11 Ocak 2003
<B>TÜRK</B> dış politikası, belki de hükümet ve yetkili kurumlar gereken ölçüde ve zamanında aydınlatma görevini yerine getirmedikleri için, sık sık ürkütücü bir dağınıklık manzarası sergilemektedir. Çelişkilerle dolu resmi açıklamalar, hepsi birbirinden daha fazla heyecan verici gazete manşetleri, ciddi tartışma yerine ideoloji ve dogma düellolarına dönüşen televizyon programları, hayal gücünün sonsuz olduğunu ispatlayan fantezi çözüm formülleri ve geçmişe dönük nostalji hıçkırıkları, kamuoyunun Türkiye'nin dış siyaseti hakkında doğru bir fikir edinmesine imkán bırakmamaktadır. Meclis Dışişleri ve Milli Savunma Komisyonları'nda hükümet adına yapılan son açıklamalar ise dış politika konularına aşina olduklarını zannedenleri bile şaşkına çevirmiştir. Kimin kendi adına, kimin yönetim adına konuştuğunu ayırt etmek artık son derece zordur.
Irak politikasını ele alalım. Başbakan'ın Arap ülkelerini ziyaretinin, uzun zamandan beri kopmuş olan bir diyaloğun yeni canlandırılması gibi olumlu bir yönü vardır. Fakat bunun dışında bir etkisi olmamıştır. Üstelik ziyaretlerin boyutlarını yapay olarak büyütme eğilimi Türkiye'nin ABD'ye karşı politikasını sorgulayan bir ortamı kolaylaştırmıştır. Kuvvet kullanımının ciddi bir opsiyon olduğu algılamasını Saddam'da yaratmanın savaşın önlenmesi açısından önemi göz ardı edilmiştir. Türkiye'nin ABD askeri hazırlıklarını geciktirmesi bu açıdan isabetli bir politika sayılamaz. Bunun yanında, güvenlik çıkarları tehdit altında kalmadıkça, Türkiye'nin doğrudan savaşa müdahale etmeyeceği mesajı da bir türlü açıkça verilememiştir.
* * *
Kıbrıs politikamızda da aynı bocalama görülüyor. Bundan üç gün önce Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü, Kıbrıs politikamızın ‘‘gerçekçi ve Kıbrıs Türk halkının istikrarına yönelik olarak’’ gözden geçirileceğini açıkladı. Aralık AB zirvesinden önce yapılması gereken bir gözden geçirmeye nihayet karar verilmesi sevindiriciydi. Üstelik sözcü, bu konuda Türkiye ile KKTC arasında bir görüş ayrılığı bulunmadığını vurguluyordu. Ne var ki hemen hemen aynı anda Cumhurbaşkanı Denktaş tam aksi yönde konuştu. 28 Şubat'a kadar uzlaşmaya varılması olasılığına neredeyse kapıyı kapattı ve uyardı: ‘‘28 Şubat'ta imzayı at diyenlere sesleniyorum, ellerini vicdanlarına koyarak kendileri atabilirlerse gelip atsınlar.’’ Unutmamak gerekir ki, ortada dolaşan ve Denktaş'ın destek verdiği bir de model var. Bu model, bir çözüme varılsa bile, Güney Kıbrıs'ın tek başına AB'de kalmasını, çözümün uygulanmasının Türkiye AB'ye girinceye kadar dondurulmasını ve o tarihe kadar Kuzey Kıbrıs'a AB müktesebatının tatbik edilmemesini öngörüyor. İlk bakışta cazip gelen bir buluş, fakat bir basit pürüzü var: Kıbrıs Rumlarının buna niçin razı olabilecekleri anlaşılamıyor. Şimdiki aşamada çözümsüzlüğe razı olup, ileride AB'ye üye olmak için Türkiye'nin Kıbrıs'ta bir çözüm bulmaya mecbur kalmasını beklemek daha çok işlerine gelmez mi? O zaman pazarlık kozları daha yüksek olmaz mı? Bir nokta daha: Bu formül Kıbrıs Türklerini AB'nin nimetlerinden uzun yıllar mahrum bırakacaktır. Kendilerine sormadan buna hakkımız var mı?
* * *
Son zamanlardaki dış siyasetimizin bir özelliği de sorunlar arasındaki etkileşimi tamamen ihmal etmesidir. Sanki AB, Kıbrıs ve Irak arasında hiçbir bağ yokmuş gibi her konuda birbirinden bağımsız politikalar güdüyoruz. Oysa her üç konu da çok yakından irtibatlıdır. Avrupa Birliği'nin nazarında Kıbrıs'ta iki milletin ortaklığına dayanan bir çözüm Balkanlar'daki sorunların olduğu kadar Ortadoğu'daki sorunların çözümüne, özellikle Irak'ın yeniden yapılanması sürecine katkıda bulunacaktır. Kıbrıs'ta çözümsüzlük ise etnik ayrılık eğilimine ivme verebilir. Bunun Türkiye'nin çıkarlarına da çok ters düşeceği açıktır. Diğer taraftan, Kıbrıs'ta çözümsüzlük, AB ile üyelik müzakerelerine engel olmasa bile son aşamada çözüm bulunmadan AB üyeliğine kabulümüz söz konusu değildir.
13 Aralık'ta vahim bir hata işlediğimiz gittikçe daha iyi anlaşılıyor. Zararımızı kabil olduğu kadar azaltmak daha geniş bir vizyon, daha eşgüdümlü bir politika ve daha etkin bir karar mekanizması gerektiriyor. Bir şey daha, artık geçmişte kaybettiklerimizi unutalım ve ileriye bakalım. Bunu bize öğretmek için Atatürk çok uğraşmıştı.
Yazının Devamını Oku 4 Ocak 2003
<B>KIBRIS</B> politikamızda Ada'nın stratejik önemi konusundaki görüşümüz uzun zaman çok basitti. Türkiye ile Yunanistan arasındaki dengeyi sarsacağı ve Türkiye'nin güvenliğini ağır biçimde tehdit edeceği için başlıca tehlike, ENOSİS sayılırdı. Bunu mutlaka önlemek Türk politikasının stratejik açıdan öncelikli amacıydı. ENOSİS'i yasaklayan Zürih ve Londra statüsü 1974'te ihlal edilince Garanti Antlaşması'na uygun olarak Türkiye müdahale etti ve bugünkü fiili durum ortaya çıktı. Fakat ondan sonra da uzun süre, Kıbrıs, çeşitli boyutları bulunan bir stratejik koz olarak değerlendirilmedi. Ancak son yıllarda bu yaklaşım değişti ve stratejik savlar birdenbire ön plana geçti.
* * *
Bu konuyu biraz irdelemek istiyorum. Kuzey Kıbrıs'taki askeri mevcudiyetimiz kara kuvvetlerinden ibaret. Bu kuvvetler bir stratejik misyon yüklenebilecek yapıda değiller. Görevleri statükoyu muhafaza etmek. Belki Yunanistan ile bir çatışma ortamı içinde Kolordu'nun Güney'e doğru da ilerlemesi eskiden öngörülüyordu. Fakat Yunanistan ile aramızdaki askeri dengede son yıllarda gerçekleşen değişiklikler ve Güney Kıbrıs'ın artık AB üyesi olması bu opsiyonun geçerliliğini yitirmiş sayılır. Ada'nın bölgede stratejik bir platform olarak kullanılabilmesi için ise orada ayrıca deniz ve hava kuvvetlerinin üslendirilmesi gerekir. Bunu yapabilir miyiz? Zannetmiyorum, çünkü o zaman Yunanistan da aynı yola girecektir. Buna karşın Güney Kıbrıs ve Yunanistan da dengeyi bozmaya kalkışamazlar. Nitekim SCUD 300 füzelerini Ada'dan çekmek mecburiyetinde kaldılar. Demek oluyor ki Ada'da çözümsüzlük halinde her iki tarafın da eli kolu bağlı. Bir noktayı da hatırlatmakta yarar var. Aslında hava kuvvetlerimizin stratejik misyon açısından Kıbrıs'a hiç ihtiyacı yok. Kıbrıs olsa olsa savaş uçaklarımızın menzilini 40 mil uzatır. Havadan akaryakıt ikmali yapan tanker uçakları ile Türkiye zaten menzil sorununu halletmiş bulunuyor.
* * *
Kofi Annan'ın önerileri çerçevesinde bir çözümde Kıbrıs demilitarize edilecek ve Türkiye'ye karşı bir üs oluşturamayacak. Üstelik Türkiye ile Yunanistan'ın ve Türk ve Rum parça devletlerinin rızası olmadan Ada uluslararası askeri operasyonlar için kullanılamayacak. Dolayısıyla çözümün güvenlik bağlamında da artısı mevcut.
* * *
Görülüyor ki askeri açıdan Kıbrıs'ın stratejik önemi vurgulanarak çözüm aleyhinde ileri sürülen düşünceler çok sağlam bir temele dayanmıyor. Diğer taraftan Türkiye'nin stratejik çıkarları sadece askeri değil, aynı zamanda politiktir. Politik geçerliliği olmayan askeri stratejilerden fayda gelmez. Siyasi bakımdan ise Kıbrıs'ta çözümsüzlük Türkiye'ye uzun sürede AB üyeliği kapısını kapatır. Ege sorunlarını çözmek daha zorlaşır. Yunanistan ile ilişkiler gerginleşir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde halen askıda tutulan Kuzey Kıbrıs'taki Rum gayrimenkulleri ile ilgili davalar çığ gibi artar ve Avrupa Konseyi ile aramızda çok ciddi sorunlar yaratır. İleride bir başka sorun daha başgösterebilir. Avrupa Birliği'nin istikbaldeki yapısını araştıran konvansiyonda AB'nin, tıpkı NATO gibi üyelerine kolektif savunma garantisi vermesi gündeme geldi. Bu eğilim çözümsüzlük şıkkında Kıbrıs'ta dengeleri daha da aleyhimize dönüştürebilir.
* * *
Salt stratejik yaklaşım, Türkiye'nin varsayılan stratejik menfaatlerini Kıbrıs Türklerinin siyasi ve ekonomik istikbalinden daha üstün tutuyor. Çözümsüzlük halinde Kıbrıs Türklüğünün erimesine fazla önem verilmiyor. ‘‘Daha olmazsa Türkiye'den Kuzey Kıbrıs'a nüfus transfer edilir’’ diyenler var. Bu iş o kadar kolay değil. Türkiye'nin imzalamadığı Uluslararası Ceza Mahkemesi'ni kuran sözleşme Temmuz 2002'de yürürlüğe girdi ve Devletler Hukuku'nun bir parçası oldu. Bu sözleşmenin 8'inci maddesinin 2'nci fıkrası, bir devletin, sivil nüfusunun bir kısmını ülke dışında askeri kontrolü altında bulunan topraklara doğrudan veya dolaylı transfer etmesini savaş suçu sayıyor. Mahkeme devletleri değil, fakat sorumlu kişileri yargılamak yetkisine sahip. Nüfus transferi başımızı çok ağrıtacak.
* * *
Evet, Türkiye'de çözüm mü, yoksa çözümsüzlük mü Türkiye'nin politik ve askeri stratejik çıkarlarına daha uygundur sorusuna cevap aranmalıdır. Düşünce merkezlerimizden birinin bu konuda bir tartışma düzenlemesi büyük fayda sağlar.
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2002
<B>İŞBAŞINA</B> geldiğinden beri çetin sınavlarla karşı karşıya kalan AKP hükümeti, hemen her alanda karar almakta zorlanıyor ve gittikçe politik iradeden yoksun olduğu izlenimini veriyor. Dış politika alanında ilk sınav Kıbrıs sorunu oldu. BM Genel Sekreteri Kofi Annan'ın kapsamlı çözüm önerisinin 13 Aralık'tan önce kabulünden kaçınmak büyük bir hata teşkil etti. Bu hatanın bedelinin ne kadar ağır olduğunu zamanla daha iyi anlayacağız. Daha şimdiden KKTC'de düş kırıklığı ve toplumsal gerginlik gittikçe artıyor. 28 Şubat 2003'e kadar AB zirvesinin çağrısına uygun bir çözüme kapı bugünden kapatıldığına göre ileride çok daha sıkıntılı gelişmeler yaşanacaktır.
* * *
Aslında Kıbrıs konusundaki karar o kadar zor değildi. Biraz gerçekçilik, biraz uzak görüşlülük ve biraz politik cesaret yeterliydi. Irak konusunda karar alınması ve onun uygulanması süreci ise çok daha güç ve çetrefil. Nitekim hükümetin bu konuda da tereddütler, abartmalı tehlike algılamaları veya gerçekçilikten uzak misyon iddiaları içinde bocaladığını gördük. Politikasının ana çizgilerini kamuoyuna izahta da yetersiz kaldı.
Irak konusunda her şeyden önce şunu belirtmek gerekir: ABD'nin müdahalesi askeri bakımdan ne kadar başarılı olursa olsun, siyasi bakımdan bir Pandora kutusunu açacaktır. Büyük bir olasılıkla Ortadoğu daha istikrarlı değil, daha istikrarsız hale gelecektir. Global teröre daha elverişli bir ortamın yaratılması ihtimali vardır. Irak'ın siyasi yapılanması o kadar olmayacak ve yeni yeni sorunlarla karşılaşılacaktır. Amaç enerji kaynaklarını güvenceye almaksa, bunun tam tersi bir sonuç da şaşırtıcı olmaz. Ne var ki Irak'a müdahale için ok artık yaydan çıkmıştır ve Türkiye'nin bu dinamiğin dışında kalması olanaksızdır. Hep jeopolitik konumumuzun bir koz olduğunu tekrarlar dururuz. Görüyoruz ki jeopolitik önem bazen nimet değil, külfettir.
* * *
Meşruiyet konusu üzerinde çok duruyoruz, fakat Irak bağlamında meşruiyet de nisbi bir kavram. Halen, kitle imha silahları meselesinde, ABD Irak'ın masum olduğunu kendisinin ispat etmesini istiyor. Irak da, aksine suçlu olduğunu ABD'nin kanıtlamasını talep ediyor. Bu oyundan herhalde ABD kazançlı çıkacak ve bu şekilde bir meşruiyet şemsiyesi bulunacak. Fransa'nın tutumunda gözlenen değişiklik Güvenlik Konseyi'nden ABD'yi destekleyen yeni bir karar çıkmasını kolaylaştırabilir. NATO'nun bir kararı ise 5'inci madde açısından Türkiye ve Türkiye'de konuşlandırılacak kuvvetler açısından ABD için önem taşımaktadır. Fakat uluslararası toplumda bir meşruiyet sembolü olarak görülmeyecektir. Diğer taraftan Irak'a karşı bu sefer girişilecek harekátta Körfez Savaşı'ndaki gibi bir koalisyon söz konusu olmayabilir. Müslüman ülkeler arasında özellikle Körfez ülkelerinin birçoğu da ABD'ye kapsamlı destek veriyorlar, fakat operasyonlara 1991'de olduğu gibi katılmayacaklar. Zaten Afganistan'da gözlendiği gibi, ABD artık operasyonlarda İngiltere dışında ortak istemiyor.
* * *
Türkiye'ye gelince, üslerinden ve limanlarından ABD'nin yararlanmasına izin vereceği kesin. Kuzeyden olası bir kara harekátı konusundaki tutumu da galiba olumlu olacak. Amerika'nın bu alandaki taleplerinin niteliği hakkında fazla bilgimiz yok. Fakat genellikle Kuzey Irak'ın topografik yapısının ancak havadan nakledilecek özel kuvvetlerin harekátına elverişli olduğu düşünülüyor. Amerikalılar, böyle bir operasyon çerçevesinde Kerkük ve bölgesini Kürtlerin bir oldu bitti girişimine karşı daha iyi koruyabileceklerini de hesaba katıyorlarmış. Amerikan kuvvetlerinin daha ilk aşamada Kuzey Irak'a girmesi, Türkiye sınırlarına doğru bir mülteci akını olasılığını da zayıflatır. Soruna bu açıdan da bakılmalıdır.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin hangi safhada rol alacağı da henüz belirsizdir. Operasyonlar sırasında TSK'nın Amerikalılardan bağımsız olarak hareket etmesi düşünülemez. TSK'nın Kuzey Irak'ta operasyonel ve stratejik bir misyon yüklenmesinin uzun vadede geri tepebileceği göz ardı edilmemelidir. Savaşa doğrudan katılmak Türkiye'ye ancak zarar verir.
Önümüzdeki aylar Türkiye için çok sıcak olacağa benziyor. Hükümet Ankara'da karar alma sürecini süratle etkin bir hale getirmelidir. Her kararda sancılar içinde kıvranan bir hükümet ülkeye yarar sağlayamaz.
Yazının Devamını Oku 21 Aralık 2002
<B>KOPENHAG</B> AB Zirvesi'nde, siyasal kriterlerin yerine getirilmesi koşuluna bağlı olarak, üyelik müzakerelerinin başlaması için 2003 yılında değil de 2004 yılında tarih verilmesi yoğun tartışmalara yol açtı. Oysa Türkiye açısından önemli olan, kriterlerin eksiksiz ve ikna edici şekilde hayata geçirilmesidir. Bunun da süratle ve kolaylıkla yapılabileceğini sanmak yine kendimizi aşırı iyimserliğe kaptırmak olur. Kabul edilen kanunların etkin ve amaçlarına uygun olarak uygulanması, gerekli idari ve yargı reformlarının gerçekleştirilmesi, henüz ele alınmayan bazı duyarlı konularda dengeli çözümlere varılması bir hayli vakit ister.
* * *
Kopenhag Zirvesi'nde asıl kayıp, Kıbrıs meselesindedir. Bu konuda hem sonuç ve hem de bu sonuca bizi sürükleyen politik irade ve diplomasi zaafı üzerinde önemle durulmalıdır. 1999'dan beri gerçeklere gözlerimizi kapatarak sanal birtakım senaryolar ürettik. Sergilediğimiz kendimizi aldatma kapasitesi hüzün vericidir.
* * *
1999 Helsinki Zirvesi'ni takiben gelişmeleri öngörmek hiç de zor değildi. Helsinki Zirvesi'nde çözümsüzlüğün Kıbrıs'ın AB üyeliğine engel oluşturmayacağı, AB Konseyi'nin üyelik müzakerelerinin bitiminde bütün şartları göz önünde tutarak karar vereceği belirtilmişti. Bakın daha 16 Aralık 1999'da bu köşede ne yazmışım: ‘‘Demek oluyor ki, Konsey bir değerlendirme yaparak çözümsüzlüğün hangi nedenlerden kaynaklandığını saptamaya çalışacak. Türk tarafı açıkça sorumlu görülürse üyeliğin gecikmeden onaylanması eğilimi ağır basacak.’’ 27 Ocak 2000'de de şu görüşü belirtmiştim: ‘‘Güçlükleri erteleme politikası her zaman geçerli değildir. AB süreci başladığına göre süreler belli, gündem belli, parametreler belli. Konunun etrafında dönmenin faydası yok.’’ Biz ise ne yaptık? Her konu etrafında döndük. Çözüm olmazsa AB'nin Güney Kıbrıs'ı üye kabul etmek cüretini gösteremeyeceğini sandık. Türkiye üye olmadan Kıbrıs'ın üyeliğinin uluslararası hukuka aykırı olacağı savına sarıldık. Nazariyeyi gerçeğe tercih ettik. ‘‘Tepkimizin sınırı olmayacak’’ gibi içi boş fakat tantanalı sözler söyledik. Bir Dışişleri Bakanı kılıç şakırdatmalarını daha da ileri götürerek sadece Kuzey Kıbrıs'ın değil, Güney Kıbrıs'ın da ilhak edilebileceğini Avrupalı parlamenterlere ima etti. Cumhurbaşkanı Denktaş, Güney Kıbrıs'ın üyeliğe davet edilmesine birkaç saat kala Kofi Annan önerilerini reddetti. Neticede AB üyeliğini Güney Kıbrıs'a altın tepsi içinde ikram ettik. Şimdi de Kopenhag'da Güney Kıbrıs'ın AB üyeliğine kabulünün hukuken ve politik olarak kabul edilemeyeceğini ileri sürüyoruz. Platonik bir tepki. Kabul etmeyip ne yapacağız? AB'ye karşı dava açabileceğimiz bir mahkeme yok ki.
* * *
Kofi Annan'ın çözüm paketinin 12 Aralık'tan önce imzalanmasında ısrarı boşuna değildi, çünkü aksi takdirde Güney Kıbrıs Türk tarafına karşı hiçbir yükümlülük altına girmeden AB'ye katılacaktı. Nitekim öyle oldu. Bundan sonra Kofi Annan'ın paketi bir çözümün bütün unsurlarını kapsayan bağlayıcı bir belge değil, ancak bir müzakere zeminidir, başka bir deyimle her noktası tartışmaya ve müzakereye açıktır. Eli kuvvetlenen ve takvim baskısından kurtulan Güney Kıbrıs'ın müzakere pozisyonunun şimdi daha katı olması kimseyi şaşırtmamalıdır. Denktaş'a gelince, müzakerelere devamı kabul etmiştir, fakat 28 Şubat'a kadar varılabilecek bir çözümün Kofi Annan'ın çözüm paketinin parametrelerinin ötesinde KKTC'nin ve Türkiye'nin lehine olması mümkün değildir. 2003 Nisan'ında ise Kıbrıs katılım antlaşmasını imzalayacaktır. O tarihten sonra BM paketinde öngörüldüğü gibi, AB müktesebatına istisnalar içeren bir çözüm daha da zor olur. Bütün bu olumsuz olgulara KKTC'deki kutuplaşma eğilimlerini ve Güney Kıbrıs'ın Kıbrıslı Türklere cazip gelebilecek açılımlarını da katmalıyız. Kıbrıs Türklüğünü sıkıntılı günler beklemektedir. Üzerinde çok durduğumuz güvenlik çıkarlarımız ise asıl çözümsüzlükten zarar görecektir.
* * *
Savaşta olduğu gibi diplomaside de stratejik hataları telafi etmek kolay değildir. Her şeyden önce hatalarımızı kabul etmemiz ve bunların tekrarlanmaması için gereken radikal önlemleri acilen almamız gerekir. Gerçeklere dayanmayan bir politika daima hüsranla sonuçlanır.
Yazının Devamını Oku 14 Aralık 2002
<B>BU </B>yazıyı kaleme almakta zorlanıyorum; çünkü bugün 13 Aralık'ta, öğlene kadar gazeteye göndermem gerekiyor. Oysa Kopenhag Zirvesi'nin ancak bazı sonuçları belli oldu. Türkiye ile üyelik müzakerelerinin başlamasına AB Konseyi Aralık 2004'te Komisyon'un ilerleme raporunu da değerlendirerek karar verecek. Bu tarihin öne alınması için Türk delegasyonunun çabalarının sürdüğü anlaşılıyor. Kıbrıs konusunda ise akşama kadar belirsizlik devam edecek. Bu durumda spekülasyonlar yapmaktansa, Kopenhag'dan çıkacak nihai kararlar ne olursa olsun geçerli sayılabilecek bazı gözlemleri vurgulamayı yeğliyorum.
* * *
Kopenhag Zirvesi'nden sonra Türkiye'nin uzun Avrupa serüveninde yeni bir aşamaya giriyoruz. Düş kırıklığımıza rağmen AB'ye üye olmak çabalarından herhalde vazgeçecek değiliz; çünkü mücadeleyi sonuna kadar sürdürmek, istikbali ve gelecek kuşakları düşünerek üstlendiğimiz bir görev sayılmalıdır. Zirve sonuçlarının üyeliği garanti edemeyeceğini unutmayalım. İster 2004'te, ister 2005'te başlasın üyelik müzakereleri uzun ve çetin olacak, zaman zaman gerginlikler yaşanacaktır. Süreç bitince de, AB Konseyi'nin, Avrupa Parlamentosu'nun ve 2007'den sonra teker teker 27 ülkenin parlamentolarının onayı gerekecek. Tek bir ülke bile üyeliği bloke edebilecek. Evet, böyle bir durum şimdiye kadar hiçbir üyenin başına gelmedi, fakat yine de bütün olasılıkları göz önünde bulundurmak isabetli olur. Özellikle Güney Kıbrıs bir çözüm olmadan AB üyeliğini elde ederse tek başına veya Yunanistan ile birlikte engel oluşturabilir. Bu ihtimal gerçekleşirse bütün çabalarımız heba mı olur? Kesinlikle hayır. Türkiye daha demokratik, ekonomik alanda daha güçlü, iç çelişkilerini aşmış, çağdaş bir politik kültüre ulaşmış ülke haline gelir. AB'ye girmemenin sakıncaları geniş ölçüde bertaraf edilmiş olur.
* * *
Her ne kadar bazı acemilikler yapılmış ve lüzumsuz hırçınlıklar sergilenmişse de, AKP Başkanı'nın ve yeni hükümetin çabaları takdir edilmelidir. Bununla beraber temel bir zaafımız son haftalarda yine ortaya çıkmıştır. Türkiye'de yıllardan beri karar mekanizması ağır işlemektedir ve aksamaktadır. Karar almada gecikmenin yanlış karardan dahi daha kötü olduğu, her kararın beraberinde risk getirdiği bilincine bir türlü varılamamaktadır. Ankara'da çok sayıda ve dağınık karar merkezleri türemiştir. Bu yüzden karar almaktan çok, son dakikaya kadar karar erteleme yoluna gidilmekte ve fırsatlar kaçırılmaktadır. Hükümetin politik sorumluluğunu tek başına yüklenmesi sağlanamazsa, Türkiye yalpa vurmaya devam eder.
Bir başka gözlem: Politikalarından rahatsız olduğumuz ülkelere karşı çok kolaylıkla yaptırımlardan söz ediyoruz. Müzakere tarihi konusundaki davranışları nedeniyle hemen Fransa'ya ve Almanya'ya karşı ekonomik önlemler gündeme geldi. Belleğimiz galiba zayıf, daha önce başka gelişmelerle ilgili olarak yaptırım uyarılarında bulunmuştuk, birçoğunu gerçekleştiremedik, gerçekleştirdiklerimiz de ters tepti. Bir silah ihalesi yüzünden AB üyeliğimizi kuvvetle destekleyen Fransa daha mesafeli davranmaya başladı.
* * *
Bir yanlışımız daha oldu. İsim zikrederek bazı aday ülkelerle Kopenhag kriterlerini yerine getirmedikleri halde AB'nin müzakereler başlattığını ve bu şekilde çifte standart tatbik ettiğini ileri sürdük. Bu ülkeleri rencide etmeye lüzum yoktu. Bunların Kopenhag kriterlerinin uygulanmasını müzakereler başladıktan sonra tamamlamaya devam ettikleri doğrudur, fakat onların çözümlenmemiş sorunları aynı boyutta değildi. Diğer taraftan büyük olasılıkla özellikle bazı duyarlı konularda aynı esnek yaklaşımdan ileride Türkiye'nin de yararlanması gerekecektir.
Cumartesi sabahı tablo tam olarak ortaya çıkınca, gerçekçi bir değerlendirme yapılmalı ve ivme kaybedilmemelidir. 1999 Helsinki Zirvesi'nden sonra adeta AB dosyasını rafa kaldırmıştık. Bu yüzden çok vakit kaybettik. Yumurta kapıya dayanınca alelacele kanunlar çıkarttık, fakat bunlar yeterli ölçüde kapsamlı olmadı ve uygulamaya geçilemedi. Artık bundan sonra aynı hataları tekrarlamayalım. Son iki üç hafta içinde gösterdiğimiz mücadele azmimizi devam ettirelim. Gerçekleri gözden kaçırmayalım, hayallere dalmayalım, kısa vadeyi uzun vadeye hiçbir zaman tercih etmeyelim.
Yazının Devamını Oku 7 Aralık 2002
<B>21 </B>Kasım'da Prag'da yapılan NATO zirvesinde Bulgaristan, Estonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya ittifaka katılmaya davet edildiler. Katılım formaliteleri 2004 yılında tamamlanacak. Bulgaristan ve Romanya dışındaki beş devlet ile zaten NATO üyesi olan Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti yine 2004'te AB'ye katılacaklar. Bulgaristan ve Romanya 2007-08 yılında onları takip edecek. 2004 yılında AB üyesi olması beklenen Kıbrıs'ın ve Malta'nın NATO üyeliği şimdilik söz konusu değil. Yunanlılar Kıbrıs'ın ileride ittifaka dahil olmasını istiyorlardı, fakat Türkiye'nin muhalefeti ve bir çözüme varılsa bile BM Genel Sekreteri'nin önerilerinde öngördüğü demilitarize statü buna imkán vermez. Malta ise AB'ye girmekte bile tereddüt ediyor.
* * *
Demek oluyor ki NATO ve AB alanları bir iki istisna dışında birkaç yıl sonra Avrupa kıtasında örtüşecek. NATO'nun Baltık devletlerini de kapsayan genişlemesine Rusya'nın karşı gelmemiş olması, Soğuk Savaş sonrasının en belirgin gelişmesini teşkil ediyor. Bu suretle Avrupa güvenli ve istikrarlı sınırlar içinde birliğini gerçekleştirmiş olacak. Prag NATO zirvesi bu evrimi kutlarken, aynı zamanda Amerika ile Avrupa arasındaki vazgeçilemez güvenlik bağını da vurguladı. Klasik sınırların savunulması sorumluluğu NATO'da kalmakla beraber, terörizm gibi yeni tehditlere karşı ve barış operasyonlarında NATO ve AB arasındaki işbirliği güçlendirilecek. Avrupa'daki yeni güvenlik yapılandırması Türkiye için ise kritik bir durum yaratıyor. NATO'nun büyük askeri güçleri arasında bir tek Türkiye'nin AB dışında kalması ister istemez jeopolitik konumu nedeniyle oynayabileceği rolü kısıtlayacaktır.
* * *
Soğuk Savaş devrinde üyelerinin güvenliğini sağlamakta kilit bir öğe olan NATO'nun, Soğuk Savaş sonrasında genişleme süreci ve NATO üyesi olmayan ülkelerle kurumsal işbirliği dışında kendisine henüz tam bir işlev bulduğu söylenemez. Bosna, Kosova ve Makedonya operasyonlarına ve barış misyonlarına kolektif bir kimlikle katıydıysa da, asıl yükü yine ABD taşıdı. 11 Eylül'den sonra ise NATO teröre karşı global mücadelede geri planda kaldı ve özellikle Afganistan'daki operasyonlarda bir sorumluluk yüklenmedi. Bunun önemli nedenlerinden biri, operasyonel kapasite bakımından ABD ile Avrupalı müttefikleri arasındaki çok büyük farktır. Bugün sadece Amerika çok uzak mesafelere süratle müdahaleye imkán verecek vasıtalara, teknolojiye ve esnek kuvvet yapısına sahiptir. Bir örnek vermek gerekirse, geniş kapasiteli taşıma uçaklarının Avrupa'daki sayısı dörtten ibarettir. ABD'nin elinde ise 400 tane var. Havada yakıt ikmali yapabilecek uçakların sayısı Avrupa'da 17, ABD'de 200'ün üstünde. Uydu istihbaratı ve hedefleri tam isabetle vurabilecek silahlar bakımından da ABD çok daha ileride.
* * *
NATO yeni savaş türlerine cevap verebilmek için 2006 yılında operasyonel hale gelecek 21.000 kişilik bir NATO Tepki Gücü (NTG) kurmayı planlamış bulunuyor. Ancak AB de 60 gün içinde seferber edilebilecek 60.000 kişilik bir ‘‘Acil Müdahale Gücü’’ (AMG) 2003 yılına kadar vücuda getirmeyi daha önce planlamıştı. Bu iki güç arasındaki ilişkinin ne olacağı henüz kesinlikle belirlenmiş değil. Anlaşılan NTG'nin misyon bakımından bir limiti bulunmayacak. AMG ise ‘‘Petersberg’’ misyonları ile sınırlı kalacak. (İnsancıl amaçlı operasyonlar, barışı koruma, kriz yönetimi vs.) İnsan kaynaklarının nasıl tahsis edilecği sorununa gelince, Fransızlar, milli kontenjanların ortaya çıkacak misyonlara göre gerekirse NTG'ye gerekirse AMG'ye tahsisini öngörüyorlar.
* * *
NATO ile AB arasındaki kurumsal güvenlik işbirliğinin düzenlenmesindeki güçlükler AMG'nün kuruluşunu geciktirdi. Bunun bir nedeni, AMG operasyonlarının planlanmasında ve yönetiminde Türkiye'nin oynayacağı rol üzerinde bir türlü anlaşmaya varılamamasıdır. AB bu yüzden Makedonya'daki misyonu NATO'dan devralamıyor. Türkiye'nin AB ile NATO arasındaki işbirliğine engel olduğu kanaati Avrupalılarda yaygın. AB zirvesinin yapılacağı 12 Aralık'a kadar bir uzlaşma formülü bulunmaya çalışılıyor. İsteyelim veya istemeyelim, bu konu da Türkiye hakkında AB zirvesinde alınacak kararı bir ölçüde etkileyecek. Yine kısa ve uzun süreli çıkarlar arasında bir tercih yapmak mecburiyetindeyiz.
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2002
<B>BM</B> Genel Sekreteri<B> Kofi Annan'</B>ın Kıbrıslı taraflara sunduğu öneriler üzerinde yapılan yoğun tartışmalar çerçevesinde 1983'te KKTC'nin kurulmuş olmasının bazı çevrelerde eleştirildiği de anlaşılıyor. İleri sürülen sav, aşağı yukarı şöyle: Bağımsızlık Kuzey Kıbrıs'ta yepyeni bir ortam yarattı, geri dönüşü olamayan bir süreç olarak algılandı, milli egemenlik duygusunu perçinledi, beklentileri çözümden Türkiye ile bütünleşmeye çevirdi. KKTC'nin kurulmasını destekleyenlerin şimdi Annan'ın önerilerine sıcak bakmaları aslında bir çelişkidir. Kuzey Kıbrıs 1983'ten önce olduğu gibi, ‘‘Kıbrıs Türk Federe Devleti’’ (KTFD) olarak kalsaydı çözüm daha kolay olurdu.
* * *
Kuzey Kıbrıs'ın bağımsızlığını desteklemiş olan hükümette, Dışişleri Bakanı olduğumdan konu üzerinde biraz durmak istiyorum. İlk önce şunu belirteyim ki, yapılan eleştirinin mantıki bir tarafı olduğunu peşinen reddedemem. Ne var ki zamanın koşulları göz önünde tutulmadan ve bağımsızlığın çeşitli açılardan sonuçları irdelenmeden geçerli bir değer yargısına varmak zordur. 1983'te Türkiye ve KTFD ciddi güçlüklerle karşı karşıya kalmışlardı. Türk tarafının özlü toprak ayarlamalarını da içeren çözüm önerilerini sistematik şekilde reddeden Rum tarafı, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'ndan tamamen kendi görüşlerini yansıtan bir karar çıkartmayı başarmıştı. Kıbrıs Türkleri'nde toplumsal çöküntü emareleri belirmişti. O tarihte bizi endişeye sevk eden bir başka nokta daha vardı. Görev süresi bitince Denktaş'ın yeniden seçilmesine KTFD Anayasası imkán vermiyordu. Denktaş'ın müstesna liderlik yeteneklerinden kader mücadelelerinin en kritik anında Kıbrıs Türklerini mahrum bırakmak basiretsizlik olurdu. Bunun dışında bağımsızlığın Türk tarafının müzakere kozlarını artıracağını da düşünüyorduk. Esasen müzakere pozisyonunda değişiklik yapılmamıştı. İki bölgeli, iki milli unsurlu, siyasal eşitliğe dayanan bir çözüm amaçlandığı bağımsızlık bildirisinde yer almıştı.
* * *
KKTC'nin kurulması ilk zamanlarda sancılı oldu. Hiç değilse bazı ülkelerin yeni devleti tanımaları yönündeki beklentiler ABD'nin çok sert tepkisi yüzünden gerçekleşmedi. Yeni anayasa, Denktaş'ın tekrar seçilmesine olanak verdiyse de etkin bir yönetimin koşullarını yaratamadı. Fakat buna karşın Türk toplumu çok daha kuvvetli bir kişilik geliştirdi. Kuzey Kıbrıs'ın müzakere sürecindeki ağırlığı arttı. 1985, 1986 ve 1992'de BM genel sekreterlerinin sunduğu öneriler Türk tezlerine her zamandan daha yakındı. O kadar ki Kofi Annan'ın son çözüm paketinin bazı alanlarda bunların gerisinde kaldığı görülüyor.
Geçmiş politikaları bir tarafa bırakarak dikkatimizi bugüne çevirmekte yarar vardır. Unutmamak gerekir ki Kıbrıs'a AB üyeliği perspektifinin açılması eski Kıbrıs denklemini temelinden değiştirmiştir. 12 Aralık'ta yeni bir dönem başlayacaktır. Güney Kıbrıs ya Kofi Annan'ın sunduğu belgeyi Türk tarafı ile birlikte imzalamış olacak, yani kendini taahhüt altına sokarak AB'ye katılmaya davet edilecek veya hiçbir yükümlülük üstlenmeden aynı avantajı sağlayacaktır. Mesele bu kadar basittir. 12 Aralık'a kadar BM paketinin içeriğini geniş ölçüde değiştirmek de son derece zordur. 16 Kasım tarihli yazımda vurguladığım gibi Annan belgesinin karmaşıklığı ve hassas denklemi ancak marjinal ayarlamalara imkán verir. Oysa özellikle Denktaş'ın kapsamlı değişiklikler istediği artık bellidir.
* * *
Paketi 12 Aralık'a kadar Rum tarafı imzalar ve Türk tarafı imzalamazsa ne olur? Güney Kıbrıs'ın bütün adayı temsilen üyelik süreci geri dönülemeyecek şekilde son aşamasına girer. Türkiye hele hükümet demokratikleşme hamlesinde başarılı olursa, yine AB'den bir şekilde müzakere tarihi vaadi alabilir. Ancak uzun sürede, üyelik müzakereleri başlasa bile Kıbrıs meselesi çözümlenmeden, AB'nin kapısı kolay kolay Türkiye'ye açılmaz. Bu süre içinde Güney Kıbrıs palazlanırken Kuzey Kıbrıs halkı hüsrana kapılır, liderlik ile halk arasındaki uçurum daha da derinleşir. Kıbrıs Türklüğü erir. Unutmayalım, ‘‘yönetmek, öngörmektir’’. Umarım dış politikaya gerçekçi ve enerjik atılımlarla başlayan bugünkü siyasi iktidar, taşracı sağ ve sol milliyetçiliğin, kurumsal tereddütlerin ve bürokratik direnmelerin etkisinde kalmadan ilerisini görür ve tutarlı bir uzun vadeli vizyon geliştirebilir.
Yazının Devamını Oku 23 Kasım 2002
<B>TÜRKİYE</B> Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) Türkiye'de savunma harcamaları ve ekonomik etkileri konusunda yaptığı araştırmanın sonuçlarını bir kitapçık halinde yayımladı. Bu çalışmanın amacı, savunmaya bütçeden ve bütçe dışı fonlardan ayrılan kaynakların boyutunu ve ekonomi üzerindeki etkilerini incelemekti. Daha önce aynı konuda bireysel incelemeler yapılmışsa da, TESEV'in araştırması çok daha kapsamlı. Kaldı ki TESEV araştırmasını diğer ülkelerden de katılımcıların bulunduğu bir oturumda tartışmaya açarak sorunun derinlemesine irdelenmesini sağlamıştır.
* * *
Türkiye'de bütçe dışı finansman yöntemi uzun yıllardan beri yaygın olduğu için, kamu hizmetlerinin gerçek maliyeti hakkında sarih bir fikir edinmek güçtür. Savunma masraflarının ise özellikle kamufle edildiği varsayılır ve bu harcamaların düzeyi hakkında çeşitli abartılı spekülasyonlar yapılır. TESEV'in araştırmasının başlıca faydası, savunma harcamalarının gerçekçi bir tablosunu ortaya çıkarmak olmuştur.
* * *
Savunma masraflarını finanse eden üç kaynak mevcut: Bütçe ödenekleri, Savunma Sanayii Destekleme Fonu (SSDE) ve Türk Silahlı Kuvvetleri'ni Güçlendirme Vakfı (TSKGV). Harcamalar % 86 oranında savunma bütçesinden, % 14 oranında SSDF'den ve % 05 kadarı da TSKGV'den karşılanıyor. Ayrıca, silah, donanım ve yedek parça gereksiniminin % 79'u ithal yolu ile sağlandığından dış krediler de kullanılmaktadır. Bu borçların faiz ve ana para ödemeleri, Savunma Bakanlığı'nın değil, fakat Maliye Bakanlığı'nın bütçesinde yer alır. Askeri nitelikli borçların dökümü, diğer bütün ülkelerde olduğu gibi bizde de açıklanmamaktadır. TESEV bu borçların miktarını 8 milyar dolar olarak tahmin ediyor. Ancak ABD Dışişleri'nin kaynaklarına göre 1990-99 yıllarındaki silah ithali Türkiye'nin dış borç stokunu 18 milyar dolar artırmıştır. Geçen yıl ekonomik kriz yüzünden daralan savunma harcamalarının 2001 faiz dışı bütçesindeki payı % 16'dır. Uluslararası kaynaklar bu masrafların GSMH'ye oranını genellikle % 5'in üstünde gösterirler. TESEV'in bulduğu oran ise % 4'tür. Aradaki farkın savunma harcamaları tariflerinin değişik olmasından ileri geldiği anlaşılmaktadır.
* * *
TESEV'in etüdü Türkiye'de savunma harcamaları miktarına açıklık getirmiştir. Özellikle terörle mücadele yıllarında bütçe dışında 100-150 milyar dolar seviyesinde ek masraflar yapıldığı yolundaki iddiaların doğru olmadığı kanıtlanmaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin, çok kısıtlı kaynaklarla, zor bir coğrafyada ülke güvenliğinin ve savunmasının gerektirdiği operasyonel gücü ve uluslararası sorumluluklar yüklenme yeteneğini geliştirdiği kabul edilmelidir. Fakat, her şeye rağmen GSMH'nin % 4-5'i oranında savunma harcamaları gelişme yolunda bir ülke olan Türkiye için hafif bir yük sayılamaz. NATO ülkeleri için bu oran genellikle % 2.5 civarındadır. TSK'nın personel mevcudu da çok yüksektir. Jandarma dahil 750-800 bin kişi ile NATO'da ABD'den hemen sonra Türkiye gelmektedir. NATO'da geliştirilmekte olan yeni misyon kavramlarının tedricen TSK'nın yapısını değiştirmesine ve mecburi askerlik kuralı saklı tutularak personel sayısının azaltılmasına yol açması beklenmelidir.
* * *
Savunma harcamaları ile sosyal hizmetler için yapılan masraflar arasındaki orantı üzerinde de durulmalıdır. NATO ve AB ülkelerinin hemen hepsinde eğitim, sağlık ve sosyal hizmetlere ayrılan kaynaklar savunma harcamalarının iki veya üç mislidir. Türkiye'de ise eğitim bütçesi savunma bütçesi ile aşağı yukarı aynı düzeydedir, fakat sağlığa ayrılan ödenek miktarı çok daha düşüktür. TESEV'in incelemesi, bu ters orantıların savunma masraflarının yüksekliğinden ileri gelmediğini gösteriyor. İç ve dış borç ödemelerinin bütçe gelirlerinin büyük kısmını yutması, kaynakların rasyonel bir şekilde kullanılmaması, israf eğiliminin önüne geçilememesi ve modern sosyal hizmet bilincinin henüz yerleşmemiş olması, kaynak dağılımındaki dengesizliğin asıl nedenlerini oluşturuyor.
* * *
TESEV'in incelemesi, savunma harcamalarının da ötesinde, Türkiye'de kaynak kullanımı ve dağılımı sorunun önyargısız tartışılmasına umarım özlü katkıda bulunacaktır.
Yazının Devamını Oku