16 Kasım 2002
<B>CUMHURBAŞKANI Denktaş</B> ile <B>Klerides</B> görüşmelere başladıkları zaman BM Genel Sekreteri Temsilcisi'nin not tutmakla yetineceğini ilan ettiler. Oysa başından beri Genel Sekreter Kofi Annan'ın ABD'nin ve AB'nin de desteği ile kendi çözüm paketini zamanı geldiğinde masaya yatıracağı belliydi. Başka çaresi de zaten yoktu. Denktaş ve Klerides'in aralarında bir çözüm metni oluşturmaları mucize gerektirirdi.
Annan'ın önerilerini irdelemeden önce şu üç nokta üzerinde durulmalıdır. Birincisi, AB'den soyutlanmış olarak Kıbrıs sorununun çözümüne Türkiye'nin ve KKTC'nin ihtiyacı olup olmadığıdır. Bu sorunun cevabı ancak olumlu olabilir. Evet, Kıbrıs meselesi mali bakımdan Türkiye için kaldırılamayacak bir yük sayılamaz. Fakat Türk-Yunan anlaşmazlıklarının temel öğesini oluşturduğundan hem politik ve hem de dolaylı olarak ekonomik bakımdan ağır bir yüktür. Kıbrıs sorunu uluslararası alanda Türkiye'nin enerjisini tüketmiş, birçok fırsatların kaçırılmasına neden olmuştur. İkincisi, yine Türkiye'nin AB üyeliğini bir tarafa bıraksak bile, Güney Kıbrıs'ın çözüm olmadan AB üyeliğine kabul edilmesinin özellikle Kıbrıs Türklüğü için çok çetin sorunları beraberinde getireceği kesindir. Hemen değilse bile birkaç yıl sonra Kıbrıs Türkleri büyük bir fırsat kaçırdıkları için dövüneceklerdir. Üçüncü nokta, Kıbrıs sorunu ile Türkiye'nin AB üyeliği süreci arasındaki etkileşime ilişkindir. AB üyeliği pahasına normal olarak bir çözümde katlanılabilecek fedakárlıkların ötesinde ödün vermemek prensibi kuşkusuz doğrudur. Buna karşın dengeli bir çözümün Türkiye'nin AB üyelik sürecine ivme vereceğini görmezlikten gelemeyiz.
* * *
Kofi Annan'ın önerilerini bu üç noktayı aklımızda tutarak değerlendirmeliyiz. Bu öneriler bir müzakere zemini olarak takdim edildi. Bir müzakere marjı teorik olarak belki var, fakat gerçekte bu marjın çok geniş olduğu sanılmamalıdır. Paketin denklemi son derece hassas ve karmaşık. Bir yerini oynattınız mı dengeler kolaylıkla bozulabilir. Demek oluyor ki paketi kolay kolay değişmeyecek bir bütün olarak ele almak durumundayız.
Ben 156 sayfalık metni tabii görmedim. BM'ce hazırlanan 9 sayfalık özeti inceledim. Görebildiğim kadarıyla kurucu devletlerin egemenlikleri ve ortak devlette siyasal eşitlik alanlarında Türk tarafının istekleri geniş ölçüde karşılanmış. Rumların ortak devlette Türklere dayatmada bulunmalarına imkán bırakılmamış. Güvenlik alanında Türk tarafının kaygılarını gözeten düzenlemeler yapılmış. Ortak devlet vatandaşlığına ek olarak kurucu devlet vatandaşlığının ihdası Türk bölgesinin egemenliğini hem sembolik olarak ve hem de fiilen kuvvetlendiriyor. KKTC'nin şimdiye kadarki hukuki tasarrufları da saklı tutulmuş.
* * *
Türk tarafı için çok zor konulardan biri kuşkusuz sınır ayarlamalarıdır. Halen Kıbrıs'ın % 36'sından fazlası Türk kontrolü altında. Bu oranın % 28.5 civarına indirilmesi öngörülüyormuş. Elimdeki özette bu konuya temas edilmemiş. Ancak 1986'da Türk tarafının % 29(+)'yı kabul ettiğini biliyoruz. 1974'ten beri 35-40 bin Türk'ün yerleştiği toprakların terk edilmesi şüphesiz üzücü olacaktır, fakat günün birinde toprak ayarlamaları yapmak gerekeceği hep biliniyordu. Nitekim Maraş bölgesi bu düşünce ile yerleşime açılmamıştı.
Güçlük arz eden bir başka konu, Türk bölgesindeki Rum gayrimenkulleridir. Bu sorunun çözümü için takas, tazminat, kiralama, tapu iadesinin ertelenmesi gibi çözümler öngörülmüş. Gayrimenkullerin eski sahiplerine iadesi yüzünden kimsenin evsiz barksız kalmaması gerektiği vurgulanmış. İkamet serbestisi konusunda kurucu devletlere kısıtlama hakkı tanınmış. Kurucu devletin vatandaşı olmayan kimseler yerli nüfusun muayyen bir oranının üstünde ikamet hakkı alamayacaklar. Bu oran ilk yılda % 1'den başlayarak tedricen artacak. 20 yıldan sonra % 33'e ulaşılabilecek ve o düzeyde dondurulacak.
* * *
Kıbrıs Rumları, Yunanistan'ın da baskısı altında, Annan'ın önerilerini kabule hazırlanıyorlar. İçlerinde çözüme karşı olanların Türk tarafının önerileri reddetmesini bekledikleri muhakkak. Böyle bir hata yapmayalım. Annan'ın önerileri Türk tarafının kaygılarının büyük kısmına cevap vermektedir. ‘‘En iyi, iyinin düşmanıdır’’ altın kuralını hatırlayalım. Gereken siyasi cesareti gösterelim.
Yazının Devamını Oku 9 Kasım 2002
<B>11 EYLÜL'</B>den sonra İslam ile demokrasinin ne kadar bağdaştığı tartışması ivme kazandı. Müslüman ülkelerin çoğunda katılımcı ve çoğulcu bir demokrasinin kurulamayacağı inancı oldukça yaygın. Otokrasi ve itaat kültürü İslam ülkelerinin belirgin özellikleri olarak görülüyor. Bu görüşe karşı gelenler ise İslam'ın her zaman eşitliği ve kişisel ve toplumsal hakları koruduğunu, Osmanlıların kurumlaştırdıkları ‘‘millet’’ sisteminin de dinsel ve kültürel çeşitlilik prensibine İslam'ın bağlılığını kanıtladığını vurguluyorlar.
* * *
Geçen hafta ‘‘Roma Kulübü’’nün Bilkent Üniversitesi'nde düzenlediği konferansa katılan Ürdün Prensi Hasan Bin Talal konu ile ilgili bazı incelemelerini içeren bir kitapçık dağıttı. Bunda İslam ile devlet arasındaki ilişkileri ve köktendinciliğin asıl nedenlerini irdeliyor. Özellikle belirttiği başlıca noktaları özetliyorum: ‘‘Müslümanlar, sadece köktendinciler değil, her zaman laik devlet kavramını kabulde güçlük çekmişlerdir. İslam'da devlet kavramı, Tanrı'nın ilahi kanununun egemen olduğu hakça ve mükemmel bir toplumu ifade eder. İslam din ile dünyevi alan arasında fark tanımaz. Devlet ile kilise arasında bir ayrım yapılamaz, çünkü İslam'da kilise yoktur. Devlet, hiç değilse teoride, din hukukunun bölünmez bir parçasıdır. Birçok Müslüman için Peygamber ve onun ilk halefleri zamanında mevcut bu ideal durum bugün de aranması gereken bir ülküdür. Politikayı din hukukundan ayrı bir disiplin olarak görmeyen köktendinciler ideal İslam toplumunu gerçekleştirmek için politika ile dini birleştirmek isterler. Amaçları, toplumun laikliğe sürüklenmesini önlemek için dini politize etmektir. Köktendincilik ulus devlete savaş ilan etmiştir. Hedefi, onun dayandığı prensipleri yok etmektir. Köktendinciler ulusal egemenlik kavramını kabul edemezler.’’
* * *
Din referanslı partilerin hepsinin Prens Hasan'ın tarifi çerçevesine girdiği iddia edilemez. Fakat şurası da bir gerçektir ki, bu partilerin en ılımlıları dahi laikliği içlerine sindiremediler. Atatürk başka türlü bir ulus devlet kuramayacağını gördüğü için radikal bir devrimle laikliği anayasal bir kural haline getirmişti. Bugün köktendincilik sadece Türkiye'de değil, fakat çağdaşlaşmanın gereği olarak laikliğe kanunlarında ve uygulamalarda bir ölçüde yer veren bütün Müslüman ülkelerde de bir tehdit olarak algılanmaktadır.
* * *
Türkiye'de İslamcı dediğimiz partiler birçok aşamalardan geçtiler. İktidara ne zaman ortak oldularsa büyük zararları dokundu. Birçok alanda ülkenin önünü kestiler. Ve nihayet son seçimde Avrupa basınının ‘‘Eski İslamcı’’ diye nitelendirdiği AKP değişik bir kimlik iddiası ile tek başına iktidar oldu. AKP'nin gövdesini oluşturan kadrolar, ‘‘Milli Görüş’’ geleneğinden geliyor. Ancak AKP liderlerinin çoğunun daha birkaç yıl önceki söylemleri ile bugünkü söylemleri arasında dağlar kadar fark var. Geçmiş hatalarından gereken dersi çıkardıkları ve Cumhuriyet'in temel prensipleri ile çatışmamaya özen gösterdikleri görülüyor. Bu davranışta sebat gösterildiği ve yol kazaları olmadığı takdirde, Müslüman ülkeler topluluğunda çağdaşlaşmanın öncülüğünü yapan Türkiye, bu sefer merkez sağa yakın, laiklikle bağdaşan bir liberal İslam örneğini verebilir. AKP'nin bu alanda tarihi bir sorumluluğu vardır.
* * *
Daha önce sadece AB'ye değil, fakat NATO'ya bile karşı gelen Tayyip Erdoğan AB üyeliğini de artık tamamen benimsemiş görünüyor. AB üyeliği yolunda ilerleme Türkiye'de kurumsal ve toplumsal gerilim olasılıklarını azaltacaktır. AKP, hükümetin kurulmasından bile önce bütün AB ülkeleri ile direkt temas kurdu. Çok güzel bir inisiyatif. CHP de paralel girişimler planlamış. Avrupa ülkelerine iki partinin de aynı mesajı vermeleri ve birlikte çalışmaları Türkiye'ye bir müzakere tarihi perspektifini açabilir. AKP ve CHP liderlerinin hafta başındaki buluşmalarında Kıbrıs sorununu da ele almaları sevindiricidir. Ecevit hükümeti Kıbrıs sorununun AB süreci ile etkileşimini bir türlü kavrayamamıştı. Herkesin bildiği parametreler dışına çıkmamak koşuluyla Kıbrıs'ta bir çözümü desteklemenin isabetli olacağını, böyle bir çözüme Kıbrıs Rumları ve Yunanlılar karşı gelseler bile yapıcı bir yaklaşımın Türkiye'ye dolaylı olarak avantaj sağlayacağını göremedi. Kasım ayı içinde BM Genel Sekreteri beklenen önerilerini sunmadan AKP ve CHP ortak bir Kıbrıs politikasının çerçevesi üzerinde de anlaşabilirler. Ülke yararına ne güzel bir gelişme olur.
Yazının Devamını Oku 2 Kasım 2002
<B>ÜÇ</B> hafta önce, bir Düşünce Merkezi'nin düzenlediği toplantı vesilesiyle Portekiz'deydim. Bazı izlenimlerimi yansıtmak istiyordum, fakat araya daha önemli gelişmeler girdiği için bunu yapamadım. Şimdi, seçimlerin hemen öncesinde, günlük tartışmalardan çok uzak olan bu konuya dönmek cazip geldi.
Portekiz'e son defa, 1970'li yılların başında, Salazar totalitarizmi zamanında gitmiştim. Portekiz o tarihten beri önemli aşamalardan geçti. 1985'te AB'ye girdikten sonra muazzam bir ekonomik ve toplumsal hamle yapmakla kalmadı. Asırlardan beri politikasını şekillendiren vizyonunu değiştirdi. Avrupa'nın en Batı ucunda kıtaya arkasını dönmüş bir ülke olmaktan çıkarak, Avrupa'nın bütünleşmesine küçümsenmeyecek bir siyasi ve entelektüel katkıda bulunmaya başladı. Bunu yaparken de kendine özgün kültüründen hiçbir şey kaybetmediği hemen göze çarpıyor. AB'nin milli değerleri ve kültürü yok ettiği safsatasının ne kadar yanlış olduğunu anlamak için Portekiz ve İspanya'ya gitmek gerekir. Her ikisinde de AB içindeki kültürel etkileşim yanında kültürel çeşitliliğin ne kadar canlı olduğu kolayca görülüyor. AB ülkelerinin hemen hepsinde zaten durum aynı.
***
İspanya, Yunanistan ve Portekiz'in ortak noktaları var. Her üçü de diktatörlükten kurtularak Avrupa Birliği'ne üye oldular. Daha önce bir oranda demokratik gelenekleri olan Portekiz 1926'dan 1974'e kadar Salazar'ın totaliter rejimi altında yaşadı. Salazar devrildikten sonra ise bir komünist darbesi tehlikesiyle karşılaştı, fakat ordu ve demokrasi taraftarları tehlikeyi bertaraf ettiler. Portekiz'in bir başka sorunu da sömürgeleri idi. Büyük keşiflerdeki öncülüğünün verdiği ivme ile Portekiz, denizaşırı sömürgeler kuran ilk devletlerden biri olmuştu. Buna karşın İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra dekolonizasyon sürecinde diğer ülkelerden geç kalmış ve bunun sıkıntılarını çekmiştir. AB üyeliğinin bu sıkıntıların atlatılmasını çok kolaylaştırdığı görülüyor.
***
AB'ye katılma, diğer benzer ülkelerde olduğu gibi, Portekiz'de de ekonomik gelişmeyi süratlendirmiş. 1985'te, 2.000 dolar olan fert başına milli gelir bugün 12.000 dolar civarında. 17 yılda büyük bir artış. Ekonomide çok yüksek olan tarımın payı bir hayli küçülmüş. AB'den alınan yardımlarla altyapı geliştirilmiş. Portekiz halen yılda 8 milyar dolar kadar direkt yabancı yatırımdan faydalanıyor. Turizmden 6 milyar dolar kazanıyor ve 10 milyonluk bir ülke olduğu halde 24 milyar dolarlık ihracatı var. Brezilya, Avrupa pazarlarına girmek için Portekiz'e çok geniş ölçüde yatırım yapıyor. AB üyeliğinden sonra, Portekizce konuşan diğer ülkeler de Avrupa ile ilişkilerini Portekiz üzerinden yürütüyorlar. Demek oluyor ki AB'nin getirdiği katkı sadece Avrupa ile sermaye ve ticaret ilişkilerinin artmasından ibaret kalmıyor, çok daha geniş bir alana yayılıyor. Türkiye bir gün AB'ye girerse bunun Ortadoğu-Kafkasya ve hatta Orta Asya ile ekonomik ilişkilere büyük bir ivme vereceği kuşkusuzdur.
***
Portekiz'in kamu masraflarının dağılımında da AB ülkelerindeki genel yönelimi görüyorsunuz. Savunma masrafları milli gelirin % 3'ünün altında. Sağlığa ayrılan kaynaklar bunun dört misli, eğitime ayrılanlar üç misli. AB üyeliği biraz da böye bir dağılım, böyle bir öncelikler sırası demek. Biz henüz bu oranlardan çok uzağız, öncelikler sırası bizde tam ters yönde. Fakat Portekiz'in nazarında AB sadece ekonomik ve toplumsal bir ilerleme süreci değil. Avrupa Birliği'nin siyasal boyutu da onun için çok önemli. Portekiz, AB sürecinde her zaman kuşku ile baktığı tek komşusu İspanya ile ilişkilerini karşılıklı bir güven ortamına kavuşturmuş. AB içinde anlamlı bir siyasi rol oynamak amacını güdüyor. Örneğin, Timor meselesinde AB'yi aktif bir politika gütmeye ikna etmek için büyük çaba harcadı ve başarılı oldu. Diğer taraftan Portekiz'in politik liderleri Avrupa Birliği içinde saygınlık kazandılar, tıpkı İspanyol ve Yunanlı liderler gibi. AB üyeliğinin önemli bir katkısı da gerçekten bu alanda gözüküyor. Çağa ayak uyduramamış, içine kapanmış, yabancı dil bilmeyen, diyalog kuramayan, uluslararası toplantılarda bir köşede tek başına kalan politikacılara iş kalmıyor. Darısı başımıza.
Yazının Devamını Oku 26 Ekim 2002
<B>3</B> Kasım'dan sonra dış politika alanında başlıca üç sorunla karşılaşacağız. Irak'a olası müdahale, 12 Aralık'ta yapılacak Kopenhag AB zirvesinin üyelik müzakerelerinin başlaması için beklediğimiz tarih hakkındaki tutumu ve AB üyeliği ile bağlantılı olarak Kıbrıs meselesi. Irak'a ilişkin görüşlerimi geçen cumartesi ‘‘Irak konusunda sağduyu’’ başlıklı yazımda belirtmiştim. Bu nedenle AB ve Kıbrıs üzerinde duracağım.
***
Dışişleri Bakanı, AB zirvesinde Türkiye'ye şartlı müzakere veya bir ara formül önerilirse bunun kesinlikle kabul edilmeyeceğini belirtti. Oysa şartsız bir müzakere tarihi beklentisinin gerçekçi olmadığı çoktan biliniyordu. AB Zirvesi olsa olsa, Kopenhag siyasi kriterlerinin tümünün yerine getirilmesi ile bağlantılı bir tarih vaadinde bulunacak. Böyle bir formülü ret mi edeceğiz? AB ile köprüleri mi atacağız? Kopenhag kriterlerini yerine getirmek için bu kadar kanun çıkardık, bu kadar gayret sarf ettik, fakat özellikle uygulama alanında daha bir hayli yol kat etmek gerektiğini her gün kendimiz görmüyor muyuz? Amaç herhalde AB ile zıtlaşmak olmamalıdır. 3 Kasım'dan sonra kurulacak hükümetin daha esnek bir yaklaşım benimsemesinde büyük yarar vardır, çünkü 2002 ve 2003 yıllarında kararı 15 üye alabilecektir. 2004'ten sonra ise 25 ülkenin kararına kalacağız.
Kıbrıs sorununa gelince, Kopenhag zirvesinde Kıbrıs'ın üyeliği hakkında bir karar alınacağı için yoğun bir diplomatik faaliyet var. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan'ın 3 Kasım'dan sonra Türkiye'de hükümet kurulur kurulmaz bir çözüm paketi sunacağı kesinlik kazanmış gibi. Hatta paketin içeriği şimdiden aşağı yukarı biliniyor ve bundan Kıbrıs Rumları tedirgin oluyorlar, çünkü Genel Sekreter'e atfedilen bazı fikirler onları güç durumda bırakacak nitelikte. Örneğin, Denktaş-Klerides görüşmelerinde en çetin engeli oluşturan egemenlik konusunda Türk tarafını tamamen olmasa bile kısmen tatmin edecek bazı formüllerden söz ediliyor. Denktaş Kıbrıs'ta kurulacak yeni devletin halen mevcut iki egemen devletin ortak iradelerine dayanmasını istiyordu, buna karşın Klerides tek taraflı olarak Rumların temsil ettikleri Cumhuriyet'in anayasasının değiştirilmesi ile yetinilmesine taraftardı. Genel Sekreter ise önerilerinde ‘‘iki kurucu devlet’’ kavramına yer vermiş. Kıbrıslı Rumlar, şimdi BM önerilerini Türk tarafı kabul eder ve kendileri reddederse bunun Kopenhag zirvesinde diğer dokuz adayla birlikte Güney Kıbrıs'ın üyeliğinin de kabulünü tehlikeye düşürebileceğinden ciddi şekilde endişe duyuyorlar. Yunanistan ise 1995 ve 1999'daki politika çizgisini sürdürüyor. 1995'te Gümrük Birliği'ne itiraz etmeyerek Güney Kıbrıs ile üyelik müzakerelerinin başlamasını sağlamıştı. 1999'da Türkiye'nin adaylığını kabul ederek Güney Kıbrıs'a bazı koşullar altında çözüm olmadan dahi AB üyeliği kapısını açtırmıştı. Şimdi de Türkiye'ye AB zirvesinde bir müzakere tarihi saptanmasına en büyük desteği vererek Güney Kıbrıs'ın kazasız belasız AB ile Katılım Antlaşması imzalamasına yeşil ışık yaktırmak istiyor. Yanlış anlaşılmasın, Simitis hükümetinin daha geniş bir siyasi vizyonla Türkiye'yi AB içinde görmek istediğinden kuşku duymuyorum, fakat bir yandan Türkiye'yi desteklerken diğer yandan Kıbrıs'ın üyeliğini garantilemek peşinde. Kendi açısından akılcı bir politika.
***
Bir nokta daha. Kofi Annan'ın önerileri hem Kıbrıslı Türkler ve hem de Kıbrıslı Rumlar tarafından kabul edilse bile, 12 Aralık'a kadar ayrıntılı bir anlaşma imzalanması hemen hemen imkánsızdır. Olsa olsa bir çerçeve üzerinde anlaşılır ve müzakereler daha sonra devam eder. Ancak bu arada artık Güney Kıbrıs'ın üyeliği Aralık'ta AB Konseyi tarafından kabul edilmiş olacaktır. Tabii Kıbrıs o tarihten itibaren üye değildir. Nisan 2003'te Katılım Antlaşması imzalanacak, Mayıs 2004'te parlamentolarca onay işlemleri tamamlanacaktır. Katılım Antlaşması on üyeyi de kapsayan bir anlaşma olacak, fakat her üye için ona protokoller eklenecektir. Kıbrıs sorununa çözüm getiren anlaşmanın Kıbrıs protokolüne dahil edilmesi lazımdır. Akla bir soru daha geliyor. Kıbrıs'ta varılacak çözüm, Türkler ile Rumlar tarafından ayrı ayrı referandumlarla onaylanacaktır. Taraflardan biri olumsuz oy verirse, nasıl bir durum ortaya çıkar?
***
Görülüyor ki Kıbrıs sorunu yeni hükümetin başını bir hayli ağrıtacak. Parlamentoda temsil edilmelerini bekleyen siyasi partilerin bugünden Kıbrıs'la ilgili çeşitli opsiyonlar üzerinde yoğun fikri hazırlık yapmaları çok isabetli olacaktır.
Yazının Devamını Oku 19 Ekim 2002
<B>GENELLİKLE</B> hükümetler kriz anlarında kamuoyunu yatıştırmaya çalışırlar. Türkiye'de ise bunun tam tersi oluyor. Başbakanlar ve bakanlar yangına körükle gidiyorlar. Özellikle Bülent Ecevit bu konuda büyük maharet sahibi, lüzumsuz ve kaygılandırıcı söylemleriyle bir anda ortalığı karıştırıyor ve 2001 Şubat'ında olduğu gibi ekonomiyi de bu arada perişan ediyor. Bereket versin, piyasalar o zamandan beri akıllandı, artık hemen telaşa kapılmıyorlar.
Hafta başında Başbakan Ecevit, Irak konusunda yine aynı şeyi yaptı ve bir savaş psikozu tahrik etti. Bunun başlıca nedeni, Irak Kürtlerinin hazırladıkları anayasa taslağında, Kerkük'ün müstakbel Kürt federe devletinin başkenti olacağını belirtmeleriydi. Oysa Kürt temsilcileri bu taslağın Irak'taki bütün toplumlar tarafından kabul edilmesi gerektiğini vurguluyorlardı. Kürtlere inanmasak bile Bağdat'ın, Kerkük'ü Kürtlere terk etmeye hiçbir zaman yanaşmadığını gayet iyi biliyoruz. Kerkük üstelik Bağdat'ın askeri kontrolünde bulunan 36'ncı paralelin güneyindeki bölgededir. Kuzeydeki Musul'da bile Saddam'ın kuvvetleri mevcut. Kürtlerin buraları bir oldu bitti ile ele geçirmeleri imkánsızdır. Ecevit palavracı milliyetçi korosu eşliğinde boşuna bir bardak suda fırtına yaratmıştır.
***
Bağımsızlık sorununa gelince; Irak Kürtleri kalplerinde bağımsızlık hayali yattığını gizlemiyorlar, fakat realist olduklarını ve Ortadoğu'daki dengeler ışığında bağımsız bir Kürt devletinin kurulamayacağının bilinci içinde bulunduklarını tekrarlayıp duruyorlar. Gerçekten de bağımsız bir Kürdistan olasılığı sadece Türkiye'yi değil, fakat bütün bölge ülkelerini tedirgin eder. Toprak bütünlüğü bu ülkelerin kendi bekaları açısından sımsıkı sarıldıkları bir prensip. Araplar bu prensip zedelenirse kendi yapay sınırlarının değişmesi konusunun gündeme gelebileceğinden ve mezhep farklılıklarının bölünmelere sebep olabileceğinden haklı olarak kaygı duyuyorlar. İran ise bir etnik mozaik. Azerilerin günün birinde Azerbaycan ile birleşmek isteyebileceğini gözden uzak tutamaz. Denebilir ki, ‘‘Durum böyle ise o ülkeler neden Türkiye'nin duyarlılığını ve endişelerini paylaşmıyorlar?’’ Aslında paylaşıyorlar, fakat bizim kadar paniğe kapılmıyorlar. Bağdat'ın her zaman olduğu gibi bu işin üstesinden gelebileceğine herhalde güveniyorlar.
***
Kuzey Irak'ta algılanan tehlike, Türkiye'de Amerika'dan esinlenen ‘‘önleyici müdahale’’ kavramını ön plana çıkardı. ABD'nin beklenen operasyonundan bağımsız olarak Türkiye'nin Kuzey Irak'ı ve Kerkük'ü şimdiden işgal etmesi gerektiği, yüksek sorumluluk mevkilerini işgal edenlerce bile ifade edildi. Demek oluyor ki sadece Kürtlerle değil, fakat Kerkük ve Musul'daki Irak kuvvetleriyle de savaşacağız! Bu olabileceği kadar akılcılıktan uzak bir tasavvurdur. Kuzey Irak'ı Türkiye işgal ederse, kendi operasyonlarını zorlaştıracağı için, Amerikalılar tepki gösterirler. Amerikalılara karşı biriken bütün hiddet Türkiye'ye yönelir. BM Güvenlik Konseyi, kuvvetlerimizin derhal geri çekilmesini talep eden kararlar kabul eder, Kuzey Irak'ta küçümsenemeyecek bir gerilla mukavemetiyle karşılaşırız, müstakbel Irak devletiyle sürekli gerginliğin tohumları atılır. Kürt milliyetçiliği daha da fazla ivme kazanır ve bunun Türkiye'de ciddi yansımaları olur; kısacası kendimizi tam bir açmaz içinde buluruz. Ve nihayet ekonomimiz kaldıramayacağı bir yük altında ezilir, bugünleri mumla ararız.
***
Bereket versin bağımsız operasyon fikrinin saçmalığı artık galiba anlaşıldı. Fakat bir de ABD'nin olası operasyonlarına Türkiye'nin aktif olarak katılmasını savunanlar var. Bu düşüncede olanlara göre Türkiye, ancak böyle bir katılım sayesinde Irak'ın yeniden yapılanmasında etkin bir rol üstlenebilir. Bence bu görüş de yanlıştır. ABD'nin hem operasyonel ve hem de siyasi sakıncalar açısından Türk kuvvetlerinin harekáta katılmalarını istemesi ihtimali çok zayıftır. Gerçekler göz ardı edilemez. Türkiye için en isabetli politika, ABD'ye üslerin kullanımı ve lojistik destek sağlanırken, Kuzey Irak'ta Türkiye'nin kaygılarının karşılanacağı yolunda sağlam garantiler elde etmek ve Washington ile sürekli bir danışma mekanizması kurmaktır. Bölge ülkeleriyle diyaloğu da ihmal etmemeliyiz.
Yazının Devamını Oku 12 Ekim 2002
<B>3</B> Kasım seçimlerinden sonra nasıl bir siyasi tablo ile karşılaşacağımızı kamuoyu yoklamalarına göre ne kadar tahmin etmeye çalışsak da sonunda bir sürpriz olasılığı kuvvetlidir. Çünkü bu seçimin büyük bir özelliği var. Birçok seçmen bir partiyi iktidara getirmek için değil, fakat iktidardaki partileri tasfiye etmek için oy verecek. Bazıları da inanarak destekledikleri için değil, fakat en az kötüsü olarak algıladıkları partiler için oylarını kullanacaklar. Böyle olmasaydı AKP bu kadar kuvvetli durumda olmazdı. Bir genç işadamı döner ve pilav dağıtarak, müzik şölenleri tertipleyerek, olabileceği kadar basit ve tutarsız bir söylemle % 10 barajına kadar yaklaşamazdı. Bu garip ortamda AKP ile CHP arasında bir koalisyon en cazip formül olarak gözükmeye başladı. Gerçekten belki de başka bir opsiyon bulunamayacak. Merkez sağın çökmesi veya olur olmaz vaatleri ve figüran müttefikleri ile inandırıcılığını gittikçe yitiren Tansu Çiller tarafından tek başına temsil edilmesi büyük bir kayıp teşkil edecektir. Merkez sola gelince, CHP'nin onu ne kadar temsil ettiğinden kuşku duyanlar yok değil. Evet, liderinin liberal bir söylemi var, Kemal Derviş'in mevcudiyeti güven verici, seçim bildirgesi güzel. Fakat CHP kadrolarındaki devletçilik ve jakobenizm zihniyetinin iktidarda hortlamayacağından emin olmak zor. Göreceğiz.
* * *
4 Kasım'da tek bir partinin veya dengeli bir koalisyonun iktidara geldiğini varsayalım. Parlamentonun ve ondan çıkacak hükümetin önünde yığınla öncelikli ve çetin sorun olacak. Bunlardan belki en önemlisi, ilk başta ivedi gözükmeyebilir. Seçim ve partiler kanunlarından söz ediyorum. Oysa Türkiye'de ortalama 3 yılda bir seçim yapıldığına göre, seçim sisteminde gerekli değişiklikler yapılmazsa kısa bir süre sonra yine aynı tıkanıklıklarla karşılaşacağız. Seçimlerden hemen önce bu değişikliklerin gerçekleştirilemediğini de gördük. Bu işe ancak seçimlerden sonraki ilk yasama döneminin başında girişilmelidir. Reformlar kuşkusuz her şeyi çözümleyemez. Uzun yıllar boyunca gelişen bir politik kültürün izleri hemen silinemez. Yine de seçim sisteminin düzeltilmesi politikanın temizlenmesine özlü katkıda bulunur. Bir örnek hemen akla geliyor. Şayet tercih yöntemi bugün yürürlükte olsaydı seçmenler suç işledikleri bilinen çok sayıda adayı büyük bir zevkle oy pusulalarında hemen sileceklerdi. Parti liderleri aday seçiminde daha fazla dikkat göstereceklerdi. Aynı şekilde, baraj % 5'e indirilmiş olsaydı, Meclis siyasi eğilimler açısından çok daha dengeli olabilecekti. Barajın indirilmesinin Meclis'te çoğunluk oluşturulmasını zorlaştıracağı ileri sürülebilir. Ne var ki, bütün eğilimler temsil edileceğinden birleşmeler ve ittifaklar ile daha tutarlı çoğunluklar ortaya çıkabilir.
* * *
Seçim sistemi uzun vadeyi kurtarmak açısından önceliklidir. Yönetimin etkin şekilde çalışmasını sağlayacak koşulların yaratılması ise son derece ivedidir. 57'nci hükümetin sergilediği dağınıklık ve hantallık tekrar edilmemelidir. Özellikle ekonomik sorumlulukların bir elde toplanması kaçınılmazdır. Bütün AB ülkelerinde ekonomi ve maliye tek elden yönetilir, çünkü ekonomiyi kontrol altında tutmanın ve makro ekonomik dengeleri hedeflere göre ayarlamanın başka çaresi mevcut değildir. Bakan sayısının önemli ölçüde azaltılması da yönetimin verimliliğini artırır. Alınması gereken bir önlem de, Bakanlar Kurulu'nun çalışma metoduna ilişkindir. Gecikmelere ve pazarlıklara yol açan, kararnamelerin bütün bakanlarca imzalanması yönteminden vazgeçilmelidir. Bakanlar Kurulu'nun kolektif sorumluluğu kararnamelerin hepsinde bütün bakanların imzasının bulunmasını gerektirmez. Zaten bakanların imzaladıkları bütün kararnameleri dikkatle incelemeleri mümkün değildir.
* * *
Bir önceliğe daha değinmek istiyorum. AB ile uyum çerçevesi içinde veya dışında insan hakları meselesini artık Türkiye'nin aşması zamanı gelmiştir. Kanunları değiştirmek yolu ile bu amaca varmak zor, çünkü inanılmaz uygulama engelleri çıkıyor. En iyisi kanunların, uygulamaların ve mahkeme kararlarının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne aykırı olamayacağı yolunda Anayasa'ya bir hüküm eklemektir. Gerçi sözleşme şimdi de hukukumuzda kanun niteliğinde sayılıyor, fakat bu olgu çok nadiren uygulamayı etkiliyor.
* * *
Diğer önceliklere yer kalmadı. Gelecek yazılarda konuya döneceğim.
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2002
<B>MÜDAHALE</B> hakkı uluslararası hukuk ve politikada özellikle Soğuk Savaş sonrasında çok tartışılan bir kavram haline geldi. İlk önce insan hakları ihlalleri, katliam ve etnik temizlik gibi eylemlere karşı insancıl müdahale hakkı kavramı geliştirildi. Bu kavrama dayanılarak özellikle Balkanlar'a müdahale edildi. 11 Eylül 2001'den sonra ise müdahale hakkının kapsamı Amerikalılarca genişletildi. ‘‘Önleyici müdahale’’ gündeme geldi. ABD'ye göre bir tehdit olasılığı varsa, o tehdidin gerçekleşmesini beklemeden müdahale etmek meşrudur; çünkü tehdit bir kere gerçekleşti mi, iş işten geçmiş olabilir. İşte Irak konusunda ileri sürülen sav bu.
* * *
Ne var ki ABD bu yaklaşımında uluslararası toplumun desteğine sahip değil. 11 Eylül'ü takiben Afganistan operasyonu ne kadar anlayışla karşılanmış ve destek bulmuşsa, Irak'a karşı bir askeri harekát ihtimali o derecede huzursuzluk ve endişe yaratmıştır. Washington ise şimdilik tutumundan en ufak bir sapma yapmadı. Birleşmiş Milletler silah denetçilerinin halen yürürlükte olan Güvenlik Konseyi kararları çerçevesinde denetimlerin yeniden başlaması için Irak'la vardıkları anlaşmaya ABD itiraz etti. Arkasından da denetçilerin başkanı Hans Blix'i pozisyonunu değiştirmeye ve Güvenlik Konseyi'nde sürpriz bir açıklama ile yeni bir kararın gerekli olduğunu belirtmeye ikna etti. ABD bu noktadan hareket ederek denetim koşullarını ağırlaştıran ve bunlara Irak kısa bir sürede uymadığı takdirde askeri harekáta yeşil ışık yakan bir Güvenlik Konseyi kararında ısrar edecek, Konsey'de Irak'taki petrol yatırımlarını gözeten Rusya'nın tarafsızlığını sağlamaya ve Fransa'nın kuvvetli mukavemetini kırmaya çalışacak. Bu arada Bush, Amerikan Kongresi'nin desteğini elde etme çabalarını sürdürüyor. Temsilciler Meclisi'nin kilit üyeleri ile bir karar tasarısı üzerinde anlaştı. Bazı gözlemcilere göre artık Başkan Bush'u Irak'a karşı savaştan caydırabilecek tek bir unsur kaldı: Böyle bir operasyonun sonuçlarının 2004 yılında tekrar seçilmesi şansını zayıflatması olasılığı. Bu olasılığı da hafife almamak gerek. Çünkü operasyonun askeri yönünün Amerika'nın muazzam teknolojik gücü sayesinde başarılı olacağından kimse kuşku duymuyorsa da, harekát bittikten sonra ortaya çıkacak durumun ABD için büyük bir gaile oluşturmayacağından emin olmak çok zor. Irak ve Ortadoğu'daki gelişmeler, ABD kuvvetlerinin Irak'ta uzun süre kalmasını kaçınılmaz hale getirebilir. Amerikan askeri işgalinin uzaması ise bütün bölgenin istikrarını tehdit eder. Amerikan aleyhtarlığının boyutlarını artırır ve global terörizme ivme sağlar. Başkan Bush'un askeri zaferi iç politikaya da yansıyacak bir siyasi hezimete kolaylıkla dönüşebilir.
* * *
Irak'a ABD müdahalesi Türkiye için birçok riski beraberinde getirecektir. Bunlardan bir kısmı, Türkiye'nin elinde olmayan nedenlerden kaynaklanacaktır. Fakat ayrıca Türkiye'nin de içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik zaaf yüzünden hatalı politikalar gütmesi, kendini lüzumsuz vehimlere kaptırması veya kendi rolünü abartılı olarak algılaması olasılığı ne yazık ki kuvvetlidir. Her şeyden önce Kuzey Irak'ta bir Kürt devleti kurulabileceği vehminden kurtulmamız lazım. ABD'nin böyle bir oluşumu desteklemesi için hiçbir sebep yok. ABD niçin jeopolitiğine bu kadar önem verdiği bir Türkiye'yi zayıflatmaya kalksın? Türkiye'yi bir tarafa bırakalım, kendi çıkarları ve zaafları açısından bölgede toprak bütünlüğü ilkesine sımsıkı sarılmış Arap ülkelerinin tümünü ABD niye karşısına alsın? Federasyon tabii başka bir konudur. Bağdat da razı olduğu takdirde federasyona karşı çıkmamız çok zor olur. Kerkük'ün böyle bir oluşumda Kürtlere bırakılması da yine geniş ölçüde Amerikalılara bağlı olacaktır; çünkü Bağdat'ın, nüfusunun çoğunluğu artık Arap olan Kerkük'ü Kürtlere bırakmak istemesi düşünülemez. Demek oluyor ki Kerkük meselesi onu kendi sınırları içine dahil etmek isteyen Kürtlerle gergin tartışmalara girerek değil, fakat Amerikalılar ile çözümlenebilir. Bir nokta daha: Kuzey Irak'a müdahale etmek fikrinden hiç bahsetmesek daha iyi. Amerikan kuvvetleri oradayken nasıl olsa müdahale edemeyiz. ABD kuvvetleri çekilirse tarih yine tekerrür edecek ve Bağdat Kürtlerle kozlarını paylaşacaktır.
Kuzey Irak'ta bölgesel meclis kurulması nedeniyle ABD'den önce müdahale tasavvurları ise umarım fanteziden ibarettir! Maceraya ihtiyacımız yok.
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2002
<B>KKTC</B> Cumhurbaşkanı<B> Denktaş</B> ve <B>Klerides</B> birkaç gün sonra New York'ta BM Genel Sekreteri<B> Kofi Annan</B> ile bir araya gelecekler. O tarihe kadar iki lider arasında Lefkoşa'da sürdürülen görüşmelerde özlü bir ilerleme kaydedilmesi ihtimali son derece zayıf. Bu görüşmelerde tarafların tutumları, hangi alanlarda sınırlı da olsa bir uzlaşmaya yaklaşıldığı, başlıca güçlüklerin neler olduğu hakkında elimize ancak bölük pörçük bilgiler geçmişti. Hafta başında Denktaş'ın Müşaviri Mümtaz Soysal'ın ve KKTC Cumhurbaşkanlığı Müsteşarı Ergün Olgun'un TESEV'in düzenlediği bir toplantıdaki açıklamaları durumu biraz daha aydınlattı. Bu toplantıdaki izlenimlerimi de göz önünde tutarak halen varılan aşamayı en basit bir şekilde özetlemek istiyorum:
Lefkoşa'daki müzakereler bir çözüme götürecek ivmeyi bir türlü kazanamadı. Bu sürecin inisiyatifi Türk tarafından gelmişti, müzakereler boyunca sürekli öneri getiren yine Türk tarafı oldu. Kıbrıs Rumları daha çok Türk önerilerini eleştirmek ve reddetmek taktiğini güttüler. Ve sonunda çok az noktada bir anlaşma zemini belirdi. Bunlardan başlıcası da güvenlik konusudur. Garanti Antlaşması'nın devamı, Kuzey'de bir miktar Türk kuvveti, Güney'de aynı şekilde Yunan kuvveti bulunması, bunun dışında adanın tamamen askersizleştirilmesi ve silahsızlandırılması üzerinde anlaşmaya varılmış. Türklerin ve Rumların kendi bölgelerinde tam bir iç egemenliğe sahip olmaları da sorun yaratmıyor.
Üzerinde anlaşmaya varılamayan konuların başında ‘‘Ortaklık Devleti’’nin yetkileri geliyor. KKTC bu devlete etkin yürütme, yasama ve yargı yetkileri devredilmesi ilkesini kabul etti, fakat haklı olarak ortalıkta egemenliğin eşit olarak paylaşılmasında ısrarlı. Rum tarafı ise bu alanda 1960 Anlaşmaları'nın bile gerisine gitmek istiyor. Türk tarafının savının önemli bir dayanağı da mevcut. 1992'de BM Genel Sekreteri bir çözüm paketi önerisi sunmuştu. Güvenlik Konseyi tarafından da özümsenen bu öneride egemenliğin eşit paylaşılmasını garantiye bağlayan formüller vardı. 1992 belgesine Türk tarafı daha fazla sarılmalıdır.
Rumların 1974 müdahalesi sırasında Kuzey'de bıraktıkları gayrimenkuller ve bir çözümden sonra Rumların uzun bir süre Kuzey'de gayrimenkul satın almalarının yasaklanması konularında bir mutabakat yok. Ancak, üçüncü taraflar, ilkesel olarak Rumların tatmin edilmesi, buna karşın uygulamada Türk çıkarlarının korunması gibi çözüm şekilleri üzerinde çalışıyorlar.
Çetin sorunlardan biri de egemenlikle ilgili. KKTC varılacak anlaşmanın iki egemen devlet arasında olmasını istiyor. Rumlar ise 1960 Anayasası'nın iki toplum tarafından değiştirilmesi gerektiğini savunuyorlar. Başka bir deyimle, KKTC'nin hiçbir zaman egemen olmadığını tescil ettirmek peşindeler. Türkler bunun hukuki sonuçlarından endişe duyuyorlar.
Rumlar 1964'ten beri sınırlı yetkilerle Ada'da bulunan BM Barış Gücü'nün yetkilerinin artırılmasını da talep etmekteler. Türk tarafı Garanti Anlaşması'nı sulandıracağı için buna karşı.
Nihayet AB meselesi var. KKTC Kıbrıs'ın ancak Türkiye ile eşzamanlı olarak AB'ye girebileceği tezini bazı koşullarla terk etmiş görünüyordu. Şimdi ne olduğu belirsiz bir ‘‘senkronizasyon’’ üzerinde duruyor. Fakat bir olgu gözden kaçmamaktadır. Kıbrıs Türkleri arasında özellikle gençler AB'yi istikballeri için neredeyse tek umut olarak görürken, KKTC resmi temsilcileri bir AB fobisine kendilerini kaptırmış izlenimini veriyorlar.
Görülüyor ki bugünkü müzakere sürecinin Kopenhag AB zirvesinin yapılacağı 14 Aralık tarihine kadar olumlu bir sonuca varmasını beklemek aşırı iyimserlik olur. Son aşamada İngiltere ve ABD'nin desteği ile BM Genel Sekreteri'nin kendi çözüm önerisini masaya yatırması büyük bir sürpriz teşkil etmeyecektir. Asıl kozlar o zaman paylaşılacaktır. Eğer yine de bir çözüm olmazsa ve Kıbrıs buna rağmen 14 Aralık'ta AB üyeliğine kabul edilirse, bambaşka bir denklemle karşılaşacağız. Buna hazırlıklı olmalıyız. Kıbrıs Türklüğünü erimekten kurtaracak, müzakere kozlarımızı saklı tutacak ve Türkiye'nin AB üyelik adresini sekteye uğratmayacak bir politika üretmek gerekecek. Bu da çok kolay olmayacak.
Yazının Devamını Oku