29 Kasım 2003
ABD'nin Irak'ta gün geçtikçe açmaza sürüklenmesi ve bir türlü gerçekçi bir çıkış stratejisi geliştirememesi kaçınılmaz olarak 1960 ve 70'lerdeki Vietnam faciasını çağrıştırıyor. Kuşkusuz iki durum arasında önemli farklar var.ABD Vietnam'a 500.000 asker göndermek mecburiyetinde kalmış,o devrin parası ile 150 milyar dolar sarfetmiş,Amerikan ordusu 60.000 ölü ve 150.000 yaralı ile çok büyük kayıplara uğramıştı.Bugün Irak'ta,hiç değilse şimdiki aşamada bu rakamlardan bir hayli uzağız.Kaldı ki,Vietnam savaşının uzaması Amerikan kamuoyunda Başkan Johnson ve Başkan Nixon'u büyük baskı altında tutan muazzam bir infial yaratmıştı.Oysa Başkan Bush siyasî destek kaybetmekle beraber 11 Eylûl travmasının etkisini sürdürmesi nedeniyle aynı yoğunlukta bir tepki ile henüz karşılaşmamıştır.Belki bir fark daha var.O zaman askerlik hizmetini yapan gençler Vietnam'a giderek ölüyorlar veya sakat dönüyorlardı.Bugün ise Amerikan ordusu profesyonel bir ordu,mensuplarının tamamı gönüllü olarak ücret karşılığında askerlik mesleğini icra ediyor.
***
Koşulların çok değişik olmasına rağmen,Vietnam ile Irak arasında hiç değilse Washington'un hata yapma yeteneği ve potansiyeli açısından bir mukayese yapılabir.ABD o tarihte de kutsal olarak algıladığı bir dava uğruna,komünizmin yayılmasını önlemek için savaştığı inancındaydı.İdeolojik saplantısı yüzünden Vietkong'un komünist olmakla beraber bir milliyetçi harekete öncülük ettiğini,halkın büyük kısmının,özellikle köylülerin desteğine sahip olduğunu,gerilla savaşına karşı ne kadar üstün olursa olsun,askerî gücün yetmeyeceğini anlayamıyordu.Sovyetler Birliği ile Çin arasındaki menfaat çatışmasını ve Çin ile Vietnam arasındaki tarihî husumeti teşhis edememişti.ABD Vietnam'dan sonra da stratejik hatalarını devam ettirdi.1979'da Sovyetler Birliği'nin işgalini takiben Afganistan'da köktendincileri destekleyerek 11 Eylûl'e kadar götüren şiddete dönük cereyanların büyümesine katkıda bulundu.
ABD'nin Irak'ta da vahim bir stratejik bir hata yaptığı artık inkár edilemez.İsrail'in şiddet politikası Orta-Doğu'nun politik ortamını esasen ABD aleyhine dönüştürmüştü. Filistin kanayan bir yara halindeyken ABD'nin iyi hazırlanmış bir siyasî plána bile sahip olmadan Irak macerasına atılması bölgeyi çifte bir buhrana sürükledi.Üstelik bu sefer ABD'nin Vietnam'da yaptığı gibi Irak'ta tası tarağı toplayıp çekilmesi o kadar kolay değil.Güney-Doğu Asya'nın aksine Orta-Doğu'da hayatî çıkarları mevcut.Ancak işin içinden nasıl çıkacağı da belli değil.Varsayalım ki Irak'ta yeni bir Anayasa üzerinde oydaşma oluştu ve seçimlerden çıkan bir Hükûmet kurulabildi.Bir kaosu takiben geniş ölçüde ABD'nin dayatması ile ihdas edilen siyasî bir düzen Irak gibi nüfusu homojen olmayan bir ülkede ne kadar devamlı olabilir.Düzeni garanti etmek için Amerikan kuvvetleri süresiz bölgede kalırsa, hele İsrail ile Filistinliler arasında barış gerçekleşmediği takdirde,Orta-Doğu'da istikrarsızlık kronik hale gelmez mi?
***
ABD süper güç olmanın doğal avantajlarına sahip.Kayıplarını daha kolay teláfi edebiliyor.Hatalarının bedelini de daha çok başkaları ödüyor.Nitekim Irak savaşı köktendinci teröre yeni bir ivme kazandırdı,terör dalgası bir çok müslüman ülkeyi ve en son olarak da Türkiye'yi vurdu.Avrupa ülkelerine de sirayet etmesi olasılığı kuvvetli.
ABD bugün zor bir dönüm noktasında.Güç politikasının teorisyenlerinden Zbigniew Brzezinski bile 'ABD'nin gücü bugün zirvedeyken dünyadaki itibarı dibe vurmuştur'diyor.ABD'nin daha akılcı,daha temkinli,daha az ideolojik , daha az benmerkezci ve daha az 'İsrailmerkezci' bir politikaya yönelmesi zamanı gelmiştir.
Yazının Devamını Oku 22 Kasım 2003
<B>İSTANBUL </B>beş gün ara ile iki büyük facia yaşadı. Bilanço korkunç. 50'den fazla ölü, yüzlerce yaralı, enkaz halinde semtler, moral bozukluğu, sayısız aile için maddi ve manevi kayıplar, İstanbul ve ülke çapında bütün boyutları ancak zamanla belli olacak ekonomik zararlar. Terör eylemlerinin devam etmesi olasılığı da bertaraf edilemez. İstanbul kozmopolit bir şehir, bir finans, ticaret ve turizm merkezi. El Kaide veya onun ideolojisinde ve taassubundaki terör örgütlerinin tercih ettiği hedeflerle dolu. İstanbul'a vurulan darbeler bütün dünyada derhal geniş akis bırakıyor, dünya kamuoyunu hemen etkiliyor.
* * *
İstanbul olaylarının arkasında kim var? Bu soruya kesin cevap vermek imkánsız. Fakat patlamaların şiddeti, Musevi ve İngiliz hedeflerinin seçimi, azami zayiat amacının güdülmesi, kuşkusuz El Kaide izlerini taşıyor. İşin ürpertici yönü intihar saldırılarının yerli işbirlikçiler tarafından yerine getirilmesi. Demek oluyor ki uzun bir zamandan beri ciddi bir örgütlenme ve planlama faaliyeti mevcut. Türkiye'nin seçilmesinin özel siyasi nedenleri olduğu da söylenebilir. Bu açıdan önemli olan Türkiye'nin terörü yönetenler tarafından nasıl algılandığıdır. Türkiye'nin Batı'ya en yakın, ABD'nin müttefiki, Irak'ta Amerikalılara yardım etmek için asker göndermeye hazır, İsrail ile sıkı işbirliği içinde, köktendincilerin reddettiği laik ve Batı modeli demokrasiyi benimseyen bir Müslüman ülke olarak algılanması şaşırtıcı olmaz.
Peki, bu terörle nasıl başa çıkacağız? Kolay değil, intiharı kabullenmeye ikna edebilen bir fanatizmle mücadelenin ne kadar çetin olduğunu biliyoruz. El Kaide'ye karşı sürdürülen mücadele başarıya ulaşamadı, Usame bin Ladin bir türlü yakalanamadı. Saddam Hüseyin'in de yakalanamadığı Irak'ta geçmişte ülkeye sokulmayan El Kaide şimdi Saddamcılar ve Baasçılar ile ittifak halinde. Başkan Bush ve Başbakan Blair Londra'da İstanbul'daki saldırıların Irak'a karşı politikanın haklılığını kanıtladığını iddia ettiler. Aslında tam tersi oldu. Irak savaşı ile İsrail'in Filistin'deki şiddet ve baskı politikası bir araya gelince bunlara tepki global teröre yeni bir ivme kazandırdı. Endonezya, Tunus, Fas ve Suudi Arabistan'da terör olayları birbirini izledi.Türkiye'den sonra terörün Avrupa'ya sıçraması çok muhtemeldir. Gelecek yıl Atina'da yapılacak olimpiyatlarda Yunanistan herhalde diken üstünde oturacaktır. Ortadoğu'nun tamamı barış ve istikrara kavuşmadıkça bütün ülkeler güvensizlik içinde yaşamayı öğrenmek mecburiyetinde kalacaklar.
* * *
Türkiye terörle mücadelede uluslararası işbirliğinin kilit faktör olduğunu devamlı vurguluyor. Doğrudur, fakat bir dereceye kadar. İstihbarat alanında işbirliği, terör örgütlerinin mali kaynaklarının kurutulması, başka bir ülkeye yönelik teröre siyasi destek verilmemesi, terör suçlularının iadesi uluslararası dayanışmanın temel öğeleri olmalıdır. Fakat sonunda her ülke kendi sınırları içinde alınacak önlemlerden tek başına sorumludur.
Bölücü terör yıllarının aksine Türkiye bugün uluslararası toplumun sempatisine ve desteğine mazhar. Türk toplumunun Musevi toplumu ile asırlardan beri dayanışma içinde olması, Türk güvenlik kurumlarının yetenek ve deneyimi büyük takdir topluyor. Türk halkı, bütün zor devirlerde olduğu gibi büyük bir olgunluk ve ferasetle hareket ediyor. Milletçe geçirdiğimiz sınavdan başarı ile çıkacağımıza inanmalıyız. Bununla beraber, teröre karşı amansız davranırken Türkiye içerde ve dışardaki önceliklerinden şaşmamalı, uzun vadeli vizyonunun tehlikeye düşmesine müsaade etmemelidir.
Yazının Devamını Oku 15 Kasım 2003
<B>BU </B>ayın ilk haftasında açıklanan AB Komisyonu'nun Türkiye hakkındaki İlerleme Raporu AB'ye sempati beslemeyenlerin şimşeklerini çekmekte gecikmedi. Raporun olumsuz yönleri pervasızca incelenirken olumlu yönleri küçümsendi. Üstelik bazı ifadeleri yanlış aksettirildi. Bunlardan en tipik olanı Kürtçe isimlerde kullanılan ‘‘w’’, ‘‘x’’ ve ‘‘q’’ harfleri konusundaki iddiadır. AB'nin sırf bu isimler nüfusa kaydedilebilsin diye alfabemizde değişiklik istediği ileri sürüldü. Oysa raporda böyle bir talep yok, sadece bu harfleri içerdiği için bazı isimlerin nüfus idaresince reddedildiği belirtiliyor. Fakat meselenin bir başka yönü var. AB raporuna çullananlar Türk alfabesinde bulunmayan harfleri içeren şirket isimlerinin pekálá tescil edildiğini unutuyorlar. ‘‘AXA OYAK’’ ve ‘‘BİLETİX’’ ilk aklıma gelen iki örnek, mutlaka başkaları da vardır. Demek oluyor ki alfabeyi değiştirmeden yabancı harfleri kullanmak mümkünmüş. Zaten diğer ülkeler de aynı şeyi yapıyor.
Raporda Türkiye'de kadınların % 50'sinin dayak yediği iddiasının yer aldığı da doğru değil. Raporda kadınların % 50'sinin fizik veya psikolojik şiddete maruz kaldığına dikkat çekiliyor.
İlerleme raporunun olumlu taraflarının olumsuz taraflarından daha ağır bastığı rahatlıkla söylenebilir. Siyasi kriterlerle ilgili bölümün en başında yapılan değerlendirme, komisyonun genel eğilimini zaten çok güzel özetliyor:
‘‘Geçen yıl zarfında Türk hükümeti reformları süratlendirmek için büyük azim gösterdi. Hükümet, aynı zamanda, Türk vatandaşlarının Avrupa standartlarına uygun temel özgürlüklerden ve insan haklarından yararlanmasını sağlamak amacı ile reformların etkili bir şekilde uygulanması yolunda önemli adımlar atmış bulunuyor. Mevcut mevzuatı çeşitli alanlarda değiştiren dört belli başlı reform paketi yasallaşmıştır. Gözden geçirilen Katılım Ortaklığı belgesindeki politik kriterlerin saptadığı önceliklerin birçoğu bu suretle ele alınmıştır.’’
Şurası da kesin ki uygulamadaki noksanları 2004 yılındaki İlerleme Raporu'nun hazırlanacağı tarihe kadar yüzde yüz tamamlamak imkánı yok. Fakat bunu AB de bilmektedir. Bizden beklenen kritik öncelik alanlarında 2004 yılına kadar özlü gelişme kaydedilmesidir.
İyi bir rüzgár yakalamış bulunuyoruz. AKP hükümeti AB üyesi ülkelerin hükümetleri tarafından son 10-12 yıldaki hükümetlere oranla çok daha liberal ve yapıcı olarak algılanmaktadır. Nihayet iki taraf arasında inandırıcı bir diyalog ortamı kurulabilmiştir. İngiltere Başbakanı ve Almanya Şansölyesi son günlerde Türkiye ile üyelik müzakerelerine başlanmasını desteklediklerini söylediler. Daha önce Fransa Cumhurbaşkanı Türkiye'nin üyeliğinin kaçınılmaz olduğunu vurgulamıştı. Gecikmeden Kıbrıs konusunda da çözüm için gerçekten çaba harcadığımızı kanıtlayabilirsek 2004 Aralığı tarihimizde bir dönüm noktası teşkil eder.
Kıbrıs'ta kendimizi nasıl bir çıkmaza soktuğumuzu Avrupa Konseyi'nin Loizidu davası konusundaki son katı tutumu bir kere daha gösterdi. Annan Planı zamanında kabul edilseydi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde Kıbrıs gayrimenkulleri ile ilgili mevcut ve potansiyel milyarlarca dolarlık tazminat davalarının tümü silinmiş olacaktı. 2004 Mayısı'na kadar yine önümüzde bir fırsat var. Başbakan'ın bugün KKTC'ye yapacağı ziyaretin gerek Türkiye'de gerek KKTC'de nihayet sağduyuya davetin başlangıcı olacağını umarız.
Yazının Devamını Oku 8 Kasım 2003
<B>AB </B>Komisyonu'nun 5 Kasım'da açıkladığı <B>‘‘İlerleme Raporlarının Strateji Belgesi’’</B>nde Kıbrıs hakkında yer alan ifadeler bir hayli heyecan yarattı. Kıbrıs'ta bir çözümün Türkiye ile üyelik müzakerelerine başlanması için bir önkoşul olup olmadığı uzun uzun tartışıldı. Oysa Verheugen'in komisyon adına yaptığı açıklamalar tereddüde yer bırakmıyordu. Çözüm bir önkoşul değildi, fakat çözüm ile müzakereler arasında bir ‘‘siyasi bağlantı’’ vardı.
Rapor gerçeklere dayanan bir ‘‘tespit’’ yapmıştı. Kıbrıs sorununun çözümünü tek başına Türkiye'nin sağlayamayacağı takdir edilmekteydi, yine de Türkiye'nin çözüm için gereken çabaları harcadığını göstermesi lazımdı. Aksi takdirde çözümsüzlük ‘‘Türkiye'nin AB beklentileri açısından ciddi engel oluşturabilirdi’’. Bu tutum aslında 1999 Helsinki zirvesinden beri biliniyordu. İsmail Cem ta o zaman uyarıda bulunmuştu. Çok bel bağladığımız meşhur Lipponen mektubu da Kıbrıs meselesini üyelik gündeminden çıkarmamıştı.
* * *
Kıbrıs'ta çözüm yolunda bütün gözler şimdi KKTC'de 14 Aralık'ta yapılacak seçimlere dönmüş bulunuyor. Bu seçimlerin ortamı bir hayli gergin. Cumhurbaşkanı Denktaş bütün karizmasını ve politik becerisini kullanarak, muhalefete karşı özellikle Türkiye'de çok aktif bir kampanyaya girişmiş bulunuyor. ABD'nin ve AB'nin açıkça desteğine sahip muhalefet ise seçimleri kazandığı takdirde, müzakere yetkisini Cumhurbaşkanı'ndan almak ve Annan planını, Rum tarafı ile üzerinde mutabık kalınabilecek bazı değişikliklerle referanduma sunmak niyetinde.
Annan plánı hem Rumlar ve hem de Türklerce kabul edilirse iki tarafın şimdiki liderleri yeni ‘‘Kıbrıs Birleşik Cumhuriyeti’’nin eşbaşkanlıklarını 30 ay süre ile üstlenecekler. Ancak ‘‘Kurucu Devlet’’lerin yasama meclisleri eşbaşkan olarak başka bir kişiyi seçebilirler. Demek oluyor ki muhalefet iktidarı ele geçirirse ve referanduma giderse nazari olarak Cumhurbaşkanı'nın görevine son verebilir. Nazari olarak diyorum, çünkü bu işin gerçekleşmesi o kadar kolay değil. Türkiye'ye rağmen olmayacağını muhalefet de bilir. Kaldı ki Annan planına göre Türkiye, İngiltere ve Yunanistan'ın ayrı bir belge ile referanduma başvurulmasını onaylamaları gerekiyor.
* * *
Seçimleri Cumhurbaşkanı'nı destekleyen partiler kazandığı takdirde ne olur? İleride çözüm imkánı tamamen kaybolmasa da, Annan planındaki dengeler ve parametreler içinde bir çözüme kapı kapanır. Güney Kıbrıs'ın AB kurumlarında yerini alacağı 1 Mayıs 2004'ten sonra yeni bir devlet kurularak değil, fakat mevcut ‘‘Kıbrıs Cumhuriyeti’’ temelinde bir çözümden başka çare kalmaz. Buna da ne Türkiye ve ne de KKTC razı olabilir.
Çözümsüzlük ve AB perspektifinin kaybolması ile Kuzey Kıbrıs'ta bir politik, ekonomik ve psikolojik çöküntü kaçınılmaz olur. Üstelik Türkiye uzun süreli çıkarlarını tehlikeye atmadan KKTC ile ne gümrük birliği gerçekleştirebilir ne de Kuzey'i ilhak edebilir. Denktaş'ın umduğu gibi KKTC'nin günün birinde bağımsızlığının uluslararası toplum tarafından tanınması olasılığı ise hiç yoktur. Kuzey Irak'ın bağımsızlığına karşı ileri sürdüğümüz toprak bütünlüğü prensibinden AB'nin kendi üyelerinden biri aleyhine vazgeçmesi düşünülebilir mi? Ayrıca unutmamak gerekir, 2004 sonunda Kıbrıs sorunu hálá çözümlenmemişse ve Türkiye ile KKTC çözümsüzlüğün sorumlusu olarak algılanıyorsa ya Güney Kıbrıs'ı tanımak veya müzakere tarihi alamamak gibi bir açmaza düşeriz.
* * *
Burada tabii Türkiye'nin politikası nedir sorusu akla geliyor. Hükümet gerçekten Annan plánı çerçevesinde bir çözümde kararlı ise KKTC'deki seçimlerin Kıbrıs Türklerini bölmesini beklememeli, seçimden önce Cumhurbaşkanı ile muhalefet arasında bir uzlaşma zemini sağlamalıdır. Buna karşılık hükümet, Annan plánı çerçevesinde bir çözümü Denktaş'a ve onunla aynı fikirde olanlara rağmen desteklemeyi göze alamıyorsa politikasını da buna göre ayarlamalıdır. O zaman Güney Kıbrıs'ın çözümsüz AB üyesi olmasının sonuçlarına katlanılır ve Türkiye'nin Avrupa serüveni de büyük olasılıkla son bulur. Bu da hiç değilse bir politik tercihtir. Kararsızlıktan daha iyidir.
Yazının Devamını Oku 1 Kasım 2003
<B>ABD </B>Başkanı'nın babası <B>George Herbert Walker Bush </B>1998 yılında yayımlanan <B>‘‘Değişen Dünya’’ </B>başlıklı kitapta Birinci Körfez Savaşı hakkında şunu yazmıştı:‘‘Saddam'ı tasfiyeye uğraşmak, giriştiğimiz kara savaşını Irak'ın işgaline dönüştürmek, yol ortasında hedef değiştirmemek kuralımıza aykırı olacağı gibi, bugünden hesaplayamayacağımız siyasi ve insani kayıplara neden olurdu. Saddam'ı ele geçirmek olasılığı zayıftı. Bağdat'ı işgal etmek ve Irak'ı yönetmek mecburiyetinde kalacaktık. Koalisyonumuz aniden çökerdi. Araplar hiddetle saflarımızı terk ederdi, diğer müttefiklerimiz de bizi yalnız bırakırdı. Bu koşullar altında bir çıkış stratejisi bulamazdık, bu da başka bir temel prensibimize ters düşerdi. Kaldı ki Soğuk Savaş sonrası tecavüz eylemlerine karşı bir davranış modeli geliştirmeğe çalışıyorduk. Irak'ı işgal etmek ve Birleşmiş Milletler'in bize ve müttefiklerimize verdiği yetkiyi tek başımıza aşmak, tecavüze tepki alanında yerleştirmek için çaba harcadığımız emsali yok ederdi. Bize amansız husumet besleyen bir ülkede bugün hálá işgalci konumunda olurduk.’’
Bu basiret dolu görüşü oğul Bush neden hiç kaale almadı ve ülkesini bugünkü açmaza sürükledi? Danışmanları mı kendisini yanlış yola sevk etti? Unutmamak gerekir ki başlıca danışmanları baba Bush zamanında da kilit mevkileri tutmaktaydılar. O zaman da muhtemelen aynı dogmatik yaklaşımları hiç değilse bir ölçüde sergiliyorlardı. Galiba iki Bush arasındaki temel fark burada. Danışmanlardan beklenen siyaset üretmek değil, seçenekler sunmaktır. Politik kararı siyasi lider tek başına almalıdır. Siyasi lider bocalarsa veya danışmalarının tavsiyelerini körü körüne benimserse bugün Irak'taki gibi bir trajedi ile karşılaşılır. Irak savaşını 11 Eylül ile izah etmek de imkánsızdır, Irak'ın işgali global teröre darbe vurmamış, aksine ona yeni bir dava kazandırmış ve daha fazla ivme vermiştir.
ABD Irak'ta bataklığa saplanmışken Türkiye asker göndermek konusundaki kararını gözden geçirmeyi daha fazla ertelememelidir. İnisiyafi ABD'ye bırakmak büyük hata olur. ABD'nin Türkiye'ye yaptığı talepten sıyrılmak yolunu aradığı her gün daha iyi anlaşılıyor. Asker göndermekten vazgeçmek için ille Washington'dan resmi girişim beklemek hem bağımlılık ve zaaf olarak algılanır ve hem de böyle bir karardan sağlayabileceğimiz politik avantajı yok eder. Irak'taki Geçici Yönetim Konseyi'ni aşağılamak da yanlıştır. Asker gönderilmesi için geçici yönetimden davet gelmesi fikrinin ilk önce bizden çıktığını unutmayalım. Geçiş döneminde bu yönetimin Irak'ın egemenlini temsil ettiğini 16 Ekim'de BM Güvenlik Konseyi de kabul etmiştir. Tek meşruiyet kaynağı olarak ABD İşgal Gücü'nü tanımak bizi Irak kamuoyunda işgal ile özdeşleştirir. Iraklılar arasındaki tereddütleri not ettiğimizi, mevcut koşullarda asker göndermenin Irak'ın güvenliğine ve istikrarına katkıda bulunmayacağı kanaatine vardığımızı belirtelim ve bu işi rafa kaldıralım. Siyasi ve ekonomik ilişkilere, sivil projelere ve insani yardımlara öncelik verirsek egemenlik tamamen Iraklılara devredildiği zaman daha fazla nüfuz sahibi oluruz.
Türkiye'nin bugün güdeceği politika ileride yalnız Irak'taki değil, fakat bütün Ortadoğu'daki imajını ve konumunu çok etkileyecektir. AKP hükümeti ekonomik politikada gösterdiği başarıyı dış siyaset alanında da göstermelidir. Bunun da anahtarı zamanında karar almayı ve gerekirse tutum değiştirmeyi bilmektir.
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2003
<B>İSRAİL </B>ile Filistinliler arasında şiddet bütün yoğunluğu ile devam ederken bir ara barışçı çözüm umudu uyandıran Yol Haritası da artık geçerliliğini yitirmiş gözüküyor. ABD, AB, BM ve Rusya'nın şemsiyesi altında geliştirilen Yol Haritası, 1993'te ilk önce büyük heyecan yaratan ve sonra büyük hüsranla biten Oslo Süreci ile aynı düşünce modelinin ürünüydü. Nihai çözüm üzerinde anlaşmaya varılması en son aşamaya bırakılıyordu. Bir seri güven artırıcı önlemle kademe kademe nihai çözüme daha elverişli bir ortama varılacağı sanılmıştı. Tam tersi oldu. İşte bu saptamadan hareketle İsrail İşçi Partisi'nden Yossi Beilin ve Filistin'den Abed Rabbo, iki tarafın sivil toplumlarını temsilen uzun bir çalışma sonunda bir çözüm projesi ortaya çıkardılar. 4 Kasım'da Cenevre'de imzalanacak olan bu belge İsrail hükümeti tarafından ağır eleştiriye hedef oldu. İşçi Partisi liderleri de destek vermediler.
* * *
Beilin-Rabbo projesine göre İsrail ile bağımsız Filistin Devleti arasındaki sınır, iki önemli yerleşim merkezinin İsrail tarafında kalması için yapılacak ayarlama dışında, 1967 savaşı öncesindeki yeşil hattın çizgisini takip edecek. Kudüs'te Harem-i Şerif Filistinlilerin, Ağlama Duvarı ve Yahudi mahallesi İsrail'in egemenliğinde bulunacak. Filistinliler mültecilerin İsrail hudutları içindeki yurtlarına dönmeleri talebinden tamamen vazgeçecek.
Kışkusuz bu proje ancak sembolik bir anlam taşıyor. Fakat hiç değilse bugünkü trajik açmazdan kurtulmak amacını güden ciddi bir çaba.
Güvercinleri yerden yere vuran İsrailli şahinlerin söylemleri ise korku verici. Onların görüşlerini büyük tutku ile savunan bir profesörü birkaç gün önce bir düşünce merkezimizde dinlemek fırsatını buldum. Neler söylemedi ki! Onun nazarında Oslo barış süreci muazzam bir hataydı. Sürgündeki Filistin Kurtuluş Örgütü'nü İsrail'in içine sokmuştu. Filistin sorunu artık çözümlenemezdi. İhtilafla beraber yaşamanın yolunu bulmak gerekti. Nasıl mı? Gayet basit. 140 kilometresi şimdiden bitmiş ve Filistin topraklarının bir kısmını ilhak eden duvarın inşasını sürdürerek, Filistinlilere gerekiyorsa gittikçe daha fazla ıstırap vererek, yerleşim merkezlerindeki Yahudilerin İsrail'e dönmesi karşılığında İsrail vatandaşı olan bir milyon Arabı sınırdışı ederek.
* * *
Profesöre göre İsrail şimdi her zamandan daha kuvvetliydi, çünkü ABD dünyanın hegemonu, ‘‘yeni Roma’’ olmuştu. 11 Eylül'den sonra bütün gücünü kullanmak azmindeydi. İster Cumhuriyetçiler, ister Demokratlar iktidarda olsun ABD İsraili sonuna kadar destekleyecekti. Arap dünyası battıkça batıyordu, Avrupa'nın hiçbir ağırlığı kalmamıştı. ABD'nin Suudi Arabistan'ın petrol üreten bölgelerini işgal etmesi bile gündemdeydi. İsrail 1981'de Irak nükleer tesislerini vurduğu gibi icap ederse İran'ın nükleer tesislerine de saldırabilirdi. İsrail Irak'ta Kürtleri desteklemiyordu, fakat İsrail'de Kürtlere karşı geleneksel olarak büyük sempati duyulduğu bir gerçekti. Türkiye'ye gelince, İsrail'in neredeyse müttefiki sayılmalıydı. Profesör'e radikal görüşlerinin İsrail'de ne kadar destek gördüğü sorulduğunda, ‘‘Ezici bir çoğunluk’’ cevabını verdi. Ne yazık ki bunda haklıydı.
* * *
İsrail'in tutumuna çok üzülenler var. Bakın son yıllarda parlamentonun başkanlığını yapan Avraham Burg ne diyor: ‘‘İsrail bugün bir yolsuzluk, zulüm ve adaletsizlik temeline oturmuştur. Ürdün ile Akdeniz arasında artık bir Yahudi çoğunluğu yoktur... Çoğunluğu temsil eden Filistinlileri çizmemiz altında ezerken Ortadoğu'da tek demokrasi olduğumuzu iddia edemeyiz.’’
Bütün bunlardan Türkiye için çıkarılacak bir sonuç elbette ki var. İsrail ile ilişkilerimizi ikili düzeyde sürdürelim, buna bir bölgesel ittifak veya stratejik ortaklık boyutu veya görüntüsü vermekten özenle kaçınalım.
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2003
<B>GEÇEN </B>hafta Dış Ekonomik İlişkiler Konseyi (DEİK) tarafından Londra'da düzenlenen <B>‘‘Yabancı Sermaye Piyasaları ve Yatırım’’</B> konulu seminere, Türkiye'nin iç ve dış politik durumunu irdeleyen bir konuşma yapmak üzere ben de davet edilmiştim. Tabii tartışmaların ağırlık merkezi ekonomideki gelişmeydi. Seminere katılan Türk ve yabancı iktisatçı, işadamı ve bankacıların konuşmalarının ortak noktasını Türk ekonomisi hakkında belirtilen iyimserlik teşkil etti. Son göstergelerin hemen tümü olumlu bulundu. Ekonominin en kırılgan yönü sayılan kamu borçları 2002 yılında GSMH'nin % 79'u oranındayken TL'nin değer kazanması nedeniyle bu oran 2003'te % 70'e iniyor. Faiz oranlarındaki düşme eğilimi de borç servisinin yükünü bir ölçüde azaltacak. Yıl sonu % 20'lik enflasyon hedefine ulaşmakta bir sıkıntı yok. Ekonomideki büyüme % 5'i bulacak. Bu yıl ödemeler dengesindeki açık artmakta ise de TL'nin değerini sarsacak boyutta olmayacak. AKP hükümetinin özelleştirme alanındaki kararlılığı takdir ediliyor. TÜPRAŞ, PETKİM ve TEKEL'in özelleştirilmesinden sağlanacak gelirler borç ödemelerine tahsis olunacak. Özetle Türk ekonomisinin 2001 yılında başlayan krizin kıskacından sıyrılmaya başladığı ve AKP hükümetinin iyi yolda olduğu inancı var. Şunu da belirtmek gerekir: Seminere hitap eden Hazine Bakanı Ali Babacan kişiliği, konulara hákimiyeti ve uslubu ile çok iyi bir izlenim bırakıyor ve güven veriyor.
***
Bu iyimser tablo, süregelen bazı zaafları ve ekonomik politikaların sosyal yansımalarını göz ardı etmemelidir. Türk ekonomisi iç ve dış siyasi gelişmelerden çok çabuk etkileniyor. Bir anda TL hızla değer kaybedebiliyor, faizler tırmanıyor, borsa düşüyor. Direkt yabancı yatırımlarda önemli bir kıpırdanma yok. Yabancı sermaye gittikçe Çin'e akıyor. Dünya Ticaret Örgütü kurallarının uygulanmaya başlaması ile 2005'te rekabet şiddetlenecek. Türkiye'de ise akaryakıt ve elektrik gibi girdilerin pahalılığı üretim maliyetlerinı yükseltiyor. Sosyal alanda istikrar programı, düşük gelirlileri insafsızca vuruyor. Vergiler olabileceği kadar adaletsiz. İşsizlik azalmıyor. Son birkaç yılda işçi, memur ve emekliler reel ücret ve maaşlarının % 30'nu kaybettiler. Evet, sosyal koşulların düzelmesi de ekonomik istikrar programından ve enflasyonun azalmasından geçiyor, fakat geçiş döneminin düşük gelirliler için çok ıstıraplı olduğu ve bunun ciddi siyasi ve sosyal sonuçlar doğurabileği de bir gerçek.
DEİK semineri sırasında kulislerde en çok sorulan iki soru vardı. Bunlardan birinci daha kısa vadeli: Türkiye'nin Irak politikasının ve özellikle Irak'a asker gönderilmesinin ekonomi üzerindeki etkisi ne olabilir? Aslında Türkiye'de piyasaların davranışı garip. TBMM asker gönderilmesi konusundaki hükümet önerisini kabul eder etmez borsa patladı! Oysa Irak'taki istikrarsızlık ve gerilim ortamının tam tersine endişe doğurması daha normal olurdu. Nitekim Irak'ta Türk askerinin karşılaşacağı tepkinin boyutları gittikçe artıyor ve bu tepkinin Türkiye ile Irak arasında şimdi sürekli büyüyen ticareti ne yolda etkileyeceği belli değil. Irak'a asker göndermenin politik, mali, ekonomik bedeli ağır olabilir.
***
İkinci soru AB ile ilgiliydi: 2004 Aralık'ında AB Konseyi, Türkiye ile üyelik müzakerelerinin başlamasına yeşil ışık yakmazsa ne gibi ekonomik sonuçlar ortaya çıkar?
AB'nin bu yönde bir kararının siyasi olumsuzluklar yanında ekonominin ivmesini sekteye uğratacağı ve Türkiye hakkındaki algılamaları menfiye dönüştüreceği kanaati yaygın.
Önümüzdeki bir yıl gerek ekonomik, gerek politik bakımdan çok çetin geçecek. Politika ekonomiyi hem kısa vadede ve hem de uzun vadede her zamankinden daha fazla etkileyecek. Hata yapmak marjımız çok az. Hatanın neresinden dönülse kárdır.Bunu unutmamak gerek.
Yazının Devamını Oku 11 Ekim 2003
<B>AYLARDIR </B>Irak'a asker gönderme konusu ile yatıp kalkıyoruz. Sonunda hükümet, BM Güvenlik Konseyi'nden yeni bir karar beklemeden TBMM'den istediği yetkiyi aldı. Kontenjanımızın sayısı, görev bölgesi, operasyonel sorumlulukları daha sonra belirlenecek. Türk bölge komutanına, başka ülkelerin de birlikleri bağlı olabilecek, fakat genel komutanlık doğal olarak Amerikalılarda kalacak. Kuzeyden geçecek sevkıyat koridorunun güvenliğini sağlama sorumluluğunu da muhtemelen ABD yüklenecek. BM'den karar çıkmadıkça kuvvetlerimiz işgal gücünün bir parçası gibi algılanacak.
Asker göndermekle 1 Mart'ta tezkerenin reddi nedeniyle kaybettiğimiz önemli avantajları tekrar kazanmamız söz konusu değil. Siyasal olduğu kadar, ekonomik ve güvenlik risklerinin de küçümsenemeyeceğini Irak'taki son olaylar ve gelişmeler gösterdi. Irak'ın politik yapılanmasında rol oynamamız ihtimali çok zayıf. Hatta asker göndermekten kaçınsaydık ağırlığımız ve nüfuzumuz daha fazla olabilirdi. ABD'nin talebini karşılamanın tek faydası, Kuzey Irak'taki PKK militanlarının etkisiz hale getirilmesinde ABD'nin daha istekli ve enerjik davranması olabilir. O da şayet ABD gerçekten kararlı ise.
* * *
Fakat unutulmamalıdır ki Türkiye'nin istikbali bakımından birinci öncelikli konu, herhalde Irak değil. Ortadoğu nasıl olsa daha uzun yıllar istikrarsızlık içinde bocalayacak. Asıl öncelik 2004 yılı sonunda AB ile randevuda. AB Konseyi 2004 Aralık'ında Türkiye ile üyelik müzakerelerinin başlayıp başlamayacağına karar verecek ve bu karar Türkiye'nin kaderini çizecek. Ya küreselleşme ile başa çıkabilen, güvenlik ve istikrar içinde yeni politik ve ekonomik ufuklara yönelen bir ülke olacağız, ya da kendi içimize kapanma eğilimi kuvvetlenecek, Avrupa'nın kıyısında köşesinde kalmış bir ülke haline geleceğiz. Denebilir ki telaşa gerek yok; Başbakanımız ve Dışişleri Bakanımız ne zaman Avrupalı karşıtları ile bir araya gelseler uyum kanunlarının çıkarılmasında gösterilen başarıdan dolayı övgü üstüne övgü alıyorlar. Doğrudur, fakat her defasında iki noktanın altı çiziliyor: Kıbrıs ve uygulama.
Kıbrıs konusunda durum iyice berraklaştı. Çözüm yoksa müzakere de yok. Kuşkusuz çözüm sadece Türkiye'nin ve KKTC'nin elinde değil. Papadopulos da Annan planına gittiçe daha fazla itiraz ediyor. Türkiye ve KKTC'den beklenen, her ne pahasına olursa olsun çözüm olamaz. Ne var ki, şu anda uzlaşmaz olarak algılanan taraf tereddütsüz KKTC'dir. Ankara ise kurumsal oydaşma sağlayamadığından aralık ayında KKTC'deki seçimleri bekliyor. İsabetli bir yaklaşım değil. Ankara, Cumhurbaşkanı Denktaş ile muhalefet arasında kalmamalıdır. Bugünden politikasına açıklık getirerek Denktaş ile muhalefeti tek bir milli politika etrafında birleştirmelidir. Aksi halde hem Türkiye hem de Kuzey Kıbrıs çok zarar görür.
* * *
Uyum kanunlarının uygulanmasındaki güçlükler de küçümsenmemelidir. Evet bakanlar düzeyindeki izleme komitesi çalışmalarına başladı, fakat gerekli yönetmeliklerin ve genelgelerin hazırlanmasında bürokratik direnişler devam ediyor. Kürtçe öğretim verecek dershaneler açılması için yapılan bütün başvurular reddedildi. Radyo ve televizyon yayınları konusu kolay kolay çözümlenemiyor. AB'nin üzerinde durduğu başka konular da mevcut. Anayasa'da değişiklik yapılarak Devlet Güvenlik Mahkemelerinin lağvedilmesi bunların başında geliyor. Başka önemli bir sorun, azınlık vakıflarının 1974'te el konulan malları ile ilgili. Genelde Yargıtay içtihatları, mahkemelerin uyum kanunları ile bağdaşan kararlar almasına çok kere müsait değil. Nihayet Leyla Zana'nın durumu ile Avrupa Parlamentosu'nun çok yakından ilgilendiği göz ardı edilemez. Bu parlamentoda Zana'yı ileri sürerek AB Konseyi'nden olumlu bir karar çıkmasını önlemek için çaba harcayacak bir hayli üye var.
Bu yılın sonuna kadar ve 2004'te gerçek önceliklerimizin bilinci ile hareket etmezsek sonu hüsran olur. Taktik değil, stratejik başarılar peşinde koşmalıyız.
Yazının Devamını Oku