İlter Türkmen

AB ile müzakere tarihi

20 Mart 2004
<B>AB'</B>nin bu yıl sonunda Türkiye'ye 2005 yılı için bir müzakere tarihi vermesi ekim ayına kadarki gelişmelere bağlı. İlk aşamada nisan ayında Kıbrıs'ta çözüm için sarf edilen çabaların akıbeti belli olacak. Ada'nın hem kuzeyinde ve hem de güneyinde New York mutabakatı çerçevesinde 20 Nisan'da referandum yapılacağını farz edelim.

İki taraf da Annan planına evet derse mesele kalmaz. Türk tarafı olumlu, Rum tarafı olumsuz oy verirse Kıbrıs'ta çözümsüzlük Türkiye'nın üyelik sürecini aksatmaz. İki tarafın da olumsuz oy vermesi de aynı sonucu doğurur.

Rum tarafı olumlu, Türk tarafı olumsuz oy verirse KKTC halkının iradesine saygılı olunması gerekir. Ancak KKTC Cumhurbaşkanı halkın hayır demesi amacıyla bir kampanya yürütürse AB'nin bundan menfi yönde etkilenmesi çok kuvvetli bir olasılıktır.

Denktaş referandumda hayır denmesi için mücadele edeceğini başından beri gizlemiyor. Kararlılığını dörtlü toplantıya katılmayacağını bildirerek bir kere daha gösterdi. Türkiye'nin AB üyeliği onun gündeminde zaten hiç yok.

* * *

Kıbrıs sorunu çözüme kavuşsa bile AB'nin Türkiye ile müzakereleri başlatmak kararını alması için ekim ayına kadar yapılacak çok şey var. Evet şimdiye kadar özellikle AKP iktidarının yaptığı reformlar AB'de gerek Konsey, gerek Komisyon, gerek Avrupa Parlamentosu'nda (AP) çok olumlu karşılandı.

Fakat daha kat edilecek mesafenin çok büyük olduğu dakika başında bize hatırlatılıyor. 7 paketten sonra dahi yasama alanında uyum henüz bitmedi. Önemli Anayasa değişiklikleri gerekiyor. Bu değişiklikler yapılmadan şimdiye kadar kabul edilen kanunların bir kısmının uygulanması imkánsız.

Diğer taraftan AB raporları reformların uygulanmasına bürokrasinin mukavemeti üzerinde ısrarla duruyor. Tamamen haksız oldukları da söylenemez. Bir tugay komutanlığının vatandaşlar hakkında kaymakamlara kanunlara ve temel özgürlüklere aykırı sorularla dolu bir sualname göndermesi ülkemizde çok ciddi bir zihniyet meselesi bulunduğunun yeni bir emaresidir.

* * *

Genelkurmay Başkanı her zamanki gibi temkinli ve basiretli davranarak hataların tamir edileceği teminatını verdi. Yine de, sorumluluk tugay karargáhındaki küçük rütbeli bir subayda olsa bile, sualname büyük bir vatandaş zümresini peşinen suçlayan, dışlayan, önyargılardan ve ayırımcı dürtülerden beslenen ilkel bir politik kültürü ve korkutucu bir cehaleti yansıtmaktadır.

Kökü İttihat Terakki'ye kadar uzanan bu zihniyetin orduda değilse de bürokraside hálá yaygın şekilde mevcut bulunduğuna sık sık tanık oluyoruz. Demek oluyor ki AB'nin ekim ayına kadar bizden beklentilerinin ‘‘kritik eşik’’ sayılabilecek yüzde yetmiş veya seksen oranında yere getirilmesi dahi muazzam bir çabayı ve çok radikal ve ivedi önlemleri, adeta bir devrimi gerektirmektedir. Bunu yapabilecek miyiz? Çok zor.

Üstelik ülkemizde talihsiz ‘‘istihbarat bilgileri formu’’ gibi yol kazaları en beklenmedik ve en kritik zamanlarda karşımıza çıkıyor.

Son olarak Hollandalı Arie Oostlander tarafından hazırlanan ve AP'ye sunulan rapor Komisyon raporlarının ötesinde abartılı eleştiriler içeriyor. AB Konseyi kararını Komisyon'un kasım ayındaki değerlendirmesine dayandıracak ise de Parlámentonun görüşlerinin kamuoyu kadar hükümetleri de bir ölçüde etkilemesi doğaldır.

* * *

Haziran ayındaki AP seçimlerinde Türkiye'nin üyeliği üzerinde yoğun bir tartışma cereyan edeceği tahmin ediliyor. Dolayısı ile Ooostlander raporunu da ciddiye almakta yarar vardır..

Türkiye ekim ayına kadar kendisinden beklenilenleri yeterli sayılabilecek ölçüde yerine getiremezse AB'nin tutumu ne olur? Bir öngörüde bulunmak kolay değil, fakat Kıbrıs meselesi çözümlendiği veya çözümsüzlüğün sorumlusu açıkça Rum tarafı olduğu takdirde bir müzakere tarihi verilmesi ihtimali kuvvetlidir.

Ne var ki, müzakereleri başlatmak kararına paralel olarak birkaç yıllık özel bir izleme ve denetim yöntemi uygulamak tasavvurundan bahsediliyor. Böyle bir koşulu Türkiye kolay kolay kabul edemez. Bunu ayırımcılık olarak görmek eğilimi ağır basar. 1999 Helsinki zirvesindeki travmayı yeniden fazlası ile yaşarız.

Bu nedenle ekim ayına kadar Kopenhag siyasi kriterlerinin en can alıcı olanlarını yerine getirmek üzere bütün enerjimizi seferber etmekten başka çare gözükmüyor.
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs'ta son perde

13 Mart 2004
<B>KKTC'</B>de inanılmaz bir dram yaşanıyor. Cumhurbaşkanı <B>Denktaş</B> bir yandan Türk hükümetinin baskısı ile Rumlarla müzakereleri devam ettiriyor, diğer yandan New York mutabakatından kaçmak için her türlü çareyi araştırıyor. İlk hedefi mümkünse BM Genel Sekreteri'nin son şeklini vereceği planı referanduma sunmak taahhüdünden kendisini ve Türkiye'yi bir şekilde sıyırmak. Referandum kaçınılmaz hale gelirse KKTC halkının ‘‘hayır’’ cevabı vermesini sağlamak.

Bunda başarılı olamazsa son çare olarak halkın iradesini bloke etmeye çalışmak. Nitekim plana ilişkin bir değişiklik önerisinde, referandumlar planın onaylanması ile sonuçlanırsa, bu onayların ayrıca iki taraf meclislerince teyit edilmesini ve arkasından iki lider tarafından imzalanmasını talep etti.

***

Denktaş,
içtenlikle inandığı mücadelesini KKTC'de ve Türkiye'de sürdürürken bütün karizmasını, bütün siyaset ve hitabet yeteneklerini kullanıyor. Daha çok Türkiye'de sloganları fikirlere ve gerçeklere tercih eden kalabalıklar buluyor ve onları büyülüyor. Onu dinledikten sonra artık düşünmek ihtiyacını duymuyorlar.

Türkiye'de hükümet BM Genel Sekreteri'ne verdiği sözü tutmak gerektiğinin farkında. AB takviminin kıskacını gittikçe daha fazla hissediyor. Kıbrıs meselesi çözümlenmezse veya Annan planını reddeden taraf KKTC olursa AB politikasının tamamen çökeceğini ve 2004 yılı sonunda çok ağır bir politik ve ekonomik krizle karşılacağını bilmemesi mümkün değil.

Kapalı kapılar arkasında AB'li muhataplarına ve BM temsilcilerine her türlü teminatı veriyor. Fakat kurumsal destekten pek yararlanamadığı için söylemlerinde net bir tutum içinde olamıyor. Belki de 28 Mart seçimlerinden sonra daha kararlı davranacak.

Kıbrıs'ın güneyinde son kamuoyu yoklamalarına göre, halkın büyük çoğunluğu referandumda ‘‘hayır’’ demek eğilimde. Papadopulos ise AB'nin, ABD'nin ve Yunanistan'ın baskısı altında. Gerçi, referandumun sonucu ne olursa olsun Güney Kıbrıs, 1 Mayıs'ta AB'de tam üyesi sıfatı ile yerini alır, fakat Papadopulos'un çilesi bitmez.

***

AB içinde baskılar devam edecek, referandumun tekrarlanması istenecek, çözüm için alternatifler gündeme gelebilecek. Bu açmazda Papadopulos'un en büyük müttefiki bir anlamda Denktaş. Çözümsüzlüğün sorumluluğunu tek başına yüklenirse Papadopulos'a en büyük iyiliği yapmış olacak. Bu iyiliğin bedelini de KKTC halkı ve Türkiye öder.

Meselenin etrafında dönmemek lazım. Çok iyi biliyoruz ki sonunda Annan planında çok büyük değişiklikler yapılmayacak. Türk tarafının iki kesimliliğin kuvvetlendirilmesi için ileri sürdüğü ve büyük kısmı çok makul önerilerin bazıları kabul edilecek.

Rumların istekleri yönünde de bazı ayarlamalar yapılacak. Planın genel dengeleri fazla değişmeyecek. Kuşkusuz planın öngördüğü çözüm ideal değil. Üstelik çapraşık bir yapısı ve sistemi var. Uygulaması zor olacak.

Ancak Kıbrıs meselesi gibi karmaşık bir soruna başka türlü çözüm bulunamazdı. Ne olursa olsun planda önerilen çözüm, çözümsüzlükten veya 1960 antlaşmalarından kat kat iyidir. Kim ne derse desin, planın en iyi tarafı da çözümü AB çerçevesine oturtmasıdır.

***

Kıbrıs Türkleri ve Türkiye için en iyi opsiyon, referandumda her iki tarafın da çözüme ‘‘evet’’ demesidir. Türklerin ‘‘evet’’, Rumların hayır demesi, Kıbrıs Türkleri için değilse bile Türkiye için yine avantajlı olur.

Kıbrıs meselesi, AB üyelik sürecinde engel olmaktan kalkar. İngiltere Dışişleri Bakanı, geçenlerde Rumların olumsuz oy vermeleri halinde Güney Kıbrıs'ın bütün Kıbrıs'ı temsil edemeyeceğini söylemişti.

Fiilen öyle olacağı muhakkak. Siyasi bakımdan durum biraz daha çetrefil. AB'nin bu görüşe hemen katılması beklenemez. Nitekim Aralık 2002 Kopenhag zirvesinde, AB çözümsüzlük halinde, müktesebatının Kuzey Kıbrıs'ta uygulanamayacağını belirtmekle beraber Güney Kıbrıs hükümetinin bütün adayı temsil ettiği anlamına gelen bir karar kabul etmişti.

Fakat zamanla AB-KKTC ilişkileri tanıma gerektirmeyen bir düzenleme içinde gelişebilir ve sonunda iki ayrı devletin mevcudiyetini kabul etmekten başka çare olmadığı idrakine varılabilir. Özellikle Türkiye, zihinlerde bu evrimi kolaylaştıracak yaratıcı bir politika üretebilirse.
Yazının Devamını Oku

Terör ve Ortadoğu

6 Mart 2004
<B>GEÇEN </B>hafta, Akdeniz ülkelerinden eski cumhurbaşbanlarını, başbakanları, dışişleri bakanlarını, akademisyenleri ve medya mensuplarını bir araya getiren Monaco Grubu'nun toplantısındaydım. Eski BM Genel Sekreteri Boutros Ghali'nin başkanlığını yaptığı gruptaki tartışmalar bu defa terörizm, Ortadoğu ve Filistin sorunları üzerinde odaklandı. Toplantıya davet edilen Fransa'da terör ile mücadelenin koordinasyonundan sorumlu yargıç Jean-Louis Bruguière'in verdiği brifing ve yaptığı değerlendirme özellikle dikkat çekiciydi. Söylediklerini kısaca özetlemek istiyorum.

Bruguière'e göre bugünkü terörizm modern zamanların ‘‘yüz yıl savaşları’’na yol açabilir. Bin Ladin'in yakalanması bile büyük bir anlam ifade etmeyecektir, çünkü global terör artık tek bir merkezden yönetilmemektedir. Yerel hücreler El Kaide'den ilham alsalar dahi operasyonel bağımsızlık kazanmışlardır. Sanki gittikçe yayılan, fakat sadece resmine sahip olduğumuz bir virüsle karşı karşıyayız.

* * *

Bu virüsün en fazla beslendiği bölgeler Kuzey Afrika'da ve Kafkasya'dan Pakistan'a uzanan alanda bulunuyor. Kafkasya'da Çeçen hareketi şimdi milliyetçi karakterini kaybetmiş ve ‘‘cihadist’’lerin kontrolü altına geçmiştir. Şamil Basayev Fransa'ya karşı operasyon hazırlığı içinde.

Kafkasya'da yalnız Çeçenistan değil, fakat Azerbaycan, Kuzey Osetiya ve Dağıstan da cihadistlerin üs ve melce olarak kullandıkları yumuşak bir karın teşkil etmektedir.

Terör örgütleri arasında gittikçe artan işbirliği ve bütünleşme kimyasal ve bakteriyolojik silahların da ele geçirilmesine elverişli bir ortam yaratmış bulunuyor. Halen en tehlikeli noktalar Fas, Pakistan ve Irak'tır.

* * *

Pakistan'da General Müşerref terörle mücadelede takdir edilecek bir cesaret gösteriyorsa da gerçekte yalnızdır. Ordunun kadrolarında küçümsenemeyecek sayıda köktendinciler mevcuttur.

Irak'ta istikrar tesisinin gecikmesi bu ülkeyi yeni bir Afganistan'a dönüştürebilecektir. (Kerbela ve Bağdat saldırıları bu öngörüyü teyit edecek nitelikte değil mi?) Terörün finansal kaynaklarına gelince, büyük para hareketleri günümüzde kontrol edilebiliyor.

Ne var ki teröristlerin büyük meblağlara ihtiyacı yok. 11 Eylül 2001 saldırılarının maliyeti 500 bin ile bir milyon dolar arasındaydı. Terör hücreleri sahte kredi kartları basmak gibi yöntemlerle haftada ortalama on bin Euro kazanmakta güçlük çekmiyorlar.

* * *

Monako toplantısında ‘‘Genişletilmiş Ortadoğu’’ vizyonu da gündemdeydi. Arap Ligi Genel Sekreteri Amr Musa'nın ABD'nin öncülüğünü yaptığı ve AB'nin de desteklemek eğilimini gösterdiği bu projeye karşı tepkisi şiddetli oldu. Musa Ortadoğu'da reform ihtiyacını herkesin idrak ettiğini, ancak dışarıdan dayatılan bir demokrasinin ters tepki yapacağını savundu. ABD'nin meşhur vizyonunu basından öğrendiklerini, bu konuda Arap ülkeleri ile önceden bir görüş alışverişinin yapılmadığını belirtti. Arap ülkelerinin birçok temsilcisi de aynı kaygıları yansıttılar.

Aceleye getirilecek bir demokrasi sürecinin, bugün tabana ve sokağa hákim bulunan köktendincilere iktidarı gaspetmek için altın bir fırsat sunacağı kanaatinde birleşiyorlar.

İsrail-Filistin ihtilafı adil bir çözüme kavuşturulmadan ABD projesinin bir felaket senaryosu oluşturacağına kesin gözüyle bakıyorlar.

Bu görüşte yalnız sayılmazlar. Daha geçenlerde Zbigniew Brzezinski Ortadoğu'da ‘‘Demokrasi şimdi bir slogandan ibarettir, daha da kötüsü İsrail-Filistin barış sürecini geciktirmeye yönelik bir manevradır. Bu projeden ABD'nin Arap dünyasındaki ve Irak'taki pozisyonu ancak zarar görür’’ diyordu.

* * *

Bizde ‘‘Büyük Ortadoğu’’ her nedense büyük heyecan yarattı. Hemen Türkiye'ye kilit bir rol biçildi. Ortadoğu'da AGİT'e benzer bir düzenlemede ön planda bulunmak gibi hayaller bile kuruldu.

Bereket versin Dışişleri Bakanı gerçekçi bir yaklaşım içinde. Şimdiki aşamada Amerikalılarla aynı safta pro-aktif bir konumda görünmek akıllıca bir politika olmaz.

Irak'ta demokrasi teşebbüsünün ülkeyi kargaşaya, iç savaşa ve hatta bölünmeye götürmesi ihtimali kuvvetleniyor. Filistin meselesi İsrail'in oldu bittileri yüzünden çıkmaza girmiş durumda.

Arap kamuoylarında Amerika aleyhtarlığı artıyor. Bu koşullar altında en az ihtiyacımız olan şey ABD'nin vizyon dediği vizyonsuzluktur.

Ortadoğu'da iç dinamikler nasıl olsa kendiliğinden harekete geçecektir. Bunlara Türkiye kendi başına bölge ülkesi olarak yardıma çalışmalıdır.
Yazının Devamını Oku

Ortadoğu vizyonları

28 Şubat 2004
<B>1998 </B>yılında bir düşünce merkezi için hazırladığım bir incelemede şunu yazmışım:‘‘Yüksek gelir ve refah seviyesine varmış, demokratik gelenekleri köklü, toplumsal barış, ahenk ve oydaşmayı sağlamış ülkelerin daha istikrarlı oldukları ve daha tutarlı politikalar güdebildikleri gözlemlenmektedir. Buna karşılık denebilir ki, ABD gibi bu tarife uygun bir ülkede bile özgürlükleri zaman zaman kısıtlayan toplumsal önyargılar ve tepkiler ve Vietnam savaşında olduğu gibi gereksiz dış maceralar önlenememiştir. Fakat ne de olsa, Amerika, bir demokrasi olduğu ve temel toplumsal dayanışmayı gerçekleştirebildiği için bu aşırılıklardan zamanla sıyrılabilmiştir. Gelenekleri ve kurumları sağlam demokrasilerin bir özelliği ne kadar vahim olursa olsun hataların tamirine elverişli bir ortama sahip olmalarıdır.’’ Nispeten doğru bir görüş. Ancak ABD'nin hatalarının bedelinin büyük kısmını kendisi değil, başkaları ödüyor. Irak savaşının sonuçlarının sadece bölge ülkeleri için değil, fakat dünya için faturasının ne olacağını henüz bilmiyoruz.

* * *

Irak savaşını haklı göstermek amacıyla ileri sürülen iddiaların hiçbirinin gerçek olmadığı artık iyice anlaşıldı. ABD'nin Irak ve Ortadoğu politikasının Eylül 2001'den önce kavramlaştırılmış olduğu da kesin. Bush yönetiminin politikasının ideolojik temelini ‘‘Yeni Muhafazakárlar’’ denilen bir siyasi cereyan hazırladı. Bu cereyanın en önde ve en renkli simalarından Richard Perle ve bir süre Beyaz Saray'da çalışmış olan David Frum'un beraberce yazdıkları ‘‘An End to Evil’’ (Şerre Son) adlı kitap İslam hakkındaki önyargının ve saplantının ne kadar derin olduğunu gözler önüne seriyor.

Kitabın ana teması İslam'ın Batı medeniyetini yıkmak ve ona kendi dinini ve hukukunu dayatmak amacını güttüğüdür. Yazarlara göre Batı ya İslam'a karşı zafer kazanır veya soykırımına uğrar. Müslümanların gazabının kökü İslam'ın kendisindedir. Suudi Arabistan teröre karşı ya Batı ile tam işbirliği yapar veya zengin petrol kaynaklarının bulunduğu Doğu eyaleti ondan kuvvet zoru ile koparılır. İsrail-Filistin ihtilafına gelince, Washington'un bir Filistin devleti kurulması fikrinden vazgeçmesi gerekir. ‘‘11 Eylül'ün ortaya çıkardığı İslám dünyasındaki marazı Judea tepelerinde 23'üncü Arap devletini kurarak tedavi edemeyiz’’. Tahran'daki rejim mutlaka yıkılmalı ve bu maksatla İranlı muhaliflere her türlü yardım yapılmalıdır. Müslüman gazabı Arap kültürü ile özdeşleşmiştir. ‘‘Ortadoğu'daki köktendinciler ve laik militanlar, Sünniler ve Şiiler, komünistler ve faşistler birbirleri ile kaynaşmışlardır. Hepsi patlamaya hazır gazabın haznesinden fışkırıyorlar’’. Bu durumun çaresi demokrasi değil ‘‘demokratikleşme’’dir. Demokratikleşme derhal seçimlere gidilerek sonra onun sonuçlarına katlanmak anlamına gelmez. Seçimler 1995'te Cezayir'de denenmiştir. Orada yozlaşmış statükonun yerini az daha köktendinciler alıyorlardı. Böyle bir sonuç kabul edilemez. Reform süreci güdümlü ve tedrici olmalıdır.

* * *

Irak'ta geçirmekte olduğu çetin sınav ışığında Bush yönetimi bu dış politika ‘‘McCarthy’’ciliğinin hálá ne kadar etkisi altında? Son zamanlarda politikasında daha büyük bir esneklik ve uluslararası toplumla ters düşmemek kaygısı görülüyor. Irak'taki gerçekler daha iyi algılanıyor. Muhafazakár ideologların yönetimdeki başlıca temsilcisi Başkan Yardımcısı Dick Cheney daha ılımlı ve uluslararası işbirliğine daha yakın bir söyleme yöneldi. Bir ‘‘Genişletilmiş Ortadoğu’’ vizyonu gündemde. Bu coğrafi tarif şimdilik bütün Arap ülkelerini ve İran'ı kapsıyor. Amaç, 1975'ten sonra Doğu Avrupa ülkelerinde insan hakları üzerinde odaklanan ‘‘Helsinki Süreci’’nden esinlenerek daha geniş Ortadoğu bölgesinde özgürlük, demokrasi ve reform için çaba harcayanları desteklemek. Bir ölçüde başkanlık seçiminde puan toplamayı hedefleyen bu proje haziran ayında ABD'de toplanacak olan G-8'ler zirvesine de sunulacak. İyi, güzel de Irak istikrara kavuşmadan ve İsrail-Filistin ihtilafı çözümlenmeden ABD'nin politik atılımlarının bölgede büyük bir yankı uyandırması pek beklenemez. Vizyonun hüsrana dönüşmesi şaşırtıcı olmayacaktır.

Türk siyaset bilimcilerinin ise daha da geniş bir alanı kapsayan bir ‘‘Büyük Ortadoğu’’ tasarımı var. Bunu daha sonraki bir yazımda ele almayı öngörüyorum.
Yazının Devamını Oku

Çözüm için çok çalışmak şart

21 Şubat 2004
<B>BM </B>Genel Sekreteri'nin Kıbrıs konusundaki 4 Şubat tarihli mektubunda ve 13 Şubat'ta New York'taki uzlaşmada çizilen yol haritası hem kapsamlı bir çözüm projesini temel alıyor, hem de aşamalı ve bağlayıcı bir yöntem içeriyor. Genel Sekreter Kofi Annan'a, anlaşmaya varılamadığı takdirde hakem yetkileri de tanındı. Kıbrıs meselesinin çözümüne karşı olanlar şimdi çeşitli ve karmaşık savlarla yöntemin bağlayıcı olmadığını, Türkiye'nin sonuna kadar hareket serbestisini elinde bulunduracağını kanıtlamaya çalışıyorlar.

* * *

Genel Sekreter'e gerçekte hakemlik yetkisi verilmediğini iddia edenler, Annan'ın takdir hakkını kullanarak son şeklini vereceği çözümün referanduma sunulmasını garantör devletlerin önleyebileceklerini, 13 Şubat açıklamasının buna müsait olduğunu vurguluyorlar. Ayrıca Kıbrıs'taki taraflar ile garantör devletler arasında fark bulunduğunu, Kıbrıslı Türklerin ve Rumların referanduma sunulacak metni imzalamalarının öngörülmediğini, bu yetkinin sadece garantör devletlere tanındığını ileri sürüyorlar. Bütün bunlar kelime oyunlarından ibaret. Maksat da belli: Kıbrıslı Türkler by-pass edilerek Türkiye'nin referandumu önlemesi. Oysa çözümün temel dokümanı olan ‘‘Tesis Anlaşması’’nın referanduma sunulması için ilk önce Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum liderlerinin bir taahhüt belgesini imzalamaları gerekiyor. Belgeyi ‘‘Kıbrıslı Rumların ve Kıbrıslı Türklerin seçilmiş liderleri’’ sıfatı ile ve ‘‘siyasi eşit’’ olarak imzalayacaklar.

Annan Planı'ndaki bu hükmün Genel Sekreter'in mektubu veya New York açıklaması ile değiştiğine dair hiçbir işaret yok. New York açıklamasında yalnızca Kıbrıslı Türkler ve Rumlar değil, garantör devletler de 4 Şubat mektubunu da kapsayan süreç konusunda yükümlülüklerini teyit ettiler. Garantör devletler, referandum tarihinden önce ‘‘Tesis Anlaşması’’nın referanduma sunulmasını, imzalayacakları bir bildiriyle kabul edececekler. Aynı bildiride iki tarafta da referandum olumlu sonuçlandığı takdirde, yeni Kıbrıs Cumhuriyeti ile güvenlik konularını kapsayan bir antlaşma imzalamak taahhüdüne girecekler. Türkiye'de hükümetin daha önce Meclis'ten bir şekilde onay alması gerekecek. Onay işlemi daha sonraya bırakıldığı takdirde Kıbrıslı Türklerin kabul ettiğini Türkiye'nin reddetmesi gibi bir duruma düşülebilir.

* * *

Hukuk cambazlıklarını bir tarafa bırakarak meselenin özüne dönmekte yarar var. Artık iyice anlaşıldı ki Kıbrıs Rumları, 1 Mayıs tarihinde birleşik bir Kıbrıs'ın adaya girmesini önlemek için ellerinden geleni yapacaklar. Başta CHP olmak üzere Türkiye'de ve KKTC'de de 1 Mayıs tarihinin kaçırılmasını isteyenler vardır. Dolayısıyla mayıstan önce çözüm isteniyorsa gerek Lefkoşa'da, gerek Ankara'da çok yoğun bir çalışmanın yürütülmesi şarttır. Mesele ‘‘Tesis Anlaşması’’nın değiştirilmesinden ibaret değildir. Tesis Anlaşması'na iki tarafın da yürürlükteki kanunlarının büyük bir kısmını ve çok sayıda yeni anayasal ve federal kanunları içeren binlerce sayfa eklenecektir. Bu amaçla kurulan teknik komitelerin yoğun bir mesai sarf etmeleri gerekiyor. Ayrıca ‘‘Türk Kurucu Devleti’’nin anayasasının süratle hazırlanmasına ihtiyaç vardır. Bu çalışmaların gecikmesi Rumların işine yarayacaktır.

* * *

‘‘Tesis Anlaşması’’
nın önemli bir özelliği, AB müktesebatına istisnalar getirmesidir. Bu istisnaların çoğu Kıbrıs Türklerinin lehinedir. Şayet Nisan 2003'ten önce bir çözüme varılabilseydi, istisnalar Kıbrıs'ın AB'ye katılım antlaşmasına eklenecek ve ‘‘birincil kanun’’ niteliği ile AB müktesebatının parçası sayılacaklardı. Birincil kanunların özelliği, onlara karşı AB Adalet Divanı'na başvurulamamasıdır. Halen istisnaların statüsünün ne olacağı belli değil. İstisnalar birincil değil türev kanunu niteliğinde olursa AB Adalet Divanı yolu açık kalacaktır. Ancak unutmamak gerekir ki ister birincil ister türev kanunlarına karşı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) başvuru yolu daima açıktır. İstisnaların büyük kısmı da daha çok AİHM'nin yetkisine giren konuları kapsamaktadır.

Denebilir ki, New York'ta üstlenilen neticede bir politik taahhütten ibarettir. Doğrudur. Buna riayet edilmemesinin hukuki sonuçları olmayabilir, fakat politik açıdan hukuki bir yaptırımdan bile çok daha ağır bir bedel ödenir.
Yazının Devamını Oku

40 yıl sonra...

14 Şubat 2004
<B>40 </B>yıldan beri süregelen Kıbrıs anlaşmazlığını çözmek için şimdiye kadar taraflar BM genel sekreterlerinin iyi niyet misyonu çerçevesinde yüzlerce saat müzakere ettiler. 12 Şubat'ta nihayet bir uzlaşmaya varıldığı sanıldı. New York'taki görüşmelerin üçüncü gününde Cumhurbaşkanı Denktaş ve Papadopulos, Kofi Annan ile bir araya gelirken büyük bir iyimserlik havası esmekteydi. En çok bir saat içinde Annan'ın müjdeyi vermesi bekleniyordu. BM Genel Sekreteri, çözümü zorunlu kılmak için önerdiği aşamalı ve bağlayıcı yöntemin KKTC ve Türkiye'nin istediği değişiklik dahil kabul edildiğini açıklayacaktı. Birkaç gün sonra da taraflar, Lefkoşa'da, 1 Mayıs 2004'ten önce çözüme varılması amacıyla yoğun bir çalışma ve müzakere süreci başlatacaklardı. Bu satırları yazarken mekik diplomasisi tam on saatten beri sürüyordu ve sonuç bildirisinin ne zaman açıklanacağı hálá belli değildi. Belki makalemi bitirmeden iyi haberi alırız.

***

Sonuç ne olursa olsun Türkiye'de hükümetin gösterdiği kararlılık son derece sevindiricidir. Ankara'da zımnen de olsa kurumlararası bir oydaşmanın artık gerçekleştiği anlaşılıyor. Türk tarafı bu sayede Kıbrıslı Rumların da itiraz etmekte güçlük çektikleri yaratıcı bir atılımda bulundu. Buna göre Türk ve Rum liderler, 20 Mart'a kadar anlaşamazlarsa Türkiye ve Yunanistan da müzakerelere katılacaklar, bir hafta sonra yine uzlaşma sağlanamazsa, Annan referanduma sunulacak çözüm önerisinin temel belgesi ‘‘Tesis Anlaşması’’na son şeklini resen verecekti. Çeşitli ve bazen çelişkili haberler ortada dolaşmakta ise de Papadopulos'un şu kilit noktayı da kabul ettiği anlaşılıyor: İki taraf Annan planında karşılıklı değişiklik önerilerinde anlaşamadıkları takdirde son sözü Genel Sekreter söyleyecek. Ancak Rumlar, Annan'ın bu hakemlik yetkisini BM Güvenlik Konseyi'nin otoritesi altında kullanmasını tekif etmişler. Ya Güvenlik Konseyi'nden peşinen yetki alınacak veya Annan'ın son şeklini verceği metin Güvenlik Konseyi'nin onayına sunulacak. Annan planı zaten referandumdan sonra çözümün Güvenlik Konseyi'nce onaylanmasını öngörüyordu. Rumlar bu işin referandumdan önce yapılmasını istemişler. Amaçları galiba bir yandan metni daha da bağlayıcı hale getirmek, diğer yandan çözümün referandumda Güney Kıbrıs halkı tarafından kabulünü kolaylaştırmaktı.

Kıbrıslı Rumların iki öneride daha bulunduğu bildiriliyor. Bunlardan birincisi, Annan planının ‘‘referans’’ olarak değil, ‘‘temel’’ olarak ele alındığının vurgulanması. Bu ciddi bir öneri sayılamaz. Türk tarafı New York'a geldiğine ve üstelik bir yöntem değişikliği ileri sürdüğüne göre Annan planını temel belge kabul ettiğinden artık kuşku duyulamaz. Rumlar Türkiye'deki iç tartışmaları herhalde istismar amacını güttüler. İkinci öneri ise müzakerelere AB'den bir temsilcinin katılması. Türkiye, AB üyesi olmadığına göre ilk bakışta bu öneri alerji doğurabilir. Oysa, nasıl olsa ABD devrede olduğuna göre AB'nin devreye girmesinin sakıncası olmaz. Kaldı ki Annan planı çözümü AB çerçevesine oturtuyor, AB müktesebatına çoğu Türk tarafının lehine bir sürü derogasyon getiriyor ve Türkiye'nin de ileride AB üyesi olacağı varsayımına dayanıyor. AB'yi şimdiden devreye sokmak, üyelik müzakerelerinin başlaması için tarih alınmasını kolaylaştıracak bir unsur da olabilir.

***

Şimdi haber geldi. Türk ve Rum heyetleri BM'den ayrıldılar. Cuma öğleden sonra yine buluşacaklar. Cumhurbaşkanı Denktaş, Annan'ın yapacağı açıklama metnine Rum tarafının evet veya hayır cevabı vermesinin beklendiğini söyledi. Demek ki Türk tarafının itirazı yok. Ne büyük bir ilerleme. Rum tarafı evet dese de kazançlıyız, hayır dese de. Büyük bir evrim yaşadık. Politik kararlılık ve basiretli diplomasinin ne büyük bir koz olduğunu yıllarca sonra keşfettik! Umarım bu iyimser değerlendirme cuma gecesi veya cumartesi sabahı teyit olur. O zaman Türkiye hükümetini ve Cumhurbaşkanı Denktaş ile Başbakan Mehmet Ali Talat'ı candan kutlarız.
Yazının Devamını Oku

AB ve Türkiye'nin imajı

7 Şubat 2004
<B>HÜKÜMET </B>2004 yılının Türkiye'nin kaderi için kritik bir yıl olacağının bilinci içinde AB ülkelerine yönelik kapsamlı bir tanıtma, bilgilendirme ve ikna faaliyeti planlamış bulunuyor. Çok yerinde bir girişim, çünkü AB Komisyonu Başkanı Prodi'nin geçen ay Türkiye'yi ziyareti sırasında ısrarla belirttiği gibi, AB üyeliği sürecinde Avrupa kamuoyunu ikna etmek önceliklerimizden biri olmalı. Prodi özellikle bu yıl haziran ayında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Türkiye'nin üyeliğinin yoğun bir tartışma konusu olmasından ve bu tartışmanın Türkiye'ye yıl sonunda müzakere tarihi vermek kararını alacak hükümetleri etkilemesinden kaygı duyuyordu. Nitekim geçen hafta Almanya'da katıldığım bir toplantıda Hıristiyan Demokrat Partisi'nin haziran seçimlerinde Türkiye konusunu kampanya platformunun önemli bir maddesi haline getirmek niyetini taşıdığı Alman katılımcılar tarafından vurgulandı. Türkiye'ye üyelik değil, fakat 'özel statü' verilmesini öneren parti başkanı Dr. Angela Merkel 10 Şubat'ta Ankara'da olacak. Bu ziyaret 20 Şubat'ta Şansölye Gerhardt Schröder'in yapacağı ziyaret kadar, hatta bir bakıma ondan daha önemli. Başbakan ve Dışişleri Bakanı, Merkel'i daha olumlu ve yapıcı bir tutuma sevk etmek için büyük bir gayret sarf etmelidirler.

Avrupa kamuoyunu etkilemenin başlıca dört boyutu var. Bunlardan birincisi kuşkusuz AB politik kriterlerine uyulması yolunda büyük mesafe kat edilmesidir. Henüz bunu başarmış değiliz. Uyum kanunlarının uygulanmasındaki tıkanıklıklar devam ediyor. Bürokrasinin cansiperane mukavemeti daha kırılamadı. İkincisi Avrupa Parlamentosu seçimleri sırasında menfi propagandayı besleyebilecek gelişmeleri ve yol kazalarını mümkün olduğu kadar önlemektir. Leyla Zana o tarihte hálá cezaevinde ise veya Anayasa Mahkemesi DEHAP'ı kapatırsa, hukuken ne kadar haklı olursak olalım bu durumun seçimlerde istismarı kaçınılmaz hale gelir. Üçüncüsü Avrupa'da imajımıza menfi yönde tesir eden öğeleri bertaraf etmek için ciddi çaba harcamaktır. Nihayet dördüncüsü etkili bir bilgilendirme ve tanıtma programıdır.

Avrupa'da ve özellikle Almanya'da imajı bozan unsurlar arasında uyuşturucu ve insan kaçakçılığında Türklerin rolü başta geliyor. Uyuşturucu ticaretinde payları %33, insan kaçakçılığında %21. Türkiye uyuşturucu ticaretinde büyük bir transit ülkesi sayılıyor. Avrupa'ya gelen afyon ve eroinin %80'inin Türkiye'den geçtiği iddiası var. 1999'dan beri örgütlü suçlarla mücadelede Türk hukuku Avrupa hukuku ile ahenkli hale getirildiyse de eksiklikler mevcut. Örneğin insan kaçakçılığının cezası yeterli bulunmuyor. İdam cezasının kaldırılması suçluların iadesini bir ölçüde kolaylaştırmış, ancak iade edilecek suçluların kanunlara aykırı olarak işkenceye tabi tutulabilecekleri endişesi sürüyor. Tabii imajı bozan başka şeyler de var. Bayram sırasında gazetelerimiz yine kurbanlar kesilirken yaşanan dehşet verici sahneleri yansıttılar.

Pozitif imaj yaratmaya gelince, klasik anlamda bir tanıtma kampanyası yeterli olmaz. Böyle kampanyaları geçmişte çok denedik, kaynakları israf ettik ve sonuç alamadık. Prodi buradayken ikna kampanyasının spesifik sektörleri hedef almasını salık vermişti. Türkiye'nin üyeliği konusunda en duyarlı kesimler üzerinde çalışmak lazım. Bunların başında tarımcılar ve sendikalar geliyor. Onları Türkiye'nin tarımının ve el emeğinin çıkarlarına zarar vermeyeceğine, üyelikten sonra da geçiş süreleri olacağına, Türkiye AB'ye üye olmak yolunda ilerlerse yabancı sermaye ülkeye daha fazla geleceğinden korkulan göç hareketlerinin gerçekleşmeyeceğine inandırmalıyız. Kiliseleri de ihmal etmememiz telkin ediliyor. Türkiye'deki Katolik kiliselerine ilişkin Vatikan ile sorunlarımız varsa bunlar süratle çözümlenmelidir. Ayrıca Türkiye'nin AB üyeliğinin kültürler çatışmasını önlemekteki stratejik rolü vurgulanmalıdır.

Umarım ikna kampanyası çok iyi tasarlanır, sivil toplum örgütleri ile sıkı bir işbirliği çerçevesinde yürütülür, çelişkili programlar önlenir, hedefler iyi seçilir, Türk'ten Türk'e propagandaya ve israfa meydan verilmez, kampanyaya katılacaklar gerçekten AB üyeliği davasına inananlar ve etki yapabilecekler arasından seçilir.
Yazının Devamını Oku

Politika ve diplomasi

31 Ocak 2004
<B>KIBRIS </B>politikamız nihayet yapıcı ve akılcı bir mecraya girdi. Başbakan Tayyip Erdoğan 23 Ocak'taki MGK toplantısı bildirisinin çizdiği bir ölçüde dar çerçevenin dışına çıkarak BM Genel Sekreteri Kofi Annan ile Davos'taki buluşmasında Annan Planı temelinde müzakerelerin yeniden başlatılmasını talep etti. 1 Mayıs 2004'e kadar çözüme varılması için Türkiye'nin ve KKTC'nin ellerinden geleni yapacaklarını vaat etti. Referandum tarihinin önceden saptanmasını kabul etti. Hatta daha da ileri giderek, Rumlar müzakerelerde üzerinde anlaşmaya varılamayan konularda çözüme esas teşkil edecek metinlerdeki boşlukların Genel Sekreter tarafından doldurulmasına razı olurlarsa Türkiye ve KKTC'nin de aynı şekilde hareket edeceklerini bildirdi. Bir yıldan beri Türkiye'ye ve KKTC'ye karşı şeytanca bir komplo olarak kamuoyumuza takdim edilen ne varsa, hepsini kabul ettik. Sağduyu galebe çaldı ve milli çıkarlar gerçekçi bir şekilde değerlendirildi. Türkiye'nin birdenbire ufku açıldı. Başbakan'ı ve hükümetini kutlamak gerek.

* * *

Politika iyi gitti, fakat ne yazık ki diplomasi biraz tökezledi. BM Genel Sekreteri'nden Kıbrıs Özel Temsilcisi görevine son verilmesini istemek ve özellikle bunu derhal basına duyurmak Genel Sekreter'in işini kolaylaştırmadı. Şimdi Güney Kıbrıs, özel temsilcinin değişmesine yanaşmazsa -ki öyle olacağı anlaşılıyor- Genel Sekreter'in girişimleri gecikebilecek. Oysa, mademki çok ağırlığı olan ve tercihen Amerikalı bir ‘‘kolaylaştırıcı’’ arıyoruz, bunun daha kolay bir yolu vardı. BM Genel Sekreteri'nin ‘‘iyi niyet’’ misyonu çerçevesinde şimdiye kadar yürütülen müzakerelerde ABD Dışişleri Bakanlığı'nın koordinatörü James Weston ile İngiltere hükümetinin temsicisi Lord Hannay, perde arkasında o zaman Cumhurbaşkanı Denktaş'ın şiddetli eleştirilerini çeken bir rol oynamışlardı. Bu sefer ABD Başkanı'nın yüksek seviyede bir özel temsilci tayin etmesini isteyebilirdik. Buna Kofi Annan da karşı çıkmazdı.

Diplomatik bakımdan bir nokta daha var. Biraz çok erken, ‘‘şimdi sıkışan ve kaçan taraf Güney Kıbrıs’’ demeye getirdik. Bu işi güzellik yarışmasına çevirmeyelim. Papadopulos zaten Annan Planı çerçevesinde müzakerelerin yeniden başlaması için Genel Sekreter'den bir davet alırsa bunu kabul edeceğini açıkladı. Yunanistan'ın tutumu da aynı. Ne var ki onlar Genel Sekreter'e açık çek vermeye yanaşmıyorlar. Şunu da belirtmek gerekir ki, çözüm konusunda KKTC kendi içinde nasıl bölünmüşse Güney Kıbrıs da bir o kadar bölünmüş durumda. Yine de Rumların artık AB üyesi olduklarından çözümde kendileri için hiçbir avantaj görmedikleri söylenemez: AB üyesi olsalar bile diğer üyelerden çözüm için büyük baskı altında kalacaklarının farkındalar. Çözüm olmadığı takdirde AB'ye ekonomik uyumlarını zorlaştıracak ölçüde yüksek savunma masraflarından kaçamayacaklarını biliyorlar, Güney Kıbrıs pasaportunu alanlardan güneyde gayrimenkul sahibi olanların bunlar üzerindeki haklarını geri isteyeceklerinden kaygı duyuyorlar. Yeşil hat, AB'nin sınırı haline gelirse bu hattın sonunda devamlı bir sınır haline gelmesi olasılığından da ürküyorlar. Onların da tuzu o kadar kuru değil.

* * *

Annan Planı'nın ayrıntılarından arındırılarak ilk aşamada üzerinde uzlaşmayı kolaylaştırmak için daha kısa bir anlaşma metni haline getirilmesi fikrine gelince, bu uygulamada zorluk yaratabilir. Unutmayalım ki Annan Planı'nın çok uzun ve ayrıntılı olmasının nedeni bugün tanımadığımız ‘‘Kıbrıs Cumhuriyeti’’nin üzerine bir sünger çekerek bütün kanun ve kurumları ile yepyeni bir devlet kurmak gereğidir.

Washington'da Tayyip Erdoğan, Başkan Bush'tan beklendiği gibi yeni girişiminde kuvvetli destek gördü. Fakat Başkan herhalde ABD'nin ne yapıp ne yapamayacağını da Başbakan'a izah etmiştir. Irak'ta BM'den politik alanda büyük destek beklerken Kofi Annan üzerinde yapabileceği baskının bir sınırı vardır.

Kısacası, çok büyük bir hamle yaptık. Kararlı, tutarlı ve ölçülü davranabilirsek 2004 yılı Türkiye'nin tarihinde parlak bir sayfa açacaktır.
Yazının Devamını Oku