1 Mayıs 2004
BUNDAN birkaç gün önce Boğaziçi Üniversitesi-TÜSİAD Dış Politika Forumu’nun Türk-ABD ilişkileri üzerinde düzenlediği bir toplantıda konuşan ABD Büyükelçisi Eric Edelman’a göre, Türk Amerikan ilişkileri, Irak savaşı yüzünden fırtınalı bir devirden geçtikten sonra bugün birçok alanda, özellikle Irak, terörle mücadele ve Kıbrıs konularında olumlu bir istikamete yönelmiştir. Balkanların ve Kafkasya’nın istikrarı için de verimli işbirliği imkánları mevcutttur. Ermenistan Türkiye ile bugünkü sınırları tanımalı, Türkiye ise sınırı açmalıdır. Türkiye Afganistan’da istikrara büyük katkıda bulunmuştur ve isterse orada bugünkünden daha fazla sorumluluk alabilir. ABD’nin vizyonu Türkiye’nin siyasal ve ekonomik ilerleme hamlesinde başarılı olması ve AB’ye katılmasıdır. ABD’nin Ortadoğu konusunda bir ‘master planı’ yoktur, bölge ülkelerinin kendilerinden gelmesi gereken çağdaşlaşma girişimlerine AB ile birlikte yardımcı olmak istemektedir. Türkiye için biçilen bir rol da mevcut değildir. Türkiye nasıl bir rol oynayacağına kendisi karar verecektir.Büyükelçi’nin konuşmasını izleyen tartışmalarda Türk-Amerikan ilişkilerinin, geçmiş dahil, çeşitli yönleri değişik açılardan ele alındı. Kuşkusuz yaklaşımlar arasında her zaman farklar oluyor. Geçmişe yönelik algılamalar ve zaman zaman abartılı niyet yargılamaları bir ölçüde doğal karşılanmalıdır. Yine de İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan bugüne kadarki genel tabloya bakıldığı zaman olumlu yönlerin daha ağır bastığı sonucuna varmamak zordur. 1947’de Truman doktrininin savaştan galip çıkan Sovyetler Birliği’nin bunaltıcı baskısı altındaki Türkiye’yi ferahlattığı unutulmamalıdır. ABD’nin desteği ile NATO üyeliği hem güvenliğimizi teminat altına almış ve hem ordumuzun sadece silah ve teçhizat açısından değil, fakat askeri doktrin bakımından modernleşmesini sağlamıştır. Kıbrıs sorununun Türkiye ile ABD arasında gerginlik yarattığı doğrudur. 1964’teki meşhur Johnson mektubu infial uyandıracak bir içerik ve usluptaydı, fakat psikolojik etkisi devam etmişse de fiilen geçerliliği çok çabuk sona ermiştir. Mektuptan hemen sonra İnönü Washington’da Johnson ile buluşmuş, arkasından ilk şeklini o günkü koşullar altında iyi karşıladığımız Acheson planı önerilmiştir.1967 buhranında Cyrus Vance önemli miktarda Yunan kuvvetlerinin Kıbrıs’tan çekilmesi yolundaki Türk talebinin gerçekleşmesi için başarılı bir arabuluculuk ifa etmiştir. 1974 müdahalesinden sonra ABD’nin silah ambargosu, Rum lobisinin etkisiyle Kongre’nin kararıydı. ABD hükümetleri ve Pentagon bu kararın kaldırılması için sürekli uğraşmışlardır. Bakü-Ceyhan boru hattı ABD’nin desteği ile gerçekleşmektedir. PKK terörüne karşı en büyük desteği de ABD vermedi mi? Öcalan’ın yakalanmasına katkısı az olmadı. Irak konusuna gelince, 2003 yılında yaşanan bunalımda her iki taraf da pay sahibidir. Ne var ki, ABD Türk kamuoyunun hassasiyetine gereken dikkati göstermedi. Irak savaşı zaten her yönü ile ABD için vahim bir hatadır. Ancak bugün Irak’taki gelişmeler hakkında Ankara ile Washington arasında çok iyi bir danışma süreci olduğu anlaşılıyor. Kıbrıs meselesinin son aşamasında ise hem ABD ve hem de İngiltere en büyük desteği verdiler. Sezar’ın hakkını Sezar’a verelim.
button
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2004
<B>KIBRIS’</B>ta yapılan referandumun sonuçlarını değerlendirirken ilk önce Rumların ezici bir çoğunlukla hayır demelerinin nedenleri üzerinde durmak istiyorum. Kuşkusuz bu sonuçta AB’nin büyük sorumluluğu var. Çözüm olmadan Güney Kıbrıs’ın AB üyesi olmasına kapıyı açık tutmamalıydı. Ancak AB bu hatasını tamir etmek için BM ile birlikte 2002 yılı sonunda ve 2003 yılı başında bir çaba harcadı.
Annan Planı’na hayır demenin AB üyeliğine de hayır demek anlamına gelmesini kabul etti. Şayet referandum Güney Kıbrıs’ın Katılım Antlaşması’nı imzaladığı Nisan 2003’ten önce yapılabilseydi Rumlar kolay kolay menfi oy kullanamazlardı.
Planın uygulanmasında daha sonra güçlükler çıksaydı bile Ada’da artık Türklerle Rumlar arasında tanınmış bir sınır mevcut olurdu. Şimdi Yeşil Hat, işlevini ve niteliğini AB’nin belirleyeceği bir sınır olacak, fakat aynı politik ve hukuki anlamda değil.
* * *
KKTC halkı % 65 gibi yüksek bir oranla referandumda olumlu oy kullanırken tecrit ve dışlanmadan kurtulmanın ve AB içinde daha iyi bir istikbal aramanın ötesinde bugünkü statükonun kıskaçlarına artık tahammül edemediğini kanıtladı.
Halk, Türkiye’den ithal edilen katı jakoben devlet modelinden ve Türkiye’nin vesayetinden şikáyetçidir. Bundan sonraki gelişmeler ne olursa olsun Türkiye ile KKTC arasındaki ilişkilerin değişik bir zemine oturtulması gerekecektir.
Çözüm inisiyatifini başlatarak Kıbrıs Türklerinin güvenini ve sempatisini kazanan Türkiye hükümeti bu alanda yeni bir yaklaşım içine girmelidir.
* * *
Referandum sonrasında Güney Kıbrıs siyasi liderlerine karşı AB’de öfke var. Yine de fırtına dinince Papadopulos’un hangi hesabı yapacağı tahmin edilebiyor: AB vatandaşı sayılmak isteyen Türklerin bir şekilde ’Kıbrıs Cumhuriyeti’ne entegrasyonu ve ileride bu cumhuriyet bünyesinde derogasyonlardan arınmış bir çözüm.
Kuzey Kıbrıs’ın kısa vádeli amacı ise halen uygulanan ambargoların kalkması ve kendisine AB ve diğer uluslararası kuruluşlar tarafından direkt ekonomik destek verilmesi. AB Komisyonu’nun bu yönde Bakanlar Konseyi’ne sunduğu öneriler üzerine konseyin aldığı karar bu satırlar yazılırken daha açıklanmamıştı.
Peki uzun vadede ne olacak? KKTC’nin tanınması gündeme gelebilir mi? Çok zor. AB ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni üye olarak kabul ettiği için eli kolu bağlı. ABD’nin şimdiki aşamada tanıma niyeti yok. Birkaç başka devlet tanıma kararı alsa bile bunun politik ve hukuki değeri çok sınırlı kalır.
Buna karşılık Annan Planı’nda sınırlar, gayrimenkuller ve ikamet hakkı konularında saptanan parametreler saklı tutularak AB üyesi iki ayrı devlet formülü, Türkiye bugünkü akılcı politikasında devam ederse, zamanla gerçekçi görülebilir.
* * *
Gerek KKTC’nin gerek Türkiye’nin bundan sonraki gayretlerinde başarılı olmalarının temel koşulu, Kuzey Kıbrıs’ta bugünkü siyasi tablonun değişmesidir. İstifa edip etmemek tabii Cumhurbaşkanı Denktaş’ın kendi kararı olmalıdır. Fakat istifa etmese bile aktif politika yapmaktan vazgeçerek ülkesine daha fazla hizmette bulunabilir.
Unutmamak gerekir ki KKTC’de Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilmekteyse de sistem başkanlık sistemi değildir.
Anayasaya göre hükümet politikasının saptanmasından ve uygulanmasından başbakan sorumludur. Ne yazık ki Başbakan Talat’ın Meclis’te kırılgan bir çoğunluğu var. KKTC’de bir hükümet krizine ise şu sırada hiç ihtiyacımız yok.
Yazının Devamını Oku 24 Nisan 2004
<B>SOĞUK </B>savaşın bitmesinden sonra Balkanlar’da patlak veren ve büyük insanlık facialarına yol açan etnik ihtilafların bir kısmı sürdürülebilir çözümlere kavuşmuş değil. Bosna ve Kosova’daki kırılgan statüleri korumak görevini NATO askerleri üstlenmiş bulunuyor.
Bosna’da görevi AB kuvvetlerinin devralması planlanmış durumda. Ayrıca Kosova’da BM’yi, Bosna’da ise ‘uluslararası toplum’u temsil eden çok geniş yetkilerle donatılmış sivil yöneticiler mevcut. Fakat bütün bu tedbirlere rağmen çözüme varılmadıkça etnik çatışmaların tekrarlanabileceğini 17 ve 18 Mart’ta Kosova’da gördük. Arnavutlar ile Sırplar arasındaki çarpışmalarda yirmiden fazla insan öldü, yüzlerce ev tamamen yandı, 600 kişi yaralandı.
***
1999’da NATO’nun giriştiği hava harekátı Yugoslavya’yı kuvvetlerini Kosova’dan çekmeye zorlamıştı. O tarihten beri çözüm yolunda başlıca engel, Arnavutların Kosova’ya bağımsızlık verilmesinde ısrar etmeleridir. 1998’de yapılan müzakereler sırasında ABD, Arnavut emellerine sempati beslemekle beraber bağımsızlık talebini kabul etmek istememişti. Bunun sebebini eski Başkan Clinton’ın Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, ‘Madam Secretary’başlıklı kitabında şöyle izah ediyor:
’Bağımsızlığı desteklemek konusundaki isteksizliğimiz bir prensip kaygısından çok bölgedeki ülkelerin tutumu hakkındaki pragmatik değerlendirmemizden kaynaklanıyordu. Makedonya ve Yunanistan, sınırları içindeki Arnavutları ayrılıkçılığa teşvik edeceği endişesiyle bağımsızlığa karşıydılar. Diğer ülkelerde bağımsızlık emeli peşinde koşan azınlıklar vardı: Rusya’da Çeçenler, Gürcistan’da Abazalar, Türkiye’de Kürtler ve İspanya’da Basklar. Kaldı ki, bazı Avrupalılar bağımsız bir Kosova’nın İslamcı radikalizmin ve örgütlü suçların bir üssü haline gelmesinden korkuyorlardı. Avrupalıların desteği olmadan Kosova’daki hedeflerimize varamazdık.’
***
İşin ilginç yanı, Albright’ın bu çerçevede Kıbrıs’tan bahsetmemiş olmasıdır. Aslında Kosova bağımsız olursa neden KKTC tanınmasın sorusu pekálá akla gelebilirdi. Ne var ki ABD, KKTC’nin kurulmasından beri Kıbrıs’ta iki devlet esasına dayanan bir çözüme taraftar olmamıştı.
Kosova, Sırbistan’ın bir otonom bölgesiydi ve belirli bir sınırı vardı.Kıbrıs’ta ise ABD, yeşil hattı bir ateşkes hattı olarak görüyordu. Annan Planı bugün referandumlarda kabul görürse ilk defa Kıbrıs’ta tanınmış bir sınır ortaya çıkacaktır. Bunun ne kadar önemli olduğunu ne yazık ki Türkiye’de ve KKTC’de bazı liderler bir türlü zamanında anlayamadı.
***
Son olaylar Kosova’nın müstakbel statüsü konusunu yeniden gündeme getirdi. Kosova’da çözümün gecikmesinin etnik çatışmaların devamına müsait bir ortam yaratmasından ve bunların Makedonya’ya ve Bosna’ya da sıçramasından korkuluyor.
Sırbistan’da radikal milliyetçiliğin yükselişe geçmiş olması başka bir endişe kaynağı. Balkanlar’da köprülerin altından daha çok sular akması beklenebilir.
DÜZELTME: 20 Nisan tarihinde yayımlanan ‘Ortadoğu’da Kaos’ başlıklı yazımın üçüncü paragrafında, ‘1967’de geri kalan topraklar da İsrail tarafından ilhak edildi’ şeklindeki son cümlesinde ‘ilhak’ kelimesi ‘işgal’ olacaktır. Saygılarımla.
Yazının Devamını Oku 20 Nisan 2004
<B>RUSYA’</B>nın ünlü diplomatlarından Büyükelçi <B>Yuri Dubinin</B>’in anılarını okuyorum. Bir bölümünde BM’de Filistin’in taksimi kararı arifesinde Stalin’in tereddütlerini anlatıyor. Sovyetler Birliği’nin bu kararı desteklemesi konusunda Stalin çok zorlanmış, bürosunda bir aşağı bir yukarı uzun süre gidip gelmiş. Sonunda ‘Pekálá taksim olsun, bir İsrail devleti kurulsun, fakat artık o bölgede hiçbir zaman barış olmayacak’ demiş.
Belki art niyetliydi, yine de kehaneti doğru çıktı. 1947’den beri Ortadoğu barış görmedi. İsrail ile Araplar dört kere savaştılar, milyonlarca Filistinli bugün hálá mülteci durumunda, İsrail ile Filistinliler arasında şiddet korkunç boyutlara ulaştı, Arap ülkelerinin büyük kısmında siyasi çalkantılar birbirini izledi, muazzam petrol zenginlikleri çok kere savaşları, köktendinciliği ve dolaylı olarak terörü besledi. Petrol nimet olmaktan çok bir belá haline geldi.
***
İsrail-Filistin ihtiláfının temelinde toprak meselesi yatıyor. 1947’de İngiliz mandası altındaki Filistin’de nüfusun çoğunluğu Arap’tı. Buna rağmen BM taksim planı, İsrail’e Filistin’in % 50’sinden fazlasını bıraktı. 1948 savaşları sırasında bu oran % 78’e çıktı. 1967’de geri kalan topraklar da İsrail tarafından ilhak edildi.
Fikir babası bizzat Şaron olan yerleşim merkezleri politikası ile fiili ilhak politikası devam etti. Batı Yakası’ndaki Filistinlileri çevreleyecek olan duvarın inşası bittiğinde Filistinlilere devlet kurmak üzere neredeyse 1947 Filistin’inin % 10’u kalacak.
Sharon’un politikasının bir öğesi de, yenilgi izlenimi yaratmamak için, Hamas liderlerini teker teker öldürdükten sonra Gazze’den çekilmek. Ve oradaki 7500 İsrailli yerleşimciyi Batı Yakası’na taşımak. Başkan Bush, İsrail Başbakanı’nın politikasını BM Güvenlik Konseyi kararlarını hiçe sayarak geçen hafta onayladı.
AB ise haklı olarak, Gazze’den çekilmenin ‘yol haritası’ çerçevesinde gerçekleşmesini, yerleşimcilerin Batı Yakası’na taşınmamasını ve Gazze’de sorumluluğun güvenliği sağlayabilecek bir otoriteye devredilmesini talep ediyor.
***
Irak Savaşı, Ortadoğu’nun barış ve istikrarına bir darbe daha vurdu. Global terörü azaltmak şöyle dursun, büsbütün tırmandırdı. Irak’ın kaderi artık Ortadoğu denkleminin İsral-Filistin ihtilafı kadar kilit bir unsuru.
Irak Savaşı’nın Vietnam trajedisi ile kıyaslanması hem doğru hem de yanlış. Doğru, çünkü ABD Irak’ta da bir bataklığa saplandı. Yanlış, çünkü ABD Vietnam’dan çekildiği zaman ne olacağı biliniyordu. Kuzeydeki komünist rejim bütün ülkeyi kontrol edecekti.
Irak’ta ise Amerikan kuvvetleri çekilirse arkalarında bir kaos bırakacaklar. Irak’ta şiddet durdurulamaz, bu ülke bölünmeyi, etnik ve mezhep çatışmalarını önleyebilecek sürdürülebilir bir siyasi yapıya kavuşamazsa Ortadoğu’da barış ve istikrardan bahsedilemez. ’Büyük Ortadoğu’ gibi projeler çeşitli forumlarda uzun boylu tartışılır, káğıt üstünde kalır.
***
Ortadoğu’daki gelişmeler geniş ölçüde Amerika’nın iç politikası ile bağlantılı. Başkan Bush’un başlıca kaygısı şu anda yıl sonundaki seçimleri kazanmak. Ne var ki seçimleri hangi parti kazanırsa kazansın Ortadoğu’daki yangın ile kolay kolay başa çıkamayacak.
Yazının Devamını Oku 17 Nisan 2004
<B>BAZI </B>hatırlatmalarda bulunmakta yarar var. Annan planı 2002 Kasım ayında taraflara verildi. Güney Kıbrıs’ın AB’ye katılım antlaşmasını imzaladığı 2003 Nisanı’na kadar bu plan ciddi bir şekilde müzakere edilerek referanduma sunulabilseydi Kıbrıs Rumları olumsuz oy veremezlerdi, çünkü böyle bir oy AB üyeliğini reddetmek sonucunu verirdi.Yine aynı tarihten önce bir çözüm olsaydı ‘birincil hukuk’ meselesi halledilmiş olurdu.
Bunları tekrarlamak faydalı, çünkü son yıllarda Kıbrıs politikamızda yaptığımız hataları göz önünde bulundurmazsak yeni koşullarda tekrar bocalarız. Oysa, genellikle beklendiği gibi, 24 Nisan’da Türk tarafı referanduma evet, Rum tarafı hayır derse çok kritik bir durumla karşılacağız. Yaratıcı bir politika gütmek, yeni çözüm modelleri geliştirmek, Ankara’daki karar sürecindeki tıkanıklıkları gidermek, karar mercilerinin vizyonları arasındaki çelişkileri süratle bertaraf etmek gerekecek. Bugünkü durum ortada.
Cumhurbaşkanı’nın tutumunun gösterdiği gibi, referanduma birkaç gün kaldığı halde, AKP hükümetinin Kıbrıs sorununu çözmeye yönelik girişimleri hakkında Ankara’da hálá tam bir oydaşma sağlanmış değil. KKTC’de Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın görüşleri de taban tabana zıt.
* * *
Kıbrıs meselesinin bugüne kadarki gelişmesinden çıkarılacak önemli dersler var.1922’de Yunanistan ile savaş zaferle sonuçlanınca Atatürk’ün başlıca amacı mümkün olan en kısa zamanda askeri başarısını meşrulaştıracak bir barış antlaşması imzalamak olmuştu.1974’ten sonra biz bunun tersini yaptık. İşi sürüncemede bıraktık. Kuzey Kıbrıs’ı sonsuza dek artık fethetmiş olduğumuz zehabına kapılanlarımız oldu. Fetih devrinin kapanmış olduğunu anlayamadık. Kontrolümüz altına geçen bölgedeki gayrimenkullerin çok büyük kısmının Rumlara ait olduğunu gözardı ettik. Gayimenkuller meselesinin, çözüm bulunsun veya bulunmasın, Türkiye’ye çok pahalıya malolacağını hesaplayamadık. Yunanistan’ın Güney Kıbrıs’ı AB üyesi yapmak siyasetinin başarı şansını ve neticelerini iyi değerlendiremedik.Yaptığımız en doğru şey Annan Planı’nın son şeklini kabul etmek oldu, fakat bu sefer de Rumlar artık AB üyesi oldukları için evet demeye yanaşmıyorlar.
* * *
Rumlar referanduma hayır deyince gelişmelerin nasıl bir seyir alacağını bugünden kestirmek mümkün değil. Her ne kadar Güney Kıbrıs 1 Mayıs’tan sonra Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesini veto etmek hakkını elinde bulunduracaksa da siyasi açıdan bu hakkı kullanmakta çok zorlanacaktır. KKTC’de bir kutuplaşma ve çözülme tehlikesi ise ciddidir.
Özellikle Kıbrıs asıllı Türkler AB vatandaşlığından yararlanacakları için bunlardan bir kısmı toplumsal değil fakat bireysel düzeyde problemlerine çözüm arayacaktır. Bu nedenle en kısa zamanda ambargoların kaldırılarak KKTC ile AB arasındaki ilişkileri işlevsel bir çerçeveye oturtmak, ekonomik büyüme perspektifleri açarak KKTC halkına umut vermek gerekecek.
Orta vadede ise yine AB üyeliği ile birbirine bağlı iki devlet esasına dayanan bir çözümün gündeme gelmesine elverişli bir ortam yaratılmasına çalışılmalıdır. Ne var ki, iki devlet formülü ancak realist bir politika ile geçerlilik kazanabilir. Annan Planı’nın sınırlar, mülkiyet ve ikamet hakkı konularındaki parametrelerinin iki devlet formülünde de bir ölçüde geçerli kalacağını göz önünde bulundurmalıyız. Bugünkü fiili durumu olduğu gibi meşrulaştırmak peşinde koşarsak bir yere varamayız.
Yazının Devamını Oku 10 Nisan 2004
<B>KIBRIS’</B>ta gerek Kuzey’de gerek Güney’de referandum tartışmaları aynı melodramatik ortamda cereyan ediyor. Cumhurbaşkanı<B> Denktaş</B>’tan sonra gözyaşı dökme sırası <B>Papadopulos</B>’a geldi. İki lider ret cephesinde birleştiler. Ortak amaçları 1 Mayıs tarihini atlatmak. O tarihten sonra Annan Planı’nın rafa kaldırılacağını, çözüm yolunun tıkanacağını, mevcut statünün artık değişemeyeceğini hesaplıyorlar.
Tabii statükonun devamında Türklerin kaybı Rumlarınkinden çok daha fazla olacak, ancak Denktaş’ın algılaması farklı. KKTC’nin her ne pahasına olursa olsun ipkasının en iyi çözüm olduğuna kendini ikna etmiş. Bu düşünce kalıbını terk edemiyor.
Papadopulos’un Annan Planı’na karşı halkına seslenişinde kullandığı savların inandırıcılığına ağır bir darbe vurduğunu da herhalde görmek istemeyecek.
* * *
Evet, Denktaş milli bir kahramandır, Kıbrıs davasına en büyük hizmeti yapmış bir liderdir. Ne var ki milli kahramanların siyasi hayatlarının sonuna doğru vahim hatalar işleyebildiklerini gösteren örneklere her ülkenin tarihinde rastlanır.
Şimdiki halde Güney’de referandum sonucunun ne olacağını tahmin etmek zor. Şayet referandum Güney Kıbrıs’ın AB’ye katılım antlaşmasını imzaladığı Nisan 2003’ten önce yapılsaydı, Rumların cevabı kesinlikle evet olacaktı.
Çünkü planı reddetmek, aynı zamanda AB üyeliğini de reddetmek sonucunu doğuracaktı. Bugün Rumlar için böyle bir tehlike yok. Ancak başka risklerin olduğunu Yunanistan’da ve Güney Kıbrıs’ta düşünenler az değil.
* * *
Kıbrıs Türklerine gelince, onlar çözüm olacak varsayımından hareketle referanduma evet demelidirler; çünkü Annan’ın öngördüğü çözüm, bütün eksikliklerine rağmen genel dengesi itibarıyla KKTC halkının lehinedir.
Her şeyden önce BM planı, 1960 antlaşmalarının çok ötesinde Kıbrıs Türklerinin güvenliğini ve haklarını korumaktadır. 1960 antlaşmalarının cografi temeli yoktu.
Son değişikliklerle iki kesimliliğin sulandırılması tehlikesi de önlendi. ’Birincil Hukuk’meselesi saplantı haline getirilmemelidir. Hukuki ve siyasi garantiler beraberce göz önünde tutulduğunda endişeye mahal kalmamaktadır.
* * *
Referandumdumda Annan planı Türk tarafınca reddedilirse ne olacağını da çok iyi algılamak lazım. 1 Mayıs’tan sonra Türkiye bugünkü şekliyle ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni bir şekilde tanımak durumunda kalacak. O tarihten sonra çözüm ancak 1960 statüsünün budanmış bir modeli temelinde mümkün olabilecek. Ambargolar kalkmayacak.
Kuzey ile Güney arasındaki ekonomik farklılık gittikçe açılacak. Aslen Kıbrıslı Türkler, AB vatandaşlığını kazanacaklarından özellikle gençlerin göçü süratlenecek. Bir önceki yazımda belirttiğim gibi KKTC nüfusu azalan, hayatiyeti kaybolmuş ıssız bir garnizon devletine dönüşecek.
Kaldı ki 1974’ten sonra Türkiye’den 45-50 bin kişi Ada’ya göç etti. Çözümsüzlükten asıl onlar zarar görecek; çünkü aslen Kıbrıslı olanlar gibi isterlerse AB vatandaşlığına geçemeyecekler. Oysa çözümle yeni devletin ve AB’nin vatandaşlığını kazanabiliyorlar. Türkiye’de nüfusun % 70-80’inin gözlediği bu avantajı ret mi edecekler?
* * *
Kıbrıslı Türklerin Türkiye’yi unutacaklarına da ihtimal vermiyorum. Türkiye’nin kaderi, onların da kaderi demek. AB yolu kapandığı takdirde Türkiye’nin politik, ekonomik ve sosyal gelişmesi ağır bir darbe yiyecek.
Ekonomik ve politik istikrara sahip, güçlü bir Türkiye görmek isteyen Kıbrıslı Türkler mutlaka referandumda evet demelidirler. AB içinde Türkiye’ye öncülük ederek anavatanlarına en büyük hizmeti yaparlar.
Peki Kıbrıs Türkleri olumlu, Rumlar ise olumsuz oy verirse Türklerin oyu boşa mı gitmiş olacak? Kesinlikle hayır. Rumlar o zaman çok zor durumda kalırlar ve en korktukları çözüm formülleri zamanla gündeme gelir. Türkiye’nin önü yine açılır.
Evet demek, KKTC halkına ve Türkiye’ye kaybettirmez, ancak kazandırır.
Yazının Devamını Oku 3 Nisan 2004
<B>OCAK </B>ayında Davos’ta Başbakan <B>Erdoğan</B> ile BM Genel Sekreteri arasındaki buluşmayla başlayan atılım, 31 Mart gecesi Bürgenstock’ta başarılı bir sonuca ulaştı. Türk tarafı, Annan Planı’nın nihai metninin referanduma sunulmasına ilişkin taahhüdü imzalamaya da hazırdı, fakat Yunan-Rum tarafı bundan kaçındı.
Türk Başbakanı dikkatli ifadelerle neticenin olumlu bir değerlendirmesini yaparken Karamanlis yeni metin hakkında artık halkın karar vereceğini söylemekle yetindi. Yunanlılar ve Kıbrıslı Rumlar düş kırıklıklarını gizlemediler.
* * *
Peki, çözüm önerisinin nihai şekli, Türkiye’nin ve KKTC’nin haklarını ve çıkarlarını koruyor mu? Bu konu referandumun yapılacağı 24 Nisan tarihine kadar daha çok tartışılacak. Ne var ki, Başbakan’ın belirttiği gibi bir uzlaşmanın tamamen tek bir tarafı tatmin etmesi düşünülemez.
5’inci Annan Planı da ideal olmamakla beraber gerçekçi ve makul bir çözüm teşebbüsüdür. Hem Türk tarafının ve hem de Rum tarafının kazanımları ve kayıpları vardır. Türk tarafı Zürih ve Londra Anlaşmalarındaki haklarından hiçbir şey kaybetmemekte, aksine çok daha avantajlı bir statü elde etmektedir.
Bu statünün en belirgin tarafı, iki kesimlilik ve bundan kaynaklanan daha ileri siyasi eşitliktir. 1974 askeri müdahalesinin yarattığı fiili durum geniş ölçüde çözüme yansımıştır.
Kıbrıslı Türkler için AB üyeliğinin de büyük bir artı olduğu herhalde tartışılamaz. Rum tarafına gelince, o da kendi kesiminin sınırlarını küçümsenemeyecek boyutta genişletiyor.
40-50 bin kadar Rum, çözüme ekli haritanın Rum kesimine bıraktığı topraklara yerleşebilecek. Aşağı yukarı aynı sayıda Rum da Türk bölgesinde ve özellikle Karpaz bölgesinde ikamet edebilecek.
* * *
Bürgenstock’ta Türk tarafı için en duyarlı noktalarda ilerlemeler sağlandığı kabul edilmelidir. Türk tarafı lehindeki derogasyonların AB içinde kesin hukuki garantilere bağlanması zamana ihtiyaç gösteriyorsa da, bunların AB müktesebatı içinde ‘birincil kanun’ niteliğine kavuşturulması prensibi benimsendi.
Türkiye vatandaşlarının Kıbrıs’a giriş ve ikametleri açısından önemli kazanımlar var. Yeni ‘Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’ Schengen anlaşmalarına katılınca, bu alanda yine Türkiye ve Yunanistan vatandaşlarına eşit muamele yapılacak.
19 yıldan sonra veya Türkiye AB üyesi olunca, Türkiye vatandaşlarının Kıbrıs’ta ikamet hakları üzerindeki kısıtlamalar kalkacak.
Üzerinde çok durulan siyasi eşitlik prensibi de daha net ve somut hale getirildi. Yasama alanında başlıca yetkiye sahip Senato, 24 ‘Kıbrıslı Türk’ ve aynı sayıda Kıbrıslı Rum’dan oluşacak.
Bu yazılış biçimiyle Kuzey Kıbrıs’a yerleşecek Rumların zamanla Türk Kurucu Devleti (TKD) vatandaşlığını elde ederek Senato’ya seçilmeleri önlenecek.
* * *
Kuzey Kıbrıs’ta ikamet edebilecek Rumların oranı 14 yıldan sonra TKD nüfusunun % 18’ine kadar çıkabilecek. Bu sınırlama, Türkiye AB üyesi oluncaya kadar veya 19 yılın sonuna kadar geçerli.
Bu tarihlerden sonra ise TKD kendi sınırları içinde ikamet edenlerin en az üçte ikisinin anadilinin Türkçe olmasını sağlayacak önlemler alabilecek. Ayrıca Kıbrıslı Türklerin fert başına geliri Kıbrıslı Rum tarafının gelirinin % 85’ine ulaşana kadar Rumların kuzeyde gayrimenkul edinmeleri TKD’nin iznini gerektirecek.
Güvenlik bağlamında, AB üyesi olduktan sonra da Türkiye’nin Kıbrıs’ta kuvvet bulundurmaya devam etmesi kabul edildi. Asker sayısı 2011’e kadar 6 bine, 2018’e veya Türkiye AB üyesi olduğu tarihte 3 bine inecek. Daha sonra adada Yunanistan 950, Türkiye 650 asker bulundurabilecek. Üçer yıllık aralıklarla kuvvetlerin tamamen çekilmesi gözden geçirilecek.
* * *
Bu çözüm önerisinin kaderi artık kuzeyde ve güneyde yapılacak referandumlarda belirlenecek. Türkiye, Başbakan’ının beyanlarının aksettirdiği siyasi iradeyi sürdürürse Kıbrıs Türkleri referandumda büyük olasılıkla olumlu oy kullanacaklardır.
Kıbrıs Rumları daha fazla zorlanırlar. Fakat onlar aleyhte oy verseler dahi Türkiye’nin AB üyeliği yolunda büyük bir engel kalkar. Kıbrıs’ta bugünkü statükonun bazı ayarlamalarla tedricen kabul edilmesi de gündeme gelir.
Ne tarafından bakarsanız bakın, Türkiye ve KKTC hükümetleri ve Türk diplomasisi başarılı olmuştur. Bir kazanım daha var. ABD’yi, AB’yi ve BM’yi Türkiye’ye karşı ille önyargılı algılamanın ne büyük hata olduğu ortaya çıktı.
Yazının Devamını Oku 27 Mart 2004
<B>BU </B>satırları yazarken Kıbrıs hakkında iyimser ve karamsar rüzgárlar aynı anda esiyor. Ne var ki, KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş'ı çarşamba gecesi CNN TÜRK'te dinledikten sonra çözüm konusunda karamsar olmamak çok zor. Denktaş ilk defa olarak Türk hükümeti ile görüş ayrılıklarını bu kadar netlikle vurguladı. Türk hükümetine ağır eleştiriler yöneltti. Aralarında artık bir güven bunalımı bulunduğunu gizlemedi.
Annan Planı'nın yalnız bazı kritik noktalarına değil, temel felsefesine itiraz ettiğini, Bürgenstock'taki dörtlü toplantı ve zirveden herhangi bir olumlu gelişme beklemediğini de tekrar tekrar söyledi. Konuşması adeta referandumda KKTC halkını aleyhte oy vermeğe davet eden bir manifestoydu.
Türk medyasından çok şikáyet etti, fakat kampanyasını en etkili şekilde bu medya aracılığı ile yürüttüğü ve yürüteceği de bir gerçek.
* * *
Türkiye tarafında da ciddi tereddütler var. Özellikle Annan Planı'nın öngördüğü çözümde, Kıbrıslı Türkler lehindeki istisnaların AB Adalet Divanı'nda (AD) geçersiz addedilmesini önleyecek tatminkár bir hukuki formül henüz bulunamadı. Türkiye, istisnalara ilişkin hükümlerin, ancak AB birincil hukuku niteliğini kazandıkları takdirde garantiye bağlanmış sayılabileceklerini düşünüyor.
Bu nedenle bütün üye ülkeler parlamentolarınca ve Avrupa Parlamentosu'nca onaylanmalarını istiyor. Nisan 2003'ten önce anlaşmaya varılsaydı bu süreç otomatik olacaktı.
Bugünkü aşamada 1 Mayıs'a kadar parlamentoların onayını almak imkánsız. AB kabul etse bile işlemlerin 1 Mayıs'tan sonra yürütülmesinin rizikoları ise aşikár.
* * *
Her neyse, şimdiki halde AB'nin bazı çıkış yolları aramayı sürdürdüğünü Verheugen, Brüksel'de Başbakan'a bildirdi. AB galiba tam hukuki garanti yerine yarı hukuki yarı siyasi bir garanti öngörüyor. 2002 Kopenhag Zirvesi kararlarının istisnalar ile ilgili paragrafı, Güney Kıbrıs Katılım Antlaşması'nın 10'uncu protokolünde zikrediliyor.
Protokol birincil hukuka dahil. AB buna dayanarak konseyin alacağı kararları AD'nin kolay kolay değiştiremeyeceği noktasından hareket ediyor. İstisnaların kalıcılığı konusunda, belki de, mümkünse, AD'nin istişari görüşü alınır.
Türkiye'ye gelince, birincil hukuk meselesi sağlam bir teminata kavuşturulamazsa, New York mutabakatının koşullarının gerçekleşmiş olmayacağı kanaatini taşıdığını açıkça ifade etti.
* * *
Bir yol kazası olmadan referanduma kadar gidilebildiğini varsayalım. Denktaş tutumunda 180 derecelik bir dönüş yapmadıkça, KKTC halkının aleyhte oy vermesi ihtimali oldukça yüksek.
Türkiye Başbakanı'nın referandum kampanyasında Denktaş'ın görüşlerine karşı çıkması da pek beklenemez. Bu durumda AB müzakere tarihi açısından Türkiye'yi tek kurtaracak gelişme, Rumların referandumda Annan Planı'nı reddetmeleri olur.
Güney Kıbrıs siyasi partilerinin Türkiye'ye böyle bir iyilik yapmalarını Denktaş da beklemiyor.
Çözümsüzlüğün sorumluluğunu Türk tarafı yüklenirse ne gibi sonuçlar doğacağını artık gayet iyi biliyoruz. Her şeyden önce unutmamak gerekir ki, çözümsüzlük şıkkında AB müktesebatı Kuzey'e uygulanmayacak olsa bile aslen Kıbrıslı olan KKTC vatandaşları, AB vatandaşlığı hakkını hemen kazanacaklar.
* * *
Referandum aleyhine oy verenler de bu imtiyazı herhalde reddetmeyecekler. Kuzey'de bir bölünme olacak. Hemen değilse bile tedricen göç süratlenecek. Kuzey gittikçe fakirleşen ve ıssızlaşan bir garnizon devletine dönüşecek. Üyelik müzakereleri için Türkiye tarih alamayacak.
Dünyanın sonu tabii ki değil, fakat KKTC'yi de etkileyecek ciddi bir ekonomik bunalımla karşılaşacağımızı Türk ve yabancı ekonomistler kesin gibi görüyorlar.
Üyeliğe veda etsek bile AB ile Ortaklık Anlaşması ve Gümrük Birliği çerçevesindeki işbirliğimizde çeşitli pürüzler ortaya çıkacak. Günlük diplomaside tanımadığımız bir devlet muhatabımız ve hatta partönerimiz olacak. Bu liste aslında daha çok uzun, fakat yer kalmadı.
Geçmiş politikalarımızın, önceliklerimizi cesaretle ve zamanında saptamamızın, stratejik kararları son dakikaya bırakmak geleneğimizin, hamasi nutukların prim yapmasının bedeli çok ağır olabilir. Bu bedeli ödemek mecburiyetinde kalmayacağımızı umarım.
Yazının Devamını Oku