İlter Türkmen

Avrupa'nın istikbali

4 Mayıs 2003
<B>IRAK</B> Savaşı, Avrupa Birliği'nde dayanışmayı bir hayli sarstı. Buna rağmen AB katarı inişli çıkışlı bir yolda ilerlemeye çalışıyor. Tarihinin en kapsamlı genişleme sürecini gerçekleştirirken bu büyümenin kaçınılmaz kıldığı kurumsal reformları hazırlamak üzere topladığı Konvansiyon artık çalışmalarının son aşamasına geldi. Konvansiyon'un Başkanı Valery Giscard d'Estaing (VGE) bir AB Anayasası projesini geçen hafta açıkladı. Şimdi ilk önce Konvansiyon projesi tartışılacak, arkasından hükümetlererası konferans Anayasa tasarısının metnine son şeklini verecek. Bu sürecin oldukça münakaşalı geçmesi olasılığı kuvvetli; çünkü gerek kurumsal reformlara gerek Ortak Dış ve Güvenlik Politikası'na (ODGP) ilişkin öneriler üyeler arasında olduğu kadar kurumlar arasında da ciddi görüş ayrılıkları doğuracak nitelikte.

* * *

VGE'nin taslağı, bugüne kadar uygulanan rotasyonlu altışar aylık dönem başkanlığı yöntemine son veriyor. AB Konseyi'nin bundan böyle 2.5 yıl için seçilen ve görev süresi bir defa daha uzatılabilecek bir başkanı olacak. ODGP'yi yürütmek yetkisi bir ‘‘AB Dışişleri Bakanı’’na veriliyor. Bu bakan aynı zamanda Komisyon'da Dışişleri'nden Sorumlu Başkan Yardımcısı görevini üstlenecek. Komisyon Başkanlığı'na gelince Konsey tarafından yapılan atama Avrupa Parlamentosu'nun onayına sunulacak. Avrupa Parlamentosu'nun yanı sıra bir Kongre ihdas ediliyor. Kongre'nin üçte biri AB Parlamentosu üyelerinden, üçte ikisi de milli parlamentolar üyelerinden oluşacak. Kurumlar arasındaki dengeleri Konsey, üyeler arasındakileri büyük devletler lehine değiştiren bu öneriler tepki çekmekten geri kalmadı. Bazı küçük devletler ve yeni üyeler bir muhalefet cephesi oluşturmaya çalışıyorlar.

* * *

Kurumsal reformlar yanında taslağın ODGP'ye ilişkin bölümü de tepkilere neden oluyor. Bu önerilerin amacı uzun vadede bir ortak savunma politikası oluşturmaktır. İsteyen ülkeler şimdiden bir araya gelerek bunun nüvesini teşkil edebilecekler, bir saldırıya karşı birbirlerine otomatik yardım taahhüdünde bulunabilecekler. Bir ‘‘Avrupa Silah ve Stratejik Araştırma Ajansı’’ kurulacak. VGE'ye göre bu kuruluş ABD ile askeri güç alanında mevcut gediğin kapatılmasına katkıda bulunacak. Savunma masrafları artırılacak, NATO yükümlülükleri saklı kalacaksa da AB, NATO'dan tamamen bağımsız olarak kapsamlı askeri operasyonlara girişebilecek. 29 Nisan'da Brüksel'de bir araya gelen Fransa, Almanya, Belçika ve Lüksemburg liderleri de VGE'nin önerileri doğrultusunda bir açıklamada bulundular. Fransa Cumhurbaşkanı Chirac tek kutuplu bir dünya düzeni yerine çok kutuplu bir düzen hedefinin güdüldüğünü açıkça söyledi. AB'nin ayrı bir savunma yapısı ve gücü geliştirmesi kuşkusuz kolay olmayacaktır. Ancak AB'nin tarihinde ilk başta hayalci görünen bir fikrin zamanla hayata geçirildiği çok görülmüştür. EURO projesi bunun en güzel örneğidir.

* * *

Türkiye Konvansiyon'un çalışmalarına aralarında Kemal Derviş'in de bulunduğu bir delegasyonla aktif şekilde katıldıysa da hükümetlerarası konferansa davet edilip edilmeyeceği henüz bilinmiyor. Ne var ki Türkiye, Avrupa'da savunma ortamının hiç değilse bir ölçüde değişmesi olasılığını artık dikkatle değerlendirmelidir. NATO devam etse bile ittifakın gittikçe iki direkli bir yapıya dönüşmesi, NATO ve AB'nin savunma işlevleri açısından aralarında bir görev paylaşımı yapmaları mümkündür. Türkiye'nin AB üyeliği politik ve ekonomik boyuta paralel olarak ağırlıklı bir güvenlik boyutu kazanmaktadır. Türkiye'nin üyelik müzakerelerinin başlaması için verilen 2004 sonu randevusunu kaçırmaması bu açıdan da çok önemlidir. Fakat, Kopenhag kriterlerine uyum sağlamak amacıyla yapılmakta olan yasal değişikliklere rağmen, bu randevuya sadık kalabileceği konusundaki kuşkuların bertaraf edildiği söylenemez. Ankara AB konusunda bazı taktik ayarlamalar yapıyor, fakat bir türlü stratejik bir yaklaşım geliştiremiyor. İç gündem kurumsal keşmekeş ve gerginliklerle çok yüklü olduğundan ülkenin uzun süreli sorunlarına eğilemiyor. ‘‘Devlet politikası’’ndan söz ediliyor, fakat en yüksek makamlarda bulunanların bu politikaya tamamen aykırı davranışları engellenemiyor.
Yazının Devamını Oku

Bir düşünce merkezinin görüşü

26 Nisan 2003
<B>ORTADOĞU</B> ve Balkan İncelemeleri Vakfı'nın çatısı altında çalışmalarda bulunan Dışişleri ve Savunma Araştırma Grubu (DSAG) yarı yarıya asker ve sivillerden oluşuyor. Üyeleri arasında eski kuvvet komutanları, emekli orgeneraller ve korgeneraller, eski bakanlar ve emekli büyükelçiler var. Grup zaman zaman güvenlik ve dış politika sorunları üzerinde incelemeler yayımladığı gibi, sık sık güncel konularda görüşlerini yansıtan kısa değerlendirme notlarını ilgili resmi kuruluşlara, medyaya ve sivil toplum örgütlerine ulaştırıyor. Son olarak Türkiye-ABD ve Türkiye-AB ilişkilerini tartıştı ve vardığı sonuçları iki ayrı belgede özetledi.

* * *

ABD ile ilişkiler konusunda DSAG, Irak savaşının Türkiye-ABD ilişkilerini perçinlemesi ve kaynaştırması beklenirken, Türkiye toprakları üzerinden kuzey cephesinin açılması mümkün olmayınca bu ilişkilerin tersine yara aldığını belirtiyor ve şunu ekliyor: ‘‘Kuzey'den bir harekátın engellenmesi nedeniyle, Türkiye'nin Kuzey Irak'a ilişkin çıkarlarının sürdürülebilir bir şekilde korunup korunamayacağını zaman gösterecektir.’’ Gerçekten de işin püf noktası burada DSAG'ın altını çizdiği gibi gerek Türkiye gerek ABD ilişkilerin fazla hasar almadan devam ettirilmesi için karşılıklı çaba sarf etmişlerdir. Yine de Kuzey Irak için bütün kaygıların bertaraf edildiği söylenemez. Irak'ın toprak bütünlüğü prensibi ne kadar tekrarlanırsa tekrarlansın, Kuzey Irak Kürtleri bugün Irak'ta tek silahlı güç. ABD'nin başından beri tek müttefiki savaşın tahribatına uğramayan ve kendi kendini yıllardan beri yöneten tek etnik gruptur. Kürtler kendi aralarında kavga etmedikleri ve ihtiraslarını kontrol ettikleri ölçüde savaş sonrasından kuvvetlenerek çıkacaklardır. Irak sınırında bundan sonra da komşularımız olarak fiilen Kürtleri göreceğiz.

* * *

DSAG, Türkiye ile ABD ilişkilerinin onarılması gereğine de işaret ediyor. Bu alanda en önemli unsur kuşkusuz karşılıklı güvenin yeniden tesisidir. Türkiye kendi açısından özellikle yapamayacağını vaat etmemeli, AKP hükümeti kaçamak söylemleri ve sürekli zikzakları diplomatik maharet olarak görmekten vazgeçmelidir. Ancak yine DSAG, ABD'de Türkiye karşıtı örgütlerin, ilişkilerdeki soğumadan yararlanarak Türkiye'yi kötüleme fırsatını değerlendirmeye çalıştıklarına dikkat çekmektedir. Washington'dan gelen haberlere göre önümüzdeki haftalarda Ermeni lobisinin uğraşları ile Temsilciler Meclisi'nin soykırım iddialarına yer veren bir kararı kabul etmesi ihtimali vardır. Türk-ABD ilişkilerinde istikrarı korumak bundan sonra o kadar kolay olmayabilir.

* * *

DSAG, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne yaklaşımı konusunda hazırladığı notta ise AB Konseyi'nin Türkiye ile üyelik müzakereleri hakkında karar vereceği 2004 yılı sonuna kadar Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesi için aslında fazla vakit kalmadığını şöyle vurguluyor: ‘‘AB Komisyonu bize revize edilmiş bir Katılım Ortaklığı belgesi sunmuştur. Bu belgedeki koşulları yerine getirmek için TBMM'ye sunulacak yeni uyum yasalarının hazırlıkları sürmektedir. Geçmiş tecrübeler asıl güçlüğün, yasaların kabulünde değil, fakat uygulanmasında ortaya çıktığını açıkça göstermiştir. Bürokratik gelenekler ve saplantılar bürokrasinin siyasi otorite tarafından etkinlikle kontrol edilememesi, güvenlik kaygılarının devamlı abartılması, yargı sistemindeki çok ciddi zaaflar, yargının politik yapı ve gündemi etkileyebilmesi, yaratıcı ve dünyaya açık Atatürk milliyetçiliğinin yerini yasakçı, vesveseli, çağdaş bir eğitim ve kültür politikasını köstekleyen, yabancı düşmanlığını teşvik eden bir milliyetçiliğin alması, Türkiye'nin sadece AB yolunu değil, fakat politik ekonomik ve sosyal evrimini engelleyen unsurlardır. Bütün bu engellerin 2004 yılına kadar aşılması çok büyük bir gayreti ve siyasal iradeyi gerektirir.’’

* * *

DSAG Kıbrıs meselesinin ve Ege sorunlarının çözümlenmesi için AB takvimini de hatırlatarak şu sonuca varıyor: ‘‘Türkiye, AB üyesi olmadığı takdirde kuşkusuz dünyanın sonu gelmez. Ancak AB üyesi olmak için politika, hukuk, ekonomi, sosyal ve yönetim alanlarında gerekli reformları yapamayan bir Türkiye'nin istikbali hakkında umutlu olmak zordur.’’

DSAG'ın belgeleri TESEV'in web sitesinde bulunabilir: www.tesev.org.tr
Yazının Devamını Oku

16 Nisan'dan sonra Kıbrıs meselesi

19 Nisan 2003
<B>16 </B>Nisan'da Güney Kıbrıs <B>‘‘Kıbrıs Cumhuriyeti’’</B> adı altında AB ile Katılım Antlaşması'nı imzaladı. Parlamentoların onaylarını takiben Mayıs 2004'te üyeliği tekemmül edecek. O tarihe kadar AB Konseyi'ne gözlemci sıfatı ile katılacak. Şayet Annan planı temelinde bir uzlaşmaya varılmış olsaydı, Katılım Antlaşması'nı ‘‘Kıbrıs Birleşik Cumhuriyeti’’ni temsilen eş başkanlar olarak Papadopulos ve Denktaş beraberce imzalayacaklardı. AB'ye ikinci bir Yunan devleti değil, fakat Türkler ile Rumların egemen iradeleriyle kurdukları ve ortak egemenliğini paylaştıkları bir federasyon girecekti. Türkçe, Yunanca ile eşit düzeyde AB'nin resmi dillerinden biri sayılacaktı. Yeni Kıbrıs devleti Türkiye'nin AB üyeliğini desteklemeyi peşinen taahhüt etmiş olacaktı. Kıbrıs meselesinin çözümlenmesi aynı zamanda AB için de büyük bir başarı teşkil edeceğinden, Türkiye'nin AB'ye üyelik süreci mutlaka yeni bir ivme kazanacaktı. Büyük bir fırsat kaçırıldı.

***

Neden böyle oldu? Çünkü Irak krizinde de görüldüğü gibi Ankara'da kritik konularda cesaretle karar alabilecek bir otorite yok. ABD'de ve Batı Avrupa'da olduğu gibi siyasi sorumluluğu yüklenebilecek bir kişi veya merci bulunmuyor. Çeşitli karar merkezlerinin üzerinde en kolay anlaşabileceği eylem, güçlükleri ertelemekten ibaret. Kıbrıs konusunda bir başka unsuru da göz önünde bulundurmak gerekir. Karar almak mevkiinde olanlardan galiba hiç kimse 192 sayfalık Annan planını okumak zahmetine katlanmadı. Bürokrasinin brifinglerinden veya Denktaş'ın söylemlerinden akıllarında ne kaldıysa değerlendirmelerini buna göre yaptılar. O kadar ki Annan planının 1960 Antlaşmaları'ndan bile geride kaldığına inandılar. Oysa 1960 Antlaşmaları'nda ve Anayasası'nda bölge sistemi yoktu. Türklere ancak toplumsal haklar tanınmıştı. Annan planında ise Türklere Ada'nın % 29'dan biraz fazlası ve Kıbrıs sahillerinin % 50'si bırakılıyor. 1960 Antlaşmaları'nda bu öğeler olsaydı Rumların ve Yunanistan'ın 1963, 1967 ve 1974 saldırılarını yapamayacakları kesindir. Annan planının Garanti Antlaşması'nı zayıflattığı iddiası ise inandırıcılıktan yoksundur. Kaldı ki çözümün AB şemsiyesi altında olması güvenliği azaltan değil, fakat artıran bir unsurdur. AB bütün evriminin gösterdiği gibi çatışma kültürünü değil, fakat toplumsal barış ve dayanışmayı kuvvetlendiren bir yapıdır. Kıbrıs ve Türkiye için stratejik önemine gelince, Irak Savaşı ve Güney Kıbrıs'ın AB üyeliği bütün stratejik dengeleri aleyhimize değiştirmiştir. Politik ve ekonomik temeli olmayan stratejik avantaj olmaz.

***

Peki bundan sonra ne olacak? BM Güvenlik Konseyi, 11 Nisan tarihinde Genel Sekreter Annan'ın raporu üzerine bir karar kabul etti. Karardan önceki tartışmalarda ABD ve İngiltere, Annan planının son şeklindeki parametrelere ve dengelere dayanan bir çözümün Konsey tarafından benimsenmesini istediler. Fakat Rumlar plandan artık kurtulmak peşinde olduklarından, Rusya ve Çin'in yardımı ile Annan planına çok daha sulandırılmış bir referansla yetinilmesini sağladılar. Prensip olarak yeni kararla Genel Sekreter'in iyi niyet misyonu devam ediyor, fakat kendiliğinden bundan sonra bir atılım yapması kolay değil. Diğer taraftan 16 Nisan'da, AB'ye Katılım Antlaşması'na Kıbrıs hakkında eklenen protokolde Annan planına atıfta bulunulmadı. Kısacası, Annan planı yine bir şekilde masada, fakat bütün dengeleri tartışmaya açık ve Türkiye ile KKTC'nin pazarlık kozları bir hayli zayıflamış durumda. 2004 Mayıs'ına kadar bir çözüme varılamazsa, AB'nin Türkiye ile 2004 yılı sonunda üyelik müzakerelerine başlaması tehlikeye düşebilir. Müzakereler başlasa bile üyelik için çözüm şart olur. Fakat o zaman çözümü ‘‘Kıbrıs Cumhuriyeti’’nin bir iç düzenleme yöntemi ile gerçekleştirmekten başka çare kalmayabilir. Bütün tezlerimiz iflas eder.

***

Türkiye iki noktada süratle karar almalıdır: AB üyeliği bir tarafa, Kıbrıs'ta sürekli çözümsüzlüğün çok ağır politik bedeline katlanabilir mi? AB üyeliği gerçekten amaç ise Kıbrıs meselesinde Mayıs 2004'ten önce çözüme nasıl ulaşılabilir? Bir Çin atasözü var: ‘‘Hata yapılır, fakat dersi kalır.’’ Bunca hatadan sonra nihayet gereken dersi alabildik mi? Aldıysak kaybedecek bir vaktimiz yok. Yine 1999 AB Helsinki Zirvesi'nden sonra yaptığımız gibi işi son dakikaya bırakırsak hiçbir yere varamayız, dövünmekle yetiniriz.
Yazının Devamını Oku

Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs

12 Nisan 2003
<B>TÜRK-Yunan</B> ilişkilerinin barometresi çelişkili bir ortam içinde bile iyi havayı göstermeye devam ediyor. 1999'dan beri hükümetler ve bürokrasiler arasında sürekli bir diyalog mevcut. Yunanistan, Türkiye'nin AB üyelik sürecine en fazla destek veren AB ülkelerinden biri oldu. Güney Kıbrıs'ın bütün Kıbrıs'ı temsilen AB üyeliğini sabırlı ve akıllıca bir politika ile garantiye bağlamasına rağmen, yine de bir çözümü tercih ettiği izlenimini veriyor. Hükümetler arasındaki yakınlaşmaya paralel olarak iki ülke halkının birbirlerine yaklaşımlarında da büyük bir evrim yaşandı, eski önyargılar önemli ölçüde azaldı, sivil toplum ve kişisel düzeyde temaslar rutin haline geldi. Bugün toplumların çeşitli kesimlerini sık sık bir araya getiren forumlar sayılamayacak kadar çok. Bunlardan benim de üyesi olduğum Türk-Yunan Forumu'nun (TYF) özelliği, çalışmalarını siyasi konular üzerine yoğunlaştırması ve bir nevi gayri resmi diplomasi zemini oluşturmasıdır. TYF iki ülkeden diplomatları, medya mensuplarını, akademisyenleri ve politikacıları bir araya getiriyor.

* * *

1998'den beri faaliyette bulunan TYF'nin amacı iki ülke arasındaki ortak çıkarları tanımlayarak ilişkilere ivme vermek ve sorunların çözümünü kolaylaştırmaktır. 2000 yılında Ege sorunlarını ele alarak daha sonra hükümetler arasında bu konular üzerine girişilen resmi ön görüşmelerin adeta bir provasını yaptı. O tarihte hazırladığı belge özellikle karasuları ve kıta sahanlığı sorunlarına karşılıklı yaklaşımların birbirlerine genellikle sanıldığından çok daha yakın olduklarını göstermişti. TYF'nin bu hafta başında Atina'da yaptığı toplantıda ise, Irak'taki savaş bitince Doğu Akdeniz'de ve Ortadoğu'da Türkiye ve Yunanistan'ın beraberce ne yapabilecekleri araştırıldı. Irak'ın toprak bütünlüğünün korunması ve bölgede istikrarın sağlanması için Filistin meselesinin çözümüne öncelik verilmesi gerektiği konusunda kuşkusuz tam bir fikir beraberliği var. Bunun dışında Ortadoğu bölgesiyle geleneksel ilişkileri olan Türkiye ile Yunanistan'ın birlikte bazı inisiyatifler alabilecekleri öngörüldü. İnsancıl yardımlar, Ortadoğu ülkeleri ile bölgesel forumlar oluşturulması, kurumsal yapılanmaya katkıda bulunulması, AB'nin bölgede barışı güçlendirmek yolunda başlatabileceği girişimlere Türkiye'nin de katılması, olası işbirliği alanları olarak tanımlandı. Belki ilk bakışta iddialı görünen bir gündem. Fakat Türkiye'nin bölgedeki konumu, Yunanistan'ın da AB üyeliği ve Ortadoğu ülkelerine yakınlaşma politikası bir araya geldiğinde ortak gayretlerin verimli olması beklenebilir.

* * *

Türk-Yunan ilişkileri bağlamında Kıbrıs'tan söz etmemeye imkán yok. Yunanistan, Güney Kıbrıs artık fiilen AB üyesi ise de, Kıbrıs meselesinin çözümüne kapının kapatılmasını istemiyor. Kıbrıs'ta bölünmenin devamının potansiyel bir çıbanbaşı teşkil edeceğini gayet iyi biliyor. Annan planı, 16 Nisan'a kadar varılacak çözümün bir protokolle katılım antlaşmasına eklenmesini ve bu antlaşmanın ortak başkanlar olarak Papadopulos ve Denktaş tarafından beraberce imzalanmasını öngörüyordu. AB'ye iki kurucu devletin egemen iradeleri ile vücuda getirdikleri yeni bir devlet üye olacaktı. Bu fırsat kaçtı. Şimdi Güney Kıbrıs, bütün Kıbrıs'ı temsil eden ‘‘Kıbrıs Cumhuriyeti’’ olarak AB'ye giriyor. Fakat yine de katılım antlaşmasına, ileride varılacak bir çözümün AB Konseyi tarafından AB müktesebatına uygun sayılmasına olanak tanıyan bir protokol eklenecek. Ne var ki, bundan sonra bir anlaşmaya ulaşılsa bile iki kurucu devlet kavramı sulandırılmış olacak.

* * *

BM Genel Sekreteri Annan'ın çözümsüzlükten başlıca Denktaş'ı sorumlu tutan raporu da Güvenlik Konseyi'nde ele alındı. Bu satırlar yazılırken Güvenlik Konseyi, üyeleri arasında uzlaşmaya varılamadığı için daha bir karar alamamıştı. Güney Kıbrıs'ı destekleyen Rusya ve bazı diğer ülkeler Annan planının Konsey tarafından benimsemesini önlemeye çalışmaktaydılar. Güney Kıbrıs, artık plandan kurtularak, bundan sonra bir çözümün, temsil ettiği ‘‘Kıbrıs Cumhuriyeti’’ çerçevesinde bir iç düzenleme niteliğinde olmasını sağlamak peşinde. Oysa garip bir tecelliyle, KKTC ve Türkiye açısından ileride çözüm için en geçerli tutamak Annan planı olacaktı. Siyasi seviyede ciddi bir değerlendirmesini bir türlü yapamadığımız Annan planı.
Yazının Devamını Oku

Doktrinler, teoriler ve gerçekler

5 Nisan 2003
<B>AMERİKA,</B> politik ve askeri strateji alanda en fazla doktrin ve teori üreten bir ülkedir. Monroe doktrini, Truman doktrini, Nixon doktrini bunlardan sadece birkaçı. Askeri strateji alanında ise son teoriyi Irak'ta uygulanmak üzere Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ve onun düşünce modelini paylaşanlar icat ettiler. ‘‘Şok ve dehşet’’ teorisi. Bu teoriye göre ABD Irak'ta üstün teknolojisinin ürünü dakik silahları o kadar büyük bir isabet ve yoğunlukta kullanacaktı ki, dehşet içinde kalan Iraklılar kısa sürede teslim bayrağını açacak ve Amerikalıları kurtarıcı gibi karşılayacaklardı. Teori gerçeğe hiç uymadı. Aksine askeri planlamanın da hatalı olduğu, Irak ordusunun gücü ve halkın psikolojisi hakkında istihbarat örgütlerinin yanıldığı ve Bağdat'a doğru süratle ilerlemek için gereken kuvvet miktarının isabetle saptanmadığı ortaya çıktı. Kuşkusuz askeri operasyonların karşılaştığı güçlüklerde Türkiye üzerinden kuzey cephesinin açılamamasının da etkisi var, fakat bu cephe açılmış olsaydı bile planın yine bir ölçüde aksayacağı belli olmuştur. Son günlerde harekát gerçi hızlandı, ancak Bağdat savaşının yine de çetin geçmesi bekleniyor.

* * *

Askeri teorinin altında tabii bir de politik konsept yatıyor. George Soros son bir konferansında bu konsepti gayet güzel özetlemiş: ‘‘Uluslararası ilişkiler güç ilişkileridir, hukuk değil. ABD en güçlü devlet olduğuna göre, dünyaya iradesini dayatmak hakkına sahiptir. Bush doktrini iki temele dayanıyor. Birincisi, ABD'nin askeri üstünlüğünü ne pahasına olursa olsun korumak. İkincisi de potansiyel tehlike mevcut olunca önleyici müdahale hakkını gerekirse kullanmak.’’ Bush yönetiminin konsept ve dürtüleri bu şemaya uygunsa da tatbikatın ancak 11 Eylül travmasının yarattığı ortam içinde mümkün olduğu unutulmamalıdır. 11 Eylül olmasaydı Bush Kongre ve kamuoyundan şimdiki kadar destek sağlayamazdı.

* * *

Bugün askeri alanda sıkışan ABD'yi yarın politik alanda daha kritik açmazlar bekliyor. ABD o zaman bugünkü politikalarından çark edebilir mi? Unutulmamalıdır ki ABD geleneksel olarak küresel amaç ve ihtiraslar peşinden koşmakla inziva arasında bocalayıp durmuştur. 1969 yılında Vietnam Savaşı'nın politik ve askeri baskısı altında kalan Nixon ABD'nin artık dünya jandarmalığını üstlenmeyeceğini belirten doktrinini ilan etmişti.

* * *

Amerikan politik düşünürleri Irak savaşından önce de ABD politikasına eleştirel açıdan bakmışlardır. Robert Kagan ‘‘Kudret ve Cennet’’ başlıklı kitabında ABD ile Avrupa arasındaki politik felsefe farkına işaret ediyor. Yazara göre Avrupa Napolyon ve Bismarck geleneklerinden esinlenen güç politikalarını İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra terk etti ve ABD'nin savunma şemsiyesi altında barış, bütünleşme ve dayanışmaya dayanan bir ‘‘Cennet’’ yaratmaya koyuldu. Buna karşılık ABD Soğuk Savaş'tan sonra global stratejik misyonların peşine düştü. Amerika'nın gücünün sonsuz olmadığını daha önce de görenler mevcut. Harvard Üniversitesi'nden Joseph Nye Jr.'a göre ABD bir açmaz ile karşı karşıya. Bir yandan hiçbir ülke veya ülkeler grubu tarafından tehdit edilemeyecek bir güce sahip, diğer yandan global terorizm ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesi gibi sorunlarla başa çıkmak için imkánları sınırsız değil. Amerika diğer ülkelerin yardım ve saygısından vazgeçemez.

* * *

ABD'nin güç tekelini kabetmek üzere olduğunu ileri sürenler de eksik değil. Örneğin, ‘‘Amerikan çağının sonu’’ başlıklı kitabında Charles Kupchan ABD'nin üstünlüğünün bundan sonra azalacağını öne sürüyor. Özellikle Avrupa'nın zenginlik bakımından ABD ile yarıştığına dikkat çekiyor ve ABD'nin global sorumluluklarının altından kalkamayarak inziva politikasına dönebileceğini vurguluyor.

* * *

Irak savaşının askeri ve politik sonuçları açıkça ortaya çıktığında ABD'de bu tartışmalar mutlaka daha büyük ivme kazanacaktır. ABD'nin bugünkü çok iddialı küresel politikasını daha gerçekçi ve mütevazı boyutlara indirmesi beklenmelidir. İşte o zaman bölgesel güçlerin kaçınılmaz olarak nüfuzları ve rolleri artar. Bu değişim bazı bölgelerde olumlu, bazılarında ise tehlikeli gelişmelere yol açacaktır. ABD'nin Irak sonrası politikasının evrimi üzerinde düşünmek için erken değildir. Özellikle opsiyonlarını doğru teşhis etmekte son zamanlarda büyük sıkıntı çeken Türkiye, konu üzerine ciddiyetle eğilmelidir.
Yazının Devamını Oku

Üç büyük açmaz

29 Mart 2003
<B>TÜRKİYE</B> aynı anda üç açmazla karşı karşıya. Ufukta beliren ekonomik darboğaz, Kıbrıs-AB ikilemi ve ABD ile ilişkilerdeki ciddi bunalım. Ekonomiyi kısaca ele alacak olursak, 2003 yılında borç ödemeleri en iyimser tahminle 75-80 milyar doları bulacak. 9 trilyon dolardan fazla gayri safi milli hasılası olan ABD'nin savaş için Kongre'den istediği ek ödeneğe eşit bir rakam! Uzayan savaşın neden olacağı gelir kaybı ve faizlerin tırmanması ile borcun çevrilmesinde karşılaşacağımız güçlüklerin bizi yeni bir ekonomik krize sürüklemesi olasılığı mevcut. İkinci tezkere 1 Mart'ta Meclis'ten geçseydi hem Silahlı Kuvvetlerimiz'in acil ihtiyaçları bir ölçüde karşılanmış olacaktı ve hem de 26 milyar dolarlık düşük faizli krediler sadece bu yıl için değil, fakat gelecek yıllar için de ekonomiye nefes aldırtacaktı. Evet, ABD'nin Irak'a saldırısı büyük bir hatadır, fakat bu algılama bizi savaş dışında bırakan, Kuzey Irak için beslediğimiz endişeleri geniş ölçüde karşılayan, ekonomiyi ferahlatan ve üstelik diğer dış politika önceliklerimize hiçbir zarar vermeyecek bir desteğe engel olmamalıydı.

* * *

ABD ile mutabakata dayanan ikinci tezkere konusunda Genelkurmay Başkanlığı'nın ve bürokrasinin olumlu yaklaşımı gerçekçi ve ülke çıkarlarına uygundu. Cumhurbaşkanı'nın davranışı ve 58'inci hükümetin zaaf ve bocalamaları blokaja neden oldu. Oysa Kıbrıs meselesinde tam tersi olmuştu. O zaman AKP'nin ilk yaklaşımı gerçekçiydi, fakat geniş anlamda bürokrasi çözümü engelledi. Demek oluyor ki Ankara'da genellikle cesur ve yaratıcı politikaları kilitleyen bir denklem mevcut. Uzun vadeli olarak çok tehlikeli bir durum.

* * *

ABD ile ilişkilerimiz kendi görüş açımızdan çok tartışılıyor, fakat biraz da ABD'den meseleye nasıl bakıldığını anlamakta yarar var. Washington'daki en yakın dostlarımız bile ilişkilerin bugün dibe vurduğunu düşünüyorlar. Türkiye'nin Amerikan kuvvetlerinin geçişine izin vermemesi nedeniyle Kuzey Irak'ta geniş ölçüde Kürtlerin yardımı ile ancak Musul ve Kerkük'e yönelik sınırlı bir operasyon yapılabilecek. Bağdat'a Kuzey'den de taarruz ederek Irak kuvvetlerini iki cephede savaşmaya mecbur etme planı suya düştüğünden savaş daha uzun sürecek ve muhtemelen Amerikan kuvvetlerinin kayıpları çok daha fazla olacak. Amerikalıların böyle bir sonuçtan dolayı Türkiye'ye karşı kırgınlık duymaları beklenmelidir. ABD ayrıca, Türkiye'nin Kuzey Irak'ta bağımsız bir operasyonunu, Türk ve ABD kuvvetleri arasında eşgüdümsüzlükten kaynaklanan çatışmalara sebep olabileceğinden ve Türkler ile Kürtler arasında savaş içinde bir savaş tahrik edebileceğinden kaygı duyuyor. Bereket versin ki, politikacılarımızın yüksekten atmalarına rağmen, Silahlı Kuvvetler'in Kuzey Irak'ta bir maceradan uzak durmak yolundaki geleneksel tutumlarını terk etmedikleri görülüyor. Kuzey Irak'a tek taraflı bir askeri müdahale sadece ABD ile değil, fakat AB ve Arap ülkeleri ile ilişkilerimize çok zarar verir. BM Güvenlik Konseyi'ni harekete geçirir. Kesin bir zaruret olmadıkça Kuzey Irak'ta bataklığa saplanmak ve ekonomimize ağır bir darbe daha vurmak akıl kárı değildir.

* * *

Başkan Bush'un Kongre'den Türkiye için de yardım istemesi ilişkilerin tam kopma noktasına gelmediğinin kanıtıdır. Ancak ABD'nin Türkiye'ye eskisi kadar stratejik önem atfetmeyeceği bellidir. Stratejik ağırlık Irak'a, Batı ve Doğu komşularımıza ve Güney Kıbrıs'a kayacaktır. Kıbrıs'taki stratejik denge aleyhimize dönecektir.

* * *

AB ile ilişkilerimize gelince, üyelik süreci şimdilik yöntemsel seyrini sürdürüyor. Komisyon revize edilmiş bir katılım ortaklığı belgesi sunmak üzere, fakat üyelik yolunda Kıbrıs en büyük engeli oluşturmaya devam ediyor. Güney Kıbrıs 16 Nisan'da AB ile katılım antlaşmasını imzalayacak. Bu tarihten sonra da Annan planının geçerli kalmasını amaçlayan yeni bir girişim var: BM Güvenlik Konseyi'nin 16 Nisan'dan önce planın parametrelerini benimseyen bir karar kabul etmesi ve bu kararı AB Konseyi'nin desteklemesi. Annan planının artık tamamen rafa kaldırılmasını isteyen Güney Kıbrıs, Rusya'nın da desteği ile Güvenlik Konseyi'ndeki girişimi engellemeye çalışıyor. Türkiye ise şimdilik sessiz. Anlaşılan ne Annan planı ile yapabiliyoruz, ne de onsuz. Temel güdümüz yine güçlükleri ertelemek.

* * *

Bir mucize vuku bulmazsa, 2003 yılının bilançosu korkarım çok üzücü olacaktır.
Yazının Devamını Oku

Çılgınlık ve basiretsizlik

22 Mart 2003
<B>KARL Marx ‘‘Cehennemin yolu iyi niyetlerle döşelidir’’</B> demiş. ABD de Irak'ta savaş macerasına kurtarıcılık iddialarıyla başlıyor. Ceberrut diktatör Saddam Hüseyin tasfiye edilecek. Kürtler, Şiiler, Sünniler ve Türkmenlerin birlik ve beraberlik içinde yaşayacakları katılımcı bir demokrasi kurulacak, Irak'taki demokratik devrim bölgede arkaik sistemlerle yönetilen diğer ülkelere sirayet edecek, Ortadoğu sürdürülebilir bir istikrara kavuşturulacak, global terörü besleyen siyasal ve sosyal ortam kökünden değişecek, kitle imha silahları etkin şekilde yasaklanacak. Bu arada, daha çok İngiltere'nin zorlaması ile Filistin sorunu da hatırlandı. 2003 yılı içinde Filistin bir bağımsız devlet haline gelecek, 2005 yılında da nihai sınırlar, mülteciler, Kudüs ve yerleşim merkezleri gibi çetrefil sorunlar bir çözüme ulaştırılacak. İsrail ile Lübnan ve İsrail ile Suriye arasında da barış antlaşmaları aktedilecek. Peki, bu güzel senaryoyu gerçekleştirmek için ABD savaştan sonra bölgede askeri mevcudiyetini kaç yıl sürdürmeyi düşünüyor? Türk-Amerikan Konseyi'nin bu hafta Washington'da yapılan toplantısında 25 yıldan bile söz edildi. Demek artık bölgenin Amerikan ‘‘imperium’’u altında şekilleneceği uzun bir süreç 20 Mart'ta başlamış bulunuyor.

* * *

Beklentilerin tam tersine dönmesi tabii hiç şaşırtıcı olmayacaktır. En başta Ortadoğu'da barış ve güvenliğin kilit unsuru olan Filistin meselesinin Bush yönetimi devrinde halledilmesi mucize gerektirir. Başkan Bush'un, İsrail Başbakanı Sharon'a bir çözüm empoze etmeyi göze alması oldukça uzak bir ihtimaldir. Aksine ABD, Irak'ı vururken İsrail kuvvetleri Filistin mülteci kamplarında dehşet saçmaya devam ederse, ABD'ye karşı tepki ve infial son haddine varır. Diğer taraftan ABD'nin, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya ve Japonya'daki başarısını tekrarlayarak Ortadoğu bölgesine de demokrasiyi benimsetmesi gerçekçi bir proje değildir. Bölgenin kendi iç dinamikleri ve politik kültürü göz ardı edilerek girişilecek teşebbüsler aksine dini radikalizmi tahrik eder, global terör kuvvet kazanır, medeniyetler savaşı kehaneti o zaman doğrulanabilir. Ortadoğu ve ABD hepimiz için bir cehenneme dönüşür. Amerika bir ölçüde felaket senaryolarını önlemek istiyorsa, operasyonlardan sonra tek başına hareketten mutlaka kaçınmalı, Balkanlar'da olduğu gibi yeniden yapılandırma projesinin uluslararası bir sorumluluk altında yürütülmesini sağlamalıdır. Filistin sorunu için eski Başkan Clinton'ın 2000 yılında taraflara sunduğu plan çerçevesinde bir çözüme İsrail razı edilmelidir. Bölgede dayatma sadece Arap ülkelerine olduğu sürece ABD başarısız olur.

* * *

ABD'nin politikası hiç değilse bu aşamada bir çılgınlık gibi gözüküyorsa, Türkiye'nin politikası bir vizyonsuzluk ve beceriksizlik örneği sergilemektedir. Bölgenin jeopolitik denkleminde en kritik konumda olan Türkiye'nin, askeri operasyonlara destek sağlamakta herkesten daha fazla ayak sürtmesi inanılmaz bir hata teşkil etmiştir. Üslerden ve limanlardan ABD kuvvetlerinin yararlanması ve ABD kuvvetlerinin Kuzey Irak'a geçmek üzere Türkiye'de konuşlandırılmalarına ilişkin müzakerelerdeki pazarlık zihniyeti ve üslubu Washington'daki en yakın dostlarımızı bile şaşırtmıştır. Hele Hazine'den Sorumlu Devlet Bakanı'nın ilk başta 92 milyar dolarlık bir yardım paketi üzerinde ısrar etmesi neredeyse istihza ile karşılanmıştır. Daha sonra üzerinde mutabakata varılan siyasi, askeri ve ekonomik paket ise 1 Mart'ta Meclis'in tezkereyi reddetmesi ve konunun tekrar Meclis'e sevkindeki bitmez tükenmez gecikmeler yüzünden suya düşmüş, ABD Türkiye'de asker konuşlandırmaktan vazgeçmiş ve Kuzey Irak operasyonunu başka ülkeler üzerinden yürütmeye karar vermiştir. ABD'de, özellikle Kongre çevrelerinde Türkiye'ye karşı gittikçe kuvvet kazanabilecek bir cereyan var. O kadar ki, Irak'ta bir Kürt devleti kurulması fikrine bile bir derecede destek mevcut. Kuzey Irak'ta ise bir gerginlik ve sürtüşme ortamı oluşuyor.

* * *

Türkiye, AKP hükümetinin deneyimsizliğinin, CHP'nin dogmatizminin, liderlerdeki uzak görüşlülük noksanlığının, devletin karar alma mekanizmasındaki dağınıklık ve çok kutupluluğun, güvenilirliğin yürümesinin sonuçlarını idrak edememenin, Cumhurbaşkanı'nın her sorunu salt hukuk açıdan değerlendirme ádetinin bedelini ne yazık ki ödeyecektir.
Yazının Devamını Oku

Kendi kalesine gol atmak

15 Mart 2003
<B>TÜRKİYE</B> dış politika alanında devamlı surette en kritik maçlarda kendi kalesine gol atmakta maharet kazanan bir futbol takımı görüntüsünü yansıtıyor. Irak konusunu ele alalım. İkinci tezkere sunulacak mı, sunulsa da geçecek mi, geçse dahi operasyon takvimi açısından geç kalınmış olacak mı, Fransa bile hava sahasını ABD uçaklarına açmışken biz kapalı mı tutacağız, bu aşamada bilmiyoruz. Fakat hangi olasılık gerçekleşirse gerçekleşsin, ABD ile ilişkilerimiz artık eskisi gibi olmayacak, karşılıklı güven ortamı değişik ölçülerde de olsa çarnaçar zedelenecektir. Stratejik ortaklığın anlamı ve değeri her iki ülkede de sorgulanacaktır. Kaldı ki, Kuzey Irak'taki gelişmelerin yeni bir gerginlik unsuru oluşturması ihtimali gittikçe kuvvetleniyor. Ayrıca Irak siyaseti iyi ayarlanmazsa hiç tazminat almadan kapsamlı ekonomik zararlara uğrayacağımız gibi, sınırlarımız içinde de güvenliği etkileyecek bazı yansımalarla karşılaşabileceğimiz gözden kaçmamalıdır.

* * *

10 Mart'ta Lahey'de Kıbrıs için BM Genel Sekreteri'nin sunduğu plan üzerindeki müzakerelerin tıkanması ise Kıbrıs Türklüğünün olduğu kadar Türkiye'nin istikbalini de derinden etkileyecektir. 1999 Helsinki AB Zirvesi'nden beri gerçekleri görmemekteki ısrarımızın bu sonuçta büyük payı vardır. Kıbrıs'ta çözümsüzlüğü, özellikle AB denklemi çerçevesinde, Türkiye AB üyesi olsun veya olmasın artık kaldıramayacağımızı bir türlü anlayamadık. Lahey'i takiben, AB Komisyonu'ndan gelen uyarılar ne kadar tepki uyandıracak nitelikte olurlarsa olsunlar, ciddiye alınmalıdır. Bir çözümsüzlük halinde Güney Kıbrıs'ın AB'ye üye olacağı Mayıs 2004'ten sonra, Türkiye'nin bir AB üyesinin toprağını işgal etmiş durumuna düşeceği görüşü küçümsenemez. Bu görüş ileride AB Konseyi tarafından da benimsenirse Türkiye hem politik ve hem de Doğu Akdeniz'deki askeri denge açısından sıkıntıya uğrar. AB, BM Güvenlik Konseyi'ni harekete geçirebilir. Türkiye Güney Kıbrıs'ı tanımadığı için AB ile 2004 sonunda başlaması beklenen üyelik müzakerelerinin tehlikeye düşeceği uyarısı da hafife alınmamalıdır. O tarihte Güney Kıbrıs'ın, Yunanistan'ın da desteği ile, bu müzakereleri bloke etmesi herhalde sürpriz teşkil etmeyecektir.

* * *

AB bu kadar önemli midir? Bu konu kuşkusuz Türkiye'de çok tartışmalı. Hele şimdi Irak krizi yüzünden, AB'nin nasıl olsa dağılacağını ileri süren falcılar bir hayli var. Oysa AB, ortak bir dış ve güvenlik politikası geliştiremese dahi, bir ekonomik entegrasyon ve hukuk birliği alanı halinde kalacaktır. Türkiye için önemli olan da esasen budur. Daha geçenlerde Kemal Derviş, bir televizyon programında AB üyeliğinin Türkiye için ABD ile stratejik ortaklıktan daha önemli olduğunu, AB perspektifi olmadan Türkiye'nin ekonomik istikrar ve büyüme sürecine giremeyeceğini bir kere daha vurguluyordu. Bunun da ötesinde, AB politik kültürüne uyum sağlamadan, sürdürülebilir bir siyasi istikrara ve globalleşmenin gerektirdiği etkin yönetişim düzeyine varmamız o kadar kolay olmayacaktır.

* * *

10 Mart'taki Lahey buluşmasından sonra Kıbrıs'ta çözüm yolu tamamen kapanmış mıdır? Belki bazı olanaklar hálá mevcut. 16 Nisan'dan önce referanduma artık vakit kalmadı, fakat Cumhurbaşkanı Denktaş ve Papadopulos anlaşırlarsa referandumsuz da Annan planına dayanan bir çözüme varılabilir. Bu olmazsa, 16 Nisan'da Güney Kıbrıs katılım anlaşmasını imzalarken bu anlaşmaya Annan planı bir protokolle eklenebilir ve Türk tarafı ileride kabul ettiği takdirde planda öngörülen AB müktesebatına derogasyonların geçerli olacağı hükme bağlanabilir. Bir başka çare olarak AB Konseyi aynı nitelikte bir karar alabilir. Mayıs 2004'ten sonra ise bütün bu olasılıklar tükenecektir. O tarihten sonra Kıbrıs'ta Güney'in koşulları altında Kuzey'in Güney'e katılmasından başka bir seçenek kalmayacaktır. Annan planını, işte o zaman mumla ararız. 1999'dan beri 2002 Aralık ayında neler olabileceğini görmek istemedik. Şimdi de 2004 yılı için kafamızı kuma gömmeyelim.

* * *

Gerçeklerle barışık olmayan iç ve dış güvenlik ekonomi ve dış politika arasındaki etkileşimi hesaba katmayan bir dış siyaset hiçbir zaman başarılı olamaz. Hayalci, inzivacı ve benmerkezci bir ruh haletine kendimizi kaptırmayalım. Zararın neresinden dönülse kárdır.
Yazının Devamını Oku