20 Temmuz 2004
<B>TÜRK </B>diplomasisinde büyük iz bırakan bir simayı, <B>Kámuran Gürün</B>’ü iki gün önce kaybettik. <B>Gürün </B>sadece olağanüstü yetenekli bir diplomat değil, aynı zamanda bir tarihçi ve bir yazardı. Güçlü kişiliği, insani vasıfları, dostluklarına sadakati ile kendi kuşağındaki arkadaşlarının, daha genç hariciyecilerin ve çeşitli görevlerde işbirliği yaptığı her meslekten kimselerin hayranlığını, sevgisini ve saygısını kazanmıştı. Arkasında çok sayıda dost bırakıyor.
* * *
Dışişleri Bakanlığı’nda süratle yükselen Gürün, daha 40 yaşına varmadan Ekonomik İşler Müsteşar Yardımcısı iken en çetin müzakereleri yürütmekle görevlendirilmişti. İnanılmaz bir çalışma gücü, meselelerin derinine ve bütün ayrıntılarına derhal nüfuz eden cevval bir zekásı ve muhataplarına otoritesini doğal olarak kabul ettirme kapasitesi vardı.
Ekonomik işlerin sorumluluğunu taşıdığı süre içinde Avrupa Ekonomik Topluluğu ile Ortaklık Anlaşması’nın müzakeresinde rahmetli Büyükelçi Tevfik Saracoğlu ile birlikte en aktif rolü oynadı. Daha sonra Turgut Özal’ın bile daha Avrupa Birliği’ne karşı olduğu dönemlerde Türkiye’nin AB davasının başta gelen savunucularından biriydi.
Prensiplerinden ve doğruluğuna inandığı fikirlerden, kariyerini tehlikeye atmak pahasına katiyen feragat etmezdi.
* * *
Kámuran, 1967 yılında, yine çok değerli bir diplomat olan, fakat mesleğini onun için feda eden, Türk kamuoyunun çok iyi tanıdığı Gencay Gürün ile evlendi. O tarihte Bükreş’e büyükelçi tayin edilmişti. Ankarapalas’ta yeni evlilerin verdikleri veda kokteylini hiç unutamam. Onlara bakarken Türkiye’yi temsil etmek için bundan daha mükemmel bir çiftin bulunamayacağını düşünüyordum.
Nitekim Bükreş’te, Paris’te ve Atina’da ne kadar başarılı olduklarını ve ne kadar sevildiklerini yakından gördüm. Kámuran, Atina’da zaten halefim olmuştu. Gencay ile büyükelçiliğe geldikleri gün, yeni görev yerim olan Moskova’dan ısmarladığım bir çiçek sepeti ve başarı dileklerimi ileten bir mektup kendilerini bekliyordu.
Gürün 12 Eylül 1980’de Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlığı’na getirildi. Ermeni teröristlerin diplomatlarımızı birbiri ardından vurduğu bir dönemde müsteşarlığın çok ağır yüküne rağmen ’Ermeni Dosyası’ kitabını hazırladı. Bu kitap bugün dahi Ermeni sorununu inceleyen yerli ve yabancı araştırmacılar için vazgeçilmez bir referanstır.
* * *
Gürün 1982’de Bonn Büyükelçiliği’ne tayin edilmişken bakanlıktan ayrılmayı tercih etti. Çeşitli görevlerde bulundu, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde ve Marmara Üniversitesi’nde Türk Dış Politikası dersleri verdi, Güneş ve Hürriyet gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı.
Türklerin tarihi, Türkiye’nin uluslararası ilişkileri ve İkinci Dünya Savaşı hakkında birçok eseri var. Son zamanlarda ise roman yazmaya başlamıştı.
Geçtiğimiz günlerde yeni yayımlanan ‘Doğu’nun Çağrısı’nı okuyordum. Büyük bir duyarlılık yansıtan bir siyasi roman, aynı zamanda Kürt meselesinin çözümü hakkındaki vizyonunu açıklyor.
Kámuran hakkında daha yazılacak çok şey var, bir köşeye sığmaz. Allah rahmet eylesin.
Yazının Devamını Oku 17 Temmuz 2004
<B>11 </B>Eylül 2001’den sonra Müslüman ülkelerdeki politik, ekonomik, toplumsal, bilimsel ve kültürel gerilik üzerine yüzlerce araştırma yapıldı.Bernard Lewis 11 Eylül’den önce 2001 yılında bu konuda yazdığı kitapta Müslüman ülkelerin sadece Hıristiyan Batı ülkelerine oranla değil, fakat Japonya ve Kore gibi ülkelere oranla da geri kalmış olmalarının nedenini araştırırken, İslam dininden çok bu dini katı kalıplara sokan din bilginlerinin sorumluluğunu vurgulamıştı. Bu teşhis doğrusa da meseleyi çözümlemiyor. Fiilen önemli olan dinin kendisinden çok nasıl algılandığıdır. Bu algılama da yıllardan beri gittikçe daha radikal bir yönde gelişiyor.
* * *
Müslüman ülkelerde de konuya objektif bir şekilde yaklaşanlar var. Bunlardan biri Tunus’un eski Eğitim ve Bilim Bakanı Profesör Mohamed Charfi. ‘İslam ve Özgürlük’ konusunda Akdeniz Avrupa Enstitüsü’nde bundan iki yıl önce verdiği bir konferansın metni geçen ay katıldığım bir toplantıda elime geçti. Tunus Türkiye’den sonra laiklik alanında en fazla hamle yapan bir ülke olduğu için söyledikleri dikkat çekici. Başlıca noktalarını şu şekilde özetleyebilirim: ‘İslam dünyası uzun zamandan beri büyük bir buhranın içindedir ve bu buhran şiddete dönüşmüştür. Başlıca problemlerden biri cihad teorisidir. Bu teori sadece gayrimüslimleri değil, fakat başka türlü düşünen Müslümanları da hedef alıyor ve onlara karşı şiddeti onaylıyor ve körüklüyor. Yine aynı zihniyetle, din bilimcileri, reformların önünü kesmek için siyaset, hukuk, felsefe ve sosyal alanlarda Batı’nın deneyimlerinden istifade edilmesine kesinlikle karşı geliyorlar ve Batı düşmanlığını teşvik ediyorlar.
* * *
İslam geleneğinde toplumun daima bireye üstün sayılması demokrasiye ve özgürlüğe başlıca engeli teşkil etmektedir. Örneğin bir kadının başı açık sokağa çıkması bireysel özgürlüğün kullanılması olarak değil, toplumu ifsad amacını güden bir eylem olarak algılanır ve toplumun buna karşı gelmesi normal addedilir. Aslında bütün dinler toplum üzerinde otorite kurmak istemişler, fakat zamanla evrim geçirmişlerdir. O kadar ki Vatikan bile ancak özgürce seçimini yapan bir kişinin iyi bir Hıristiyan olabileceği görüşünü sonunda benimsemiştir. İslam’ın böyle bir evrim geçirmesi kolay değil, çünkü Kuran’ın yorumunu bütün Müslümanlar için geçerli nitelikte yapabilecek bir dini merci yok. Şeriat konusu da aynı engele takılıyor. Kuran’da bir din devleti kavramı katiyen mevcut değildir. Allah Peygambere din adına müminleri yönetmek hakkını vermemiştir. Dolayısı ile geçmişte halifelerin ve bugün dine dayalı siyasi partilerin şeriata sahip çıkmaları Kuran’a aykırıdır. Şeriatın ilgası Kuran’a uygun olur, fakat bunu hangi dini otorite yapacak?’
* * *
İslam dünyası bugün büyük bir arayış içinde ise de mevcut koşullar altında reformların gerçekleştirilmesi çok zor. İslamcıların gücü küçümsenemez. Demokrasiye geçiş uzun ve fırtınalı bir süreci gerektirecek, toplumu reformlar etrafında birleştirebilecek cesur ve yaratıcı liderlere ihtiyaç var. Onlar da şimdilik ortalıkta gözükmüyor.
Yazının Devamını Oku 13 Temmuz 2004
<B>TÜRKİYE </B>ile İsrail arasında son zamanlarda beliren rahatsızlıklar aslında ikili ilişkilerden kaynaklanmıyor. Doğrudan bu ilişkileri etkileyebilecek tek unsur İsrail’in Irak Kürtlerine askeri yardım ve destek sağladığı yolundaki haberlerdir. Bu haberlerin doğruluk derecesini tabii bilmiyoruz, fakat Türkiye ile İsrail’in Irak vizyonlarının birbirleri ile örtüşmediğini söylemek yanlış olmaz. Bunun dışında iki ülke arasındaki ilişkilere olumsuz tesir eden başlıca neden İsrail’in politikasının bütün Ortadoğu için oluşturduğu çok ciddi tehlikedir. İsrail Irak savaşı ve sonuçlarından istifade ederek benmerkezci, ceberrut ve fütursuz bir siyasete kilitlenmiştir. Kimse İsrailli sivillere karşı girişilen intihar saldırılarını tasvip etmiyor.
Ancak, bu saldırılara karşı İsrail’in ölçüsüz kuvvet ve baskıya başvurmasına tepkisiz kalmak da zordur. Başbakan Erdoğan ‘devlet terörü’ diyerek bu tepkiyi belki biraz maksadı aşan bir şekilde ifade etti.
İsrail’in intihar saldırılarını önlemek iddiası ile inşa etmekte olduğu 660 kilometre uzunluğundaki duvarın ise hukuka aykırı fiili bir ilhak sayılması gerektiğini Uluslararası Adalet Divanı (UAD) 9 Temmuz’da aldığı kararda açıkça belirtmiştir. UAD kararında duvarın bir güvenlik kaygısına cevap verdiği savını da reddediyor. Divan duvarın 1967 sınır çizgisine göre İsrail toprakları içinde kalan kısmına değil, fakat Filistin topraklarının %16’sını çevreleyecek, Kudüs’ün de etrafını saracak ve 230,000 Filistinliyi izole edecek bölümüne itiraz ediyor. Ne var ki, UAD kararına uyulmamasının bir yaptırımı yok. Divan bu nedenle duvarın inşasının yarattığı hukuk dışı duruma son verilmesi için BM Asamblesi ve Güvenlik Konseyi’ne çağrıda bulunuyor. Bu çağrının da pratik bir değeri yok, çünkü Güvenlik Konseyi’nde ABD nasıl olsa vetosunu kullanır, Asamble kararları ise ancak tavsiye niteliğinde.
Sharon hükümeti Batı yakasında duvar inşa ederken Gazze’yi de tahliyeye hazırlanıyor. Filistinlileri memnun etmesi gereken bir önlem, fakat aynı zamanda zehirli bir hediye. Filistinlilerin içinde bulundukları siyasi koşullarda Gazze’de güvenliği sağlamaları ve Hamas gibi örgütlere söz geçirmeleri çok güç. Kaldı ki İsrail Gazze’nin deniz ve hava sahasını ve Gazze-Mısır sınırını kontrole muhtemelen devam edecek.
İsrail’in politikasının endişe yaratan bir başka boyutu var. Ortadoğu’da nükleer silahların monopolünü elinde tutan İsrail Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’na taraf olmayı ve Uluslararası Atom Enerjisi’nin kontrolü altına girmeyi reddediyor. İsrail’in bölgede tek nükleer devlet olarak kalmasının tehlikesi gözardı edilemez. Ortadoğu’nun nükleer siláhlardan arındırılması bölgenin sürdürülebilir bir barış ve güvenlik ortamına kavuşmasının şartlarından biridir.
Türkiye’nin İsrail ile önemli ve kapsamlı bir askeri işbirliği boyutunu da içeren ilişkilerinin, bütün bu unsurlardan etkilenmemesini düşünmek mümkün değildir. Ortadoğu’daki çıkarlarımız ve bölgede oynamaya aday olduğumuz rol açısından İsrail’e karşı politikamızda bir dengeyi korumak zarureti vardır. Bu dengenin parametrelerini değerlendirmenin zamanı galiba gelmiştir.
Yazının Devamını Oku 10 Temmuz 2004
<B>KIBRIS ’</B>ın tek başına, fakat hukuken bütün Kıbrıs’ı temsil ederek AB’ye üye olmasının komplikasyonları gittikçe daha belirli hale geliyor. Şayet 24 Nisan referandumunda KKTC halkı Annan planına Rumlar gibi hayır demiş olsaydı AB bakımından sorun daha basit olacaktı, çünkü Kuzey Kıbrıs’ın tecridine son verilmesi ve ona ekonomik yardım yapılması gündeme gelmeyecekti. Kıbrıs Türkleri referanduma evet deyince AB onlara karşı moral bir yükümlülük altında kaldığından Kuzey Kıbrıs ile mali ve ticari ilişkiler geliştirecek bir önlemler paketi hazırlamasını Komisyon’dan istedi. 7 Temmuz’da açıklanan paket Kuzey Kıbrıs’a 2004-2006 yıllarında 259 milyon Euro tutarında bir mali yardım yapılmasını ve AB ile Ada’nın kuzeyi arasında direkt ticaret bağları kurulmasını öngörüyor. Mali yardıma ilişkin öneriler hakkındaki karar AB Parlamentosu ile danışıldıktan sonra 25 üyelik Konsey’de ittifakla alınacak. Ticari düzenlemeler için ise Konsey’in nitelikli çoğunluğu yeterli olacak. Güney Kıbrıs’ın başlıca itirazı esasen ticari pakete yönelik. Kuzey Kıbrıs’ın ‘üçüncü ülkeler’ kapsamında ele alınmış olmasına şiddetle itiraz ediyor. Yunanistan’ın da desteği ile Konsey’in AB Adalet Divanı’ndan istişari görüş istemesini sağlayarak işi geciktirmek peşinde.
* * *
Komisyonun önerileri aslında beklentilerin bir hayli altında. Üstelik yetki alanına girmediği için Komisyon Kuzey’deki deniz ve hava limanlarının uluslararası ulaşıma açılması konusunu açıkta bırakmış. Fakat yine de öneriler bir ilk somut adım sayılmalıdır. Referandumdan beri fazla gelişme olmadığını, BM Güvenlik Konseyi’nin de tamamen hareketsiz kaldığını unutmamak gerekir. Türk tarafı Konsey’den Kuzey Kıbrıs’a uygulanan ambargoların kaldırılmasını talep eden ve Annan planına kuvvetli destek veren bir karar bekliyordu. Konsey ise üyeleri arasında oydaşma olmadığından Genel Sekreter’in sunduğu raporu benimsediğini bile not edemedi.
* * *
Bu durumda KKTC ve Türkiye ne yapabilirler? KKTC tabii her şeyden önce yeni seçimlerle istikrarlı ve tutarlı bir politika güdebilecek bir hükümete kavuşmalıdır. Türkiye’ye gelince, AB ile müzakerelerin başlamasına kadar pro-aktif bir tutum içine girmekten haklı olarak çekiniyor. Ancak bu, Türkiye’nin, hem üyelik sürecinde AB ile olumlu bir ortam yaratılmasına ve hem de Kuzey Kıbrıs’a daha fazla destek verilmesine katkıda bulunacak hiçbir girişimde bulunamayacağı anlamına gelmez. Örneğin Türkiye Kıbrıs’tan bir miktar kuvvet çekmenin mümkün olup olmadığını araştırabilir. Halen Güney’de 15.000 kişilik bir Rum ordusu ve 2000 kişilik bir Yunan kuvveti var. Kuzeyde ise Türk kolordusunun mevcudu 30 ile 35.000 arasında. Ayrıca KKTC güvenlik kuvvetlerinin miktarı 5000 civarında. Güvenlik dengesi açısından beş bin askerin geri çekilmesi herhalde büyük bir sakınca yaratmaz. Politik bakımdan ise bazı tereddütler olabilir, Güney Kıbrıs artık AB üyesi olduğuna göre çekilecek kuvvetlerin gerekirse tekrar adaya gönderilmesinde zorluk çıkabileceği düşünülebilir. Türkiye risk hesabını doğru yapmalı, fakat zamanlaması iyi ayarlanmış yaratıcı açılımların avantajlarını gözardı etmemelidir.
Yazının Devamını Oku 6 Temmuz 2004
<B>AVRUPA </B>İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) yıllardan beri Türkiye hakkında yalnız hukuki değil, fakat aynı zamanda siyasi sonuç ve yansımaları olan kararlar alıyor. Örneğin Loizidu kararı ve onunla bağlantılı diğer kararlar Kıbrıs sorununun temel verilerini etkileyecek nitelikteydiler. 29 Haziran’da türban hakkında alınan karar ise Türkiye’deki laiklik tartışmasının özüne iniyor.
İstanbul Üniversitesi’ni 5’inci sınıftayken türban taktığı için 1998’de terk etmek mecburiyetinde kalan Leyla Şahin’in başvurusu üzerindeki incelemesini sonuçlandıran AİHM 4’üncü Dairesi, şikáyet konusu tasarrufların, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (AİHS) ihlali olarak görülemeyeceğine karar verdi. Karara 3 ay içinde 17 üyeli ‘Büyük Daire’ nezdinde itiraz edilebiliyorsa da itirazı ilk aşamada inceleyecek 5 kişilik heyetin bunu gerekli addetmesi olasılığı bir hayli zayıf.
* * *
AİHM başka davalarda da türbanın okullarda yasaklanmasının AİHS’ye aykırı olmadığı hükmüne varmıştı. Fransa’daki türban tartışmalarının ve devlet okullarında türban gibi dinsel sembolleri yasaklayan kanunun da AİHM’yi etkilediği kuşkusuzdur. Ne var ki, şimdiye kadar söz konusu olan ilk ve orta öğretim kurumlarıydı. Üniversiteler ele alınmamıştı.
Bugün Fransa’da bile üniversitelerde türban yasaklanmış değil. Şahin kararında üniversitelerde de türban yasağının haklı görülmesi AİHM’nin içtihadına yepyeni bir boyut getirmiştir.
AİHM Şahin’in üniversite tahsiline başlarken türban yasağını zaten bildiğini belirtmekle kalmıyor. Anayasa Mahkemesi ve Danıştay’ın ‘türbanın Cumhuriyetin temel prensipleri ile uyuşmadığı’ yolundaki görüşlerini benimsiyor. Türban takılmasının zorunlu bir dini görev olarak algılanmasının, aynı düşüncede olmayanların haklarının korunmasını da gündeme getirdiğini ve bu nedenle türban takma özgürlüğünün kısıtlanmasının bir sosyal ihtiyaca cevap verdiğini ifade ediyor.
* * *
Yine AİHM’ye göre Türkiye’deki aşırı siyasi cereyanlar son yıllarda kendi dini sembollerini ve toplum kavramını dayatmak çabası içine girmişlerdir.
AİHM kararı neredeyse bir laiklik manifestosu. Üstelik Anglosakson hukuku bu alanda daha höşgörülü olmasına rağmen, karar, bir İngiliz’in başkanlığında 7 üyenin oybirliği ile kabul edildi. Evet, AİHM’nin mesajı çok net. Umarız bu mesaj, diğer Müslüman ülkelerdekinden bile daha ideolojik bir hale gelmiş olan Türkiye’deki türban inatlaşmasına son verir.
AİHM 29 Haziran’da bölücü terör devrinde köylerinden göç etmek zorunda kalanlardan 15 kişinin yaptığı başvuruyu da karara bağladı. 1500 benzer başvuru için emsal oluşturacak kararda mülkiyetin korunmasına, mesken ve aile hayatına saygıya ve zararın etkin şekilde tazminine ilişkin AİHS Sözleşmesi hükümlerinin ihlal edildiği sonucuna varılıyor. Tazminat konusundaki karar ise, Türkiye’de iç hukuk yollarının açılması beklentisi ile ertelendi. Köye dönüş sorununun çözümlenmesi amacıyla TBMM’ye sunulmuş olan tasarının bir an önce yasallaşması çok yerinde olur.
Son Brüksel AB zirvesi sonuçlar belgesinde ‘Güneydoğu’ya yapılan atıf esasen bu meseleyi kastetmekteydi. AB ve Avrupa Konseyi değerlendirmeleri arasındaki etkileşim daima göz önünde bulundurulmalıdır.
Yazının Devamını Oku 3 Temmuz 2004
<B>NATO </B>İstanbul Zirvesi’nin sonunda açıklanan 13 sayfalık çok uzun bildiri, ittifakın Soğuk Savaş sonrasında geçirdiği evrimin ayrıntılı bir tablosunu yansıtmaktadır. Gerçekten de NATO, 1990’lı yılların başlarından itibaren savunma ve güvenlik politikasında özlü değişiklikler yaptı. Tehdit algılamalarını yeni koşullara uydurdu, barış gücü görevleri üstlendi, önleyici ve hatta zorlayıcı askeri operasyonlara girişti, coğrafi alanının dışında misyonlar yüklendi ve politik açılımlarının kapsamını genişletti.
Üye sayısı 26’ya yükseldiği gibi, çeşitli ortaklık ve işbirliği modelleri çerçevesinde 20 ülke ile bağlantı kurdu. AB ile lojistik ve operasyonel destek ve koordinasyon yöntemleri geliştirdi. NATO önümüzdeki yıllarda daha da genişleyecek. Talipler çok. Hırvatistan, Makedonya ve Arnavutluk sıra başında. Gürcistan aday. NATO, Moldava’yı özel güvenlik nedenleri ile istiyor. Amerikalılar Ukrayna’yı gözlüyorlar.
* * *
Ne var ki bu evrim Irak Savaşı yüzünden ciddi görüş ayrılıklarına ve bir güven krizine engel olamadı. Haziran ayı içerisinde ABD ve AB liderlerinin çeşitli vesilelerle buluşmaları ve özellikle BM Güvenlik Konseyi’nin son Irak kararı transatlantik işbirliğinin bir ölçüde yeniden canlanmasına hizmet ettiyse de İstanbul Zirvesi’nde yaklaşım farkları yine su yüzüne çıktı.
Fransa, Irak güvenlik kuvvetlerine eğitim desteği verilmesi konusunda bu işin bireysel düzeyde yapılmasında ısrar etti. NATO bayrağı altında kolektif sorumluluğa karşı çıktı. NATO Mukabele Gücü’nün Afganistan’a gönderilmesi fikrini benimsemedi.
Türkiye açısından bakıldığında, NATO zirvesi kuşkusuz büyük bir başarıydı. Organizasyon neredeyse kusursuzdu. Kendimize özgü protokol ve giysi saplantıları dışında bir aksama olmadı. Sadece liderlerin değil, fakat onlarla gelen binlerce yardımcı, memur ve basın mensubunun çok iyi izlenimlerle ayrıldıkları muhakkak. Dünya televizyonları günlerce Türkiye hakkında güzel bir imaj aksettirdiler. Fakat daha da önemlisi, Türkiye’nin Avrupa-Atlantik toplumu içinde ve ‘Genişletilmiş Ortadoğu’ denen bölgede bugünkü ve müstakbel rolünün daha iyi anlaşılması oldu.
* * *
Yıllarca aciz ve istikrarsız koalisyon hükümetleri ile iş yapmakta büyük sıkıntı çeken Batılı hükümetler, AKP hükümetine duydukları güveni de her fırsatta dile getirdiler. Bu kanaatte olanlar yalnız Batılılar değil, bölge ülkelerinin hükümetleri de aynı düşüncedeler.
NATO zirvesinin bir yan faydası da Türkiye’nin AB üyeliği sürecine küçümsenemeyecek katkısıdır. Chirac müzakere sürecinin başlamasına açıkça destek verdi. Bunun yanında ABD ile ilişkilerin, bazı tereddüt ve sorunlara rağmen, artık sağlam bir stratejik ve politik çıkar ortaklığına dayandığı teyit edildi. Başkan Bush, Türkiye’ye atfettiği önemi tekrar tekrar belirtti. Dışişleri Bakanı Gül de Türkiye ile ABD arasındaki kuvvetli bağların devam edeceğini vurguladı.
* * *
Bugünkü aşamada NATO’nun başarısının kriterinin her şeyden önce Afganistan’daki performansı olacağında herkes mutabık. Türkiye, Afganistan halkının hemen tamamının kendisini dost olarak algılaması nedeniyle bu alanda bütün diğer ittifak üyelerinden daha ağırlıklı bir rol oynayabilir.
Afganistan’daki NATO kuvvetine bağlı birliğin mevcudunu artırmaktan, gelecek yıl bu kuvvetin komutanlığını üstlenmekten ve Almanlar gibi bir bölgenin sorumluluğunu almaktan çekinmemeliyiz.
Yazının Devamını Oku 29 Haziran 2004
<B>NATO </B>zirvesinden önce geçen hafta sonunda TESEV ve ABD-Alman Marshall Fonu tarafından ortaklaşa düzenlenen <B>’Atlantik İttifakı Yeni Bir Yol Kavşağında’</B> başlıklı konferans hem ele aldığı konuların güncelliği ve hem de katılımcıların seviyesiyle son derece başarılı oldu. Tartışmaları biraz derinlemesine irdelemek isterdim, fakat bu köşenin boyutu içinde buna imkán yok. Sadece önemli gördüğüm bazı noktalara değineceğim.
***
Konferansta izlediğim üç panelden bahsetmek istiyorum. Birincisi ‘Genişletilmiş Ortadoğu’da demokrasiyi teşvik etmek teması üzerindeydi. Değerlendirmeleri şöyle özetleyebilirim: Nüfusunun yüzde 60’ını 20 yaşından gençlerin oluşturduğu ve yılda 6 milyon iş yaratması gereken Arap dünyasının bugün yerinde saydığını, hatta geriye gittiğini, sayısı gittikçe artan Arap aydınları ve sivil toplum temsilcileri de dile getiriyorlar.
Arap ülkelerinin modernizasyon ve globalleşmeye uyum sağlamada başarısızlığının bir nedeni, iktidarda tutunmaktan başka emeli olmayan otoriter, baskıcı ve yozlaşmış yönetimler ise diğeri de Batılıların uzun yıllar ekonomik ve stratejik nedenlerle bu yönetimleri desteklemiş olmalarıdır.
İsrail-Filistin ihtilafı bir yandan şiddete yönelik radikal dinci cereyanlara ivme verirken, diğer yandan iktidarı elinde tutanlara reformları erteleme bahanesi sağlıyor. Bölgede köklü reformları ters tepkiler doğurmayacak şekilde gerçekleştirmek kolay olmayacak. Sivil toplumu da kapsayan dengeli bir yaklaşımın şart olduğunu bütün konuşmacılar vurguladılar.
***
Azerbaycan ve Gürcistan cumhurbaşkanlarının da katıldığı ikinci panelin konusu Karadeniz bölgesiydi. Genişletilmiş Ortadoğu gibi Genişletilmiş Karadeniz bölgesi kavramı geliştiriliyor.
Sahildar ülkelerin dışında Ermenistan, Azerbaycan ve Moldava’yı kapsayan bölgenin üzerinde durulması gereken özellikleri var: Avrupa’yı Hazar’da enerji kaynaklarına bağlıyor; Transnistria, Abhazya, Güney Osetya ve Yukarı Karabağ gibi dört ihtilaf teröre elverişli bir ortam yaratıyor; örgütlü suçlar ile silah ve uyuşturucu kaçakçılığının transit yolu buradan geçiyor. Dolayısı ile bölgenin istikrarının Avrupa-Atlantik bölgesinin istikrarı ile bağlantılı olduğu fikri gittikçe kuvvetlendi.
Balkanlar’ı konu alan üçüncü panelin en ilginç tarafı katılımcılardı. Bosna’da, Arnavutluk’ta, Hırvatistan’da ve Sırbistan’da liberal ve reformcu politikacılar olarak son seçimleri kaybetmişlerdi. Hırvatistan’da ve Sırbistan’da radikal milliyetçiler işbaşındaydı. Ne var ki, muhalefete düşen liberaller NATO ve AB perspektifleri ışığında ülkelerinde demokrasinin istikbalinden fazla endişe duymuyorlardı.
***
Nitekim pazar günü Sırbistan’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerini bir liberal kazandı. Gerek Balkan gerek Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri temsilcilerinde ortak bir bilinç var. Komünist rejimler altında yaşadıkları özgürlük kısıtlamalarını ve baskıları belleklerinde canlı tutuyorlar ve bu nedenle AB’ye olduğu kadar NATO’ya da büyük değer veriyorlar.
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasında NATO’nun oynadığı rolü unutmuyorlar. Sanal bir dünyada yaşamakta inat eden Türkiye’deki solcu ve diğer ideologların nostaljik gösterilerine herhalde en fazla onlar hayret etmişlerdir.
Konferanstaki tartışmalar ışığında Türkiye’nin Kafkasya, Ortadoğu ve Balkanlar’daki politikası için çıkarılabilecek bazı sonuçları bir sonraki yazımda belirtmeye çalışacağım.
Yazının Devamını Oku 26 Haziran 2004
<B>AB </B>Komisyonu, sonbaharda Türkiye hakkındaki raporunu sunacak. Raporda değerlendirme dışında bir de tavsiyeler kısmı bulunacak ve bunda komisyon, Türkiye ile üyelik müzakerelerinin gecikmesizin başlamasını ya tavsiye edecek veya bunun zamanının daha gelmediğini belirtecek. Türkiye’nin gerçekleştirdiği kapsamlı reformlar ve hassas konularda uygulamada atılan önemli adımlar ışığında komisyonun AB Konseyi’ne tavsiyesinin olumlu olması ihtimali gittikçe yükseliyor. Kaldı ki, Şansölye Schröder, Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın da aynı eğilimde bulunduğunu vurgulayarak müzakerelerin başlamasına kuvvetli destek verdi.
Kuşkusuz Türkiye’nin siyasi ortamı daha da yapıcı hale getirmek için yapabileceği başka şeyler var. Bunlar, Avrupa Konseyi ve AB raporlarında ifade edildiği gibi kulağımıza da sık sık fısıldanıyor.
***
İyimserlik yaratan gelişmelere rağmen AB ile bütün güçlüklerin aşıldığı gibi bir izlenime varılması yanlış olur. Bugünkü aşamada mevcut güçlüklerin bir kısmı Güney Kıbrıs’ın artık AB bünyesi içinde tam üye olarak faaliyete başlamasından kaynaklanıyor.
Güney Kıbrıs, KKTC’nin izolasyonunun kaldırılması yolunda komisyonun çalışmalarını engellemekle kalmıyor, fakat Türkiye’nin yeni üyelerle Gümrük Birliği uygulamasından kendisini dışlamasına tepki gösteriyor. Bu konuda ne yazık ki Ankara da dikkatli davranmadı. Kıbrıs’ı uygulama dışında bırakan Bakanlar Kurulu kararnamesi bunun tipik bir örneği.
Anlaşılıyor ki böyle bir kararnameye aslında hiç lüzum yoktu, çünkü Gümrük Birliği’nin uygulanmasına ilişkin düzenlemeler doğrudan komisyon ile yapılabilecekti. Şimdi ise kararnameyi iptalden başka çare gözükmüyor.
2003 yazında da yine bu şekilde gereksiz bir işgüzarlık yapılmış ve AB ile kurumsal ilişkilerimize aykırı bir şekilde KKTC ile bir ‘Gümrük Birliği Çerçeve Anlaşması’ imzalanmış, yapılan hata anlaşılınca anlaşma rafa kaldırılmıştı. Ankara’da AB konularında eşgüdümün daha etkili hale getirilmesi galiba büyük bir ihtiyaç haline geldi. Aksi takdirde müzakereler boyunca da sıkıntı çekeriz.
***
AB çevrelerinde Türkiye’nin üyeliğine pek taraftar olmayanların ortaya attığı bir fikirden de bahsediliyor: Üyelik müzakereleri üzerinde ‘politik kontrol’. Maksat 31 başlık altında yapılacak müzakerelerin temposunu siyasi değerlendirmelere göre ayarlamak, başka bir deyimle müzakerelerin gerekirse uzun sürmesini sağlamak. Bu fikrin ne kadar destekleneceği daha belli değil.
Müzakere perspektifi açısından asıl kaygı verebilecek başka bir neden mevcut. Bazı üyelerin ve Avrupa Parlamentosu’nun isteği ile komisyon ‘Türkiye’nin üyeliğinin AB üzerindeki etkisi’ konusunda İlerleme Raporu ile aynı zamanda yayımlanacak bir rapor hazırlamakla görevlendirildi. Kritik bir zamanda yayımlanacak bu nitelikte bir raporun müzakere kararına tesir edebilecek tartışmalara yol açmasından endişe ediliyor.
***
Yıl sonuna kadar iyi ve kötü haberler birbirini takip edecek. Fakat Türkiye bugünkü kararlılığını devam ettirirse, yanlış adımlar atmazsa ve lobi faaliyetlerini eşgüdümlü ve amaca odaklanmış biçimde yürütürse AB’nin menfi karar vermesi son derece zorlaşır.
Yazının Devamını Oku