2 Ağustos 2003
<B>ABD,</B> Pakistan ve Hindistan'ın yanı sıra Türkiye'den de Irak'ta güvenliğin ve istikrarın sağlanmasına katkıda bulunmak üzere Kuzey'deki Kürt bölgesi dışındaki bir bölgeye oldukça kabarık sayıda asker göndermesini resmen istedi. Pakistan ve Hindistan, BM Güvenlik Konseyi'nden muğlak da olsa yeni bir karar çıkmadan ABD talebine olumlu cevap vermekte isteksiz davranıyorlar. Dışişleri Bakanımızın açıklamalarından bizim istekli olduğumuz, bir BM kararında ısrar etmediğimiz, fakat bazı koşulların yerine gelmesini beklediğimiz anlaşılıyor. Bu koşullar henüz netleşmediği gibi hükümetin içinde yine uyumsuzluk başgösterdi. Zor bir karar sürecine girdiğimizi söylemek yanlış olmayacaktır.
* * *
Irak'a asker göndermek konusunda çok dikkatli davranmak gerektiği aşikárdır. Her şeyden önce Irak'taki durum iyi değerlendirilmelidir. Savaştan önce Washington'daki şahinler hariç herkesin kolaylıkla tahmin ettiği gibi, barışı kazanmak savaşı kazanmaktan çok daha zor. Irak'ta bırakın demokrasiye, şiddetin sona erdiği, nispeten istikrarlı bir düzene nasıl geçileceği bile belli değil. Amerikalı askeri sorumlular bile merkezi bölgede bir gerilla savaşı ile karşı karşıya olduklarını gizlemiyorlar. Kuzeyde Kürtler silahlarını bırakmak istemiyor. Şiiler içindeki kaynaşmanın nasıl sonuçlanacağı bilinmiyor. Askerimizi bekleyen riskleri çok iyi hesaplamalıyız. Diğer taraftan Irak'a gönderilecek birliklerin tamamen Amerikan komutası olacağında en ufak bir şüphe yok. Son zamanlarda iki taraf askerleri arasında ortaya çıkan gerginliğin izleri devam ediyorsa bazı güçlükler yaşanabilir. Çeşitli tahriklerin veya abartılı tarihi algılamaların askerlerimizin güvenliğini tehlikeye düşürebileceğini de düşünmek mecburiyetindeyiz. Aslında 1 Mart'ta TBMM'de reddedilen tezkere Türkiye için şimdiki ortamda Irak'a asker göndermekten çok daha az risk gerektiriyordu. Bugün daha fazla risk almakla Irak'ın siyasi yapılanmasında gerçekten ağırlıklı bir rol oynayabileceğimizi düşünmek ise biraz aşırı iyimserlik oluyor. Irak'a sadece biz asker göndermeyeceğiz ki. Irak'taki PKK-KADEK'in etkisiz hale getirilmesi için Irak'a asker sevk etmenin şart olduğu da söylenemez. Irak'ta bütün terör örgütlerinin tasfiyesi ABD'nin de çıkarlarına uygun düşmektedir.
* * *
İşin hukuki yönü de ihtiyatla hareket etmeyi gerektiriyor. NATO'dan bir karar çıkması ihtimali hemen hemen hiç yok. Almanlar ve Fransızlar buna şiddetle karşı. Zaten NATO şemsiyesi hukuken gereken meşruiyeti sağlayamaz. Irak'a karşı savaşın nedeni olarak gösterilen kitle imha silahlarının mevcudiyeti ispatlanmadığından NATO'nun işlevi ve bir savunma örgütü niteliği buna imkán vermez. Irak'ta işgal kuvvetlerinin himayesindeki ‘‘Yönetim Konseyi’’nden bir davet belki TBMM'ye cazip gelecek bir politik formül olur, fakat hukuki soruna çare teşkil etmez. Unutmamak gerekir ki Güvenlik Konseyi, 1483 sayılı kararı ile ‘‘işgal kuvvetleri’’ni Irak'ın fiili ve hukuki otoritesi olarak tanımıştır. Bunun sonucu olarak işgal kuvvetleri, Irak'taki bütün gelişmelerden ve savaş hukukunun ihlallerinden sorumludur. Irak'ta yönetim yetkisi BM'ye devredilmeden Irak'a kuvvet gönderen ülkeler ister istemez işgal kuvvetlerinin sorumluluğunu paylaşmış olacaklardır.
* * *
Asker göndermek kararının özü kadar bu karara götüren süreç de önemli. Martta olduğu gibi hükümet son dakikaya kadar tereddüt ederse ve TBMM tekrar olumsuz bir tutum içine girerse ABD ile yeniden bir güven bunalımı kaçınılmaz olur. Zaman unsurunu bu defa çok ciddiye almamız gerek.
Yazının Devamını Oku 30 Temmuz 2003
Şimdiye kadar yazdıklarımdan bazı sonuçlar çıkarmak imkánı vardır zannediyorum. Bunlardan bir tanesine zaten ilk makalemde değinmiştim. Annan planı Türkiye ve KKTC açısından ideal sayılamaz. O da her çözüm önerisi gibi bir uzlaşma projesidir. Planı değerlendirirken iki tarafın çıkarları arasında makul bir denge kurulup kurulmadığına bakmak lazım. Çözüm ne getirir ne götürür, çözümsüzlük ne getirir ne götürür, bu da iyi tartılmalıdır.
BUNDAN önceki dört yazıda Annan planının en kritik ve en tartışmalı yönlerini irdelemeye gayret ettim. Kuşkusuz önemli noktaların hepsine değinemedim. Annan planı 192 sayfa tutuyor. Buna ‘‘Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’’ için hazırlanan 250 sayfalık kanun metinlerini ve Türk ve Rum temsilcilerden oluşan komisyonların incelemesine sunulan altı bin sayfalık kanun tasarılarını da eklemek gerekir. Plan BM'den ve birçok Batılı ülkeden uzmanların katılımı ile üç yıl süren yoğun bir çalışmanın ürünü. Özellikle karar mevkiinde bulunanların Annan'ın önerisini ve eklerini dikkatle incelemeleri yerinde olur.
TÜRKİYE'DEN BAKINCA
İlk önce Türkiye açısından bakalım. Güvenlik çıkarlarını korumak ve gerekirse Kıbrıs Türklerinin yardımına ahdi bir çerçeve içinde hemen koşabilmek Türkiye'nin başlıca ihtiyacıdır. Annan planı bu ihtiyacı Zürih ve Londra Antlaşmaları'ndan çok daha etkin bir şekilde karşılıyor. Türkiye için ikinci önemli nokta AB'ne üye olmak stratejisinde Kıbrıs sorununun bir engel teşkil etmemesidir. Bu konuda hemen şu söylemle karşılaşıyoruz: ‘‘AB için Kıbrıs'ı feda mı edeceğiz?’’
BEDELİ AĞIR OLUR
Çok çarpık bir görüş, çünkü AB üyeliğinden vazgeçsek bile Türkiye için Kıbrıs'ta bir çözümsüzlüğün bedeli çok ağır olacaktır. Bu nedenle makul bir çözümü AB takvimi ile uyumlu olarak kabul ederek AB üyeliğine kuvvetli bir ivme kazandırmanın yadırganacak ve milli gururu yaralayacak bir tarafı olamaz.
ÖNEMLİ OLAN KKTC HALKI
Kıbrıs üzerindeki tartışmalarda zaman zaman Kıbrıslı Türklerin görüş ve beklentilerinin ikinci plana itildiğini ve benmerkezci bir yaklaşımla soruna hep Türkiye açısından yaklaşıldığını görüyoruz. Unutmayalım, Kıbrıs'ta bir Türk mevcudiyeti olmasaydı Türkiye'nin 1960 Antlaşmaları'ndaki hakları elde etmesi mümkün olmazdı. ENOSİS yine şeklen önlenebilirdi, belki de Kıbrıs'ın demilitarize statüde olması sağlanırdı, fakat müdahale hakkı elde edilemezdi. Daha sonra Kıbrıs silahlansa bile bir şey yapılamazdı. Ege adalarına karşı ne yapabildik?
REFERANDUM YAPILABİLİR
Demek oluyor ki Kıbrıs'ta Türkiye'nin stratejik menfaatlerinin temel unsuru Kıbrıs Türk halkıdır. Annan planının Türkiye'nin güvenliğini ilgilendiren yönleri dışında plan hakkında karar vermek Kıbrıs Türk halkına düşer. Onun bir referandumda serbestçe iradesini ifade etmesini engellemek hiçbir surette tasvip edilemez.
HER İŞE KARIŞMAYALIM
Bir görüşe göre Türkiye AB üyesi olmadan bir çözümün tekemmül ettirilmesi Kıbrıs Türklerinin çıkarlarına uygun değildir, ekonomik bakımdan Rumların ağırlığı altında ezilirler. En iyisi Annan planını kabul etmek, fakat uygulanmasını Türkiye AB katılıncıya kadar ertelemektir. Bu sava cevap basittir: Bırakınız Kıbrıs Türkleri kendileri karar versinler. Büyümüş çocuklarının her işine karışan anne ve babalar gibi davranmayalım. Kaldı ki Annan planının uygulanmasını erteletmek pratikte imkansızdır: Gerçek ve hayali birbirine karıştırmayalım.
EN İYİ, İYİNİN DÜŞMANIDIR
Talleyrand'ın bir sözünü yine hatırlatmaktan kendimi alamayacağım: ‘‘En iyi, iyinin düşmanıdır.’’
Son zamanlarda en iyiyi ararken iyiden olmadık mı? Aynı hatayı yapmayalım.
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2003
<B>ANNAN </B>planına göre <B>‘‘Federal Devlet’’</B>in yetkileri sınırlı. Dış ilişkiler, AB ile ilişkiler, Merkez Bankası işlevi, su kaynaklarının yönetimi, ulaştırma, kıta sahanlığı, terör ve organize suçlarla mücadele gibi alanları kapsıyor. Federal Parlamento, Mebuslar Meclisi'nden ve Senato'dan oluşacak. 48 üyelik Senato'da her ‘‘Kurucu Devlet’’ten (KD) eşit sayıda üye bulunacak. KD'lerin her biri 24 senatör seçecekler. Yine 48 üyeli Mebuslar Meclisi için seçimler nüfus oranına göre yapılacak, ancak Türk Kurucu Devleti'nin (TKD) mebus sayısı toplam sayının dörtte birinden az olmayacak. Karar alınabilmesi için her iki meclisin de olumlu oyu gerekli. Senato'da her iki KD senatörlerinin en aşağı dörtte birinin çoğunluğa katılması şart. Uluslararası antlaşmaların onaylanması, Başkanlık Konseyi seçimleri, hava sahası ve karasuları gibi önemli konularda her KD'den beşte iki oranında katılım lazım.
İSVİÇRE MODELİ
Başkanlık Konseyi'nin yapılandırılmasında İsviçre modeli esas alınmış. Konseyin 6 üyesi parlamento tarafından seçilecek. Her üye bir bakanlığın sorumluluğunu üstlenecek. Başkan ve başkan yardımcılığı 10 ayda bir üyeler arasında rotasyona tabi olacak. Başkan, görevi sürecince devlet başkanlığını temsil edecek. Konseyin en aşağı iki üyesi Türk olacak. Kararlarda oydaşma (fikir birliği) aranacak, oydaşma olmazsa oylama yapılacak. Karar alınabilmesi için çoğunluğa en aşağı bir Türk üyenin katılması gerekecek. Başkan ve başkan yardımcısı aynı KD'den olamayacak.
ADA SİLAHSIZLANACAK
Annan planında güvenlik sorunları birkaç açıdan ele alınıyor. Bir kere Ada silahsızlandırılacak. Kıbrıs'a silah satışı, ihracat ve ithalatı yasaklanacak. Paramiliter kuruluşlara izin verilmeyecek. Askeri eğitim men edilecek. 1960 Garanti Antlaşması yürürlükte kalmaya devam edecek, Antlaşma ‘‘Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’’nin (BKC) toprak bütünlüğü, güvenliği ve anayasası yanında KD'lerin toprak bütünlüğünü, güvenliğini ve anayasalarını teminat altına alacak.
ALTIŞAR BİN ASKER
1960 İttifak Antlaşması da muhafaza ediliyor. Kuzey'de 6 bin Türk, Güney'de eşit sayıda Yunan askeri konuşlandırılacak. Bu kuvvetler Türkiye AB üyesi olunca, Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs aralarında aksine bir anlaşmaya varmadıkları takdirde, geri çekilecekler. Bu sonuncu noktaya bildiğim kadarı Türkiye'nin itirazı var. Ankara, Türkiye AB üyesi olduktan sonra dahi kuvvetlerin Ada'da kalmasını istiyor. Her üç ülke de AB üyesi olacağına göre pek anlaşılır bir tutum değil. Kuvvetlerin çekilmesi ile Türkiye'nin AB üyeliği arasında bir bağlantı kurulması aslında küçümsenmeyecek lehte bir politik koz. Kaldı ki, kuvvetler çekilse bile Garanti ve İttifak Antlaşmaları devam edecek. Bir müdahale gerekirse Türkiye kesin bir coğrafi avantajdan yararlanacak.
TATBİKAT BİLE DÜŞÜNÜLDÜ
Türk ve Yunan kuvvetlerinin konumları, hareketleri ve silahları konusunda bazı kısıtlamalar ve kontroller öngörülmesi de KKTC ve Ankara'yı rahatsız ediyor. BM temsilcileri ise bu önlemlerin iki kuvvet arasında çatışma olasılıklarını azaltmak ve kuvvet kaydırmalarının hassas bölgelerde endişe yaratmasına engel olmak amacıyla düşünüldüğünü belirtiyorlar. Güvenlikle ilgili bir noktaya daha işaret etmek gerekir. Türkiye, AB'ye girinceye kadar, her iki kurucu devlet ve Türkiye ile Yunanistan'ın onayı olmadan uluslararası askeri operasyonlar için Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti (BKC) toprakları kullanılamayacak.
YARIN: GENEL DEĞERLENDİRME
Yazının Devamını Oku 28 Temmuz 2003
<B>KIBRIS</B>'ta Annan planı çerçevesinde bir çözüm Kıbrıs Türkleri açısından üç konuda önemli ölçüde sorun yaratacak: Sınırlar, gayrimenkuller ve Rumlara Kuzey'de tanınacak ikamet hakkı. 47 BİN TÜRK GÖÇ EDECEK
1974'ten sonra Türkler, Kıbrıs'ın yüzölçümünün yüzde 36'sına sahip olmuşlardı. Annan'ın önerisi bu oranı yüzde 29'un biraz üstüne indiriyor. Yeni sınır düz bir hat takip etmiyor, çok girintili ve çıkıntılı. BM eksperlerine göre Türk nüfusunun yoğun olduğu köyleri Rumlara terk etmemek kaygısı buna neden olmuş. Buna rağmen planda öngörülen toprak ayarlamaları 47 bin Türk'ü göç etmek mecburiyetinde bırakacak. Bunlardan 23 bin kadarı Maraş ve Güzelyurt bölgelerinde yaşadıkları için şimdi oturdukları semtlere çok yakın başka semtlere geçebilecekler. Geri kalan 24 bin Türk daha uzak bölgelere nakledilecek.
TOPRAK TERKİ SÜRPRİZ DEĞİL
Kuşkusuz bu boyutta bir göç daha önce de yerlerinden yurtlarından olan Türkleri ağır bir fedakárlığa zorluyor. Ancak, unutmamak gerekir ki, 1974'ten beri çözüm için toprak terk etmek gerekeceği biliniyordu. Daha 1985'te o zamanki BM Genel Sekreteri'nin Cumhurbaşkanı Denktaş tarafından kabul edilen önerisinde yüzde 29 oranı mevcuttu. Sınır ayarlamalarının nerelerde yapılacağı da aşağı yukarı belliydi. O bölgelerde yoğun yerleşime izin vermemek uzak görüşlülük olurdu.
GAYRİMENKULÜN YÜZDE 10’U
İkinci sıkıntılı konu gayimenkuller meselesi. Geçmişte Rumlara ait olup şimdi Türklerin elinde bulunan arsa ve evlerin yüzde 10'u eski sahiplerine iade edilecek. 15 bin kadar Türk 5 yıl içinde başka evlere taşınacak. Güney'de tapu sahibi Türkler Kuzey'deki gayrimenkullerini bazı koşullarda muhafaza edebilecekler. Rumlar 20 yıldan aşağı olmayan süreler için evlerini Türklere kiralayabilecek. Rumların tazminat karşılığında Kuzey'deki gayrimenkuller üzerindeki haklarından vazgeçmeleri teşvik edilecek.
ÖNCE YENİ EV BULUNACAK
Sınır ayarlamaları ve gayrimenkul iadesi nedeniyle taşınmak zorunda kalacaklara bazı kolaylıklar tanınacak. Bir kere kimse kendisine yeni bir yer bulunmadan evini terk etmeyecek. Taşınılacak mekánlarda bazı standartlar aranacak. İki kişi için 70, üç kişi için 100, 4 kişi için 120 metrekare hesaplanacak. Uluslararası kaynaklardan finansman sağlanacak.
Gayrimenkuller sorununun münhasıran takas ve tazminat yolu ile çözümlenmesini Kıbrıs Türkleri haklı olarak tercih ediyorlardı. Fakat BM, savaş sırasında mülkiyet hakkına saygı gösterilmesinin bir uluslararası hukuk kuralı olduğunu, İslam hukukunda da aynı kurala yer verildiğini göz önünde bulundurarak karma bir sistem önerdi. Bazıları İsrail'in Filistin mültecilerinin yurtlarına geri dönüşünü toptan reddetmesini Kıbrıs'ta da kullanılabilecek bir emsal olarak ileri sürüyorlar. Çok imrenilecek bir örnek değil.
KUZEYE 40 BİN RUM
İkamet sorununa gelince, Annan planı, gayrimenkul iadesinden yararlananlar, Karpaz bölgesinden geldikleri veya 65 ve yukarı yaşta olduklarından özel dönüş hakkı elde edenler ve Kuzey'e sürekli yerleşmek isteyenler için aşamalı toplam kotalar saptamış. Özetle 15 yıl sonunda 40 bin kadar Rum Kuzey'de ikamet edebilecek. Bu sayının yarattığı bir sorun KKTC'yi tedirgin ediyor. Kuzeye yerleşen Rumlar Türk Kurucu Devleti'nin (TKD) vatandaşları olmadıklarından Federal Senato ve Meclis seçimlerine Kuzey'den katılamayacaklar, fakat TKD Meclisi'ne ve belediye seçimlerinde oy verebilecekler ve aday gösterebilecekler. KKTC Rumların bu yoldan vatandaşlık kanununu değiştirebileceğinden kaygı duyuyor.
YARIN- FEDERAL DEVLET VE GÜVENLİK
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2003
<B>BİR </B>önceki yazımda belirttiğim gibi, AB takvimi nedeniyle, önümüzdeki haftalarda ve aylarda Kıbrıs meselesinin çözümü Türkiye'nin politik gündeminde ağırlıklı bir yer işgal edecek. Doğrusunu isterseniz son günlerde Irak üzerindeki yoğun odaklanma aslında abartılı. Irak'ta ne yapabileceğimiz, ne yapamayacağımız artık belli. Kıbrıs Türk halkının olduğu kadar Türkiye'nin de kaderi açısından Kıbrıs kat kat daha önemli. Kıbrıs'ta çözüm için ise bu aşamada dikkatimizi halen tek geçerli çözüm önerisi olan Annan planı üzerinde yoğunlaştırmalıyız. Planın en kritik ve tartışmalı noktalarını irdelemeye gayret edeceğim.
BİRLEŞİK CUMHURİYET
Annan planının en hassas yönlerinden biri egemenliğe ilişkin. Güney Kıbrıs, çözümün, mevcut ve kendi temsil ettiği ‘‘Kıbrıs Cumhuriyeti’’ çatısı altında şekillenmesini istiyor, Cumhurbaşkanı Denktaş da KKTC'nin egemenliğinin peşinen tanınmasında ve çözümün eşit iki egemen devlet arasında oluşturulmasında ısrar ediyordu. Annan planı bu açmazı ‘‘bakire doğum’’ formülü ile aşmaya çalıştı. Bu formülle geçmiş anayasal yapı üzerine sünger çekilerek yepyeni bir devlet kuruluyor, ancak KKTC'nin 1974'ten beri hukuki tasarruflarının yeni anayasa ile çelişkili bulunmamak koşulu ile geçerli kalması da sağlanıyor. Peki ‘‘Kıbrıs Birleşik Cumhuriyeti’’ni kim kuruyor? ‘‘Tesis Anlaşması’’ tasarısına göre ‘‘kurucu’’ yetkilerini kullanan Kıbrıslı Türkler ve Rumlar. Bu cumhuriyetin bünyesinde bir ‘‘Federal’’ ve iki ‘‘Kurucu’’ devlet olacak.
TERMİNOLOJİK 2 İTİRAZ
Annan planının muarızları işte bu noktada terminolojik bir itiraz ileri sürüyorlar. Onlara göre İngilizce ‘‘Constituent State’’in Türkçe'ye ‘‘Kurucu Devlet’’ olarak çevrilmesi yanlış, ‘‘Oluşturucu Devlet’’ demek daha doğru. Çünkü kurucu sözcüğünün İngilizcesi ‘‘founding’’. Oluşturucu Devlet ise Kurucu Devlet'ten bir gömlek aşağıda, yetkileri prensip itibarıyla daha dar. Ne var ki sözlüğe bakarsanız ‘‘founding’’ ile ‘‘constituent’’ eşanlamlı. Üstelik yeni devlete vücut veren anlaşmanın adı ‘‘Foundation Agreement’’. Bu anlaşmaya taraf olanlar ‘‘founder’’ değil de nedir?
ANAYASALARI GARANTİ
Anayasa açısından bir başka eleştiri şöyle: Annan planı iki bölgelilik esasını getiriyor, iyi de bunu yaparken 1960 antlaşmalarındaki ‘‘cemaat’’ haklarına yer vermiyor. Yine doğru değil, çünkü Kuzey'deki kurucu devletin adı ‘‘Kıbrıs Türk Devleti’’. Demek oluyor ki ‘‘cemaat’’ esasında olduğu gibi etnik ve kültürel kimlik korunmuş. Kıbrıs Türk Cemaati, Kıbrıs Türk Devleti olmuş. Bu devlet kendi anayasasını kendisi hazırlayacak. Kıbrıs Türk Devleti'nde münhasıran o devletin vatandaşları ‘‘Federal Devlet’’ düzeyinde seçim ve seçilme haklarını kullanabilecekler. Devam eden garanti antlaşması sadece federal anayasayı değil, fakat kurucu devletler anayasalarını da garanti ediyor.
VE FEDERAL SUÇLAR
‘‘Kurucu Devlet’’in yetkileri çok geniş. Anayasa ile ‘‘Federal Devlet’’in yetkisinde olmayan tüm alanlarda kendi ‘‘egemen’’ yetkilerini kullanacak. Vatandaşlar için önemli olan konuların hemen hepsinde ‘‘Kurucu Devlet’’ yetkili. Gelir vergisi, eğitim, sağlık, sanayi, tarım, nakliye, sosyal güvenlik, medeni kanun, ticaret ve ceza kanunu bunların başlıcaları. ‘‘Kurucu Devlet’’in mahkemeleri sadece kurucu devletin kanunlarına karşı değil, fakat federal kanunlara karşı işlenen suçlarda da yetki icra edecek. Her iki ‘‘Kurucu Devlet’’in polisi ancak o devletin sınırları içinde konuşlandırılabilecek, kamu düzeninden ve güvenliğinden sorumlu olacak. Yetkileri federal suçları da kapsayacak.
Annan planını irdelemeye devam edeceğim.
PAZARTESİ: SINIR VE İKAMET
Yazının Devamını Oku 25 Temmuz 2003
<B>ÖNÜMÜZDEKİ </B>aylarda Kıbrıs'ın kaderi belli olacak. AB takviminin kritik tarihleri çok yaklaştı. Güney Kıbrıs'ın üyeliğinin tekemmül edeceği Mayıs 2004'e kadar ya Annan planı çerçevesinde bir çözüme varılacak ve Türkiye ile üyelik müzakerelerinin başlaması yolundaki büyük bir engel aşılacak, veya çözüm belirsiz bir tarihe ertelenecek. Kopenhag kriterlerine uymak için sarf edilen bütün çabalara rağmen AB ile üyelik müzakerelerinin başlaması olasılığı da çok zayıflayacak.
DENKTAŞ, MÜCADELEDE
Zamanın bu kadar dar olmasına rağmen KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş, Annan planı üzerinde görüşmeyi kesinlikle reddediyor. Denktaş kapsamlı bir çözüm yerine güven artırıcı önlemlerle Ada'da bugünkü fiili durumu meşrulaştırmak hedefine varmak için çetin bir mücadele içinde. Ankara ise BM Genel Sekreteri'nin iyi niyet misyonuna platonik destek vermeyi sürdürüyor, fakat bu misyonun ürünü olan plan konusunda tutarlı bir politika geliştiremiyor.
BÜYÜK FIRSAT KAÇTI
Devam eden siyasi kararsızlık, Kuzey Kıbrıs'a ve Türkiye'ye büyük fırsatlar kaçırttırdı. 12-13 Aralık 2002'de Kopenhag'da veya 10 Mart'ta Lahey'de Annan planının referanduma sunulması kabul edilseydi ve referandum olumlu sonuçlansaydı Güney Kıbrıs ‘‘Kıbrıs Cumhuriyeti’’ni temsilen ikinci bir Elen devleti kimliği AB'ye giremeyecekti.
AB SÜRECİ HIZLANACAK
Kıbrıs Türklerinin ve Rumlarının egemen iradeleri ile kurdukları adı ve bayrağı değişik, ortak bir devlet AB üyesi olacaktı. Türkiye'nin AB üyelik süreci büyük bir ivme kazanacaktı. Kıbrıs Türkleri referandumda olumsuz oy kullansalardı bu defa da Kıbrıs sorununa farklı bir denklem temelinde, belki de Denktaş'ın gönlüne daha yakın bir zeminde çözüm aramaktan başka çare kalmayacaktı; çünkü Kıbrıs Türk halkı serbestçe iradesini beyan etmiş olacaktı. Ne yazık ki Kıbrıs Türkleri kendi gelecekleri hakkında söz sahibi olmaktan mahrum bırakıldılar. Mayıs 2004'e kadar bu hatanın tamiri hem demokratik prensiplere, hem de Kıbrıs Türk halkının ve Türkiye'nin çıkarlarına uygun olacak.
ANNAN PLANI TANINMIYOR
Annan planının reddedilmesinin nedenlerini iyice araştırmak gerekir. Plan bugünkü duygusal tartışma ortamının dışında ve tarihi bir perspektifle irdelenmeli. Planın içeriği ve ayrıntıları çok az biliniyor, üstelik birçok yönleri yanlış aksettirildi. Gerçek niteliğinin daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunmak amacı ile bundan sonraki 3-4 yazımda plan hakkında etraflı bilgi vermeye çalışacağım.
Fakat şimdiden bir noktanın altını çizmek istiyorum. Annan'ın çözüm projesi aslında yeni bir plan değildir. 1974'te Kıbrıs'taki fiili durumun köklü bir şekilde değişmesinden sonra ileri sürülen bütün çözüm önerileri aşağı yukarı aynı parametreleri içerir. Annan planı şimdi her nedense nostalji ile anılan 1960 antlaşmalarının temelindeki konsepte de uygun. Aradaki başlıca fark, iki bölgeliliğin ihdas edilmesidir.
İKİ BÖLGELİLİK İYİ AMA
İki bölgelilik kuşkusuz Kıbrıs Türk halkının ve Türkiye'nin lehinedir. 1960 antlaşmaları iki bölgeliliğe oturtulmuş olsaydı, Annan planının öngördüğü gibi Ada'nın % 29'u ve sahillerinin % 50'si Türklerin elinde bulunsaydı, Rumların Türkler üzerine baskı yapmaları ve Yunanistan'ın 1974'teki gibi ENOSİS'i gerçekleştirme teşebbüsüne girişmesi söz konusu olamazdı. Annan planının ideal olduğu iddia edilemez, çünkü demografi Rumların lehine.
VE BARDAĞIN DOLU TARAFI
Fakat Annan'ın önerisi yine de siyasal eşitlik, güvenlik garantileri ve ‘‘Türk Kurucu Devleti’’nin kendi bölgesinde vatandaşlarının yaşamları ile ilgili her konuda bağımsızlığı açısından etkin önlemlere yer veriyor. AB üyeliğinin Kıbrıs Türklerinin güvenlik ve refahları için bir artı değil, fakat bir eksi olduğunu ileri sürmek de zordur.
Yazının Devamını Oku 19 Temmuz 2003
<B>BM</B> Kalkınma Programı'nın (UNDP) 2003 yılı İnsani Gelişme raporunda Türkiye'nin dünya ülkeleri arasında geçen yıldan bir hayli geriye giderek 96'ncı sıraya düşmesi üzücü ve düşündürücüdür. Dikkat edilmesi gereken nokta Türkiye'nin Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) sıralamasında oldukça daha yüksek bir konumda bulunduğudur. UNDP, satınalma gücü paritesine (SGP) göre hesapladığı GSYH için 5890 dolar rakamını esas almış. SGP'nin uygulanması gelişmiş ülkelerin GSYH'si küçültürken, Türkiye'nin şıkkında olduğu gibi gelişme yolundaki ülkelerinkini bazen iki misline kadar yükseltebiliyor. Demek oluyor ki Türkiye'nin İnsani Gelişme raporundaki yeri daha çok eğitim, sağlık, çevre, gelir dağılımı, istihdam, mali ve parasal istikrarsızlık ve dış borç yükü gibi konulardaki olumsuzluklardan etkilenmektedir. Türkiye'nin İnsani Gelişme Endeksi'nin (İGE) AB'ye aday bütün ülkelerden, Sovyetler Birliği'nden kopan ülkelerin birçoğundan ve hatta Balkan ülkelerinden daha geri olması, üzerinde durulması gereken ciddi bir durumdur.
***
UNDP raporundaki bazı çarpıcı kıyaslamalara daha yakından bakmakta zannediyorum ki yarar var. Kamu harcamalarındaki öncelikler tablosu bunlardan biri. Tabloda eğitim, sağlık ve askeri harcamalar ile toplam borç servisinin GSYH'ye oranları yer alıyor. Gelişmiş ülkeler genellikle eğitime yurtiçi hasılanın aşağı yukarı % 6'sını tahsis ediyorlar. Türkiye'de 1990'lı yıllarda % 2.2 olan bu oran 2001 yılında % 3.5'a çıkmış. 15 yaşından genç olanların nüfusun % 31'ini oluşturduğu Türkiye için bunun nispetin yetersiz olduğu kesin. Sağlık alanındaki kıyaslama da pek farklı değil. Gelişmiş ülkelerin ortalama % 6'sına karşılık Türkiye'nin sağlık harcamaları GSYH'nin % 3.6'sı oranında. Yunanistan'daki oran 4.6 ile bizdekinden biraz yüksek, fakat orada fert başına sağlık için yılda 1349 dolar sarf edilirken, Türkiye'de bu rakam 315 dolardan ibaret. Yüz bin kişiye düşen hekim sayısı Yunanistan'da 392 iken Türkiye'de 127.
***
Askeri masraflara gelince... AB ülkelerinde genellikle GSYH'nin % 1.5 ile % 3'ü arasında. Yunanistan'ınki % 4.5. Bizdeki % 4.9. Kıbrıs ve Ege sorunları çözümlenirse Yunanistan askeri harcamalarını önemli miktarda kısabilecek ve AB ortalamasına yakın hale getirebilecek. Bizim ise görünebilir bir istikbalde savunma harcamalarında kapsamlı bir indirim yapmamız olasılığı zayıf. Fakat Türkiye için kamu harcamaları öncelikleri tablosundaki en kaygı veren rakam toplam borç servisine ilişkin. Borç ana para ve faiz ödemeleri GSYH'nin % 15'ini yutuyor. Bizden daha kötü durumda gözüken sadece iki ülke var. % 17.5 ile Tayland ve % 19.7 ile Angola. 1990'lı yıllardan beri Türkiye'ye çok pahalıya patlayan borçlanma furyasının üstelik verimli yatırımların finansmanına yaramadığı da bir gerçek.
***
UNDP verilerine göre 1990 ile 2001 yılları arasında Türkiye'nin ekonomik büyüme hızı da % 1.7 ile sınırlı kalmış. Nüfus artış hızı ise 2001 yılında % 2 ile daha yüksek. 2015 yılında % 1.2'ye düşmesi bekleniyor. Şehirleşme oranı halen % 66.2. 2001'de tahminen % 71.8 olacak. İşsizlik oranı 2001 yılında % 8.5, ancak o zamandan beri çok yükseldiğini biliyoruz. Yine 1990 ile 2001 arasında tüketici fiyat endeksindeki artış yılda ortalama % 77. Bu kadar uzun süre devam eden böylesine bir başka enflasyon örneği bulmak zor. Geçen yıldan beri görülen enflasyondaki düşüş eğiliminin sürdürülmesi kuşkusuz önümüzdeki yıllardaki UNDP değerlendirmelerine de tesir edecektir.
***
UNDP rakamlarından bir sonuç çıkarmak gerekirse, Türkiye'nin insani gelişme kriterleri açısından içinde bulunduğu durumun çok geniş mikyasta kötü yönetişiminden ileri geldiği vurgulanmalıdır. Özellikle dış borçlanma, sürekli enflasyon, önceliklerin doğru saptanmaması, eğitime, sağlığa ve altyapıya az kaynak ayrılması, çevrenin yozlaşmasına kayıtsız kalınması affedilemeyecek hatalar olmuştur. Belli ki insana çok az değer verilmiştir. Türkiye'de bugün daha istikrarlı bir iktidar mevcut olmasına rağmen uzun süreli ve tutarlı bir politikanın geliştirilmekte olduğunu söylemek ne yazık ki hálá zordur. Türkiye'nin sorunlarına çare bulunacaksa, artık devletin birey için mevcut olduğu kavramı yerleşmelidir.
Yazının Devamını Oku 12 Temmuz 2003
<B>4 </B>Temmuz'da 11 Türk askerinin Süleymaniye'de ABD işgal kuvvetleri tarafından gözaltına alınması ile patlak veren gerginlik daha sonra askerlerimizin serbest bırakılması ve yüksek rütbeli Türk ve Amerikan subayları arasında Ankara'da ortak bir çalışma yürütülmesi ile bir ölçüde hafifledi. Yine de ABD ile Türkiye arasındaki güven bunalımının aşılması o kadar kolay olmayacaktır. Meselenin iki yönü vardır. Birincisi, olayın nedeni veya bahanesi ne olursa olsun, askerlerinin kabul edilemez davranışları yüzünden, ABD'nin sorumluluğunu kabul etmesi gerekir. İkincisi, Kuzey Irak'ta daha da tehlikeli olabilecek yeni sürtüşmelerin ve gerginliklerin önlenmesini sağlayacak tedbirleri iki ülke birlikte saptamalıdırlar. Ankara'daki toplantıda bu iki konuda da olumlu sonuçlara varılıp varılmadığı bu satırlar yazılırken henüz belli olmamıştı.
* * *
ABD kuvvetlerinin kullandıkları şiddet ve Türk askerinin onurunu inciten eylemleri hiçbir şekilde mazur görülemez... Savaş halinde bile düşman askerlerine bu şekilde davranılmasını uluslararası antlaşmalar yasaklamıştır. ABD işgal güçleri ise eski bir müttefikin askerlerine karşı inanılmaz bir sertlik ve kabalıkla hareket etmişlerdir. Şayet Süleymaniye'deki operasyon Washington'un emri veya onayı ile vuku bulmuşsa ABD resmen özür dilemelidir. İnisiyatif yerel komutanlardan gelmişse sorumluların da ayrıca cezalandırılmaları lazımdır. ABD, Türk kamuoyunun çok haklı beklentilerine cevap vermediği takdirde Türk-ABD ilişkilerinin tamiri çok güçleşir. Buna karşılık, Süleymaniye'deki Türk askeri irtibat bürosu, ABD'nin iddia ettiği gibi asli misyonu ile bağdaşmayan siyasal amaçlı faaliyetlerde bulunmuşsa Türkiye'nin de üzüntülerini bildirmesi ve gereken önlemleri alması yerinde olur.
Problemi daha geniş açıdan ele alırsak şu neticelere varmak kaçınılmazdır. Kuzey Irak'ta halen bulunan Türk kuvvetlerinin ve irtibat bürolarının ABD işgal kuvvetlerinden bağımsız olarak bir işlev görmesi artık mümkün değildir. Irak'a karşı operasyonlar başlamadan önce, ABD ile geniş kapsamlı bir anlaşmaya varılmadıkça, savaş sonrasında Kuzey Irak'ta bir rol oynayamayacağımızı çok iyi biliyorduk. Nitekim, 5 Mart'ta Genelkurmay Başkanı bunu büyük açıklıkla ifade etmişti: ‘‘Konuyu basite indirgersek hiç katılmamakla (Kuzey'den operasyona izin vermemek anlamında) savaştan aynı zararları göreceğiz, fakat zararımızın telafi edilmesi ve savaş sonrasında söz sahibi olmamız asla mümkün olmayacaktır.’’ TBMM'nin kararı ile ABD kuvvetlerinin kuzeyden operasyonlarına set çekilince, ABD ile çok çetin ve zaman zaman kırıcı geçen müzakerelerin ürünü olan anlaşma da geçerliliğini yitirdi. Kaldı ki bugün ABD işgal kuvvetleri Irak'ta sadece fiili otoriteye değil, fakat BM Güvenlik Konseyi'nin 1483 sayılı kararına göre hukuki otoriteyi de temsil etmektedir. ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz'in mayıs ayında CNN Türk ile yaptığı söyleşide, bir güven ortamı tesis edilinceye kadar Kuzey Irak'ta bir Türk askeri mevcudiyetinin devam edebileceğini, ancak bu gücün işgal kuvvetlerinin kontrolü altında olması gerektiğini vurguladığını hatırlatmakta da yarar vardır.
* * *
Bundan sonra ne gibi gelişmeler olabilir? Artık iyice anlaşılıyor ki Kuzey Irak'ta işgal kuvvetlerinin operasyonel denetimi dışında bir kuvvet bulundurmamıza imkán kalmamıştır. Dolayısı ile kuvvetlerimizin statüsü ve işlevi konusunda ya ABD ile anlaşmak veya bu kuvvetleri geri çekmekten başka seçenek gözükmüyor. Aksi takdirde ABD ile aramızdaki güven bunalımı iyice derinleşir ve daha vahim olaylarla karşılaşmak tehlikesi artar. Bu yıl ve gelecek yıl Avrupa Birliği ile ilişkilerimizin de çok çetin sınavlardan geçeceği hatırlanmalıdır. Bu alanda da zaman unsurunu iyi hesaplayamazsak ve meseleler arasındaki etkileşimi iyi algılayamazsak ABD ile ilişkilerimizde olduğu gibi çok ciddi ve yansımaları belki on yıllar devam edecek açmazlara sürükleniriz. Dış politikamızın tümünü eleştirel bir açıdan irdelemek için ABD ile aramızda çıkan bunalım bir fırsat olarak değerlendirilmelidir.
Yazının Devamını Oku