12 yıla çıkarsa büsbütün perişan olacaklar. 12 yıllık zorunlu eğitim için bugünkü ekonomik koşullarda ek kaynaklar nasıl bulunacak, o da belli değil. Her şeyi aceleye getirmekten, gerçeklere uymayan hedefler peşinde koşmaktan, sonra da pişmanlık duymaktan ne zaman vazgeçeceğiz? Galiba bu soruyu kendimize yarım asırdır soruyoruz!