ABD, Irak meselesinde kendisini ve müttefiklerini ciddi bir açmaza doğru sürüklemeye devam mı edecek, yoksa hem içerde, hem dünyada karşılaştığı ve gittikçe artan muhalefet karşısında daha esnek bir politikaya mı yönelecek sorusu gelecek hafta uluslararası gündemin başlıca konusunu oluşturacak.
Başkan Bush birkaç gün sonra Birleşmiş Milletler Asamblesi'ne hitap ederken kuşkusuz Irak'a askeri müdahaleyi haklı göstermeye çalışacak. Ancak şimdiye kadar ileri sürülen gerekçeler hem inandırıcı değil, hem de çelişkili. Uzun süre Irak ile El Kaide arasında bir bağlantı arandı, bulunamadı. Geçenlerde Başkan Yardımcısı Cheney, Irak'ın nükleer silahlara sahip olma çabalarını müdahalenin başlıca gerekçesi olarak gösterdi. Cheney'ye göre nükleer silahları elinde bulunduran bir Irak, hem Amerika'nın bölgedeki ortaklarını tehdit edebilir, hem de ABD'ye nükleer şantajda bulunabilir. Cheney bu yüzden Saddam'ın devrilmesinde ısrarlı. İyi de, 1998'e kadar Irak'ta misyonlarını sürdüren BM denetçileri, nükleer silahlardan çok kimyasal ve biyolojik silahlar üzerinde duruyorlardı. Irak bu tarihten sonra mı nükleer programlara öncelik ve ivme verdi? Bunu bilmiyoruz.
* * *
Gerekçe haklı olsun veya olmasın, bir de yöntem ve meşruiyet meselesi var. Birleşmiş Milletler yokmuş gibi hareket edilemez. Amerika'nın müttefikleri, BM Güvenlik Konseyi'nin onayı olmadan ABD'nin yanında olmak istemiyorlar. Fakat mesele Güvenlik Konseyi'ne gelirse askeri operasyona yeşil ışık yakacak bir karar üzerinde anlaşmak son derece zor olur. ABD'yi tek destekleyen ülke olan İngiltere, anlaşılan şimdi bu yolu yine de denemek için ABD'yi ikna etmeye uğraşıyor.
Meşruiyet boyutunun ötesinde asıl sorun, askeri operasyondan sonra Irak'ın kaderidir. ABD oluşturduğu derme çatma muhalefet koalisyonu ile Irak'ta otoriteyi ve istikrarı sağlayabileceğini düşünüyorsa vahim şekilde yanılıyor demektir. Böyle bir yönetim ancak ABD, Irak'ta uzun süre tek başına veya müttefikleri ile büyük bir kuvvet bulundurmayı göze alırsa tutunabilir, bu kuvvet çekilince de çöker. Saddam'dan kurtulmak istedikleri halde Filistin meselesi çözümlenmeden Irak'a müdahalenin bütün bölgede bir kaos yaratacağından haklı olarak korkuyorlar. 11 Eylül'den sonra Filistinlilerin İsrail'e karşı giriştikleri intihar saldırılarının miktarında büyük bir artış görüldü. Irak'la savaş bu psikozun bütün bölgeye yayılması tehlikesini yaratır.
* * *
ABD'nin Irak politikası bütün müttefiklerini çok zor durumda bırakmıştır. Fransa ve Almanya gibi ülkeler, ABD ile aralarına mesafe koyabilirler ve kayıpları olmaz. Türkiye'nin durumu ise çok farklı. ABD sadece Güney'den Irak'a saldıracak olsa belki işin dışında kalabilirdik. Fakat bildiğimiz kadarı ile asıl operasyon güneyden yapılacaksa da Türkiye'deki üslerden hareketle özel kuvvetler kuzeyden Irak'a intikal ettirilecek. Türkiye'nin bu desteği vermeyi reddetmesi çok güç; çünkü ABD'ye karşı bir moral borç söz konusu. Ne zaman başımız sıkışsa ABD'nin bize yardım eli uzattığını unutamayız. Yine de iyi düşünmek mecburiyetindeyiz. Hiçbir ülke sırf vefa duygusu ile inanmadığı bir dava için kendini tehlikeye atamaz. Askeri borçların silinmesi gibi pazarlık eğilimini bir tarafa bırakarak bir prensip tutumuna yönelmeliyiz. Destek için Güvenlik Konseyi'nin onayında biz de ısrar edebiliriz. Belki böyle bir davranış ABD'yi daha temkinli olmaya sevk edebilir.
* * *
Irak sorunu bir başka açıdan da kaygı veriyor. Bir askeri müdahalede ve sonrasında Türkiye'nin üstlenebileceği sorumluluklar hakkında çok abartılı görüşler mevcut. Bazı bakanlarımız kılıç şakırdatmaya bayılıyorlar. Kuzey Irak'ta gözü olanlara dahi rastlanıyor, bazı kurumlar ve çevreler ise Irak'ın yeniden yapılanmasında kilit rol oynayabileceğimizi düşünüyorlar. Gerçekçi olmalıyız. Türkiye'yi önümüzdeki aylarda çok daha önemli ve öncelikli bir gündem bekliyor. Irak'taki gelişmeleri etkileme olanaklarımız zaten çok sınırlıdır. Ölçüyü kaçırırsak tahminimizin ötesinde zarara uğrarız. Türkiye için en iyi opsiyon, ABD'yi askeri operasyon fikrinden caydırmaktır. Çabalarımızı bu amaca çevirmeliyiz.