İlter Türkmen

Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs

24 Ocak 2004
<B>TÜRK-</B>Yunan ilişkilerinde 1999 yılından beri çok büyük gelişmeler oldu. İki ülke arasında çeşitli alanları kapsayan 22 anlaşma imzalandı. Bunlardan en önemlilerinden biri çifte vergilendirmenin önlenmesine ilişkin. Karşılıklı yatırımın hacmi 600 milyon doları buldu. Yunanistan'ın Türkiye'deki yatırımları daha fazla. Ticaret hacmi 1.5 milyar dolara dayandı. Bu alanda Türkiye daha avantajlı. İhracatı 1 milyar 100 milyon, ithalatı ise 400 milyon dolar. Azerbaycan'dan ve İran'dan Türkiye'ye gelen gazı Yunanistan üzerinden Avrupa'ya taşıyacak 280 kilometrelik boru hattının inşası başladı. Hava koridorlarındaki tıkanıklık giderildi. Hükümetler arasındaki ilişkilere paralel olarak sivil toplum örgütleri arasında yoğun temaslar sürüyor.

Yunanistan halen seçim arifesinde, fakat Türkiye ile ilişkiler şimdilik bir tartışma konusu değil. Zaten seçim platformlarında dış politika çok az yer işgal ediyor. Türk-Yunan yakınlaşmasının öncülüğünü yapan ve bu yakınlaşmayı stratejik bir hedef olarak gören PASOK'un yeni lideri George Papandreu birkaç gün önce Batı Trakya'da Türkler tarafından sıcak bir şekilde karşılandı ve orada Türkiye ile Yunanistan arasında dengeli kuvvet indirimleri fikrini ortaya attı. Batı Trakya Türklerine karşı güdülen politikada bariz bir yumuşama mevcut. Yunanistan'ı terk eden Türklerin vatandaşlığına son veren kanun değiştirilmiş. Vatandaşlığın iadesi otomatik değilse de talep üzerine gecikmesiz sağlanıyor. Batı Trakya'daki Türklerin bazı sıkıntıları elbette devam ediyor, fakat genellikle durumları, özellikle ekonomik koşulları AB üyeliği sayesinde önemli ölçüde düzelmiş.

İKİ YILDAN BERİ

Ege sorunları henüz çözümlenmiş değil. İki yıldan beri devam eden müzakerelerin seyri her iki tarafça da son derece gizli tutuluyor. Fakat anlaşıldığı kadarı ile bir hayli ilerleme kaydedilmiş. 1999 AB Helsinki zirvesi 2004 yılına kadar çözüm olmazsa AB Konseyi'nin Uluslararası Adalet Divanı'na başvurulması tavsiyesinde bulunabileceğini öngörmüştü. Ege sorunlarında çözümsüzlüğün de Türkiye'ye müzakere tarihi verilmesini zorlaştırması kaygısı vardı. Büyük olasılıkla böyle bir kaygıya yer kalmadı. Müzakereler olumlu bir ortamda devam ederken AB'nin müdahale etmesi düşünülemez. Tabii akla bir soru geliyor. Seçimlerde PASOK değil de Yeni Demokrasi (YD) partisi kazanırsa Yunanistan'ın Türkiye politikası değişir mi? Buna pek ihtimal verilmiyor. Ne de olsa geçmişte YD, PASOK'a nazaran, Türkiye'ye karşı, özellikle Kostantin Karamanlis ve Mitsotakis zamanında daha ılımlı bir politika gütmüştü. Fakat uslup değişikliği olabilir. YD'nin dışişleri bakanlığı için ismi geçen Moliviyatis Türkiye'ye karşı çok sıcak hisler besleyen bir diplomat olarak hatırlanmıyor.

Kuşkusuz Türk-Yunan yakınlaşmasının ve işbirliğinin sürdürülebilir olmasında Kıbrıs konusu kilit bir öğe. Kıbrıs anlaşmazlığı devam ettiği sürece ilişkilerdeki gelişme ister istemez sınırlı kalır ve tam bir güven ortamı oluşturulamaz. Kıbrıs'ta yaşanabilecek olumsuzluklar kaçınılmaz olarak ikili ilişkilere yansır. Bu aşamada Yunanistan Annan Planı temelinde müzakerelerin yeniden başlamasını destekliyor. Papadopulos ve Simitis hafta başında Atina'da bu konudaki mutabakatlarını yeniden teyit ettiler. Papadopulos'un Annan Planı'nda bir hayli değişiklik istediği biliniyor, fakat bunların kapsamı hakkında kendisi ayrıntılara girmekten kaçınıyor. Bazı konularda Kıbrıslı Türklerin ve Rumların birbirine tamamen zıt öneriler sunması şaşırtıcı olmaz. Yalnız bir noktada anlaşıyorlar. İki taraf da çözüm üzerinde kesin anlaşma olmadan BM Genel Sekreteri'nin istediği gibi referandum tarihi konusunda bir yükümlülük altına girmek istemiyor.

Müzakerelerin sıkışık bir takvim içinde süratle sonuca varabilmesinde bir de teknik denebilecek bir güçlük var. Annan Planı'nın değişikliklerle olsa bile işlevsel hale gelmesi 6000 sayfa tutan kanun metinlerinin kabulüne ve çeşitli konularda oluşturulan çalışma gruplarının işlerini zamanında bitirmelerine bağlı. Kıbrıs Rum tarafı galiba bu alanda ev ödevini yapmış durumda, Türk tarafı değil. 1 Mayıs 2004'e kadar bir çözüm isteniyorsa bütün yan konular üzerinde de süratli ve kapsamlı bir çalışma yapmak gerek.
Yazının Devamını Oku

Kafkasya'da yeni denklemler

17 Ocak 2004
<B>GÜRCİSTAN'</B>da iktidarın barışçı yoldan el değiştirmesi ve <B>Mikhail Saakashvili'</B>nin ezici bir çoğunlukla başkanlığa seçilmesi sadece bu ülke için değil, fakat diğer Kafkas ülkeleri için de kapsamlı sonuçlar doğuracak bir gelişmedir. Gürcistan'daki evrim kuşkusuz Türkiye'yi de çok yakından ilgilendirir. Her şeyden önce Bakü-Ceyhan boru hattının güvenlik ve olumlu bir siyasi ortam içinde inşası ve işletilmesi hem Azerbaycan'ın ve hem de Gürcistan'ın sürdürülebilir bir siyasi istikrara kavuşmasına bağlıdır. Bunun da ötesinde Gürcistan'daki oluşumlar bölgede ABD ile Rusya arasındaki nüfuz dengesinin en kritik öğelerinden birini teşkil etmektedir. Eskiden Rusya taraftarı olan Sakaashvili bugün artık iktidara gelmesinde küçümsenemeyecek bir rol oynayan ABD'ye arkasını dayamış bulunuyor. Moskova ise Gürcistan'daki kozlarını bırakmak niyetinde değil. Abhazia ve Güney Ossetia'daki ayrılıkçı cereyanlara tam destek veriyor. Abhazia ahalisinin hemen tamamına Rus pasaportu dağıtmış. Rusya, antlaşmalardaki yükümlülüklerine aykırı olarak, Ermenistan'daki kuvvetlerinin ikmali için de kullandığı iki üssü terk etmeyi devamlı erteliyor. Gürcistan ordusuna silah ve eğitim desteği veren ve ülkede bazı özel kuvvetler bulunduran ABD şimdi bu üsleri satın almaya talip oldu.

* * *

Gürcistan'daki gelişmeler Ermenistan'ı doğrudan etkileyecek nitelikte. Taşnaklar dışında Ermenilerin büyük kısmı Rus kuvvetlerinden kurtulmak ve Ermenistan'ı Batı'ya doğru yönlendirmek amacını güdüyorlar. Rus kuvvetlerinin mevcudiyetinin başlıca bahanesi Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerdeki belirsizlik ve güven eksikliği. Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkiler normalleşirse bundan hem Ermenistan ve hem de Gürcistan yararlanacak.

Bu ilişkilerin hiç değilse bir ölçüde düzelmesine en büyük engel Karabağ anlaşmazlığının ve Azerbaycan topraklarının Ermenistan tarafından işgalinin sürmesi. Ancak Karabağ ihtilafının yakın bir istikbalde çözümlenmesi olasılığı bu aşamada görülmüyor. Toprak ve egemenlik sorunlarının kolayca çözümlenemediğini Türkiye kendi deneyimlerinden gayet iyi bilir. Ne var ki Karabağ anlaşmazlığı devam ediyor diye Türkiye Kafkasya'daki dengelerin kendi lehine değişmesi fırsatını kaçırmamalıdır. Unutmayalım ki Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki ilişkiler tamamen kesilmiş değil. Gürcistan üzerinden ticaret yürütüldüğü gibi, Ermenistan'ın ihtiyacı olan petrol yine Gürcistan üzerinden Azerbaycan'dan getiriliyor. Türk-Ermeni ilişkilerinin düzelmesi Ermenistan'ın Rus nüfuzundan kurtulmasına yardımcı olacağından Azerbaycan'ın da çıkarlarına uygun düşer. Türkiye, hele Kıbrıs'ta bir çözüme varabilirse Karabağ sorununun çözümüne daha inandırıcı bir katkıda bulunabilir.

* * *

Normalleşme dediğimiz zaman mutlaka diplomatik ilişkiler tesisi anlaşılmamalıdır. İlk aşamada en etkili önlem uzun zamandan beri gündemde bulunan, fakat bir türlü gerçekleştirilemeyen sınırın açılmasıdır. Üstelik sınırın açılması 1921 Kars Antlaşması çerçevesine oturtulduğu takdirde Ermenistan ile karşılıklı sınırların tanındığı da teyit edilmiş olur. Sınırı açma inisiyatifinin Başbakan Erdoğan'ın Washington ziyaretinden önce başlatılması Başkan Bush ile diyaloğun yapıcı olmasına ciddi katkıda bulunacağı gibi başkanlık seçimleri öncesinde Ermeni iddialarının yine Türk-Amerikan ilişkilerini zedelemesine zemin bırakmaz.

Türkiye'yi Kafkasya'da yeni fırsatlar beklemektedir. Kuşkusuz her yeni açılım veya politikada riskler vardır, fakat hiç risk almamak isterken nasıl fırsatların kaçırıldığını 2003 yılında bol bol gördük. Ankara'da hemen her meselede, çeşitli nedenlerle, fakat özellikle kurumlar arasında oydaşma sağlanamaması yüzünden dış politika sık sık kilitlenmektedir. O zaman tek çare zaman kazanmak oluyor, fakat zaman kazanılmıyor, kaybediliyor ve kaybedilen zaman hiç geri gelmiyor.
Yazının Devamını Oku

Kan kokan topraklar

10 Ocak 2004
<B>KENİZE Murad,</B> Osmanlı hanedánından gelen bir Fransız gazeteci-yazar. Ülkemizde ve dünyada <B>‘‘Saraydan Sürgüne’’ </B>adlı biyografik romanı ile tanınıyor. Daha az bilinen yönü, 15 yılı aşkın bir süredir Ortadoğu konusunda uzmanlaşmış bir araştırmacı olması. Araştırmalarının en son ürünü, insanı balyoz gibi vuran ve Filistin sorununun insani yönünü işleyen ‘‘Toprağımızın Kokusu: Filistin ve İsrail'den Sesler’’ adlı kitabı. Fransızca kaleme alınmış bu yapıt son derece sarsıcı ve bir o kadar da düşündürücü. Arap-İsrail çatışmasının neden olduğu insanlık tragedyasını bütün çıplaklığı ile gözler önüne seriyor. Murad'ın İsrail'in içinde, işgal altındaki topraklarda ve Filistin mültecilerinin yaşadığı kamplarda yapmış olduğu incelemeler ve söyleşiler, hukuka, ahlaka ve insanlığa sığmayan eylemlerin fail ve kurbanlarıyla karşı karşıya getiriyor okuru.

10 Mart 1990'da Ramallah'da öldürülen 16 yaşındaki Halil kurbanlardan biri. Taş attığı için İsrailli askerler tarafından kovalanıp bir inşaatın asansör boşluğuna itildikten sonra, üzerine bir blok çimento dökülerek yamyassı edilmiş. 2002 yılının nisan ayında İsrail ordusu tarafından yerle bir edilen Jenin mülteci kampında yaşayan Ahmed Fayed'in felçli erkek kardeşi, onun evin içinde olduğunu bilen ve ailenin yalvarmalarına aldırmayan bir askerin buldozerle evi yıkması sonucunda ölmüş. Ama hemen değil. Yıkıntıların altında günlerce feryat ettikten sonra. Çünkü İsrailli askerler eve kimseyi yaklaştırmamışlar.

Nablus yakınındaki Beit An köyünden 13 yaşındaki Hüsam, köyün yakınındaki bir tepede nöbet tutan askerlerin ‘‘eğlenmek’’ için uzuvlarına tek tek dom-dom kurşunu sıkmasıyla ömür boyu sakatlığa mahkûm kalmış. Han Yunis mülteci kampından 12 yaşındaki Basel, 19 Mart 2001'de okul dönüşü evinin kümesinden kaçan tavuğu yakalamaya çalışırken, ne yaptığını kontrol kulesinden görmelerine rağmen kıllarını kıpırdatmayan askerlerin ve annesinin gözleri önünde biraz ileride duran bir tankın ateş açması ile paramparça olmuş. Çok parlak bir öğrenci imiş. Büyüyünce mühendis olup ailesine bakmak istiyormuş.

Murad'a göre, İsrail ordusu ‘‘hata sonucu’’ diyerek geçiştirip yinelediği bu davranışlarının yanı sıra sistematik zulüm yöntemlerine de başvuruyor. Tutuklulara sakat edinceye kadar işkence etmek, kontrol noktalarını geçişe kapatarak hayatı felce uğratmak, olur olmaz nedenlerle uzun süreli sokağa çıkma yasağı koyarak açlığa ve hatta ölüme sebebiyet vermek bu yöntemlerin başlıcaları. Büyük çoğunluğu fanatik Yahudilerden oluşan yerleşimciler de çevrelerindeki Filistin köylerine dehşet saçıyor. Tek geçim yolu zeytincilik olan köylülerin hasat zamanı zeytin toplamalarını engellemek için onları makineli tüfekle tarayan yerleşimciler, köylülerin korkudan işleyemedikleri toprakları ‘‘işlenmeyen toprağa el koyma hakkı’’ yasasına göre ele geçiriyorlar.

Kenize Murad'ın buna benzer sayısız olayı naklettiği kitabından çıkan ve birçok muhalif İsrailli'nin de teyit ettiği sonuç, Sharon Hükümeti'nin barış istemediği ve bunu her türlü bahaneyi kullanarak bugüne dek sabote etmiş olduğu. Öte yandan, yaşamları işkence, ölüm ve haksızlıkla yoğrulmuş Filistin halkı ise artık umudunu yitirmiş durumda. El Kudüs Üniversitesi öğrencisi İman, bu umutsuzluğu dile getirirken, aynı zamanda intihar saldırılarını da gerekçelendiriyor: ‘‘Bunu yaparsam hiç olmazsa ölümüm bir anlam kazanmış olur. Bunun dinle alakası yok. Vatan sevgisi de bir din olabilir. Ölüm şeklimi kendim seçerek kurban konumundan çıkar, yaşamımı ayaklar altına alanların elinden kurtulmuş olurum.’’ Bu mantığa karşı konulamayacağını, oğlu Filistinliler tarafından öldürülmüş olan İsrailli bir baba, Yitzhak Frankenthal, bizzat kendi söylüyor: ‘‘Eğer ben de Filistinli doğmuş olsaydım, işgalciyi öldürmek ve ona zarar vermek isterdim. Yoksa özgür insan kimliğime ihanet etmiş olurdum.’’

‘‘Avrupa Yahudi Kongresi’’ eski Başkanı Theo Klein da İsrail Hükümeti'nin tutumunu şiddetle eleştirenlerden biri. Daha geçenlerde Sharon'u ‘‘umutsuzluk içinde tükenmekte olan’’ Filistin halkına saygı göstermeye çağırdı. Filistin sorunu çözülmeden Ortadoğu'nun barışa kavuşabileceğini düşünenler kendilerini aldatmaktan başka bir şey yapmıyorlar.
Yazının Devamını Oku

2004 yılının başında umutlar ve kaygılar

3 Ocak 2004
<B>2003 </B>yılı genellikle Türkiye için iyi geçti. AKP'nin iktidardaki politik yaklaşımını ve icraatını olumlu değerlendirmek için nedenler çok. İdeolojik kutuplaşmaya meydan verilmedi, kurumlarla ilişkilerde bazı sürtüşmelere rağmen itidalli davranıldı, parti gündemindeki konular biraz fazla aceleyle ileri sürüldüyse de işler tatsızlaşmadan rafa kaldırıldı.

Ekonomi alanında istikrar programı titizlikle yürütüldü, enflasyon ve büyüme hedefleri gerçekleştirildi, kısmen Euro'nun değer kazanması nedeniyle ihracat gelirleri önemli ölçüde arttı, dış ödemeler dengesindeki açık korkulduğu kadar büyük olmadı, temel ekonomik ve sosyal sorunların çözümünden hálá çok uzaktaysak da kısa ve orta vadede yeni bir finansal kriz olasılığı bertaraf edildi. İstanbul'u hedef alan terörist saldırılar karşısında da ulusça iyi bir sınav verdik, moral bozukluğuna uğramadık, devlet ve toplum olarak çabuk toparlandık.

* * *

Dış politikaya gelince, Ortadoğu'daki yangından büyük yara almadan çıktık. 1 Mart tezkeresinin Meclis'te reddinden sonra ABD ile ilişkilerimiz süratle tamir edilebildi. İyi niyet gösterdik, fakat Irak cehennemine asker göndermemize gerek kalmadı. Bölge meselelerine daha gerçekçi ve dengeli bir şekilde yaklaşmayı öğrendik. AB ile ilişkilerde TBMM çok iyi çalışarak kapsamlı uyum kanunlarını kabul etti. Uygulamada henüz çok yetersiz olmakla beraber bazı adımlar atıldı. AKP hükümeti, 57'nci hükümete oranla AB ülkeleri ve kurumları ile çok daha verimli bir diyalog kurmayı başardı. Etraftaki bol sayıda korku taciri, Kıbrıs'ta sağduyunun galebe çalmasını engelleyemedi.

Ne var ki asıl sınavı 2004 yılında geçireceğiz. Çok elverişli olmayan küresel ve bölgesel bir ortamda cesur kararlar almak gerekecek. AB içinde genişlemenin yarattığı sıkıntılar ve haziran ayında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimleri, Türkiye'nin üyeliği üzerindeki tartışmaları hararetlendirecek. Bunlardan etkilenmeden bütün dikkatimizi yıl sonunda müzakere tarihi almaya odaklamalıyız. Tereddütleri ne olursa olsun AB, Türkiye'ye karşı somut yükümlülükler altındadır. Özellikle uygulama alanında Kopenhag kriterlerine çok yaklaştığımız ve Kıbrıs'ta çözüme yapıcı bir şekilde katkıda bulunduğumuz takdirde müzakere tarihini sağlamamız kolaylaşacaktır. Fakat güçlükler de ortadadır.

Uygulamada bürokrasinin her açılıma geleneksel mukavemeti henüz kırılamamıştır. Güvenlik kaygısı zaman zaman güvenliği daha fazla tehlikeye atabilecek boyutlara kadar zorlanmaktadır. Toplum düzeyinde kutuplaşmalar yumuşarken devletin bazı yaklaşımları bunları daha keskin hale getirecek niteliktedir. AB sürecinde ivme kaybolduğu takdirde bunun politik, ekonomik ve toplumsal sonuçları çok iyi hesaplanmalı, çeşitli sorunlar arasındaki etkileşim doğru değerlendirilmelidir. Örneğin, bugün Irak'ta bir federal yapının Kürtlerin politik ağırlığını artırmasından ve hatta bir bağımsız Kürt devletine zemin hazırlamasından kendi iç problemlerimiz yüzünden endişe duyuyoruz. Oysa bu bağlamda dahi en iyi çare yine AB sürecinde ilerleme kaydetmektir. Süreç rayından çıkarsa, Irak'taki gelişmeler ne olursa olsun Türkiye yine politik ve toplumsal gerginliklere sürüklenebilecektir.

* * *

2004 yılında öncelik Kıbrıs ve AB olacaksa da diğer sorunlar göz ardı edilmemelidir. Kafkasya'da istikrarsızlığın artması olasılığı vardır. ABD ile artık daha kırılgan hale gelen ilişkilerimizde pürüzler çıkmaması dikkatli bir politika gerektirir. Ortadoğu politikamız yeni bir düşünce modeline ihtiyaç göstermektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin üniversitelerde türban konusunda vereceği karar hangi yönde olursa, önemli politik yansımalara yol açacaktır. Kararın milli politika hedeflerimizi zedelemesine izin verilmemelidir.

Evet, 2004 yılında ya umutlarımız gerçekleşecek veya büyük düş kırıklığına uğrayacağız. AKP hükümetinin eline tarihi bir fırsat geçmiştir. Bu fırsatı kaçırmazsa hem parti olarak büyük bir başarıya imza atar ve hem de kurulduğundan beri cumhuriyetin güttüğü amaca son yarım asrın en büyük hizmetini yapmış olur.
Yazının Devamını Oku

Garanti Antlaşması tartışması

27 Aralık 2003
<B>GEÇEN </B>hafta bir televizyon kanalında Annan Planı'nı yine tartışıyorduk. Söz Garanti Antlaşması'na gelince, panelistlerden çok saygın biri bu antlaşmanın işlemeyeceğini, çünkü Annan Planı'nda Türkiye'nin müdahalesinin BM Güvenlik Konseyi'nin iznine tabi hale getirildiğini söyledi. Bunun böyle olmadığını biliyordum, fakat panelist ‘‘planın (filan) sayfasında işte böyle yazıyor’’ deyince hafızamın belki de beni yanılttığını düşünmekten kendimi alamadım. Ertesi günü planın ilgili kısmını tekrar inceleyince yanılmadığım ortaya çıktı. Garanti Antlaşması'na göre müdahelenin Güvenlik Konseyi'nin peşin iznine bağlı olması söz konusu değildi.

Annan Planı'nın yürürlüğe girmesi ile eşzamanlı olarak Güvenlik Konseyi'nin yapacağı işler vardı, fakat bunlar tamamen değişik konularla ilgiliydi. Konsey özellikle Kıbrıs'ın tamamen veya kısmen bir başka devletle birleşmesinin ve taksimin yasaklandığını resmen not edecek, Kıbrıslı Türklerin ve Rumların politik eşitliğini, ayrı kimliklerini ve ‘‘Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’’nde Türk ve Rum kurucu devletlerinin eşit statülerini tanıyacak, Kıbrıs'a silah ikmali yasağının ihracatçılar ve ithalatçılar için hukuken bağlayıcı olmasını sağlayacaktı. Konsey ayrıca Tesis Antlaşması'nın uygulanmasını izlemek üzere BM Barış gücünün görevine devam etmesine karar verecekti.

* * *

Garanti Antlaşması kapsamında ileri sürülen iki kaygı daha var. Birincisi Annan Planı'nda öngörülen Ek Protokol'de Garanti Antlaşması'nın ‘‘mutatis mutandis’’ (gereken değişiklikler yapılarak) Tesis Antlaşması ile yaratılan duruma uygulanacağının belirtilmesine ilişkin. Peki, neden bu ifade kullanılmış? Çünkü 1960 tarihli Garanti Antlaşması o zamanki statüyü garanti ediyordu, şimdi yeni kurulan bir statünün garantisi gerekiyor ve üstelik protokole göre Garanti Antlaşması sadece ‘‘Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’’nin bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü, güvenliğini ve anayasal düzenini değil, fakat kurucu devletlerin de toprak bütünlüğünü, güvenliğini ve anayasal düzenini garanti ediyor. Yine de Latince sözcükler esrarengiz veya kuşku uyandırıcı sayılıyorsa değiştirilmesi istenebilir.

İkinci çekince Avrupa Birliği ile bağlantılı. Madem ki deniyor Kıbrıs artık AB'nin bir üyesi olacaktır, Türkiye nasıl olsa müdahale edemez. Doğru değil. Kıbrıs'ın AB'ye katılma antlaşmasına eklenecek protokolün 4'üncü maddesi şöyle: ‘‘Kıbrıs'ın Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası'na katılımı Tesis Antlaşması, Garanti ve İttifak Antlaşmaları ve Ek Protokollerin hükümleri ile bağdaşacak ve hiçbir şekilde bu hükümlere zarar vermeyecektir.’’ Kaldı ki, bu hükümlerden de bağımsız olarak, Kıbrıs'ın AB üyeliğinin Türkiye'nin askeri müdahalesine engel olması düşünülemez. 1996 Kardak krizinde Yunanistan hem AB hem de NATO üyesiydi, yine de Kardak'tan kuvvetlerini çekmeseydi pekálá müdahale etmeye hazırdık.

* * *

Annan Planı üzerindeki tartışma neredeyse teolojik nitelik kazandı. Oysa bu tartışmayı somut ve gerçekçi bir biçimde yürütmekte ve ona duygusal bir boyut vermemekte sayılamayacak kadar fayda vardır. Unutmayalım ki güçlükleri sürekli erteleme alışkanlığımız yüzünden kendimizi bir takvim kıskacına mahkûm ettik. KKTC'de hükümet kurma sürecinin uzaması veya yeni seçimlere gidilmesi, Ankara'da siyasi iradenin açık seçik belirmesinin sürüncemede kalması, bu kıskacı daha da daraltacaktır.

Mayıs 2004'e kadar çözüm yolunda kesin bir ilerleme olmazsa veya Türkiye'nin ve KKTC'nin uzlaşıcı bir yaklaşım içinde olduğu algılaması yaratılamazsa hem KKTC ve hem Türkiye uzun yıllar sürebilecek politik, ekonomik ve sosyal sarsıntılar geçireceklerdir. ‘‘Kıbrıs meselesini çözdüğümüz halde AB'den müzakere tarihi alamazsak çok kötü duruma düşeriz’’ endişesi de bir vehimden başka bir şey değildir. Annan Planı'nın genel çerçevesi, Kıbrıs'ın çözümünü ve bu çözümün uygulanmasını Türkiye'nin AB'ye üye olacağı varsayımına dayandırıyor. Bu varsayımı AB'nin kendisi zedelerse uygulamanın fiilen ertelenmesi sorumluluğunu da yüklenmiş olur.
Yazının Devamını Oku

Seçimlerden sonra Kıbrıs

20 Aralık 2003
<B>8 </B>Kasım'da yayımlanan <B>‘‘Aralık Ayında KKTC’’</B> başlıklı yazımda Türkiye'nin gütmesi gereken politika hakkında şöyle diyordum:‘‘Hükümet gerçekten Annan planı çerçevesinde bir çözümde kararlı ise seçimlerin Kıbrıs Türklerini bölmesini beklememeli, seçimden önce Cumhurbaşkanı ile muhalefet arasında bir uzlaşma zemini sağlamalıdır.’’ Hükümet ise seçimlerin vereceği mesajı beklemeyi tercih etti ve bu arada Annan planına değişiklik önerilerini hazırladı. KKTC'ye gelince, Annan planının temel ilkeleri ve parametreleri dışında yeni bir çözüm üzerinde çalışmalarını sürdürdü. Şimdi seçimlerden sonra net olmayan tabloda bu iki yaklaşımın bağdaştırılmasına çaba harcanacak. Üstelik KKTC'de bir koalisyonun kurulması da çözüm şekli konusunda asgari bir mutabakata bağlı. 1 Mayıs 2004'e kadarki çok sıkışık takvimde kaybedecek bir saniye yok.

* * *

Şeçimler bir kilitlenme doğurduysa da KKTC halkının verdiği mesaj açıktır. Meclisteki sandalye sayısının eşitliğine rağmen muhalefetin kazandığı oy miktarı daha yüksek. Kaldı ki CTP'ye ve BDH'ye oy verenler içinde gençlerin sayısı çok daha fazla. UBP'ye ve DP'ye oy verenlerin çoğunlu 1974'ten sonra Türkiye'den gelenler veya statükonun bozulmasının imtiyazlarına zarar vereceğini düşünenler. Aslında fark, istikbale bakanlar ile maziye bakanlar arasında. Kaldı ki, Annan planı geçen mart ayında referanduma sunulsaydı mutlaka onaylanırdı. Çünkü seçimlerde iktidar partilerinin aldığı oylarda o zamandan beri Cumhurbaşkanı Denktaş'ın yürüttüğü cansiperane kampanyanın büyük rolü olmuştur.

Ankara çok kararlı davranmadığı takdirde Denktaş'ın bundan sonra da çözümün anahtarını elinde tutacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Peki kendisi seçim sonuçlardan ne kadar etkilendi? Belli değil. Söylemlerinde esneklik yönünde bir emare gördüğünüzü sanıyorsunuz, hemen arkasından Annan planına karşı bütün bataryalarını ateşliyor. Bir çöüme varılacaksa her şeyden önce Denktaş'ın pozisyonunda tam bir tornistan yapması gerekir. Denebilir ki bundan sonra Denktaş yine müzakereci kalmaya devam etse bile tek başına olmayacak, yanında çözüm taraftarları da bulunacak. Türkiye de ağırlığını koyacak. Doğru da, Denktaş'ın politik mahareti hiç küçümsenmemelidir.

Dikkat edilmesi gereken bir nokta, Annan planında fazla değişiklik yapılamayacağıdır. Plan şimdiye kadar iki kere revize edildi ve her defasında Türk tarafı lehine yapılan ayarlamalar Rum tarafı lehine yapılan ayarlamalarla dengelendi. Bu nedenle istenecek değişiklikleri asgari düzeyde tutmak onların kabul şansını artırır. Bunların başlıcalarına kısaca değinmek istiyorum. Bir kere KKTC Cumhurbaşkanı, Kıbrıs'ta iki halk olduğunun açıkça belirtilmesini istiyor. Bunda kuşkusuz haklıdır. Annan planına göre ‘‘Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’’ne vücut veren Tesis Anlaşması'nı ‘‘kurucu iradeleri’’ ile Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar referandumda onaylayacaklar. ‘‘Kıbrıs Türk ve Rum halkları’’ demek daha doğru olur.

Bunun dışında Annan planının en pürüzlü noktaları mülkiyet ve ikamet ile ilgidir.

* * *

Mülkiyet konusunda plan, Türk bölgesindeki toplam toprak alanının ve konut sayısının en çok % 10'unun eski Rum maliklerine iadesini öngörmektedir. Bu oran yüksektir, % 5'e indirilmesi istenebilir. İkamet meselesine gelince; plan, gayrimenkul iadesinden yararlananlar, özel dönüş hakkı elde edenler ve Kuzey'de sürekli ikamet etmek isteyenler için aşamalı toplam kotalar saptamıştır. Özetle 15 yıl sonra Türk bölgesinin nüfusunun en çok % 21'i kadar kişiye ikamet hakkı verilecek. Bu oranın da % 10'a indirilmesi yerinde olur ve iki kesimliliğe daha uygun düşer. Gerçi Denktaş 1960 antlaşmalarındaki hakların tehlikeye girdiği ve Garanti Antlaşması'nın sulandırıldığı gibi görüşleri de ısrarla ileri sürüyor, fakat bunlar inandırıcı olmaktan uzak. Annan planı etrafında yaratılan efsane ile planın gerçek içeriği arasında inanılmaz bir fark mevcut. Efsaneye bel bağlayarak KKTC'nin ve Türkiye'nin uzun süreli çıkarlarını tehlikeye atmayalım, akılcılık youndan ayrılmayalım.
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs'ta çanlar kime?

13 Aralık 2003
<B>K</B>KTC seçimini iktidar ve muhalefet referandum niteliğinde görüyor; çünkü bu seçimlerin Annan planı çerçevesinde çözüm isteyenlerle çözüme ne pahasına olursa olsun karşı çıkanlar arasında bir tercih anlamına geleceğini düşünüyorlar. Bu yüzden plan, tartışmaların tam göbeğinde. Plana yönelik eleştiri ve çekincelerin bir kısmı kuşkusuz haklıdır. Fakat, diğer eleştirilerde, çağdışı bir sözde milliyetçiliğin beslediği demagojinin gerçekten şahikasına varılmıştır. Bunlardan birkaç örnek vermek istiyorum. İlk başta sınırlar konusu var. 1974'ten beri Annan planında öngörülen oranlarda toprak ayarlamaları yapılacağı ve dolayısıyla bu ayarlamalara tabi bölgelerde oturan Türklerin istedikleri takdirde Kuzey'e göç edecekleri biliniyordu. Bu oranları KKTC bir kere değil, birkaç kere kabul etmiştir. Şimdi bu konuda sergilenen sızlanma edebiyatı, ikna edici olmaktan uzaktır.

HAKLAR KAYBOLUYOR MU?

Bir inanılmaz iddia da 1960 antlaşmalarındaki haklarımızın kaybolduğudur. Hangi haklar diye sorulduğunda şu cevabı alıyorsunuz: 1960 antlaşmaları Kıbrıs'ın hem Yunanistan, hem de Türkiye'nin üye olmadığı bir uluslararası kuruluşa üyeliğini yasaklar. Dolayısı ile Kıbrıs, AB üyesi olamaz. Oysa antlaşmalar sadece Enosis veya taksimi yasaklar. AB üyeliğinin Enosis anlamına geldiği ise hiçbir uluslararası yargı merciinde savunulamaz. 1960 Anayasası'nda uluslararası kuruluşlara üyeliği engelleyecek veto hakkına yer verildiği doğrudur. Fakat anayasanın yürürlükte olduğunu KKTC kabul ediyor mu? O anayasa yürürlükte ise Türk kuvvetlerinin derhal Ada'yı terk etmesi gerektiğinin farkında mı? Galiba değil. Çünkü, AB üyelik sürecinde karşılaşacağı güçlükleri aşmak için Türkiye'nin Güney Kıbrıs'ı ‘‘Kıbrıs Cumhuriyeti’’ olarak tanımasında bir sakınca görmediğini bizzat Cumhurbaşkanı Denktaş söylüyor. Annan planını öldürmek için ‘‘Kıbrıs Cumhuriyeti’’ni tanımak ise pire için yorgan yakmaktan başka anlama gelmez. Bir devletin tanınmasının geriye dönük olarak o devletin bütün tasarruflarını tanımak anlamına geldiğini ve tanıma bir kere oldu mu onun geri çekilemeyeceğini söyleyecek bir hukukçu Lefkoşa'da yok muydu?

İleri sürülen bir başka sav da Annan planı ile Garanti Antlaşması'nın sulandırıldığıdır. Aksine plan Garanti Antlaşması'nı kuvvetlendiriyor, Türk ve Rum kurucu devletlerini de garantinin kapsamına sokuyor. Yine bu konuda Denktaş, Türkiye ile Yunanistan'ın arasındaki görüşmelerin sonuca ulaşmadığını ileri sürüyor ve ‘‘Garanti Antlaşması ortada yok’’ diyor. Gerçek öyle değil. Ankara ve Atina arasındaki temaslar Garanti Antlaşması'nın metni üzerinde değil, fakat Annan planında öngörülen Kıbrıs'ın silahsızlandırılmasına ilişkin hükümlerin uygulanmasının gerektirdiği teknik konular üzerinde cereyan ediyor.

PETROL OLSA NE OLACAK

Nihayet Kıbrıs'ta çözümün Türkiye'nin AB üyeliğine büyük bir ivme vereceğini kimse inkár edemez. Annan planı, Kıbrıs'ta çözüm ile Türkiye'nin AB üyeliği arasında direkt bir bağ kuruyor. Türkiye bir AB üyesinin toprak bütünlüğünü ve güvenliğini garanti ediyor. Ada'daki 6 bin kişilik Türk birliği ancak Türkiye AB üyesi olunca geri çekilecek. Kıbrıs'ı AB üyeliği için bir manivela olarak kullanmak isteyenler daha iyi bir formül bulabilirler mi?

Son günlerde bir de petrol savı ileri sürüldü. Kıbrıs'ı çevreleyen denizlerde çok petrol varmış ve AB bu yüzden Kıbrıs'ı üye yapmak istiyormuş. İyi de çözüm olmadan bu petrolden KKTC ve Türkiye nasıl yararlanacak? Statüsü tartışmalı Kuzey'deki deniz bölgerinde kim yatırım yapacak? Çözüm olmadıkça Güney Kıbrıs tek başına Güney'deki kaynaklardan istifade eder. Çözüm olursa tüm kaynaklardan iki taraf da yararlanır.

Kıbrıs'ta yarın umarım çanlar akılcılık ve sağduyu için çalar.
Yazının Devamını Oku

AİHM ve Türkiye

6 Aralık 2003
<B>TÜRKİYE'</B>nin Avrupa ile ilişkilerinde insan hakları açısından iki mihenk taşı var. Bir tanesi AB Komisyonu'nun ilerleme raporları, ikincisi ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) kararları ve Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'nin bu kararların uygulanması ile ilgili tutumu. Avrupa Konseyi ile çatışma halinde bir Türkiye'nin, AB ile üyelik sürecinde açmazlara sürüklenmesi kaçınılmaz. AİHM'de en hassas sayılan davalarda Türkiye önde geliyor. Avrupa Konseyi'nin 46 üyesi hakkında AİHM'ce kabul edilebilir bulunan 868 başvurunun 248'i Türkiye'ye yönelik. Bunlardan 57'si yaşam haklarına ilişkin. Yargısız infaz ve kayıp kişilerle ilgili başvurular bu kategoriye giriyor. Son yıllarda Türk hükümeti, AİHM çerçevesinde dostane çözüm yolu ile başvuruculara sürekli tazminat ödüyor. 61 işkence davası devam ediyorsa da başvuruların sayısında net bir azalma mevcut.

MİLYARLARCA DOLAR

Türkiye'yi en çok gayrimenkul davaları zorlamaktadır. AİHM, 1996'da Loizidu davasında aldığı kararda Türkiye'yi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 1 Numaralı Protokolü'nü ihlal ederek başvurucunun Kuzey Kıbrıs'taki mülküne ulaşmasını engellemekle suçlamıştı. 1998 tarihli kararda ise mülkünü kullanamamaktan dolayı Loizidu'nun uğradığı gelir kaybının tazminine karar verilmişti. Loizidu kararlarına uyulmaması Avrupa Konseyi Delegeler Komitesi'ne intikal edince, Türkiye, ödemenin emsal teşkil etmeyeceği yolunda Delegeler Komitesi'nde yaptığı beyanın not edilmesi şartı ile tazminatı faizi ile ödemeyi kabul etti. Bu konuda bir güçlük çıkmadı; çünkü Türkiye'nin beyanının AİHM açısından hukuki geçerliliği yok. Kıbrıs'ta çözüm yokluğunda benzer davalar için nasıl olsa milyarlarca dolar tazminat ödenmesi kaçınılmaz. Gerçi mülkiyet ile ilgili başvuruların ilk aşamada yerel mercilere yönlendirilmesi için KKTC'de bir de Tazmin Komisyonu oluşturuldu. Ancak bu komisyonun etkililiğini yine AİHM değerlendirecek ve ona göre tazminat başvurularını komisyona havale edip etmemeye karar verecek. Kaldı ki KKTC yasasına göre bütün Rum malları kamulaştırılmış olduğundan Tazmin Komisyonu'na başvuru, mülkiyet hakkından peşinen feragat anlamına da geliyor.

Avrupa Konseyi'nde asıl güçlük 1996 ihlal kararına ilişkindi; çünkü Delegeler Komitesi konuyu gündemine alınca Türkiye'den Loizidu'nun mülkünü kullanması önündeki engelin kaldırılmasını isteyebilecekti. Bu ise bir anlamda Kıbrıs meselesinin tümünü gündeme getirecekti. İşte Türkiye, 2 Aralık'ta alınan kararla bu tehlikeyi şimdilik bertaraf etti. İsterseniz taktik bir başarı kazandı. Ne var ki Kıbrıs'ta çözüm olmazsa mesele 2005'te karşımıza tekrar çıkacak.

TÜRBAN DAVASI GELİYOR

Türkiye'yi içerde siyasi bakımdan zorlayacak davalar türban ile ilgili. Bu alanda emsal teşkil edecek karar Leyla Şahin'in başvurusu hakkında alınacak. Şahin, 1998’de İstanbul Tıp Fakültesi'ni, 5'inci sınıftayken, türban taktığı için terk etmek durumunda kalmıştı. Dışişleri Bakanı, AB Komisyonu'nun ilerleme raporunda türbandan söz edilmemesinden şikáyetçi olduğunu açıkladığına göre, AKP hükümetinin AİHM'den Şahin'e hak veren bir karar beklediği varsayılabilir. Ancak karar ister olumlu ister olumsuz olsun Türkiye'de AB politikasını da etkileyebilecek siyasi bir tartışmaya yol açabilir.

2004 yılı her bakımdan Türkiye için çok kritik bir yıl olacaktır. Avrupa Konseyi, AB ve Kıbrıs konusunda bitmek tükenmek bilmez verimsiz polemikler yerine geniş bir oydaşmaya acilen ihtiyacımız var.
Yazının Devamını Oku