İlter Türkmen

Neden AB fobisi?

5 Temmuz 2003
<B>YAPILAN</B> kamuoyu araştırmalarına göre Türk halkının büyük çoğunluğu, hakkında çok şey bilmese de Avrupa Birliği'ne üyeliği destekliyor. Hükümet ve TBMM de Kopenhag kriterlerini yerine getirmek için elden gelen çabayı harcıyor. Buna karşılık medyanın önemli bir kısmında, bazı ciddi ve saygın düşünce merkezlerinde, akademik çevrelerin bir bölümünde, siyasi partiler içinde, sağ ve sol radikal milliyetçilerin de koro halinde katıldığı, tonu gittikçe yükselen bir AB düşmanlığı var. Bu eğilimin nedenlerini irdelemek çok zor, fakat yine de bazılarını teşhis edebiliriz. Batı'ya karşı duyulan imrenme oranında nefret, din çatışması algılamaları, Osmanlı romantizmi, üçüncü dünyacılık tutkusu, arkaik milliyetçilik, egemenlik kavramının putlaştırılması, sol taassubun milliyetçiliğin arkasında başarı ile gizlenmesi, kalıp-fikirlere sımsıkı sarılmanın serbest tartışmadan daha kolay olması başlıca nedenler arasında sayılabilir. İşin ilginç tarafı, laikliğin en hararetli destekleyicilerinin bile, belki de AB üyelik sürecini zorlaştırmak maksadı ile, ulus kavramını gittikçe dine bağlamak temayülünü göstermeleridir. Ülkemize yerleşmiş çok az sayıda yabancının ibadet ihtiyaçlarını karşılamak üzere kilise inşasına müsaade edilmesinden rahatsızlık duyuldu. Son 20 yılda birkaç bin Türk'ün Hıristiyanlığa geçmesinin bir milli güvenlik tehdidi olarak algılandığı da anlaşılıyor. Oysa laik bile olmayan bazı Arap ülkelerinde nüfusun neredeyse % 10'u Hıristiyan. Herhalde milli kimliği dini kimliğe dayandırmak laiklikle asla bağdaşamaz.

* * *

Türkiye'nin AB üyeliği ile Cumhuriyet'in temel nitelikleri arasında uyum olup olmadığı sorusu da son günlerde gündeme geldi. Bu konuda bir sonuca varmak için AB'nin değerlerine ve niteliklerine bir göz atmak yararlı olur. Zannediyorum ki, Selanik AB Zirvesi'ne sunulan AB Anayasası tasarısının ilk maddeleri bu açıdan bizi bir hayli aydınlatabilir. İlk önce şunu belirtmek gerekir ki, AB Anayasası tasarısı, Papa'nın hálá devam eden yoğun baskısına rağmen Hıristiyanlığa atıfta bulunmuyor. Avrupa'nın kültürel, dini ve insancıl mirasından ve bu mirastan kaynaklanan değerlerden söz ediliyor. Tasarıya göre Avrupa toplumu nazarında insana, onun ihlal edilemez haklarına ve hukuka saygı temel unsurdur.

* * *

Tasarının değerlerle ilgili maddelerini kısaca şu şekilde özetleyebiliriz: ‘‘AB kendisi ile aynı değerleri paylaşan ve onları beraberce geliştirmek isteyen bütün Avrupalı ülkelere açıktır. Bu değerler çerçevesinde toplumda çoğulculuğu, hoşgörüyü, dayanışmayı destekler. AB vatandaşlarına sınırların bölmediği bir özgürlük, güvenlik ve adalet alanı ile serbest rekabete dayalı tek bir pazar sağlar. AB'nin amacı dengeli bir ekonomik büyümeyi, sosyal pazar ekonomisi koşullarını, sosyal gelişmeyi, tam istihdamı, bilim ve teknik alanda ilerlemeyi gerçekleştirmek ve çevre kalitesini yükseltmektir. Birlik toplumdan dışlamaya ve ayrımcılığa karşıdır. Sosyal himayeyi, kadın-erkek eşitliğini, kuşaklar arasında dayanışmayı ve çocuk haklarını korumayı hedef alır. AB üye ülkelerin ulusal kimliklerine, temel politik ve anayasal yapılarına saygılıdır. Toprak bütünlüğünün, asayişin ve iç güvenliğin korunmasını her devletin temel işlevi olarak görür. AB, Anayasası'na uygun olarak, üye ülkelerin kendisine tanıdığı yetkiler çerçevesinde hareket eder.’’

* * *

Bu değerler arasında Cumhuriyet'in nitelikleri ile bağdaşmayan bir nokta var mı? Üyelerin ulusal kimliğine, anayasal yapılarına ve toprak bütünlüğüne yapılan vurgular özellikle önemli değil mi? Bugün Avrupa üyesi olan ülkeler arasında bizim niteliklerimize uygun devletler yok mu? AB Anayasa tasarısında yer alan değerler, Atatürk'ün bize miras bıraktığı değerler ile çelişiyor mu? AB'ye entegre olmadan yıllardan beri yerinde sayan ekonomimizi sürdürebilir bir büyüme sürecine sokabilecek miyiz? Bütün bu sorulara somut cevaplar vermek gerekir. Aksi takdirde bitmez tükenmez yuvarlak söylemler ve soyut tartışmalarla vakit kaybetmekten başka bir şey yapmayız.
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs'ta gayrimenkuller sorunu

28 Haziran 2003
<B>TOPLUMLARARASI</B> çatışmalar ve 1974 askeri müdahalesi nedeniyle Kıbrıs'ın toplam nüfusunun neredeyse yarısı gayrimenkullerini terk etmek mecburiyetinde kaldı. Bu yüzden mülk sorunu kuşkusuz Kıbrıs meselesinin en çetin ve karmaşık bir unsurudur. Konunun iki yönü var: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde (AİHM) görülen davalar ve Annan planında öngörülen çözüm formülleri. Bunlar arasında kaçınılmaz olarak bir etkileşim de mevcut.

Kuzey Kıbrıs'taki mülkünü kullanamadağını ileri sürerek 1998'de Titina Loizidu'nun yaptığı başvuru üzerine AİHM, Türkiye'yi tazminat ödemeye mahkûm etmişti. Türkiye ise şimdiye kadar Kuzey Kıbrıs'taki tasarruflardan sorumlu olmadığı görüşünde ısrar ediyor ve AİHM'nin kararına uymayı reddediyordu. Fakat, son günlerde faizi de kapsayan bir milyon dolarlık ödemeyi KKTC vasıtasıyla ekim ayında yapacağını Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'ne bildirerek politikasında köklü bir değişikliğe gitti. Türkiye'yi yeni bir tutuma sevk eden nedenlerden biri AİHM'de Loizidu davası emsaline dayanan 3 bin kadar başvurunun birikmesidir. İkinci bir neden, Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi'nin Türkiye'yi hálá Ukrayna ve Arnavutluk gibi ülkelerin yanı sıra gözetim yöntemi altında tutması ve bu durumun AB üyelik sürecini olumsuz etkileyebileceğidir.

***

Türkiye'nin yapacağı ödeme Avrupa Konseyi ile varılan uzlaşmanın bir parçası. AİHM önündeki 3 bin dava ve bundan sonraki başvurular KKTC tarafından bir kanunla oluşturulan bir yerel kurula havale edilecek. Kurula başvuranlar tazminat karşılığında gayrimenkulleri üzerindeki haklarından feragat edecekler. Ayrıca Loizidu gibi mülklerini kullanamadıkları yıllardaki zararları karşılanacak. Faizler 1974'ten itibaren değil, fakat Türkiye'nin AİHM'nin mecburi yargısını kabul ettiği 1990 yılından başlayarak hesaplanacak. Tabiatıyla bütün bu sürecin uygulanabilmesi, AİHM'nin varılan uzlaşmayı benimsemesine bağlı. Diğer taraftan davaların Kuzey Kıbrıs'ta görülmesi, KKTC'nin tanınması anlamına gelmeyecek. AİHM 2001 Mayıs'ında Güney Kıbrıs'ın başvurusu üzerine aldığı kararda, Uluslararası Adalet Divanı'nın 1971 yılında o tarihte Güney Afrika'nın egemenliği altında bulunan Namibya'daki yerel mahkemelerin yargı yetkisiyle ilgili istişari görüşüne dayanarak bu sonuca esasen varmıştı. Türkiye'nin toplam olarak yapacağı ödemenin boyutunu bugünden hesaplamak kolay değil. Loizidu'ya sadece mülkünü kullanamaması nedeniyle uğradığı zararın tazmini için AİHM, 700 bin dolar takdir etmişti. İşin içine şimdi mülkün bedelinin ödenmesi de giriyor. Bütün gayrimenkuller aynı büyüklükte değil. Yine de davacı başına ortalama 500 bin dolar ödeneceğini varsayarsak, 3 bin davacıya 1.5 milyar dolar ödemek gerekecek. 20-30 bin kadar olası davadan söz edildiğine göre bu meblağ 20-30 milyar dolara kadar çıkabilecek. Aşağı yukarı IMF'ye borcumuz kadar! Çok parlak bir perspektif değil, fakat hiç değilse yeni yöntem bize birkaç yıl vakit kazandıracak. Bu süre içinde bir çözüme varılabileceği umuluyor. Unutulmamalıdır ki Annan planı kabul edilmiş olsaydı AİHM'deki bütün davalar düşecekti.

***

Annan
planında gayrimenkuller için öngörülen çözümün başlıca noktaları şunlar: Güney Kıbrıs'a bırakılacak bölgeler dışında gayrimenkullerin eski sahiplerine iadesi bir sınırlamaya tabi. Kuzey'de onlara ait bulunan arsa ve evlerin % 10'undan fazlası iade edilmeyecek. Bu çerçevede en fazla 15 bin Türk beş yıl içinde başka evlere taşınacak. Güney'de tapusu olan bir Türk bunun değeri Kuzey'de halen sahip bulunduğu gayrimenkulün değerinin % 50'si veya üstünde ise gayrimenkulünü muhafaza edecek, Kuzey'deki gayrimenkulünü önemli ölçüde tamir etmiş veya yenilemiş olan da yerinde kalacak. Kıbrıslı Rumlar 20 yıldan aşağı olmayan süreler için Kuzey'deki evlerini Türklere kiralayabilecekler. Tazminat karşılığında gayrimenkuller üzerindeki haklardan vazgeçilmesi, vergi muafiyeti gibi önlemlerle teşvik edilecek. Finansman sorununa gelince, BM Genel Sekreteri Annan, planı reddedilmeden önce bir uluslararası katkı konferansı öngörüyordu. Oysa Kıbrıs'ta çözüm olmadığı takdirde Rumlara ödenecek tazminatın bütün yükünü Türkiye üstlenmiş olacak.

Türkiye iki opsiyon arasında gecikmeden karar vermelidir. Fazla vakit yok.
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs izlenimleri

21 Haziran 2003
<B>GEÇEN</B> hafta sonunda Türk-Yunan Forumu'nun (TYF) Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumların da katılımıyla yaptığı bir toplantı için Kıbrıs'taydım. Sınırların açılmasından beri bu adaya ilk gidişimdi. İki halk arasında 1963'ten beri mevcut psikolojik duvarın da birdenbire yıkılmış olduğunu görmek etkileyici ve sevindiriciydi. Kıbrıs'ta artık geriye döndürülemeyecek bir süreç başlamış. Bu sürecin gecikmeden devamlı bir çözüme ulaşması iki tarafın da yararınadır.

* * *

TYF'nin düzenlediği toplantıda hazır bulunan Türk ve Rum temsilciler arasında işadamları, gazeteciler, hukukçular, diplomatlar ve akademisyenler vardı. Bunların büyük çoğunluğu Annan planı çerçevesinde bir çözümü destekleyen kimselerdi. Fakat yine de her konuda anlaştıkları söylenemez. Özellikle Kıbrıslı Türkler KKTC'nin açılımına Rum tarafının aynı ölçüde karşılık vermemesinden ve Kuzey Kıbrıs'ın uluslararası ekonomik ilişkilerini kısıtlayan önlemlerin bir türlü kaldırılmamasından yakındılar. Kıbrıslı Rumlar ise KKTC'nin dolaylı tanınması anlamına gelebilecek adımlar beklemenin gerçekçi olmayacağını vurguladılar.

* * *

Kuşkusuz sınırların açılmasının bir ölçüde Kuzey için ekonomik faydası var. Halen Kuzey'den Güney'e her gün 3-4 bin kişi çalışmak üzere gidiyor. Kuzey'de işsizlik olduğu gibi Güney'de ücretler daha yüksek. Rumlar ise daha çok hafta sonunda Kuzey'e geçiyorlar ve özellikle Girne'ye ve Karpas'a gidiyorlar. Kumarhanelerin de bir hayli müdavimi var. Dolayısıyla Kuzey'in ekonomisine katkıda bulunuyorlar. İhracat sorununa gelince, aslında ambargo Kuzey'in ihracatını tamamen engelleyebilmiş değil. Magosa Limanı'ndan ve hava yolu ile ihracat devam ediyor. Ancak ihraç malları ambargo yüzünden Avrupa ülkelerinde gümrük vergisine tabi. Ulaşım kısıtlamaları hem dış ticareti ve hem de turizmi olumsuz etkiliyor. Kıbrıslı Türk işadamları bir çözüme varılabildiği takdirde turizm sektörünün kazanacağı ivme ile Kuzey'in ekonomisinin süratle büyüyeceği görüşündeler. Rumlar ise, halen Ada'nın güneyinde ekonomik daralma olduğundan, bir çözümün inşaat sektöründen başlayarak ekonomiyi canlandıracağını düşünüyorlar. KKTC özel sektör temsilcilerinin çözüm olduğu takdirde Rumlara işlerini kaptıracakları gibi bir korkuları hiç yok. Kendilerine çok güveniyorlar. Çözümü takiben Türk özel sektörünün Ada'ya önemli miktarda yatırım yapacağına da inanıyorlar.

* * *

Peki çözüm perspektifi nedir? Parlak olmaktan uzak. Papadopulos'un Annan planına itirazı var. Ancak Papadopulos 10 Mart'ta Lahey'de Cumhurbaşkanı Denktaş planda değişiklik istemezse kendisinin de aynı yaklaşım içinde olacağını vaat etmiş. BM ve AB bunu bir yükümlülük şeklinde algılıyor. KKTC'ye gelince, onun da tutumu çok açık değil. Denktaş, Annan planının masada olmadığını sürekli tekrarlarken danışmanları bazı değişiklikler üzerinde çalışıyorlar. AKP hükümeti başından beri çözüme taraftar, fakat çözümü gerçekleştirmek için şimdiye kadar kesin bir politik irade gösteremedi.

* * *

Asıl problem takvimde. Güney Kıbrıs Mayıs 2004'te tüm AB kurumlarında ‘‘Kıbrıs Cumhuriyeti’’ olarak yerini alacak. Çözümün o tarihten sonra imkánsız değilse bile çok zor olacağı yaygın bir kanaat. KKTC'nin kendi takvimi de sıkışık. Aralık ayında parlamento seçimleri yapılacak. Muhalefet kazanırsa Annan planı konusunda Cumhurbaşkanı ile ihtilafa düşecektir. Cumhurbaşkanı'na rağmen kendi müzakere pozisyonunda ne kadar ısrarlı davranabilir? Türkiye'nin tutumu ne olur? Çözüm konusunda Ankara ve Lefkoşa'nın Aralık'tan önce ortak bir karara varmalarında her bakımdan isabet vardır.

* * *

KKTC Hükümeti Kuzey Kıbrıs'ın ancak Türkiye ile beraber AB'ye girmesi üzerinde ısrarlı. Ne var ki, Kıbrıs sorunu çözülmeden bırakın AB üyeliğini, AB'nin Türkiye ile üyelik müzakerelerine başlaması olasılığı bile çok zayıf. KKTC hükümeti bu açmazın nasıl aşılabileceğini pek izah edemiyor. Bir çözümün AB şemsiyesi altında olmasını bir artı olarak değil, fakat aksine büyük bir sakınca olarak görüyor. Adeta bir AB fobisi geliştirmiş. Türkiye'nin AB üyeliği davasını ise hiç ciddiye almıyor.
Yazının Devamını Oku

Vehimlerin sonu yok

14 Haziran 2003
<B>TÜRKİYE'</B>de vehim çok moda, profesyonel vehimciler de gittikçe daha revaçta. Onların nazarında Türkiye o kadar kırılgan ki, hafifçe dürtseniz ülke bölünecek ve egemenliği elden gidecek. Sevr Antlaşması bir anda hortlayacak. Son günlerde kurgu prodüktörleri iki yeni ürünü piyasaya çıkardılar. Bunlardan birincisi, TBMM tarafından yeni onaylanan ikiz sözleşmelere ilişkin. Özellikle ‘‘Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’’ne büyük itiraz var ve Cumhurbaşkanı'nın sözleşme onayını veto etmesi isteniyor. Sözleşmenin şimşekleri çeken birinci maddesi şöyle: ‘‘Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hakkı kullanarak halklar kendi statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.’’

* * *

Bundan daha tehlikeli bir hüküm olabilir mi? Kürt kökenliler sözleşmedeki bu hakkı ileri sürüp bağımsızlıklarını ilan ederlerse ne yapacağız? Aman, Cumhurbaşkanı hükümetin ve TBMM'nin gafletini tamir ederek Türkiye'nin bütünlüğünü korusun, münasebetsiz bir sözleşme yüzünden Güneydoğu'yu ve başka memleket parçalarını kaybetmeyelim. Bu vesveselere gülmek mi, yoksa ağlamak mı lazım bilmiyorum. Fakat ortalığı telaşa vermeden önce Birleşmiş Milletler Yasası'nın 1'inci ve 2'nci maddelerine ve en basit bir uluslararası hukuk kitabına biraz göz atmak herhalde yararlı olurdu. O zaman görülürdü ki, BM Yasası'nın birinci maddesi self-determinasyon hakkına yer verirken ikinci maddesi siyasi bağımsızlığa ve toprak bütünlüğüne saygı prensibini vurgulamıştır. Uluslararası hukuk, self-determinasyon hakkının münhasıran koloniyal yönetim altındaki halklara uygulanabileceğini, sömürge topaklarının ayrı bir statüye sahip bulunduklarını, koloniyalizm bağlamı dışında bir ülkeden ayrılma eyleminin toprak bütünlüğü temel prensibine aykırı olacağını açıkça belirtmektedir. 1970 yılında BM'ce kabul edilen Dostane İlişkiler Prensipleri Deklarasyonu'nda ‘‘Self-determinasyon hakkı, bir ülkeyi parçalayacak veya toprak bütünlüğünü tamamen veya kısmen tehdit edecek eylemlere izin verdiği veya bunları teşvik ettiği şeklinde yorumlanamaz’’ denilmektedir. Kaldı ki sözleşme onay belgesine eklenen bir beyan ile Türkiye sözleşmeden kaynaklanan yükümlülüklerin BM Yasası'nın toprak bütünlüğüne ve ulusal güvenliğe ilişkin birinci ve ikinci maddelerine göre yerine getirileceğini belirtmektedir. Bizim gibi beyanda bulunan devletlerin sayısı altıdan ibarettir. 140 ülke buna lüzum bile görmemiştir. Sözleşmeye taraf olmayan ülkelerin sayısı ise 30 civarındadır. Hepsini burada zikretmeye yer müsait değil, fakat bazı örnekler vereyim: ‘‘Fiji, Vanuatu, Suudi Arabistan, Pakistan, Papua Yeni Gine, Tonga, Tuvalu.’’

* * *

Yeni üretilen vehimlerden ikincisi, Ermenilerin asrın başında sigorta şirketleri ile yaptıkları kontratlara dayanarak istedikleri tazminatlara ilişkin. Amerikan mahkemeleri tazminat davalarının 2010 yılına kadar zamanaşımına tabi olamayacağına karar vermişler. Şimdi binlerce poliçe için ödeme yapmak mecburiyetinde kalacak sigorta şirketlerinin Türkiye'ye rücu etmesinden korkuluyor. Trilyonlarca dolardan söz edenler var. Bu konuda da peşinen paniğe kapılmak yersiz. Sigorta şirketleri Türkiye aleyhine nerede dava açacaklar? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gidemezler, onun yetkisi geriye işlemez. Amerikan mahkemelerinin alabilecekleri kararları uygulamayı Türkiye neden kabul etsin? Tabii Türk mahkemelerine başvurabilirler, fakat hukuki dayanakları olmaz; çünkü yükümlülükleri Türk hukukuna uymaz. Lozan Antlaşması'nda da herhangi bir tazminattan bahis yok. Ermeniler ve sigorta şirketleri soykırım sözleşmesini de ileri süremezler. Sözleşme geriye dönük değil, dolayısı ile Türkiye'ye karşı devlet veya birey sorumluluğu yöneltilemez, toprak veya tazminat talebinde bulunulamaz. Ama bu hukuki durum siyasal söylemde ‘‘soykırım’’ teriminin kullanılmasını engelleyemiyor, o ayrı mesele.

* * *

Türkiye'nin bugünkü yönetim modeli ve yapısı ile çözümlemekte büyük sıkıntı çektiği sorunların listesi çok kabarık. Bunlara bir de hayali sorunlar ekleyerek zaten sistematik şekilde bol bol aşılanan kuşatılmışlık ruh halini daha da ağırlaştırmayalım. Vehimlerle beslenen bir özgüven eksikliği ile bir yere gidilemez.
Yazının Devamını Oku

Türk-ABD ilişkilerinin gidişatı

7 Haziran 2003
<B>GEÇEN</B> hafta TÜSİAD heyetinin Washington ve New York'ta yaptığı temasların bir kısmına katılmaya davet edilmiştim. İzlenimlerime dayanarak Türk-ABD ilişkilerinin bugün vardığı aşamayı değerlendirmeye çalışacağım. * * *

Irak savaşı nedeniyle iki taraf arasında başgösteren güven bunalımının Washington'da nasıl algılandığını CNN Türk'ün Wolfowitz ve Grossman ile yaptığı söyleşiler çok net bir şekilde saptamıştı. Zamanla bu ilk tepkilerin yumuşaması ve daha gerçekçi politikalara yönelinmesi zaten beklenmekteydi. Nitekim ABD'de şimdi böyle bir eğilimin şekillendiğini gözlemledik. İlk önce belirtmek gerekir ki Washington'da Türkiye'nin askeri strateji açısından önemi eskisi kadar vurgulanmıyor. İncirlik üssü operasyonel olmaktan neredeyse çıkmış. Romanya ve Bulgaristan ile yeni askeri anlaşmalar yapılıyor. Kaldı ki ABD daha uzun süre Irak'ta kalacağına göre askeri bakımdan Türkiye'ye muhtaç değil. Ayrıca Türkiye ile ABD arasında Kuzey Irak için savaştan önce öngörülen kapsamlı danışma ve işbirliğinin boyutu çok daralmış. Hatta Kuzey Irak'taki PKK'lılar silahsızlandırıldıktan veya Türkiye'ye iade edildikten sonra sınırın Irak tarafındaki Türk kuvvetlerinin çekilmesi bekleniyor. Buna karşılık Irak'ın toprak bütünlüğünün ve siyasi birliğinin korunması konusundaki kararlılıkta bu değişiklik yok. Ne var ki, Irak'ta gittikçe artan siyasi kargaşa ortamında Sunnileri, Şiileri ve Kürtleri bir çatı altında toplamak herhalde kısa vadede mümkün olmayacak.

* * *

ABD'nin nazarında askeri değilse bile politik strateji açısından Türkiye yine de kilit bir konumda. ABD, bu bağlamda Türkiye ile Ortadoğu'da, Kafkaslar'da, Orta Asya'da ve Balkanlar'da stratejik diyebileceğimiz bir işbirliğini devam ettirmek istiyor. Bakü-Ceyhan boru hattına destek sürecek. İran ve Suriye'ye yönelik girişimlerin ABD'nin politikası ile uyumlu olması ve bu ülkelere yanlış mesajlar verilmemesi gerektiğinin ısrarla altı çiziliyor. Irak'ın merkezi bölgesi için öngörülen uluslararası kuvvete bir Türk birliğinin katılması olasılığı araştırılıyor. Türk şirketlerinin Irak'taki ihalelere taşeron olarak katılmasına itiraz yok. Temsilciler Meclisi'ndeki ‘‘soykırım’’ tasarısının geçmemesi için ABD yönetimi geçen yıllarda olduğu gibi çaba içinde. Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırın ulaşıma ve ticarete açılmasının bu çabaları kolaylaştıracağı umudu var. Türkiye ile İsrail arasındaki yakın işbirliğinin sürdüğünü gösterecek bazı girişimler teşvik ediliyor. ABD'deki Yahudi lobisi de Türkiye'yi desteklemek politikasında bir değişiklik yapmamış. Ayrıca ABD Türkiye'nin bir genel Ortadoğu vizyonunun geliştirilmesine özlü katkıda bulunması beklentisi içinde.

* * *

ABD'deki temaslarda iki başka nokta üzerinde de duruldu. Amerikalı muhataplarımız Kıbrıs sorununun çözümünün Türkiye'nin önünü açacağını tekrar tekrar ifade ettiler. Annan planı çerçevesinde bir çözüme varılsaydı, bunun AB üyeliği sürecine büyük bir ivme kazandırmış olacağı kanaatindeler. Türkiye'nin bu plan çerçevesinde 5000 mevcutlu bir Türk askeri birliğini Avrupa Birliği topraklarında bulundurmak fırsatını nasıl kaçırdığını anlamakta güçlük çekiyorlar. Kısacası, Kıbrıs sorununun devamının sadece AB üyeliğini değil, fakat Türkiye'nin çok boyutlu olması gereken bütün dış politikasını ipotek altında tutacağından kaygı duymaktalar. AB üyeliği konusunda ise yine çok açık bir mesaj verdiler. AB dışında kalan bir Türkiye'nin politik ve ekonomik istikrarı yakalayamayacağı ve dolayısıyla ABD için kuvvetli bir partner olamayacağı görüşünü muhafaza ediyorlar.

* * *

TÜSİAD heyeti ABD'de iken İstanbul'da Genelkurmay Başkanlığı'nın düzenlediği sempozyum medya manşetlerinin ve yoğun yorumların başlıca konusuydu. Bu sempozyum hakkındaki değerlendirme aslında gayet basit. TSK, AB'yi bir amaç olarak benimsiyor, fakat bu amacın gerçekleştirilmesi için gereken adımlara henüz hazır değil. Sempozyumda küreselleşmeye yöneltilen eleştiriler ise Üçüncü Dünyacı bir söylem olarak algılanmış. TSK bu yaklaşımın Üçüncü Dünya'yı bir yere götüremediğini ve götüremeyeceğini, küreselleşmenin kaçınılmaz sakıncalarına karşı en iyi panzehirin AB gibi bir ekonomik entegrasyon yapısı olduğunu eminim çok iyi biliyordur. Konuların etrafında soyut irdelemelerle uzun uzadıya dönüp dolaşmak ancak vakit kaybettirir.
Yazının Devamını Oku

Cehennem mi cennet mi?

31 Mayıs 2003
<B>İKİ</B> hafta önce hepimizi ilgilendiren bir haber basınımızda yer aldı. Forbes iş dergisinin yaptığı bir incelemeye göre Türkiye, vergi oranlarının en yüksek olduğu ülkeler grubuna giriyormuş. Genellikle vergi oranları zengin ülkelerde daha yüksek olur; çünkü o ülkelerin vatandaşları devletin sosyal amaçlı masrafları için gelirlerinden daha fazla katkıda bulunacak güce sahiptirler. Forbes Dergisi'nin verilerine bakarsanız, Türkiye vergi oranları açısından zengin ülkeler arasında yer alan neredeyse tek gelişme yolunda ülke. Bu bağlamda Türkiye'nin bir vergi cehennemi olarak tanımlanmasında şaşılacak bir şey yoktur. Vatandaşların büyük çoğunluğu gerçekten bir cehennemi vergi kıskacı içinde yaşıyorlar. Ancak sayısı bir hayli kabarık mutlu bir azınlık da mevcut. Onlar için Türkiye dünyada eşsiz bir vergi cenneti. Çoğu hiç vergi ödemiyor, bir kısmı kitabına uydurup asgari ödemelerle idare ediyor. Sık sık ilan edilen vergi barışları vergi kaçıranları ödüllendiriyor, normal olarak ödemeleri gereken verginin % 10'u gibi bir ödeme ile vaziyeti kurtarıyorlar. İşin bir başka acıklı yönü var. Kural olarak devlet, zenginlerden aldığı vergileri daha fakir olanlara çeşitli hizmetler sağlamak için kullanır. Bizde tam tersi oluyor. Düşük gelirlerden alınan vergiler zenginleri finanse ediyor, banka batıranlar kurtarılıyor. Anayasa'nın‘‘sosyal devlet’’ kavramı sonunda işte bu hale geldi.

***

Forbes Dergisi'nin verdiği rakamlar, aslında Türkiye'deki vergi yükünü tam olarak yansıtmaktan uzak. Örneğin, gelir vergisi oranı % 40 olarak gösteriliyor. Oysa bu rakama gelir vergisinin % 10'u kadar tutan Savunma Sanayii Destekleme Fonu'na katkıyı da eklemek lazım. Gelir vergisi bu suretle % 44'e çıkıyor. Çok yüksek bir oran. Vergi hesaplanmasında bir başka çarpıklık üzerinde de durmak gerekir. Bildiğim kadarıyla vergiden muaf olan ilk gelir diliminin, toplam gelir düzeyi ne olursa olsun, vergi matrahına dahil edilmemesi esastır. Bizde ilk dilim aşılır aşılmaz ona da vergi uygulanıyor. Buna karşılık hazine bonoları gibi rant kaynakları çok yüksek miktarlara kadar vergiden muaf. KDV uygulaması ise olabileceği kadar adaletsiz. Gıda maddeleri, sağlık hizmetleri, eğitim ve kültür harcamaları üzerindeki KDV, diğer ülkelere oranla çok yüksek. Vergiler yüzünden akaryakıt bütün Avrupa ülkelerinden daha pahalı.

Türkiye'de normal bir demokratik ülkede akla gelmeyecek vergide adalet kavramına taban tabana aykırı vergiler de tahsil ediliyor. Mükerrer ve geriye dönük vergiler. 1999'dan beri bu vergiler mütemadiyen hortluyor. Bakanlarımız bunun bir servet vergisi olduğunu söylüyorlar. Doğru değil. Servet vergisi muayyen bir servet düzeyinin üstünde alınan vergidir ve geriye dönük olması söz konusu değildir. Türkiye'deki mükerrer ve geriye dönük vergiler ise servete göre ayarlanmıyor, yine en başta düşük gelirlileri vuruyor.

***

Türkiye, yıllardan beri süren kötü mali ve ekonomik yönetim ve inanılmaz savurganlıklar yüzünden bugün muazzam bir borç yükü altındadır. 1995-2002 yılları arasında sadece iç borçların faiz ve anapara ödemeleri 534 milyar doları bulmuştur. Borç ödemek için devamlı borçlanan devlet, artık yatırım yapamaz hale geldiği gibi, eğitim ve sağlık alanlarında verdiği yetersiz hizmetleri bile sürdüremeyecek bir duruma düşmektedir. Ekonomik büyüme gerçekte yoktur. Sabit fiyatlarla fert başına milli gelir 1990'lı yılların başından beri yerinde saymaktadır. Fakat üretimi, tüketimi ve verimliliği köstekleyen vergilerle büyüme sağlanamaz. Tam tersine, yabancı direkt yatırım engellenir, yerli sermaye de başka ülkelere gider.

Bir ülkenin vergi yapısı ve bütçesi o ülkenin ekonomik ve sosyal politikasının aynasıdır. Türkiye'deki verginin verimsizliğine ve adaletsizliğine kamu masraflarının dağılımındaki dengesizlik de eklenmektedir. Türkiye milli gelirinden eğitime ve sağlığa en az kaynak ayıran ülkeler arasındadır. Ülke için en iyi yatırımın insana yapılan yatırım olduğu bir türlü anlaşılamamıştır. Hazin olan, bu politikaların değişeceği yolunda ufukta hiçbir emare görülmemesidir. Fransızca bir deyim var: ‘‘Ne kadar değişirse o kadar aynı kalır.’’ Galiba bize çok iyi uyuyor.
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs'ta beklentiler ve gerçekler

17 Mayıs 2003
<B>KIBRIS'</B>ta iki taraf da yeni oyun planları geliştiriyor. Mart 2003'te <B>Kofi Annan</B> ile Lahey toplantısından önce Güney Kıbrıs, adadaki statükoyu delmek için bazı açılımlar yapmaya hazırlanıyordu. Fakat Türk tarafınca provokasyon olarak algılanmalarından kaygı duyan BM, o zaman bunları ertelettirmişti. Daha sonra geçen ayın 23'ünde, KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş, herkesi şaşırtarak, yeşil hattan karşılıklı geçişlere izin verdi ve Güney'in yönetimini hazırlıksız yakaladı. AB'nin olumsuz tepkilerinden çekinen Güney Kıbrıs, KKTC'nin siyasi otoritesinin tanınması anlamına gelmesine rağmen vatandaşlarının Kuzey'e geçişlerine engel olmadı. Türklerin Güney'e geçişlerine de izin verdi ve mukabil bazı güven artırıcı önlemler açıkladı. Başlayan süreçten artık iki taraf da kolay kolay geriye dönemez.

***

Denktaş'
ın yaratıcı zekásının ürünü olan taktik şimdiye kadar her bakımdan başarılı oldu. KKTC içindeki siyasi gerginlik önemli ölçüde azaldı, adada bir buluşma ve barışma ortamı yaratıldı. Kıbrıs Türklerinin özgüveni kuvvetlendi. Denktaş, BM Genel Sekreteri'nin Güvenlik Konseyi raporunda çizdiği uzlaşmaz lider imajını düzeltme fırsatını buldu, her taraftan destek ve takdir topladı. Ne var ki, stratejik bir vizyonla tamamlanmadığı takdirde bu taktik hamlenin ne sonuç vereceği bu aşamada kestirilemiyor. Denktaş son konuşmalarında Annan planına dayalı bir çözüm arayaşını terk etmek eğiliminde olduğu intibaını verdi. Onun nazarında Güney Kıbrıs'ın AB'ye girmesiyle Enosis artık gerçekleşmiştir. Bu nedenle hiç değilse Kuzey Kıbrıs'ın Enosis dışında kalmasını sağlamak lazımdır. Büyük bir olasılıkla yeni yeni açılımlarla KKTC'nin meşruiyetini yavaş yavaş kabul ettirebileceğinin ve bu evrimle Kuzey Kıbrıs'ın Türkiye ile aynı anda AB'ye girebileceğinin hesabını yapıyor. Ancak çözümsüzlük varsayımından hareket edilirse, Güney Kıbrıs'ın da bir oyun planı herhalde vardır. 2004 Mayıs'ında Güney Kıbrıs ‘‘Kıbrıs Cumhuriyeti’’ olarak bütün AB kurumlarında yerini alacaktır. O tarihten sonra bir çözümün ancak bu çerçeve içinde ve AB müktesebatının kuralları temelinde mümkün olduğunu rahatlıkla iddia edebilecektir. Bundan sonra takvim KKTC'nin değil, fakat Güney Kıbrıs'ın lehine işleyecektir.

***

Denktaş,
Güney Kıbrıs'ın AB'ye girmesi ile 1960 Antlaşmaları'na aykırı olarak Enosis'in gerçekleştiği savında ne kadar haklı? Bu mesele hukukçular arasında sonsuza dek tartışılabilir. Önemli olan işin siyasi yönüdür. Enosis bütün adanın Yunanistan'a ilhakı tasavvuruydu. Şayet Güney Kıbrıs, AB'ye değil Yunanistan'a katılsaydı, biz de Kuzey'i ilhak ederdik, sonuç taksim olurdu ve mesele halledilirdi. Aslında gerçekleşen Türkiye için Enosis'ten çok daha kötü; çünkü AB'de şimdi hem iki Elen devleti var, hem de Rumlar AB'de bütün Kıbrıs'ı temsil ediyorlar. 12 Aralık'tan önce Annan planı parametreleri içinde bir çözüme varılsaydı bir Türk-Rum devleti AB üyesi olacaktı. Bunun bugünkünden daha kötü bir durum yaratmış olacağını iddia edebilmek için gerçekten büyük bir beyin akrobisisi gerekiyor.

***

KKTC'nin Türkiye ile beraber AB'ye girmesi projesi ise siyasi gerçekçilik ile bağdaşmıyor; çünkü Kıbrıs meselesi çözümlenmeden Türkiye'nin AB'ye üye olabileceğine inanmak ancak dini iman ile mümkündür. İtalya Başbakanı'nın İstanbul'da keyifli bir anında çözüm olmasa da Türkiye'nin AB'ye kabul edilebileceği yolunda söylediklerine kanmak saflığını göstermeyelim. Bırakın AB üyeliğini, Kıbrıs çözümlenmeden üyelik müzakerelerinin başlayabileceği bile son derece şüpheli. AB üyeliği için Kıbrıs'ta ödün mü vereceğiz diye kıyameti koparanların en zayıf tarafı, Türkiye AB'ye girsin veya girmesin, Kıbrıs için aynı bedelin ödeneceğini bir türlü anlayamamalarıdır. Kaldı ki Irak Savaşı'ndaki politik ve stratejik kayıptan sonra AB üyeliği Türkiye için her zamandan daha önemli olmuştur.

***

Irak krizinden Türkiye faydalı dersler çıkartmalıdır. Kararları son dakikaya kadar savsaklamanın bedeli çok ağırdır. Gerçek potansiyelin ötesinde güç hayallerine dalmak tehlikelidir. Kaçan fırsatlar bir daha kolay kolay geri gelmez. Türkiye 2004 yılında yeni ve daha büyük bir hasrana uğramak istemiyorsa, Kıbrıs sorununun nihayet çözümlenmesi ve AB ile üyelik müzakerelerinin başlaması için gerekli diğer koşulların yerine getirilmesi amacı ile bütün enerjisini seferber etmelidir. İçeride ve dışarıda daha önemli bir dava yoktur.
Yazının Devamını Oku

Wolfowitz'den sonra

10 Mayıs 2003
<B>ABD </B>Savunma Bakan Yardımcısı <B>Paul Wolfowitz'</B>in <B>Mehmet Ali Birand</B> ve <B>Cengiz Çandar'</B>a açıklamaları ve daha sonra <B>Grossman</B> ile yapılan söyleşi, Türkiye'de daha çok tartışılacaktır. Wolfowitz, Türkiye-ABD ilişkilerinde ortaya çıkan güven bunalımı hakkındaki tahlilinde sözlerini esirgemedi, oldukça haşin bir üslup kullandı. Fakat, bunun ötesinde, bakan yardımcısının temel bir yanlışı var. ABD'yi Irak ile savaşa sürükleyen haklı nedenleri Türkiye'nin anlamadığını iddia ediyor. Oysa Türkiye, ABD'nin algılama ve değerlendirmelerini paylaşmak mecburiyetinde değildi. Türkiye ayrıca Irak'a müdahalenin meşruiyetini sorgulamak hakkına da sahipti. Kaldı ki, ABD'nin Irak savaşı ile vahim bir hesap hatası yapıp yapmadığı henüz belli değildir. Bunu zaman gösterecektir.

* * *

Türkiye'de hükümetin ve Meclis üyelerinin bir kısmının hatası ise meşruiyet kaygısı ve ahlaki savlarla ulusal çıkarların her zaman korunamayacağını idrak etmemiş olmalarıdır. Üstelik meşruiyet savı tek taraflıydı. ABD kuvvetlerinin Türkiye'den Irak'a geçmesine hayır, fakat Türk kuvvetlerinin tek başına Kuzey Irak'a girmesine evet zihniyeti bir vicdani davranıştan çok, bir milli bencillik ve benmerkezcilik yansıtmaktaydı. Türkiye'nin desteği olmadan ABD'nin savaşamayacağı fikrine bel bağlamak gafletten başka bir şey değildi. Savaştan hemen önce bir bakan başkanlığında 300 işadamının Bağdat'a gitmesi inanılmaz bir gaftı. Nihayet Abdullah Gül'ün izlenmesi zor zikzaklarının ve kaçamaklı söylemlerinin Meclis'in eğilimini etkilediği inkár edilemez. Gül daha birkaç gün önce 1 Mart'ta tezkerenin reddedilmesinin aslında çok isabetli olduğunu söylemedi mi? Demek ki Irak'ın ve özellikle Kuzey Irak'ın yeniden yapılanmasından dışlanmak gibi bir kaygımız yokmuş. Sınırın ötesindeki kuvvetleri geri çekmekte de fazla bir sakınca görmüyormuşuz. O zaman niye daha başında ‘‘Bizim bir iddiamız yok, bizi işe karıştırmayın’’ demedik?

Wolfowitz'in Silahlı Kuveetler'e eleştiri yöneltmesi yanlıştır. Genelkurmay Başkanı 5 Mart'ta yaptığı çok yerinde konuşmayı daha önce yapsaydı ve MGK'dan bir mesaj gelseydi daha iyi olurdu. Fakat iplerin asıl 10 Mart'ta, Başkan Bush ile Tayyip Erdoğan arasındaki telefon konuşmasında koptuğunu unutmamak gerekir.

* * *

Bugünkü tartışmalardan çıkarılması gereken önemli bir ders var: Türkiye bütün ülkelerle ikili ilişkilerinde çok dikkatli davranmalı ve bunlara uzun süreli zarar verebilecek tepkilerden ve davranışlardan kaçınmalıdır. Avrupa ile ilişkilerimize bakalım, bugün AB üyeliği yolunda en büyük sorunlarımızdan biri ağırlıklı bir sponsorumuzun olmayışıdır. Bir ara Almanya Türkiye'yi en fazla destekleyen bir ülkeydi, fakat karşılıklı güven ortamı zedelendi. 1998'de Fransa ile kısa süren bir yakınlaşma yaşandı, askeri ihaleler yüzünden aramız çabuk bozuldu. İngiltere Türkiye'nin AB üyeliğine en çok önem veren ülke, onu da galiba Irak krizi sırasında biraz gücendirdik. 50 yıllık bir tarihi ele alırsak ilişkilerimizin en fazla istikrarlı olduğu ülkenin yine ABD olduğunu görürüz. 1974 silah ambargosu ve daha önce 1964 Johnson mektubu elbette Türkiye'de izler bıraktı. Fakat ambargo Kongre'nin bir tasarrufuydu. Johnson mektubunun öngördüğü yaptırımlar ise hiçbir zaman uygulanmadı, mektubun sadece efsanesi belleklerde canlı kaldı. ABD başkanları, Savunma ve Dışişleri Bakanlıkları sürekli Türkiye'yi desteklediler. Truman doktrininden başlayarak ABD Türkiye'ye askeri ve ekonomik alanlarda yardım etti. NATO'ya girişimizi sağladı, 1974 Kıbrıs müdahalesinde kuvvetlerimizin harekátı sona erinceye kadar Güvenlik Konseyi'ni oyaladı, teröre karşı mücadeleyi destekledi, AB üyeliğimiz için didindi, Öcalan'ın yakalanmasında kilit bir rol üstlendi, birbirini izleyen ekonomik krizlerde uluslararası mali kuruluşları harekete geçirdi. Türkiye de bugüne kadar ABD ile dostluk ve ittifakına sadık kaldı.

* * *

ABD ile 55 yıllık bir ortaklığımız mevcut. İlişkilerimiz karşılıklı çabalarla tamir edilmelidir. ABD'nin bize, bizim de ABD'ye hálá ihtiyacımız var. Diğer taraftan Irak krizinin Türkiye'nin AB üyeliğinin önemini bir kat daha artırdığını unutmayalım. Dış politikamızı çok kutuplu hale getirelim. Onu günlük tepki ve dürtülerden arındıralım. Sorunların çözümünü sürekli ertelemekten vazgeçelim. Uzun vadeye yatırım yapalım.
Yazının Devamını Oku