25 Mayıs 2004
<B>NATO’</B>nun haziran sonunda İstanbul’da yapacağı zirve toplantısı birçok açıdan önemli. Her şeyden önce zirve, ittifakın yeni genişlemesinden sonra yapılan ilk toplantı olacak. 7 ülkenin katılımı ile ittifakın üye sayısı 26’ya çıktı. Bu genişlemenin sayesinde Avrupa, tarihinin hiçbir devresinde olmadığı kadar coğrafi birliğini ve klasik anlamda güvenliğini sağlamış bulunuyor.
Ve kuşkusuz NATO’nun değerini en fazla eski Varşova Paktı üyeleri ve Sovyetler Birliği’nden kopan Baltık ülkeleri takdir ediyor. Çağ gerisindeki radikal solcu grupların ve destekleyicilerinin şimdiden başlattıkları NATO karşıtı gösterilere İstanbul’da herhalde en çok onlar hayret edecekler, gözlerine inanamayacaklar.
***
Soğuk Savaş sonrasında NATO yeni koşullara uyum sağlamak için büyük bir değişim içine girdi. NATO ülkelerinin olası bir saldırıya karşı savunması ittifakın temel bir işlevi olmakta devam ediyorsa da, bugün asıl amaç NATO bölgesi dışında istikrara katkıda bulunarak güvenliği korumaktır. Tehdit algılamaları artık farklı. Terörizm, kitle imha silahlarının yayılması, bölgesel ihtilaflar ve devlet sistemlerinin çökmesi başlıca tehditler sayılıyor.
NATO kendi kuvvetlerini bu tehditlere göre yapılandırmak, havadan ve denizden kuvvet nakli kapasitesini artırmak çabası içinde. Acil müdahale gerektiğinde kullanılmak üzere bir ’NATO Tepki Kuvveti’ oluşturuldu. Afganistan, Bosna ve Kosova’daki uluslararası kuvvetlerin sorumluğu NATO’ya ait.
Bosna’da sorumluluk yıl sonunda AB’ye devredilecek. Yeni güvenlik kavramı içinde NATO, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’nın ittifak dışı üyeleri ile ’Barış için Ortaklık’ ilişkileri kurdu. Rusya ile ise ‘NATO-Rusya’ Konseyi daha geniş bir işbirliğinin çerçevesini oluşturuyor.
***
İstanbul toplantısının gündemindeki en öncelikli sorun Afganistan olacak. NATO Genel Sekreteri, bu ülkedeki NATO askeri mevcudiyetini ve siyasi rolünü artırmak istiyor. Bazı yorumculara göre NATO, Afganistan’da başarılı olursa Irak’ta ve İsrail ile Filistin arasında da rol alabilir.
Irak’ta sorumluluk yüklenmesi için tabii BM Güvenlik Konseyi’nin onayı ve aynı zamanda Irak’ın egemenliğini temsil edecek olan siyasi kurumun daveti gerekecek. Ne var ki Irak’taki gelişmeleri şimdiki aşamada öngörmek mümkün değil.
‘Büyük Ortadoğu’ projesine gelince, NATO Genel Sekreteri konuşmalarında bu konuda çok dikkatli ve ölçülü. NATO’nun rolünü daha çok Akdeniz ülkeleri ile esasen mevcut olan diyalog ve işbirliği çerçevesinde öngörüyor. Ortadoğu’da bugünkü trajik durumun çok iddialı projelere müsait olmadığını biliyor. Bölge ülkelerinin hassasiyetlerinin farkında.
***
İstanbul zirve toplantısının Türkiye için özel bir anlamı var. Başkan Bush, Ankara’ya da bir günlük bir ziyaret yapacak. Yıl sonunda Türkiye ile müzakerelerin başlayıp başlamayacağına karar verecek AB ülkeleri liderlerinin büyük çoğunluğu Türkiye’ye gelecek.
Zirveden öncesi için planlanan birçok sivil toplum etkinlikleri var. Bu arada TESEV’in de katkısı ile Atlantik’in iki yakasından 100’ün üzerinde akademisyen, gazeteci ve yetkililerin iştirak edeceği bir konferans gerçekleşecek.
Türkiye için NATO zirvesi hem liderleri, hem de ABD ve AB kamuoyunu etkilemek bakımından eşsiz bir fırsat. Eurovision, Avrupa’da beklentilerin de üstünde etkili oldu, sıra NATO zirvesinde!
Yazının Devamını Oku 22 Mayıs 2004
<B>TÜRKİYE’</B>de diğer birçok sorunlarda olduğu gibi eğitim açmazının temelinde de hızlı nüfus artışı yatıyor. Buna paralel olarak, 1950’lerden beri, ekonomik gelişmenin çarpıklığı, kaynakların israfı, önceliklerin iyi saptanamaması ve ölçüsüz borçlanma yüzünden milli gelirden eğitime yeterli pay ayrılamaması, toplumsal kutuplaşmalar, siyasi istikrarsızlığın neden olduğu popülist ve çelişkili politikalar, eğitimi bugün içinde bulunduğu açmaza sürükledi.
Orta öğretim aşamasında meslek seçiminin iyi yönlendirilmemesinin ürünü olan ÖSS, hem yüksek öğretimi, hem lise öğretimini ve hem de mesleki öğretimi olumsuz etkilemiş, gençler ve aileleri için de bir kábus haline gelmiştir.
* * *
İmam hatip liseleri (İHL) sorunu bu genel tablo içinde değerlendirilmelir. İHL’nin çoğalması, doğrudan popülist politikaların sonucudur. İHL’nin hangi tarihlerde ve hangi hükümetler devrinde açıldığı bunu açıkça gösterir. Rekor, 332 İHL ile Demirel hükümetlerine aittir. Ecevit hükümetleri 33 tane açmıştır. 12 Eylül yönetiminin de İHL’leri açtığı yolunda dolaşan bilgiler gerçeğe uygun değildir.
Aksine 12 Eylül yönetimi Ocak 1980’de açılan 34 İHL’nin ve bir İslam Enstitüsü’nün faaliyetine son verdi ve İHL’deki toplam öğrenci sayısını 50 binde dondurdu. Bu tavana riayet edilseydi bugünkü sorunlarla karşılaşmazdık.
Ne yazık ki öğrenci sayısı 1984’ten sonra süratle 150 bine çıktı. İşin bir başka yönü, İHL’nin artık meslek liseleri niteliğini hemen hemen tamamen kaybetmiş olmalarıdır. Kızlar imam hatip olamayacakları halde bu liselerde okuyabilmektedirler. İHL, genel liselerin müfredatını az çok aynen uygulayan, fakat ek din dersleri veren okullara dönüştü.
* * *
Doğrusu isterseniz İHL, Avrupa’daki din okullarına benzeyen bir statüde bulunuyor, ancak Avrupa’da bu okullar kilise tarafından, Türkiye’de ise devlet tarafından yöneltiliyor. Laiklikle pek bağdaşan bir durum değil. Kaldı ki, 22 kadar vakfın yönettiği ve programları açıkça değilse bile ek kurslarla fiilen İHL’ye benzeyen başka liseler var ve bunlar katsayı kısıtlamasına tabi değiller.
Diğer meslek okullarının İHL ile aynı sepete konarak katsayı handikapına uğratılmasının sonuçları da tartışmalı. Bir görüşe göre katsayı ayrımı meslek liselerine talebi azalttı, öğrencilerin şevkini kırdı. Bir başka görüşe göre ise meslek okulları imtiyazlı, çünkü bu okullardan mezun olanlar meslek yüksekokullarına sınavsız alınıyorlar ve oradan yatay geçişle kendi branşlarındaki üniversitelere transfer olabiliyorlar. Her ne ise, meslek liseleri açısından ortada ciddi bir problem var.
* * *
Bizde lise çağındaki öğrencilerin ancak yüzde 35’i meslek liselerinde, gerisi genel liselerde. Oysa gelişmiş ülkelerdeki gibi bu oranın tersine olması gerekiyor. Oran değiştikçe üniversite kapılarındaki yığılma da azalır.
YÖK Yasası’nın özü üzerindeki tartışmalar bir tarafa, bu yasanın bir oldu bitti şeklinde TBMM’den geçirilmesinin tutarlı tarafı yok. Türkiye’yi birçok kritik sorunun beklediği bir zamanda kurumlar arasında gerginlik yaratmak her bakımdan zararlı olmuştur. Üniversiteler ve kurulları da yadırganabilecek tepkiler göstermişlerdir.
Evet, yasa Cumhurbaşkanı’nın vetosu ile belki rafa kalkacak, fakat ne de olsa izleri ve yansımaları sürecek.
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2004
<B>ANNAN </B>Planı’na Türk tarafının olumlu, Rum tarafının ise olumsuz oy vermesi ile sonuçlanan referanduma rağmen Kıbrıs’ta çözüm arayışlarının yine de devam ettiğini görüyoruz. Annan Planı’nı destekleyen Türklerin büyük bir kısmı, yıllardan beri karşıya karşıya kaldıkları güçlüklerin giderilmesi için alınacak önlemler ne kadar kapsamlı olursa olsun, bugünkü belirsiz siyasi ve hukuki durumun sürdürülmesinin kendilerine uzun vadede fayda getireceğine inanmıyor.
Bu nedenle Annan Planı’nın mümkünse güneyde ikinci kez referanduma sunulmasına taraftar. Peki buna imkán var mı? Galiba AKEL partisinin lideri Hristofias bazı koşullar yerine getirildiği takdirde böyle bir formüle yatkın. Koşulların birincisi, Annan Planı’nın uygulanmasının BM Güvenlik Konseyi’nce bir şekilde garanti edilmesi, başka bir deyimle referandumdan önce Konsey’de Rusya tarafından veto edilen karar tasarısının yeniden canlandırılması.
İkincisi, uygulamanın maliyetini karşılayacak dış kaynakların peşinen belirlenmesi. Hristofias aksi takdirde uygulama maliyetinin büyük kısmını çarnaçar yüklenecek olan Kıbrıs Rum yönetiminin iflasa sürükleneceğinden endişe ediyormuş. AKEL liderinin üzerinde durduğu üçüncü nokta, Garanti ve İttifak antlaşmalarının Rum-Yunan görüşleri yönünde değiştirilmesi, özellikle İttifak Antlaşması’nda 19 yıl veya Türkiye, AB’ye üye olduktan sonra da Türkiye ve Yunanistan’ın Ada’da az sayıda asker bulundurmalarını öngören hükmün kaldırılması.
***
Şekil açısından, ilk iki talep Türk tarafında yeni bir referandumu gerektirmez. Annan Planı’ndaki düzenlemeye göre Garanti ve İttifak antlaşmaları referandumlardan sonra imzalanacağından üçüncü nokta için de aynı şey söylenebilir. Ancak şekil meselesinin ötesinde işin özü var. Türkiye bugünkü içerikleri ile bile Garanti ve İttifak antlaşmalarından çok tatmin edilmiş değildi. Kaldı ki Hristofias ve Papadopulos aynı yaklaşım içinde değiller. Papadopulos maksimalist görüşlerinden kolay kolay vazgeçeceğe benzemez.
Çözüm arayışları bir tarafa, KKTC şimdiki halde referandum sonrası duruma uyum sağlamaya çalışıyor. Güney’den ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ pasaportu alan Türklerin sayısı 70 bine ulaşmış. İçlerinde Annan Planı’na ölesiye karşı çıkanlar da bol bol var. AB’nin Yeşil Hat konusunda yaptığı düzenleme çerçevesinde Güney’e gelen turistler Kuzey’e geçebilecekler. Kuzey’e gelen AB’li turistlerin Güney’e geçmesine Rum itirazları bertaraf edilmişe benziyor.
Magusa limanına AB bandıralı gemiler gelmeye başlamış. Kuzey’de yetişen veya yerli hammaddelerden imal edilen ürünler Güney’den ihraç edilebilecek. İki ay sonra aynı kolaylık, hammaddesi ithal edilen ürünler için de geçerli olacak. Kuzey Kıbrıs havalimanlarının uluslararası trafiğe açılması sorunu henüz halledilmedi. Ancak bu mesele çözümlense dahi fiyat handikapı devam edecek, Avrupa’dan Larnaka’ya uçmak Ercan’a uçmaktan daha ucuz olacak.
***
Kıbrıs’ta çözümsüzlüğün sorumluluğunun Rumlara geçmesi, Türkiye’nin AB üyeliği sürecindeki önemli bir engeli bertaraf etti. Fakat çözümsüzlüğün Kıbrıs Türkleri için sonuçları konusunda aynı derecede iyimserlik bu aşamada mümkün gözükmüyor.
KKTC’de bugün bir azınlık hükümeti mevcut olduğu ve bu yüzden haziranda bir hükümet krizi çıkabileceği de göz önünde bulundurulmalıdır. Kıbrıs sorunu KKTC’yi ve Türkiye’yi daha çok uğraştıracak.
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2004
<B>TÜRKİYE’</B>nin 1949’dan beri üyesi bulunduğu Avrupa Konseyi (AK), Soğuk Savaş sonrasında AB’ye katılmak isteyenlerin adeta bir bekleme odası niteliğine büründü. AB ile müzakerelere başlamak için oradan da bir nevi vize almak gerekiyor. AB Komisyonu, AK ile devamlı temas içinde. İki kurumun değerlendirmeleri arasında etkileşim var.
Türkiye, AK Parlamenter Asamblesi’nde (PA) 1996’dan beri Ukrayna, Rusya, Azerbaycan, Sırbistan ve Gürcistan gibi ülkelerle ‘izleme yöntemi’ altında bulunuyor. Bu süreçten çıkması için sunulan bir karar tasarısı, Leyla Zana ve diğer DEP milletvekillerinin mahkûmiyetlerinin DGM tarafından teyit edilmesi üzerine PA tarafından hazirana ertelendi.
* * *
AK’nin Türkiye’yle ilgili olarak vurguladığı konular AB kıstasları ile örtüşüyorsa da bir bakıma daha ayrıntılı ve daha somut. Örneğin, AK seçimlerde yüzde 10’luk barajın yüzde 5’e indirilmesini ve yurtdışında yaşayan vatandaşların Türkiye’ye gelmeden oy verebilmelerine imkán sağlanması gerektiğini belirtiyor.
Şimdiye kadar taraf olmadığımız insan hakları ve sosyal haklara ilişkin sözleşmelerin onaylanması, kadınlara karşı şiddet kullanılmasını önleyecek mevzuat değişiklikliklerinin yapılması ve kadınlar arasındaki okumuşluk oranının artırılması, AK bünyesinde oluşturulan ‘Venedik Komisyonu’nun yardım ve desteği ile 1982 Anayasası’nda kapsamlı reformlar yapılarak Anayasa’nın Avrupa standartları ile uyumlu hale getirilmesi, ’vicdani itiraz’ hakkının kabul edilmesi ve askerlik hizmeti yapmak istemeyenlerin alternatif sivil hizmetlerde görevlendirilmesi, ‘Ombudsmanlık’ (Toplum Denetçisi) kurumunun ihdası, yerel yönetimler sisteminin reformu ve bölgesel yönetimlere yer verilmesi, AK’nin üzerinde durduğu demokratikleşme adımlarından bazılarıdır.
AK’ye göre yeni ceza kanunu tasarısının bazı maddeleri de gözden geçirilmelidir. Özellikle 159’uncu maddede Anayasa kuruluşlarını ve kamu şahsiyetlerini tahkir suçu için öngörülen cezalarda eleştiri ile tahkir arasındaki farkın daha iyi tarif edilmesi ve ifade özgürlüğünün kısıtlanmaması gerekir.
* * *
AK’nin gündemindeki daha geniş reformlar, AB ile müzakerelere başlanması için ek koşullar olarak görülmemelidir. Ne var ki, üyelik müzakereleri başladıktan sonra siyasi kriterlere uyum konusunda AB ile diyalog sürecektir. AK’nin raporlarındaki noktalar bu açıdan önem taşımaktadır. Diğer taraftan ‘izleme yöntemi’ne son verilmesinin gecikmesi, müzakerelere yeşil ışık yakılmasını olumsuz etkileyebilir.
AK’de Türkiye için can sıkıcı sorunların bir başka kaynağı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki (AİHM) davalardır. Kıbrıs’ta çözüm bloke olunca Loizidu davası emsaline dayanan çok sayıda başvurunun akıbetinin ne olacağı belli değil.
* * *
Çözümün referandumda Rumlar tarafından reddedilmiş olmasının Türkiye’yi bu davaların muhatabı olmaktan kurtaracak bir hukuki durum yaratıp yaratmadığı tartışılabilir. Fakat Türkiye’nin artık muhatap olmadığı kabul edilse bile referanduma kadar gayrimenkullerin kullanılamamasının neden olduğu zararların tazmini Türkiye’den yine istenebilecektir.
Ayrıca, bölücü terör devrinde köylerinden göç etmek zorunda kalanların, iç hukuk yolu da bulunmadığı için AİHM’ye yaptıkları başvuruların sayısı birkaç bini bulmuş. Dolayısı ile Loizidu örneği davaların boyutlarını taşıyan bir başka problemle karşı karşıyayız.
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2004
GEÇEN hafta İstanbul ve İzmir’de toplanan kongre, forum ve konferanslarda Türkiye’nin AB üyeliği konusu da enine boyuna irdelendi. Tabii üyelik sorununun iki boyutu var.Avrupa Parlamentosu seçimleri arifesinde Türkiye’nin üyeliği hakkında bazı Avrupa ülkelerinde daha çok tereddütleri ve olumsuz yönleri vurgulayan tartışmalara tanık oluyoruz. Avrupa anayasası ile ilgili tartışmalarda da AB’nin istikbali anayasa sorunu ile bağlantılı bulunduğundan ister istemez Türkiye meselesi gündeme geliyor.Ne var ki Türkiye’nin uzun sürede üyeliği ile yıl sonunda AB Konseyi’nin üyelik müzakereleri konusunda alacağı kararı bu aşamada ayrı ayrı ele almak gerek. Kıbrıs engeli de bertaraf edildiğine göre komisyonun raporu da olumlu olursa AB Konseyi’nin, daha önceki taahhütleri ışığında, müzakerelere kapıyı kapatması son derece zordur.* * *AB Komisyonu daha şimdiden yoğun bir çalışma içinde ve genellikle yaklaşımı yapıcı. Komisyon temsilcileri 2002 yılından beri AB hukuku ile uyum sağlamak amacıyla gerçekleştirilen ve son anayasa değişiklikleri ile neredeyse tamamlanan mevzuat reformlarını sessiz bir ihtilal olarak nitelendiriyorlar.TBMM’nin kabul ettiği Anayasa değişiklikleri arasında temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalar ile kanunların çelişmesi halinde milletlerarası antlaşma hükümlerinin geçerli olacağı yolunda mevcut olan hükme ayrıca büyük önem atfediliyor; çünkü artık yargının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı kararlar almaması bir anayasal kural oldu.Kuşkusuz komisyon uygulama alanında daha katedilecek bir hayli mesafe kaldığı kanaatini taşımaya devam ediyor. İlerleme beklenen başlıca alanlar şunlar:Güneydoğu’da bölücü terörle mücadele yıllarında köylerini terk etmek mecburiyetinde kalanların geri dönmeleri ve zararlarının tazmini, şiddete teşvik etmeyen ifadelerin suç sayılmaması, insan haklarını savunan kişi ve derneklerin baskı altında kalmaması, tutukluların hálá maruz kaldığı kötü muamelelere son verilmesi, Türkçe’den başka dillerde radyo ve televizyon yayınlarına kanuna rağmen uygulamada getirilen kısıtlamaların kaldırılması, gayrimüslim azınlıkların ve vakıflarının karşılaştıkları sorunların ve güçlüklerin giderilmesi.* * *Diğer taraftan beklenen bazı jestler var. Leyla Zana ve diğer eski DEP miletvekillerinin mahkûmiyetlerinin sürmesi hem AB kurumlarında hem de Avrupa Konseyi’nde çok menfi algılanıyor. Kanunlarda değişiklik yapılmadan, DGM’lerin lağvedilmesi ile bu işin yargıda çözümlenmesini beklemek galiba pek gerçekçi değil.Heybeliada Ruhban Okulu sorununa gelince; o da din özgürlüğü çerçevesinde değerlendiriliyor. Başka bazı jestler de Avrupa’da Türkiye’nin aleyhindeki faaliyetleri azaltabilir. Bu bağlamda Fransa’da AB üyeliğimize karşı başlatılan kampanyanın arkasında Ermenilerin de bulunduğunu göz ardı etmeyelim.1921 Kars Antlaşması çerçevesinde Türkiye-Ermenistan sınırının açılması hiç değilse Ermenistan ile ilişkilerimizde yarar sağlar. Son gelişmeler ışığında sınırın açılmasına Azerbaycan’ın ikna edilmesi herhalde daha kolay hale gelmiştir.* * *Komisyon raporunu olumlu yönde etkilemek için ne yapabileceksek zamanında gerçekleştirmeliyiz. Kutuplaşmaya götüren ve ivediliği olmayan konularla milli gündemi ağırlaştırmaktan hiç değilse yıl sonuna kadar vazgeçmeyeliz. YÖK kanunu tasarısının yarattığı gerginliğin AB çevrelerinde derhal soru işaretlerine yol açtığını bilmekte fayda var.
button
Yazının Devamını Oku 8 Mayıs 2004
<B>HAFTA </B>başında Atina’daki temaslarımı da göz önünde tutarak referandum sonrasında Kıbrıs meselesinin durumu ve bundan sonraki olası gelişmeler hakkındaki düşüncelerimi belirtirmeye devam etmek istiyorum. İlk önce şunu vurgulamakta yarar var: Kıbrıs sorunu bugün çok karmaşık bir hal almıştır. Kısa ve orta vadede tarafların, AB’nin, ABD’nin ve BM’nin davranışlarının, Ada içindeki dinamiklerin ve etkileşimlerin kaçınılmaz olarak uzun vadeli sonuçları olacaktır. Bu yüzden atılacak her adımda ve gösterilecek her tepkide son derece dikkatli davranmak gerekir. Türk diplomasisini yeniden büyük bir sınav beklemektedir.
***
Zannediyorum ki bir gözlemden başlamak doğru olacaktır. Referandumda yüzde 75 oranında aleyhte oy veren Rumlar arasında gençler çoğunluktaydı. KKTC’de ise bunun tam tersini gördük. Demek oluyor ki Türk ve Rum gençlerinin istikbal vizyonları arasında temel bir fark var. Diğer taraftan kendi partisi nispeten zayıf olan Papadopulos’un referandum arifesinde yaptığı melodramatik konuşmanın olumlu oy işareti veren DİSİ gibi partilerde büyük bölünmeye yol açtığını biliyoruz.
Papadopulos, uluslararası toplumda ne kadar eleştiri alırsa alsın uzlaşmaz tutumu ile Güney’de politik otoritesini kuvvetlendirdi. Geçmişinin, politik kültürünün ve karakterinin bir sonucu olan bu uzlaşmazlığın değişmesini beklemek, Annan Planı üzerinde hiçbir değişiklik yapılmadan tekrar Güney’de bir referanduma razı olacağını ummak pek gerçekçi değil. Papadopulos’un bir özelliği de Rusya ile çok yakın temasta olması. Moskova onun talebi üzerine BM Güvenlik Konseyi’nin kararını bloke etti.
Rusya’nın yıllar sonra Konsey’de veto hakkını kullanacak kadar Güney Kıbrıs’a destek vermesinin çeşitli nedenleri var. Rusya’nın kara parası Güney Kıbrıs’ta aklandıktan sonra tekrar yatırım şeklinde ülkeye dönüyor. Siyasi sebepler de yok değil. Rusya herhalde Türkiye’nin AB’ye girmesini ve bölgesinde güçlenmesini istemez. Uluslararası alanda da ağırlığını her fırsatta hissettirmek niyetinde.
***
Problem sadece Güney Kıbrıs ile değil. Yunanistan ile de sorun mevcut. Şimdiye kadar Garanti Antlaşması konusunda Ankara ile Atina arasındaki görüş ayrılığının çözümlenmiş olduğunu sanıyorduk. Türkiye’de yaygın olarak 1960 Garanti Antlaşması’nı sulandırdığı varsayılan Annan Planı’ndaki metni meğer Yunanistan tam aksi yönde değerlendirmiş.
Atina, garantinin kurucu devletlerin de toprak bütünlüğünü ve anayasasını kapsamasına karşı çıkıyor. Türkiye’nin garantisinin sadece Türk Kurucu Devleti için, Yunanistan’ın garantisinin ise Rum Kurucu Devleti için geçerli olmasını istiyor. Ortak devlet için ise bir çeşit NATO garantisi düşünüyor.
***
Yunanistan, İttifak Antlaşması’nda öngörülen kuvvet tavanlarının da 6 binden aşağı çekilmesine taraftar; çünkü halen Ada’nın güneyinde 15 bin mevcutlu Rum Muhafız Gücü’nü destekleyen Yunan askerlerinin sayısı 2 binden ibaretmiş. Başbakan Erdoğan’ın Atina ziyaretinde bu konular da kuşkusuz gündeme gelmiştir.
Şimdiki halde Yunanistan, Kıbrıs meselesindeki gelişmeler ne olursa olsun, AB tarafından müzakere tarihi verilmesini desteklemek kararında gözüküyor. Güney Kıbrıs’ın ise doğrudan değilse bile dolaylı engelleme girişimleri beklenmelidir.
Yazının Devamını Oku 4 Mayıs 2004
<B>1 </B>Mayıs’ta Avrupa Birliği genişlemesini kutlarken Türkiye’de ve KKTC’de burukluk hissedilmesi kaçınılmazdı. Geriye gidersek, Türkiye ta 12 Eylül 1963’te Avrupa Topluluğu ile tam üyelik hedefini vurgulayan Ortaklık Anlaşmasını imzalarken Komisyon Başkanı Walter Halllstein ‘Bu anlaşma ile Türkiye kaderini ve istikbalini Avrupa Topluluğu ile birleştirmiştir’diyordu.
Pek uzak görüşlü değilmiş. O tarihte topluluk 6 ülkeden ibaretti. 40 yıl sonra şimdi 25 üyesi bulunan AB’nin kapısında Türkiye, katılım müzakereleri için hálá yeşil ışık bekliyor. Aslında müzakereler başlasa bile bunların on yıl kadar süreceğinde herkes mutabık.
Müzakereler başarı ile sonuçlandığı takdirde üyeliğimizin en aşağı 27-28 ülke ve AB Parlamentosu tarafından onaylanmasının kolay olmayacağını biliyoruz. Peki neden bu kadar geciktik? Hükmü artık tarih verecek, fakat devlet ve demokrasi olarak 40 yıl boyunca çok başarılı bir sınav vermediğimiz kabul edilmelidir. Kaçırdığımız fırsatların listesi uzun.
***
KKTC halkına gelince, 2002 Aralık ve 2003 Mart aylarındaki fırsatlar kaçmasaydı 1 Mayıs’ta coşku ile AB üyeliğini kutlayacaktı. Kendi kurucu devletinin dünyaca tanınmış bir sınırı olacaktı. Ne yazık ki o tarihlerde Türkiye’de AKP hükümeti seçimlerden yeni çıkmıştı. Daha yolunu arıyordu ve gerek KKTC’deki ve gerek Türkiye’deki çözüm ve AB karşıtlarına karşı direnç gücü zayıftı.
Daha sonra takdir edilecek bir hamle ile 24 Nisan’daki referandumlara götüren süreci başlattı. Fakat Kıbrıs Türk halkının evet demesi yetmedi, AB üyeliğini artık kesinleşen Güney Kıbrıs’ta iktidar partileri menfi oy işaretini verdiler. Evet, Kuzey’deki olumlu oy Türkiye’nin AB üyeliği yolundaki büyük bir engeli ortadan kaldırdı. Kıbrıslı Türklere kısıtlı bir siyasi kimlik kazandırdı, fakat KKTC’nin önünde çok çetin sorunlar var.
Bir yandan siyasi kimliğini pekiştirmeye çalışırken diğer yandan kendi vatandaşlarının ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ne entegre olması ile sonuçlanacak gelişmeleri önlemesi gerekiyor. Özellikle Türkiye, ’Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımak durumunda kalırsa bu entegrasyon kaçınılmaz olur. Tanımanın hukuki ve siyasi sonuçları çok iyi hesaplanmalıdır.
***
Kaçırılan fırsatlar için dövünmek bizi bir yere götürmez. Türkiye 2002 yılından beri AB siyasi kriterlerini yerine getirmek yönünde büyük bir çaba harcadı. Anayasa’nın 10 maddesinin değiştirilmesini öngören son uyum paketi de TBMM’de kabul edilirse yasama alanında kendisinden beklenen bütün adımları atmış olacak.
Uygulama alanında ise daha çok katedilecek mesafe var ve vakit gittikçe daralıyor. Diğer taraftan Leyla Zana ve diğer bazı eski DEP milletvekillerinin mahkûmiyetlerinin sona erdirilmesi gibi bazı kritik beklentiler olduğunu gayet iyi biliyoruz. DGM’nin kararında ısrar etmesi yüzünden Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi’nde denetim sürecinden çıkmamız ertelendi.
AB’den müzakere tarihi almak istiyorsa Türkiye önümüzdeki iki-üç ay içinde komisyon ilerleme raporunun olumlu olması için bütün enerjisini seferber etmelidir. Müzakerelerin başlaması üyeliği garanti etmez, fakat AB’den bu konuda menfi bir karar Türkiye’nin büyük sarsıntılardan ve acı tecrübelerden sonra yakaladığı siyasi ve ekonomik gelişme ivmesine ağır bir darbe vurur.
Yazının Devamını Oku 1 Mayıs 2004
<B>BUNDAN </B>birkaç gün önce Boğaziçi Üniversitesi-TÜSİAD Dış Politika Forumu’nun Türk-ABD ilişkileri üzerinde düzenlediği bir toplantıda konuşan ABD Büyükelçisi <B>Eric Edelman</B>’a göre, Türk Amerikan ilişkileri, Irak savaşı yüzünden fırtınalı bir devirden geçtikten sonra bugün birçok alanda, özellikle Irak, terörle mücadele ve Kıbrıs konularında olumlu bir istikamete yönelmiştir. Balkanların ve Kafkasya’nın istikrarı için de verimli işbirliği imkánları mevcutttur. Ermenistan Türkiye ile bugünkü sınırları tanımalı, Türkiye ise sınırı açmalıdır. Türkiye Afganistan’da istikrara büyük katkıda bulunmuştur ve isterse orada bugünkünden daha fazla sorumluluk alabilir. ABD’nin vizyonu Türkiye’nin siyasal ve ekonomik ilerleme hamlesinde başarılı olması ve AB’ye katılmasıdır. ABD’nin Ortadoğu konusunda bir ‘master planı’ yoktur, bölge ülkelerinin kendilerinden gelmesi gereken çağdaşlaşma girişimlerine AB ile birlikte yardımcı olmak istemektedir. Türkiye için biçilen bir rol da mevcut değildir. Türkiye nasıl bir rol oynayacağına kendisi karar verecektir.
Büyükelçi’nin konuşmasını izleyen tartışmalarda Türk-Amerikan ilişkilerinin, geçmiş dahil, çeşitli yönleri değişik açılardan ele alındı. Kuşkusuz yaklaşımlar arasında her zaman farklar oluyor. Geçmişe yönelik algılamalar ve zaman zaman abartılı niyet yargılamaları bir ölçüde doğal karşılanmalıdır. Yine de İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan bugüne kadarki genel tabloya bakıldığı zaman olumlu yönlerin daha ağır bastığı sonucuna varmamak zordur. 1947’de Truman doktrininin savaştan galip çıkan Sovyetler Birliği’nin bunaltıcı baskısı altındaki Türkiye’yi ferahlattığı unutulmamalıdır. ABD’nin desteği ile NATO üyeliği hem güvenliğimizi teminat altına almış ve hem ordumuzun sadece silah ve teçhizat açısından değil, fakat askeri doktrin bakımından modernleşmesini sağlamıştır. Kıbrıs sorununun Türkiye ile ABD arasında gerginlik yarattığı doğrudur. 1964’teki meşhur Johnson mektubu infial uyandıracak bir içerik ve usluptaydı, fakat psikolojik etkisi devam etmişse de fiilen geçerliliği çok çabuk sona ermiştir. Mektuptan hemen sonra İnönü Washington’da Johnson ile buluşmuş, arkasından ilk şeklini o günkü koşullar altında iyi karşıladığımız Acheson planı önerilmiştir.1967 buhranında Cyrus Vance önemli miktarda Yunan kuvvetlerinin Kıbrıs’tan çekilmesi yolundaki Türk talebinin gerçekleşmesi için başarılı bir arabuluculuk ifa etmiştir. 1974 müdahalesinden sonra ABD’nin silah ambargosu, Rum lobisinin etkisiyle Kongre’nin kararıydı. ABD hükümetleri ve Pentagon bu kararın kaldırılması için sürekli uğraşmışlardır. Bakü-Ceyhan boru hattı ABD’nin desteği ile gerçekleşmektedir. PKK terörüne karşı en büyük desteği de ABD vermedi mi? Öcalan’ın yakalanmasına katkısı az olmadı.
Irak konusuna gelince, 2003 yılında yaşanan bunalımda her iki taraf da pay sahibidir. Ne var ki, ABD Türk kamuoyunun hassasiyetine gereken dikkati göstermedi. Irak savaşı zaten her yönü ile ABD için vahim bir hatadır. Ancak bugün Irak’taki gelişmeler hakkında Ankara ile Washington arasında çok iyi bir danışma süreci olduğu anlaşılıyor. Kıbrıs meselesinin son aşamasında ise hem ABD ve hem de İngiltere en büyük desteği verdiler. Sezar’ın hakkını Sezar’a verelim.
Yazının Devamını Oku