8 Mart 2003
<B>TÜRKİYE</B> dış politika alanında yakın tarihinin kuşkusuz en çetin bir devrinden geçmektedir. Her zamandan fazla deneyimli ve karar alma yeteneğine sahip, asgari bir vizyonu bulunan liderlere ve politikacılara muhtaçtır. Ne yazık ki talih bu açıdan yardım etmedi. Şayet AKP Başkanı Tayyip Erdoğan geçen kasımda seçimlere katılmaktan men edilmeseydi ve başbakanlığa gelebilseydi, durum belki değişik olabilirdi. Gerçekten de Erdoğan zamanlamanın önemini daha iyi idrak eden, karar ve risk alabilen bir lider izlenimini veriyor. Tabii pastanın lezzeti ancak yemekle anlaşılır, 9 Mart'tan sonra göreceğiz.
* * *
Gül hükümetinin en büyük hatası, güçlükleri sürekli ertelemesi, kamuoyunu aydınlatmayı ve yönlendirmeyi hiç bilmemesi, hükümet içinde bile bir oydaşma yaratamaması olmuştur. Şayet Başbakan çarşamba günü Genelkurmay Başkanı'nın veciz ve dengeli konuşmasında yaptığı gibi meselenin gerçek niteliğini ve boyutlarını ortaya koymuş olsaydı, Meclis'teki yenilgiyi büyük olasılıkla önleyebilirdi. Unutmamak gerekir ki, Avrupa ülkelerinin çoğu Başkan Bush'un savaş mantığını reddetmekle beraber, ABD ile ilişkilerinin temel öğelerini göz önünde tutarak ona bir ölçüde destek verebiliyorlar. Uzağa gitmeye lüzum yok, Yunanistan'a bakalım. Şu anda AB dönem başkanıdır ve dolayısıyla Fransa ve Almanya'nın tutumlarını hesaba katmak mecburiyetindedir. Yine de üslerini ve limanlarını ABD'ye açtı ve üstelik Körfez bölgesine bir savaş gemisi gönderdi. Türkiye'nin konumu elbette farklıdır; fakat stratejik önemi coğrafyasından kaynaklanmıyor mu? Bu koz kullanılabildiği ölçüde değer ifade eder, soyut kaldığı takdirde bir artı olmaktan çıkar. Kaldı ki, ne kadar büyük hata olursa olsun, bir ABD askeri müdahalesinden en fazla etkilenecek olan ülke Türkiye'dir. Bölgedeki yeni oluşumlarda söz sahibi olmaya en çok onun ihtiyacı vardır.
AKP eleştirilebilir, fakat hiç değilse parti içinde güzel bir demokrasi örneği verdi. CHP'ye gelince, Meclis'teki performansıyla demagojinin şahikasına çıktı. CHP bugün ucuz ve çağdışı bir milliyetçilikte ve hatta din istismarında melce bulmuş bir sol dogmanın güdümündedir. Yönetim biçiminin ise nasıl çağrışımlar yaptığını hepimiz biliyoruz.
* * *
Türkiye için Irak çok önemli; fakat uzun sürede Türkiye'nin kaderini daha fazla etkileyecek olan sorun Kıbrıs'tır. BM Genel Sekreteri son sunduğu belgenin referanduma sunulması taahhüdünün 10 Mart'ta Lahey'de imzalanmasını bekliyor. Perşembe günü Çankaya'da Cumhurbaşkanı Denktaş'ın katılımıyla yapılan toplantıdan çıkan olumsuz sonuca rağmen, Türkiye ve KKTC, Annan'ın çağrısına topyekûn ret cevabı vermenin sonuçlarını dikkatle incelemelidirler. Kıbrıs'taki fiili durumun bugün sağladığı avantajların erozyona uğraması, stratejik dengenin aleyhe dönmesi, Kıbrıs Türklüğünün bölünmesi gibi tehlikeler hafife alınamaz. Diğer taraftan, bırakın Türkiye'nin AB üyeliğini, AB ile üyelik müzakerelerinin başlamasının bile imkánsız gelmesi olasılığı kuvvetlidir. Aslında Annan'ın son önerileri Güney Kıbrıs'ı da köşeye sıkıştırmıştır. Güney Kıbrıs referandumu reddederse veya Güney'deki referandum olumsuz sonuç verirse, Kopenhag zirvesi kararına rağmen AB'ye üyelik sürecinde zorlanabilir. Gerçi 16 Nisan'da imzalanacak Katılım Atlaşması on ülkeyi kapsamaktadır ve bundan Güney Kıbrıs'ı ayıklamak artık pek mümkün değildir. Fakat Avrupa Parlamentosu'nda her üyelik için ayrı oylama yapılacaktır. Güney Kıbrıs işte o aşamada bir kazadan çekiniyor. Yeni Güney Kıbrıs Lideri Papadopulos'u bu sıkıntıdan ancak Cumhurbaşkanı Denktaş'ın Lahey'de referanduma hayır cevabı vermesi kurtarabilir. Buna karşılık Denktaş'ın ve Türkiye'nin cevabı olumlu olur, referandumu istemeyen taraf Güney Kıbrıs olursa veya her iki tarafın kabul edeceği referandumda KKTC halkı evet, Güney Kıbrıs halkı ise hayır derse yeni bir sayfa açılır. Basiretli ve yaratıcı bir politika ile KKTC'nin ayrı bir devlet olarak tanınması gündeme gelebilir.
* * *
Kıbrıs için 10 Mart'tan sonraki politik denklem iyice hesaplanmalıdır. Türkiye, bir gün Almanya modelindeki gibi, Kıbrıs'ta da Kuzey'in Güney'e düpedüz iltihakı ile AB üyeliği arasında tercih yapmak durumunda bırakılmamalıdır. Duygusallığa ve kalıp fikirlere dayanan salvolar hiçbir şey halletmez ve sonunda hüsran getirir.
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2003
<B>ÖNÜMÜZDEKİ</B> bir iki hafta içinde ABD'nin Irak'a saldırıp saldırmayacağı belli olacak. Dünya kamuoyu AB politikasına şiddetli tepki gösteriyor, ABD'nin müttefikleri sıkıntı ve tereddüt içindeler, uluslararası meşruiyetin sembolü sayılan BM Güvenlik Konseyi'nin onayının sağlanması çok güç olacak. Fakat bütün bu oluşumlar Washington'u fazla etkilemiyor. Irak'a karşı ileri sürülen iddialar da ispat edilmiş değil. Bağdat'ın uzun yıllar BM denetçilerini aldattığı doğruysa da, Irak'ın kitle imha silahları bakımından çok ciddi bir tehdit olduğunu kabul etmek zor. Denetçiler daha çalışmalarını tamamlamadılar. Irak'ın El Kaide ile irtibatları hakkındaki suçlamalar ise kesinlikle inandırıcı değil. Peki, ABD'nin Irak saplantısı hangi nedenlere dayanıyor? Geçen hafta Körfez krizi sırasında kilit mevkilerde bulunmuş birçok kimsenin katıldığı bir toplantıda bu konu üzerinde bir hayli duruldu. O toplantıdaki izlenimlerimi de göz önünde bulundurarak meseleyi biraz deşmek istiyorum.
* * *
ABD'nin tutumunu anlamak için birinci Körfez krizini hatırlamakta yarar var. O tarihte ABD kuvvetlerinin neden Bağdat'a kadar ilerleyerek Saddam'ı devirmemesi çok münakaşa edildi. Birçok izah şekli ileri sürüldü. Fakat genellikle ABD'nin bölgesel müttefiklerinin de endişelerini göz önünde tutarak Irak'ın parçalanmasına yol açmaktan çekindiği düşünülüyor. Saddam'ın iktidarını koruması bir ehveni şer olarak görüldü.
Peki bu politika ikinci Bush döneminde neden değişti? ABD'nin bugünkü radikal tutumunu izah için ileri sürülen tezlerin haddi hesabı yok. En revaçtaki tez de petrole dayanıyor. Dünyanın en zengin petrol yataklarına ABD'nin 30-40 yıl içinde gittikçe daha fazla muhtaç olacağını, dolayısıyla bu kaynaklardan engelsiz yararlanmak ve gerekirse başka ülkelerin yararlanmasını önlemek için ABD'nin Ortadoğu'yu mutlak egemenliği altına almak istediğini düşünenler çok. Ne var ki bu görüşü inandırıcı bulmak o kadar kolay değil. Gerçekten ABD bugün Irak'a uygulanan ambargonun kalkmasına razı olsa Saddam ona bayıla bayıla istediği kadar petrol satar. Eğer ABD'nin niyeti petrol fiyatlarını düşürmek ise Irak'ın petrol üretimini artırması bunun en iyi yoludur. ABD'nin ekonomik rakiplerinin petrol ikmalini kısıtlamak istediği de düşünülemez; çünkü böyle bir kısıtlama dünya ekonomisini ve ona çok bağımlı olan ABD ekonomisini zayıflatır. Kaldı ki ABD'nin müdahalesinin bölgeye istikrardan çok istikrarsızlık getirmesi ve bunun petrol kaynaklarını tehlikeye düşürmesi daha olasıdır. Bir başka gözde teori de, ABD'nin İsrail'in güvenliğini kuvvetlendirmek istediğidir. Bu da inandırıcı değil; çünkü İsrail'in güvenlik sorunu askeri değil, siyasidir.
* * *
ABD'nin Irak'a müdahalesinin nesnel ve akılcı nedenlerle izah edilemeyeceği kanaati çok yaygın. Hal böyle olunca öznel nedenler akla daha yakın geliyor. Öznel nedenler de Başkan W.Bush'un ve en yakın danışmanlarının psikolojilerinden kaynaklanıyor. Bu danışmanlar Başkan Bush ile çok eskiden beri yakın ilişki içindeler. Daha 11 Eylül'den çok evvel düşünce merkezlerinde, ‘‘önleyici müdahale’’ ve ‘‘şer mihveri’’ gibi doktrinler geliştirdiler. 11 Eylül onlara bu radikal fikirlerini adeta dini bir taassupla uygulamaya koymak fırsatını verdi. ABD'nin gücünün kullanılmasına herhangi bir hukuki veya moral sınırlama tanımak istemiyorlar. Onların doktrininde Ortadoğu'nun istikrarını kuvvetlendirmek amacı ile Filistin sorununun çözümüne gerçekten katkıda bulunmak gibi bir kavram da mevcut değil.
* * *
ABD politikası akıl rayından çıktığına göre her devletin artık kendi çıkarlarını gözetmesinden başka çare yok. Bazıları, Almanya gibi, ABD'ye ters tavır takınmakla beraber ülkelerindeki üslerin kullanılmasına izin veriyor. Fransa galiba veto hakkını kullanmaya kadar gitmeyecek. Yunanistan da üslerini açtı. Rusya ve Çin gayet dikkatli ve dengeli bir siyaset gütmeye çalışıyorlar. Merkezi ve Orta Avrupa ülkeleri ise Sovyet hegemonyasından kurtuluşlarını ABD'ye borçlu olduklarını unutmuyorlar. İspanya ve İtalya kamuoylarına rağmen ABD'yi destekliyorlar.
Evet, akıl yolundan çıkan bir dev ise, ona tamamen ters düşmemek, onunla köprüleri atmamak akılcılığa daha yakın. Umarız, TBMM de bugün jeopolitiğin Türkiye'ye dikte ettiği akılcı ve gerçekçi kararı alacaktır.
Yazının Devamını Oku 22 Şubat 2003
<B>IRAK</B> buhranının, ne şekilde sonuçlanırsa sonuçlansın, uluslararası toplumda uzun süreli yaralar bırakacağı gittikçe daha iyi anlaşılıyor. İkili ilişkilerin zedelenmesi ve karşılıklı güvenin sarsılmasına paralel olarak bazı uluslararası kurumlar etkinliklerini ve belki de geçerliliklerini yitireceklerdir. İlk önce Birleşmiş Milletler'i ele alırsak, ABD'nin Güvenlik Konseyi'nden yeni bir karar çıkmadan Irak'a müdahalesi bu örgütün uluslararası barış ve güvenliğin korunması alanındaki temel işlevini felce uğratabilir. ABD'nin sırtını çevirdiği bir BM Yasası'nın öngördüğü sorumlulukları yerine getirmekte çok zorlanır.
* * *
Irak krizinden belki de en fazla zarar görecek olan kuruluş, NATO'dur. Atlantik İttifakı Soğuk Savaş sonrasında zaten kendisine yeni bir rol bulmakta sıkıntı çekiyordu. Kosova'daki olaylar nedeniyle Sırbistan'a karşı NATO bayrağı altında girişilen hava operasyonu, İttifak'ın yeni dönemde galiba son başarısı oldu. Fakat o zaman dahi Amerikalılar, NATO'nun karar ve eşgüdüm sürecinin yavaşlığından şikáyet ettiler. 11 Eylül 2001'den sonra İttifak'ın beşinci maddesinin uluslararası teröre karşı da geçerli olduğunun ilan edilmesi daha çok sembolik bir jest niteliğindeydi. NATO Afganistan'da yürütülen operasyonun dışında kaldı. Irak'a karşı Türkiye'ye savunma desteği verilmesi amacı ile ABD'nin yaptığı talep ise İttifak'ın tarihindeki en büyük bunalımlarından birini yarattı. Bu girişim bazı İttifak üyelerince NATO'yu Irak operasyonuna bulaştırmak için ABD'nin bir manevrası olarak algılandı ve daha sonra Türkiye'nin 4'üncü maddeye dayanarak yaptığı talep bu algılamayı değiştirmedi. Sonunda meselenin NATO Konseyi'nin gündeminden alınarak Fransa'nın katılmadığı Savunma Planlaması Komitesi'ne havalesi ile sorun çözümlendiyse de gerilimli tartışmaların tahrip ettiği karşılıklı güven ortamının yeniden tesisi kolay olamayacaktır.
* * *
NATO'da Türkiye ile ilgili tartışmaların akla ister istemez getirdiği bir soru var. Madem ki Türkiye diğer bütün müttefiklerinden daha fazla mevcut veya potansiyel füze ve kimyasal ve biyolojik silahlarının tehdidi altındadır, NATO'dan istediği AWACS uçaklarına, Patriot füzelerine ve kimyasal ve biyolojik silahlara karşı savunma sistemlerine neden şimdiye kadar sahip olmadı? Bu sorunun yanıtını bulmak kolay değil. Bildiğim kadarıyla AWACS uçaklarının satın alınması zaten programlanmış bulunuyor. ‘‘Patriot 3’’ füzesavar füzeler ise etkinliklerine oranla çok pahalı. Türkiye'nin savunma konseptinin, Yunanistan ile sorunlar yüzünden uzun yıllar savunmadan çok taarruzi bir kuvvet yapısı öngörmüş olmasının silah sistemlerinin tercihinde rol oynadığı da anlaşılıyor.
* * *
Irak bunalımı Avrupa Birliği içinde de önemli bir bölünmeye yol açtı. Ne var ki, AB çok ileri bir ekonomik bütünleşmeye, kısmen de olsa federal yapıya ve üyelerinin özdeşleştikleri bir kültürel temele dayandığından, NATO ve BM kadar olumsuz etkilenmez. Ancak 15 üye ile gerçekleşemeyen ortak bir dış politikanın üye sayısı iki yıl sonra 25'e çıkınca iyice güçleşeceği bellidir. Türkiye'ye gelince; Irak krizinin AB üyelik sürecine olumsuz etki yapması beklenemez. Buna karşılık Kopenhag kriterlerinin yerine getirilememesi ve Kıbrıs'ta çözümsüzlük AB ile anlaşmazlıklar ortaya çıkarabilir. Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesinin o kadar kolay olacağı sanılmasın. Uyum kanunları ile ilgili son yönetmelikler bu kanunların çok kere ruhuna aykırıdır. Bürokrasi ise tutucu ve engelleyici zihniyetten kendini kurtaramıyor. Kaldı ki devlet yönetiminde askerler ve siviller arasındaki yetki ve nüfuz dengesinin bir ölçüde değiştirilmesi gibi hassas bir talep Türkiye'ye sunulacak olan gözden geçirilmiş katılım ortaklığının önemli unsurlarından biri olacak. Kıbrıs konusunda ise Annan önerilerine karşı ileri sürülen itirazlar ne kadar haklı olursa olsun, çözümsüzlüğün yaratacağı sorunlar zamanında gereği kadar değerlendirilememiştir.
* * *
Demek oluyor ki Türkiye bir yandan üyesi bulunduğu veya üyesi olmak istediği kuruluşların kaderinden etkilenecek, diğer yandan özellikle AB ve belki de Irak'taki gelişmeler nedeniyle ABD ile ilişkilerinde çetin meseleler ile karşılaşabilecektir. Türkiye'yi 2003 yılında yine büyük bir sınav bekliyor.
Yazının Devamını Oku 15 Şubat 2003
<B>TATİLDE</B> iken insan ciddi bir makale yazmak istemiyor. Biraz mizahi bir yazı kaleme almak için konu ararken Türkiye'nin geleneksel entelektüel gazetesindeki manşet dikkatimi çekti: <B>‘‘ABD, Türkiye'yi işgale hazırlanıyor.’’</B> Aradığım temayı bulmuştum. Evet, zaten başından beri belliydi. Irak'taki kitle imha silahları meselesi ve zavallı Saddam Hüseyin'e yöneltilen ithamlar ABD'nin asıl hedefini gizlemek için ileri sürdüğü bahanelerdi. İran'ı da hesaba katarsak, Ortadoğu dünya petrol rezervlerinin neredeyse % 70'ine sahip (730 milyar varil) ABD ise kendi rezervlerinin erimesi yüzünden önümüzdeki yıllarda gittikçe daha fazla oranda Ortadoğu petrolüne muhtaç kalacak. Bu hayati kaynağın sürekli diktatörlerin, emirlerin, kralların, şeyhlerin veya mollaların kontrolünde kalmasına müsamaha gösteremezdi. Ortadoğu'yu Türkiye ve İran dahil yeniden yapılandırmak kaçınılmazdı.
* * *
ABD bu bölgenin istikrarı için 1979'a kadar İran ve Türkiye'ye güvenmiş, köktendinciler İran'a egemen olduktan sonra umudunu Türkiye'ye bağlamıştı. Fakat kendini bölgesel bir güç görmeye başlayan Türkiye, ABD'yi rahatsız ediyordu. Türkiye'nin daha mütevazı boyutlara indirgenmesi kaçınılmaz hale gelmişti. Washington ilk önce bu işe ekonomiden başladı. IMF tarafından Türkiye'ye 1999'da dayatılan çıpalı kur sistemi kısa sürede vahim bir krizi tetiklemek için düşünülmüştü. Nitekim 2001 Şubat'ında beklenilen oldu. O tarihten sonra ise Türkiye'nin ekonomik kırılganlığının devam ettirilmesi görevi Dünya Bankası'ndaki çalışmaları sırasında birçok başka ülkeyi dize getirmiş bir ekonomiste verildi.
* * *
Kemal Derviş devletin ekonomiye müdahalesine imkán bırakmayan bir seri reform gerçekleştirdi, ekonominin en ince ayrıntılarına kadar yönetimini IMF'ye teslim etti. Milli egemenlik kavramının kutsal olduğu Türkiye'de ekonomik egemenlik artık IMF'nin elindeydi. IMF'nin talimatlarından en ufak bir sapma Türkiye'yi Arjantin'in durumuna sürükleyecekti. Türkiye'nin eli kolu bağlanmış, Derviş misyonunu tamamlamıştı. Sosyal demokrasi ile liberalizmi bağdaştırmak idealini gerçekleştirmek üzere politikaya atıldı. Ne yazık ki seçtiği partiyi değiştirmek Türkiye'yi değiştirmekten daha zordu.
Irak krizi geliştikçe Türkiye'nin bocalamaları ABD'yi iyice tedirgin etti. Türkiye'nin yeni başbakanı neredeyse barışı kurtararak ABD'nin planlarını altüst edecekti. Buna müsaade edilemezdi. İlk önce Irak'a karşı operasyonun sadece güneyden yapılması öngörülürken planlar değiştirildi ve Türkiye'ye büyük sayıda asker konuşlandırabilmek amacı ile kuzeyden operasyona daha fazla ağırlık verildi. ABD artık Ortadoğu bölgesinde Türkiye ve İran gibi büyük bölgesel devletlerin kendisine engel olduğu kanaatine varmıştı. Irak'tan sonra İran'ın işgali, Türkiye'deki Amerikan kuvvetlerinin de idareyi ele geçirmesi kararlaştırıldı.
* * *
Amerikalı beyin avcıları daha şimdiden kendilerine itaat edecek bir başbakan arıyorlar. Büyük olasılıkla milliyetçilikten dinciliğe kadar her türlü kimliğe bürünmek esnekliğini gösteren ve şimdi de Amerikancı olmakta sıkıntı çekmeyecek bir eski komünist seçilecek. Arkasından Türkiye ve İran'ın küçültmeleri projesi yürürlüğe konacak.
Bir büyük Kürdistan kurulacak, İran Azerbaycan'ı bağımsız Azerbaycan ile birleştirilecek, Yukarı Karabağ ve Nahçıvan Ermenistan'a verilecek. Türkiye'nin batısı için ise Karen Fogg'un planı tatbik edilecek. İstanbul, Ege Bölgesi ve Akdeniz Bölgesi'nin Batı kısmı ayrı bir devlet haline getirilerek AB üyesi olacak. Yunanlıları tatmin etmek için Rum Patrikhanesi'ne Vatikan statüsü tanınacak ve Ayasofya yeniden kilise haline getirilecek.
* * *
Peki, bu arada Kıbrıs ne olacak? ABD, AB ile pazarlık yaparak ‘‘Siz Güney'i aldınız, Kuzey'i de bana verin’’ diyecek. Kuzey Kıbrıs'ta muazzam bir hava ve deniz üssü kurulacak. Bölgedeki yüz binlerce Amerikan askeri personeli tatillerini burada geçireceklerinden turizm ve ekonomi patlayacak.
Bu kapsamlı komplodan nasıl kurtulabiliriz diye düşünmek mecburiyetindeyiz. Ne yazık ki ok yaydan çıktı. Amerikalılar hava ve deniz limanlarında çalışmaya başladılar. Artık bundan sonra gelmeyin desek bile yakında her tarafımızda Amerikan askeri göreceğiz. Belki tek çare hepsi hakkında derhal suç duyurusunda bulunarak adalete teslim etmektir.
Yazının Devamını Oku 8 Şubat 2003
<B>BİZDE</B> zaman unsurunun öneminin çok iyi takdir edildiği söylenemez. Özel hayatımızda olduğu kadar devlet yönetiminde de kararları son dakikaya kadar ertelemek eğilimi kuvvetlidir. Biraz daha zaman kazanmak uğruna ne büyük fırsatlar kaçırıldığının örnekleri yakın tarihimizde bir hayli vardır. Son olarak 1999 AB Helsinki Zirvesi'nden beri Kıbrıs politikamızın parametrelerini bir türlü çizemedik ve Aralık 2002'de kendimizi hálá içinden çıkamadığımız bir açmaz içinde bulduk.
Şimdi bu açmazın daha da derinleşmesi tehlikesiyle karşı karşıyayız. Bundan sonra önümüzde bir de Ege sorunlarıyla ilgili bir takvim var. AB Helsinki Zirvesi Sonuç Bildirisi'ne göre AB Konseyi en geç 2004 yılında aday ülkelerin taraf oldukları anlaşmazlıklarla ilgili gelişmeleri gözden geçirecek, bunların adaylık sürecine etkilerini de değerlendirecek ve gerekirse çözümün Uluslararası Adalet Divanı'na başvuru yoluyla aranmasını teşvik edecektir.
***
Bu konuda halen Türkiye ile Yunanistan arasında bir çeşit ön müzakereler birkaç ay önce başlamıştır. Bunlar hakkında fazla bilgi sızmamakta ise de şimdiye kadar özlü bir ilerleme kaydedilmediğini söylemek yanlış olmaz. Anlayabildiğimiz kadarıyla zorluk, karasuları veya kıta sahanlığı gibi ana konulardan ziyade, Kardak krizi sırasında ortaya atılan kayalar ve adacıkların statüsüne ilişkin iddialardan kaynaklanmaktadır.
Oysa bu iddiaları uluslararası yargı mercilerinde hukuken başarılı bir şekilde savunmak imkánının gerçekten mevcut olup olmadığını bilmiyoruz. Hükümetin, bu konuda Kıbrıs sorunundakine benzer bir bocalama ve tıkanıklığın tekrarını önleyecek bir politikayı vakit geçirmeden saptamasında isabet vardır. Bir müzmin sorunu sürüncemede bırakmamak akılcı bir dış politikanın temel ilkelerindendir.
***
Irak konusunda da zaman mefhumunun çok zayıf olduğunu, haftalardan beri görüyoruz. Hükümet MGK'nın tutumunun belirgin hale gelmesine ve 4 Şubat'ta AKP Başkanı Tayyip Erdoğan'ın çok yerinde müdahalesine kadar bocalayıp durmuştur. Saddam Hüseyin'in ancak alnına ABD tabanca dayadığı için gerileyebileceği, ‘‘barışı kurtarma’’ toplantılarının ve tatlı-sert barış mesajlarının ona vız geleceği, aksine bunlardan daha fazla direnmek için cesaret bulacağı anlaşılamamıştır.
Müslüman ülkelerle ters düşmek endişesi de bir vehimdi. Neyse, şimdi hükümet artık harekete geçmiş ve taksit taksit dahi olsa TBMM'den gereken onayları istemeye karar vermiştir. Bu karar çok yerindedir; çünkü daha fazla gecikilseydi ABD başka yollardan yine Kuzey'de bir operasyona girişecek, fakat bu sefer Türkiye'nin Irak'ın yeniden yapılanmasındaki söz hakkı çok kısıtlı kalacaktı.
Başbakan'ın Kuzey Irak'ta savaşmayacağımızı nihayet söylemesi de çok yararlı olmuştur. Türkiye'nin Kuzey Irak'ta ABD'den bağımsız bir operasyona girişmesi hem ABD, hem Arap ülkeleri ile aramızda gerginlik yaratır ve hem de Türk Ordusu'nun bir bataklığa saplanması sonucunu verirdi.
***
Fakat bundan sonra çelişkilere son vermek ve özellikle kamuoyunda yanlış izlenimler yaratmamak lazımdır. Örneğin, Başbakan'ın Kuzey Irak'ta Türk askeri sayısının Amerikan askeri sayısından daha fazla olacağını söylemesi anlamsızdır. Bugün askeri güç karşılaştırılmasında asker sayısı bir unsur mu? Kaldı ki ABD pekálá Kuzey'e başka ülkeler üzerinden ek kuvvet sevk edebilir. Bunu büyük bir olasılıkla yapacaktır da; İngiliz kuvvetleri de aynı şekilde Kuzey Irak'a gelebilirler.
Muhalefete gelince; CHP'nin tutarsızlıkları dehşet verici. CHP Türkiye'nin Irak'a asker göndermesine yeşil ışık yakıyor, fakat ABD kuvvetlerine Türk topraklarından geçit verilmesine şiddetle karşı çıkıyor. Bunun anlamı şu: ABD askerleri Türkiye üzerinden geçmesin de ne olursa olsun, gerekirse Türk Ordusu Kuzey Irak'ta savaşsın ve zayiat versin, zararı yok. CHP 1970'ler Ecevit saplantılarının hálá tutsağı.
Bundan sonra, dış politikanın çok çetin sorunlarında Türkiye için zaman ve zamanlama en önemli unsurdur. Zaman insafsızdır, affetmez.
Yazının Devamını Oku 1 Şubat 2003
<B>‘ÇIKIŞ stratejisi’</B> daha çok askeri bir terim. Bir harekátın başarısızlığı halinde zararı kabil olduğu kadar sınırlayan alternatif bir stratejinin önceden planlaması anlamına geliyor. Bu kavram aynı zamanda ve belki de daha fazla diplomasi için geçerli. Muayyen bir amaca ulaşmak için uygulamaya koyduğunuz politikaların ters tepmesi olasılığını göz önünde tutarak kayıpları asgariye indirecek bir opsiyonu daima aklınızda tutmanız gerekir. Bunun aksi, körü körüne bir politikaya bel bağlamak ve sonuç ters olunca apışıp kalmaktır. Aslında gerek askeri gerek diplomatik alanda çıkış stratejisinin en güzel örneklerini Atatürk vermiştir. Ne yazık ki onun akılcı ve pragmatik politikasından uzaklaştıkça diplomasimiz tam bir kilitlenmeye hapsediliyor. Sonuçları ne olursa olsun, çağdışı milliyetçilik edebiyatına ve kıvırtma ve erteleme politikasına sığınmaktan başka çare kalmıyor. Türkiye'de bugün hüküm süren bağnazlık ve ürkeklik karışımı politika ile ne Lozan, ne Montrö ve ne de Zürih ve Londra anlaşmaları imzalanabilirdi, çok büyük olasılıkla NATO'ya bile giremezdik.
* * *
Kıbrıs politikamız opsiyonları iyi teşhis edememenin sakıncalarının en belirli örneğidir. Çok geriye gitmeyelim. 1999 Helsinki Zirvesi'nden beri çözüm konusunda yapıcı ve yaratıcı bir siyaset güdemediğimiz takdirde 2002 Aralık ayındaki Kopenhag zirvesinde Güney Kıbrıs'ın AB'ye kabul edileceği besbelliydi. Biz uzun süre buna ihtimal vermedik. Ayrıca antlaşmaların hukuken Kıbrıs'ın Türkiye'den önce AB'ye girmesine imkán bırakmadığına kendimizi inandırdık. Dışişleri Bakanlarımız Avrupalıları korkutmak için kriz senaryoları çizdiler. Sonunda Güney Kıbrıs AB'ye girdi ve hiçbir şey yapamadık.
Şimdi yine bir çıkış stratejisi ortada gözükmüyor. 28 Şubat'a kadar veya Mart'ın ilk yarısı içinde bir çözüme varılamazsa 16 Nisan'da Güney Kıbrıs AB ile katılım antlaşmasını tek başına imzalayacak. Bundan sonraki olası senaryolara kısaca bir göz atalım.
İlk önce KKTC'yi ele alırsak orada istikbal için umudunu çözüme ve AB'ye bağlamış olanlar büyük bir düş kırıklığına uğrayacaklardır. Bu yüzden göçün süratlenmesi ve Kuzey Kıbrıs nüfusunun azalması gibi bir durumla karşılaşabiliriz. Ada'da Türk nüfusunun azalması Kıbrıs davasının temel öğesini zayıflatır. Diğer taraftan Kopenhag AB zirvesinde alınan kararın da olumsuz etkisi hissedilecektir. Bu karara göre AB müktesebatı Kuzey'de tatbik edilmeyecek, fakat Kıbrıslı Türklere ‘‘Kıbrıs hükümeti’’ ile danışılarak yardım yapılabilecektir. Açıkçası Kıbrıs Türklerine azınlık muamelesi öngörülüyor. KKTC'de Aralık'ta yapılacak Meclis seçimleri ve diğer siyasi gelişmeler ise Türkiye ile KKTC arasında gerilim yaratabilir. Kuzey Kıbrıs ekonomisini sırf daha büyük kaynak transferi veya daha ileri entegrasyonla kuvvetlendirebileceğimizi sanıyorsak, yine yanılıyoruz. Siyasi istikrara dayanmayan ekonomik büyüme olamayacağını kendi deneyimlerimizle bilmiyor muyuz?
* * *
Çözümsüzlük halinde Türkiye için sonuçlar daha iç açıcı değildir. Evet AB ülkelerinin hükümetleri Türkiye ile gerginlik aramayacaklar ve dikkatli davranacaklardır. Fakat Avrupalı parlamenterlerin Türkiye'nin AB'ye ait toprakları işgal ettiğini iddia etmelerini nasıl önleriz? Çözümsüzlük, özellikle Güney Kıbrıs'ta Şubat'ta yapılacak başkanlık seçimlerinde AKEL'in adayı Papadopulos kazanırsa, 2004 yılında AB ile Türkiye arasındaki müzakerelerin başlamasını bile bloke edebilir. Kaldı ki, çözüm olmadan müzakere süreci başlasa bile, AB üyeliğinin gerçekleşemeyeceğini artık herhalde biliyoruz.
Kofi Annan önerileri Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde Güney Kıbrıs vatandaşlarının açtıkları davaların düşmesini sağlayacaktı. Çözüm olmayınca 2500 kadar dosya işleme konulacağı gibi, yeni davalar açılacaktır. Kararlaştırılan muazzam tazminatlar ödenmeyince zaten Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi'nin izleme yöntemine tabi bulunan Türkiye'nin Konsey üyeliğinin düşmesi gündeme gelebilecektir. Bir nokta daha: Güney Kıbrıs AB ile ilişkilerimizde bundan sonra kaçınılmaz olarak muhatabımız olacaktır. Onu dolaylı olarak tanımış olmayacak mıyız?
Bu liste daha çok uzar. Bir çıkış stratejimiz var mı? Varsa bile çok iyi gizleniyor. Tabii kendimize zarar vermeyecek bir stratejiden söz ediyorum.
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2003
<B>BM</B> Genel Sekreteri<B> Kofi Annan'</B>ın önerileri temelinde bir çözüme artık imkán kalmadığı kanaatinde olduğumu geçen haftaki <B>‘‘Saat tıklıyor’’</B> başlıklı yazımda belirtmiştim. Zaten gelişmeler ve gittikçe daha buruk ve duygusal söylemler de yanılmamış olduğumu teyit ediyor. Ancak, defter kapanmış olsa da Annan belgesi üzerinde çok kere kalıp-fikir çatışmaları ve hatta niyet yargılamaları şeklinde cereyan eden yüksek gerilimli tartışmaların biraz deşilmesinde yarar olabilir. Siyasal algılama ve davranış modellerinin eleştirel bir incelemesinin politik kültürümüze katkıda bulunabileceğini düşünüyorum.
* * *
Bunları söylememin sebebini izah edeyim: 1992'de o zamanki Genel Sekreter Butros Gali'nin sunduğu ‘‘Fikirler Dizisi’’ ile Kofi Annan'ın sunduğu öneriler arasında aslında çok büyük bir fark yok. Bazı marjinal konularda birisi, bazılarında da diğeri ilk bakışta Türk tarafının daha lehinde görünebilir. Fakat güvenlik, iki bölgelilik, sınırlar, ortak devlete katılım, gayrimenkuller gibi kritik alanlarda benimsenen kavramlar ve ileri sürülen çözümler birbirlerine çok yakındır. Kofi Annan'ın önerilerini hazırlayanlar ‘‘Fikirler Dizisi’’nden geniş ölçüde ilham almışlardır. Ancak her iki çözüm önerisine gerek Kıbrıs Türk tarafının gerek Türkiye'nin tepkileri taban tabana zıt oldu.
* * *
İki çözüm paketi arasındaki benzerlik konusunda aksi fikri savunanlar olduğunu biliyorum. Özellikle gayrimenkuller konusunda Gali planının mülk iadesine hiçbir suretle yer vermediği ve toptan bir karşılıklı tazminat ödenmesini öngördüğü ileri sürülüyor. Pek öyle değil. Gali'nin önerilerinde de mülkün iadesi ile tazminat arasında bir denge kurulmasına çalışılmıştı. Rumlara gayrimenkullerine dönme kapısı kapatılmış değildi. Kıstas yine aynıydı: Mülkiyet hakkının olduğu kadar iki bölgeliliğin de korunması. Nitekim Annan belgesinde, gayrimenkullerin eski sahiplerine iadesi prensibi benimsenmekle beraber bu hakkın pratikte sınırlandırılması için takas, tazminat, kiralama, tapu iadesinin ertelenmesi gibi çözümler öngörülüyor. Kaldı ki KKTC'nin elinde 1974'te Güney'den Kuzey'e göç edenlere ait takas edilecek 40.000 tapu bulunuyor. Gali önerilerindeki harita da, eğer çok yanılmıyorsam Annan'ın ilk önerilerinde Karpaz'ın tamamını Türk tarafına bırakan harita ile hemen hemen aynı. Türk tarafının kontrolüne bırakılan alan yine % 28.5 idi. 1992'de Güvenlik Konseyi'ne sunduğu raporda Gali, Cumhurbaşkanı Denktaş'ın % 29'un biraz üstünde bir oranı kabule hazır olduğunu, fakat haritaya itiraz ettiğini belirtiyor. Aradaki fark % 1'den ibaret.
* * *
İki çözüm önerisi arasında içerik açısından değil, metodoloji ve politik yaklaşım açısından fark olduğu doğrudur. Gali'nin önerisi, Annan'ın önerisi kadar ayrıntılı değildi, içinin doldurulması gerekiyordu. Annan'ın paketi bir çözümün hemen hemen bütün unsurlarını kapsıyor. Politik yaklaşım açısından ise Annan önerisi Kıbrıs'ın AB üyeliği çerçevesine oturtulmuştu. Kıbrıslı Türkler ile Rumların yepyeni bir politik, ekonomik ve psikolojik ortam içinde bir araya gelebilecekleri varsayımından hareket edilmiştir.
* * *
KKTC 1992'de harita konusunda çekince koyarak Gali planını kabul etmiş, Rum tarafı ise toptan reddetmişti. 2002'de ise önceliği AB üyeliğine veren Rum tarafı Kopenhag AB zirvesinde Annan önerilerini imzalamaya hazırdı, reddeden taraf bu defa KKTC oldu. 1992'de Gali önerilerine karşı Türkiye'de bir tepki doğmamıştı. Bugün ısrarla öne sürülen stratejik savlardan kimse söz etmiyordu. KKTC halkı ise Gali planına karşı büyük bir ilgi göstermemişti. Bugün ise tepkiler tamamen tersine dönmüş bulunuyor. Kuzey Kıbrıs'ta kamuoyunun önemli bir kısmı Annan önerilerini destekliyor, Türkiye'de ise bu önerilere karşı 1992'de hiç görülmeyen bir direnç var. Acaba ne değişti? Galiba bunun cevabı Avrupa Birliği. Kıbrıs Türkleri, Annan önerileri ile hemen ve garantili olarak AB üyeliğinin kendileri için gerçekleşeceğini gördüler ve bunu büyük bir avantaj olarak algıladılar. Türkiye'de ise aynı yaklaşım yok. AB üyeliği çok uzak görülüyor. Çeşitli nedenlerle bazı çevrelerde üyeliğine talip olduğumuz AB adeta Türkiye'nin stratejik bir rakibi, hatta hasmı olarak algılanıyor. AB olmasa belki Annan önerilerini desteklemek daha kolay olacaktı. Politik psikoloji bakımından dikkatle incelemeye değer bir çelişki değil mi?
Yazının Devamını Oku 18 Ocak 2003
<B>ÖNÜMÜZDEKİ</B> günlerde ve şubat ayında Türkiye'nin istikbalini doğrudan etkileyecek çok kritik kararlar almak gerekecektir. Kıbrıs konusunda durum artık iyice berraklaşmıştır. BM Genel Sekreteri Kofi Annan'ın çözüm önerilerindeki dengeleri bu aşamadan sonra 28 Şubat'a veya bilemediniz 10-15 Mart'a kadar özlü bir şekilde değiştirmek imkánı yoktur. Annan belgesinin bazı kilit noktalarda 10 Aralık 2002'de revize edilmiş metninin tamamını kabul ettirmek şansını 13 Aralık 2002'de Kopenhag'da yitirdik. Bundan sonra, fiilen AB üyesi olan Güney Kıbrıs'ın KKTC'yi daha fazla tatmin edecek ayarlamalara razı olması için bir neden kalmamıştır. Güneyde 16 Şubat'ta başkanlık seçimleri yapılacağı ve Klerides'in kazanmasının kesin olmadığı da unutulmamalıdır. Şimdi, Kıbrıs Rumlarını, o da bir derecede köşeye sıkıştırmanın tek yolu, vakit geçirmeden Annan belgesini olduğu gibi kabul ettiğimizi bildirmektir. Bunu yapamayacağımız, yapmak istemediğimiz bellidir. Demek oluyor ki Kıbrıs meselesinde yepyeni bir sayfa açılmaktadır. Güney Kıbrıs'ın bütün Kıbrıs'ı temsilen ve çözümsüz AB üyesi olmasının gerek KKTC gerek Türkiye açısından sonuçlarını uzun yıllar göğüslemek zorunda kalacağız. KKTC'de halkın küçümsenmeyecek bir kısmı düş kırıklığına uğrayacak, kendi liderine olduğu kadar Türkiye'ye karşı da kırgınlık ve hatta öfke duyacak. Bu tepkiler Kıbrıs Türklüğünü bölecek, zayıflatacak ve belki de kısmen eritecektir. Türkiye ise AB üyeliğini ya unutacak veya ileride Kıbrıs Türkleri'nin ve Türkiye'nin çok daha aleyhine olan bir çözüme razı olmaktan başka çare bulamayacaktır. Her iki şıkta da Kıbrıs'taki güvenlik ve stratejik güç dengesinde Türkiye kazanmayacak, kaybedecektir. Kıbrıs sorununda AKP'nin ilk yaklaşımları ve dürtüleri doğruydu, fakat kanaatlerinde ısrar etmek cesaretini gösteremedi. İkna edeceğine ikna oldu. Tarihi bir hatanın sorumluluğu da üzerinde kaldı.
* * *
Irak konusunda Başbakan'ın girişim ve atılımlarının ve Saddam'a ulaştırılan ve ulaştırılacak tek taraflı veya çok taraflı mesajların takdir edilecek iyi niyetli bir yaklaşım yansıttıkları kuşkusuzdur. Ancak bunların barışa gerçek katkıda bulunacaklarına inanmak zordur. Barışı kurtarmanın tek yolu Saddam'ı yok olma tehlikesi ile göz göze getirmektir. Hükümetin kararsızlığı işte bu anı geciktiriyor. Başbakan'ın Türkiye'yi sanki bir savaşın eşiğindeymiş gibi göstermesi yanlıştır. Türkiye'nin savaşa katılması söz konusu değildir. Kimse bunu istememiştir. Türkiye'den istenen üslerinden ve limanlarından yararlanma ve kuzeyden yapılacak kara operasyonları için geçit vermesidir. ABD sonunda müdahale edecekse kuzeyden de bir operasyon yürütmesi Türkiye'nin lehinedir. Bu suretle harekát daha çabuk biter, mülteci akını önlenir ve silahlı Kürt gruplarının Musul ve Kerkük'te bir oldu bittiye girişmeleri engellenir. ABD sadece güneyden taarruz ettiği takdirde kuzeydeki gelişmeleri kendi kuvvetlerimizle kontrol altına alabileceğimizi düşünüyorsak yine yanılıyoruz. Türk kuvvetlerinin Kuzey Irak'ta bağımsız bir operasyonuna her taraftan ve özellikle ABD'den tepki gelir.
* * *
Meşruiyet sorunu da aydınlatılmalıdır. Türkiye savaşa katılacak olsaydı, Güvenlik Konseyi kararında bu kadar ısrar anlaşılabilirdi. Fakat Konsey karar alamaz ve ABD yine harekete geçmek isterse ona ille de engel olmak için bir sebep yoktur. Uluslararası ilişkilerde meşruiyet kavramı dinsel bir kutsallık anlayışı ile ele alınamaz. Bu kavram çarnaçar esnektir. Biraz kendimize bakalım. İncirlik üssünün kullanılması bir BM kararına dayanmıyor. Kuzey Irak'taki askeri mevcudiyetimiz salt hukuk açısından ne kadar savunulabilir? Kıbrıs konusunda kendimize göre çok haklı nedenlerle elimizin tersi ile ittiğimiz BM kararları az değildir. Uluslararası ilişkilerde nazariyatı gerçeklerin önüne geçirmek ancak zarar verir.
* * *
Evet saat tıklıyor. Hükümet gereken kararları daha fazla gecikmeden TBMM'den çıkarmalıdır. Madem ki Başbakan Meclis'teki 363 milletvekilini büyük bir güç olarak görüyor, bu gücü tutarlı bir politika gütmek için kullansın. Hem Kıbrıs yüzünden AB ile ipleri koparmak ve hem de vehimler ve tereddütler yüzünden ABD ile stratejik ortaklığın psikolojik zeminini zayıflatmak herhalde akıl kárı değildir.
Yazının Devamını Oku