TBMM'nin AB ile uyum kanunlarını süratle kabul etmesi AB çevrelerinde de sürpriz yarattı.
Seçim arifesinde son derece duyarlı konularda böyle bir siyasi irade gösterisi beklemiyorlardı. Yankılar bütün AB ülkelerinde olumlu yönde oldu ve Türkiye'nin sallantıda olan üyelik süreci birdenbire ivme kazandı. İdam cezasının Türkiye'de kaldırılması onuruna Roma'daki Colosseum'un geçen hafta cuma gecesi aydınlatılması da çok anlamlı sembolik bir jestti. İtalyan sivil toplum örgütleri hangi ülkede idam kaldırılsa bu kutlamayı tertipliyorlarmış.
Kapsamlı reform paketine AB Komisyonu'nun ekimde yayımlayacağı ilerleme raporunun da geniş yer verileceği kesindir. Seçimleri gözeten AB ülkelerinin de Türkiye'de AB'ye taraftar partileri destekleyecek açılımlarda bulunmaları beklenmelidir. Ancak aralıktaki Kopenhag Zirvesi üyelik sürecinin bundan sonraki aşamaları hakkında kararını verirken 3 Kasım seçimlerinin sonuçlarını değerlendirmiş olacaktır. Zirvede Türkiye'ye bir müzakere tarihi verilip verilmeyeceği bugünden kestirilemez. Seçimlerden sonraki tablo umut verici olursa hiç değilse bir takvim perspektifi elde edilebilir. Aksine AKP'nin tekelinde veya liderliğinde bir Meclis çoğunluğu veya merkezi temsil eden fakat çok kırılgan bir koalisyon ister istemez üyelik sürecine menfi tesir eder.
AB açısından seçim sonucu dışında üç temel nokta üzerinde durulmalıdır. Birincisi uygulama ile ilgilidir. AB bu alanda ilerleme görmek istediğini şimdiden belli etmiştir. AB'nin bu yaklaşımını yadırgamamak gerekir. Osmanlı Devleti'nin vaatlerin yerine getirilmesini sürekli savsamak geleneği maalesef 1950'den sonra nüksetmiştir. Uygulama aşamasında geniş anlamda bürokrasinin direnişi veya geciktirme taktikleri ile karşılaşmak şaşırtıcı olmayacaktır. Buna ancak kuvvetli bir hükümet mani olabilir. Seçim ortamında üstelik AB konusunda yolları iyice ayrılmış partilerden oluşan bir koalisyonun uygulama engellemeleri ile etkin bir şekilde başa çıkması herhalde pek kolay olmaz.
İkinci önemli nokta, Kopenhag zirvesine kadar bugüne değin örneklerini çok gördüğümüz yol kazalarına uğramamak, geri adım atıldığı gibi bir izlenime meydan vermemektir. Örneğin Anayasa Mahkemesi HADEP'i kapatma kararı alırsa bunun geri bir adım sayılabileceği bize açıkça bildirilmiştir. Geri adım lüzumsuz söylemler şeklinde de olabilir. Ne yazık ki bu alanda büyük meharet sahibi bazı kimseler AB ile ilişkilerimizin en kritik devresinde kilit bakanlıklara getirilmişlerdir.
Nihayet her nedense Türkiye'de üzerinde az durulan Kıbrıs diye bir mesele vardır. Genellikle ‘‘Kıbrıs sorunu Kopenhag kriterlerine dahil değildir’’ diyerek işin üstesinden geldiğimizi sanıyoruz. Aslında kendimizi aldatmaktan başka bir şey yapmıyoruz. Gerçekler ortada ve AB sorumluları bunları gizlemiyorlar. 6 Eylül'de iki taraf liderlerinin BM Genel Sekreteri ile yapacakları toplantıyı takiben süratle bir çözüme varılamazsa veya hiç değilse bir çözüm çerçevesi bulunamazsa Kopenhag zirvesinde bir açmaz ile karşı karşıya geleceğiz. AB Konseyi diğer dokuz üye ile birlikte Kıbrıs'ın da üyeliğini Kopenhag'da kabul etmeye hazırlanmaktadır. Son dakikada Türkiye ile bir buhran çıkmasın diye bundan vazgeçebilir mi? Belki evet, belki hayır, fakat çok muhtemelen hayır. Güney Kıbrıs çözüm olmadan bütün Kıbrıs'ı temsilen üye olarak kabul edilirse bu durumun Ada'da olduğu kadar Türkiye ile Yunanistan arasında ve Türkiye ile AB arasında gerginlik yaratması kaçınılmaz olur. Bunu önlemek için birtakım geçici formüller üzerinde duruluyor, fakat bunların hiçbiri Türkiye için tatmin edici değildir. Yunanistan'ın yanı sıra Güney Kıbrıs'ın da AB üyesi olması Türkiye-AB ilişkilerindeki denklemi bozar, Kıbrıs meselesinin ileride çözümü son derece güçleşir, KKTC ciddi iç sıkıntılarla karşılaşır, Türkiye'nin de bu gelişmelere karşı kontrolden çıkabilecek tepkisi bir buhran körükleyebilir. Bu olasılıklara karşı nasıl bir yol izleyeceğimiz belli değil. Sert beyanatlar verip duruyoruz. İhtiyacımız retorik değil, fakat bütün olası gelişmeleri hesaba katan politik opsiyonlardır. Bunları saptamayı geciktirdiğimiz takdirde hüsrana uğrarız.