İlter Türkmen

Dinci radikalizmin kaynakları

22 Haziran 2004
<B>BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan</B> <B>‘İslámcı terör’</B> denmesine karşı çıkıyor. Terör doğuran ideolojik ve dinci radikalizmin İslam’a inhisar etmediği doğrudur. Bütün dinlerin heretikleri, radikalleri ve militanları vardır. Ancak bugünkü aşamada global terörü doğuran ve Türkiye’yi de vuran şiddetin arkasında İslam’ı kendilerine bayrak yapanların olduğu da inkár edilemez.

Terminoloji tartışmaları yerine radikal İslamcılığun son 25-30 yılda büyümesinde ve yayılmasında hangi unsurların ve gelişmelerin rol oynadığını araştırmak daha yararlı olur.

Konu üzerinde şimdiye kadar sayısız incelemeler yapıldı, cilt cilt kitaplar yazıldı. Aralarındaki yaklaşım farkları ne olursa olsun bunların hemen hepsi radikal İslam’ın başlangıç noktası olarak 1979 İran devrimini görüyorlar. İran’daki ihtilal süreci ve akabinde kurulan İslami devlet modeli bütün Müslüman ülkelerdeki radikal gruplara şevk ve ilham verdi.

***

İran mollaları, kendilerini örnek göstererek Arap halklarını ‘Batı’nın kuklaları’ olarak niteledikleri monarşileri ve rejimleri devirmeye çağırdılar. Arap ülkelerinin liderleri ise çareyi Şii köktendinciliğine karşı Sünni köktendincilik silahına sarılmakta buldular. 11 Eylül 2001 saldırısını icra edenler ile daha sonra Avrupa’da yakalanan teröristlerin birçoğunun ortak noktası ‘Selefi’ inancına bağlılıkları.

Selefiler, İslam’ın ilk devirlerini referans olarak alıyorlar ve cihadı dini bir görev sayıyorlar. İslam’a aykırı olmasına rağmen intihar saldırılarını onaylıyorlar. Selefi fikirlerin öğretildiği ve oradan yayıldığı merkez ise Medine Üniversitesi.

***

‘Guardian’
Gazetesi’nden John Hooper ve Brian Whitaker, radikal İslam’ın gelişmesinde medreselerin rolü üzerinde bir araştırma yapmışlar. Onlara göre medreseler her zaman Batı düşmanlığını aşılarlar, Batı kültürünü reddederler, fakat eskiden şiddeti teşvik etmezlerdi. Medreselerin daha sonra radikalleşmesinde Pakistan’ın sorumluluğu çok büyük.

General Ziya Ül-Hak, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı istilasını takiben Pakistan’a sığınan 5 milyon Afganlı mülteci için okul yerine medreseler kurdu. Taliban ‘Cennet kılıçların gölgesindedir’ inancının hákim bulunduğu bu medreselerde büyüdü.

Ziya Ül-Hak’ın politikasını diğer Müslüman ülkeler de benimsediği için medreselerin sayısı süratle arttı. Avrupa ve Amerika’daki Müslüman göçmenler de camilerin yanında medreseler kurdular. Bütün bu faaliyetleri Körfez ülkeleri ve özellikle Suudi Arabistan cömertçe desteklediler.

***

Pakistan’da 1956’da 244 medrese mevcuttu. 2002 yılında ise 10 bin medresede 1 milyon öğrenci eğitiliyordu. Müslüman ülkelerdeki medreselerin 6 milyon öğrencisi var.

Bunun iki misli çocuk da Kuran kurslarına kayıtlı. Demek ki milyonlarca öğrenci ortaçağ zihniyeti ile hayata hazırlanıyor. Kuşkusuz bu okulların hepsinde şiddet çağrısı yapılmıyor, fakat oradan yetişenlerin radikalizme kendilerini kolayca kaptırmaları herhalde zor değil.

İslám dünyasındaki sorunların, özellikle eğitim sorununun çözümlenmesi köklü bir politik ve sosyal zihniyet değişikliği, uzun vadeli bir çaba ve muazzam mali kaynak gerektiriyor.
Yazının Devamını Oku

Avrupa Parlamentosu ve Türkiye

19 Haziran 2004
<B>GEÇEN </B>hafta yapılan Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri, AB’nin kendisi için olduğu kadar Türkiye için de üzerinde dikkatle durulması gereken sonuçlar verdi. Yeni on üyenin tantanalı kutlamalarla AB’ye girmelerinden birkaç ay sonra seçimlere katılımın her zamandan daha düşük olması, birçok ülkede iktidar partilerinin muhalefete büyük sayıda oy kaptırmaları, soldan sağa uzanan bir yelpazedeki Avrupa karşıtı veya Avrupa fikrine kuşku duyan partilerin AP’de 100 kadar sandalye kazanmaları özellikle dikkat çekicidir.

İngiltere, Almanya ve Polonya’da iktidardaki sosyal demokratlar tam bir yenilgiye uğradılar. Fransa’da Chirac zayıfladı, İtalya’da Romano Prodi’yi destekleyen grup Berlusconi’ye karşı avantaj kazandı.

* * *

Türkiye bakımından bu sonuçların iyimserliği teşvik etmediği açıktır. Seçim kampanyalarında Türkiye’nin üyeliği genellikle menfi algılamaları ve yaklaşımları yansıtan yoğun tartışmaların konusu oldu. Seçimlerden genellikle muhafazakár partilerin galip çıkması, AP’deki dengeleri Türkiye’nin aleyhine değiştirdi.

Gerçi bütün muhafazakárlar ile sosyal demokratların hepsi aynı sepete konulamaz. İngiltere’de İşçi Partisi gibi Muhafazakár Parti de Türkiye’nin üyeliğini destekliyor. Fransa’da da Sosyalistler Ermemi lobisinin etkisi ile Türkiye’ye muhalefet sergilediler. Fakat AP’nin yeni kompozisyonunun Türkiye’nin üyeliğine karşı direnci artıracağı gerçeği göz ardı edilemez.

Diğer taraftan, AB’deki bu oluşumlara paralel olarak Türkiye’deki bazı gelişmeler de kaygı vermekten geri kalmıyor. KONGRA-GEL’in şiddete tekrar başlaması, DEHAP liderlerinin sorumsuz ifadeleri, serbest bırakılan eski DEP’lilerin ikircikli açıklamaları, kültürel hakların çok ötesinde talepler ileri sürülmesi, büyük özverilerle yaratılan toplumsal barış ve dayanışma ivmesini tersine çevirebilir.

Bir yandan Avrupa’daki oluşumların, diğer yandan iç gelişmelerin Türkiye’de AB karşıtı lobiyi kuvvetlendirmesi olasılığı da göz önünde bulundurulmalıdır.

* * *

Koşullar ne olursa olsun, hükümet, AB politikasını bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da cesaretle sürdürmelidir. Yeni üyeler AB’ye karşı soğuk ve mesafeli davranıyorlar diye AB’ye katılmanın Türkiye için de belki o kadar imrenilecek bir şey olmadığı gibi bir düşünceye katiyen kapılmamak gerekir. Üye olduktan sonra AB’ye karşı çıkmak kolay.

Tarihi, coğrafi ve ekonomik bağlamda AB üyeliği Türkiye açısından yeni üyeler için olduğundan çok daha önemlidir. Evet, yeni AP Türkiye’ye sıcak bakmayan bir parlamento olacaktır, fakat Türkiye ile müzakereleri başlatma kararını AP değil, hükümetlerin temsil edildiği Konsey alacaktır.

* * *

Türkiye, Kopenhag kriterlerini kabul edilebilir bir ölçüde yerine getirdiği ve önümüzdeki birkaç ayda politik ortamı iyi hazırladığı takdirde AB hükümetlerinin Türkiye’ye karşı taahhütlerinden geri adım atması çok zor olur. Kuşkusuz müzakerelerin başlaması üyeliği garanti etmez, ancak bu aşamada üyelik perspektifinin kuvvetlenmesine ihtiyacımız var.

Müzakereler başladıktan sonra işimiz bugünkünden de daha güç olacak, uzun yıllar sürecek bir büyük çabanın içine gireceğiz. Ne yapalım, büyük davaları kazanmak hiçbir zaman kolay olmamıştır.
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs’ta zaman kimin lehine işliyor?

15 Haziran 2004
KKTC İşadamları Derneği’nin (İŞAD) 9 Haziran tarihli basın bildirisi KKTC açısından bugünkü durumu çok güzel özetliyor: <B>‘Kıbrıs Türk halkının % 65’i çözüm ve AB’ye evet demiştir. Kıbrıslı Türklerin barış için gösterdiği bu kararlılık, izolasyonların kaldırılması dinamiğini yaratmıştır. Ancak tanınmamış bir ülke ile ilişkilerde uluslararası hukuka ve AB yasalarına uygun davranma gereği, uygulamada zorluklara neden olmaktadır.

Yasal zemin, Kıbrıslı Rum politikacıların güçlük çıkarmasına müsaittir. Yeşil Hat tüzüğünün ve AB yardımlarının devreye girmesi, belirli bir zaman alacaktır. İzolasyonların kaldırılması, Kıbrıs’ın birleştirilmesi hedefine yönelikse desteklenecektir. KKTC’yi tanıtma hedefinin güdülmesi izolasyonların kaldırılma çabalarını olumsuz etkileyecektir.

Kıbrıs sorununun çözülmediği bir ortamda tüm çabalara rağmen ekonomimizin yeterince iyileşmesi ve diğer sorunlarımızın köklü olarak çözülmesi mümkün olmayacaktır. Bu nedenle Kıbrıslı Türkler olarak temel hedefimiz, çözüm ve AB vizyonundan şaşmamaktır.’

* * *

Gerçekçi bir değerlendirme. Ne var ki çözüm artık kolay değil. İŞAD’ın açıklaması yine haklı olarak Annan Planı’nın tekrar müzakereye açılmasının sakıncalı olacağını belirtiyor. İŞAD’a göre Annan Planı herhangi bir değişikliğe uğramadan 2004 Aralık’ından önce Rum tarafında ikinci kez referanduma sunulmalıdır.

İyi de Papadopulos buna hiç niyeti olmadığını BM’ye meydan okuyarak tekrarlayıp duruyor. Rum liderinin ikinci bir referandum için Annan Planı’nda özlü değişikliklerde ısrar edeceği kesin. Onun amacı zamanla mevcut ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ çerçevesinde temel felsefesi çok değişik bir çözümü sağlamak.

Zamanın kendi lehinde olduğuna inanıyor. Bu arada Kıbrıs’ın tümünü temsil etmenin bütün avantajlarına sahip. Avrupa Parlamentosu’nda Kıbrıs’a ayrılan üyeliklerin tamamı Rumlara tahsis ediliyor.

* * *

Kıbrıs Türklerinin referandumda Annan Planı’nı onaylaması, Türkiye’nin AB üyeliği yolundaki ciddi bir engeli bertaraf etti. Fakat Türkiye açısından da çözümsüzlüğün ciddi sakıncaları var. Referandum nedeniyle ‘Loizidu’ davalarında Türkiye’nin bundan böyle sorumlu sayılmaya devam edip etmeyeceği belli değil.

Bir büyük güçlük de AB ile Gümrük Birliği’nden kaynaklanıyor. Türkiye’nin AB’ye katılan 10 ülkeyle de Gümrük Birliği uygulamasına geçmesi lazım. Buna ilişkin direktifleri içeren Bakanlar Kurulu kararında ise Kıbrıs dışarıda bırakıldı. Güney Kıbrıs’ın AB nezdindeki şiddetli itirazlarına neden olan bu tutumun sürdürülmesi imkánı yok.

Meseleyi halletmek için formül araştırılıyor. Amaç Güney Kıbrıs’ın tanınması sonucunu vermeyen bir çözüm şekli bulmak; çünkü Güney Kıbrıs’ın ’Kıbrıs Cumhuriyeti’ olarak hukuken tanınması anlamına gelecek bir formül, Kıbrıs meselesinin bütün parametrelerini Papadopulos’un istediği şekle dönüştürür.

* * *

Kıbrıs sorununda zamanın şimdilik Kıbrıs Türklerinin ve Türkiye’nin lehinde işlediği söylenemez. Uluslararası ilişkilerde ne yazık ki haklı olmak yetmiyor. Güney Kıbrıs üzerinde çok büyük bir baskı oluşturacak bir politika üretmek gerek. O da doğrusu kolay değil.
Yazının Devamını Oku

Transatlantik ilişkiler

12 Haziran 2004
<B>NORMANDİYA Çıkarması’</B>nın 60’ıncı yıldönümü törenleri Amerika ile Avrupa arasındaki tarihi bağların teyidi için güzel bir fırsat yaratmıştı. BM Güvenlik Konseyi’nde Irak konusundaki kararın oy birliği ile kabulü de ABD ile onun politikasını en fazla eleştiren AB ülkelerinin daha yapıcı bir işbirliği ortamına yavaş yavaş yöneldiklerini gösterdi. Her ne kadar G-8’ler toplantısında Fransa Cumhurbaşkanı NATO’nun Irak’ta kurumsal sorumluluk almasına karşı çıktıysa da bu konuda başkalarının da zaten tereddütleri var. Kuşkusuz yeni beliren ortam hakkında iyimserlik ölçülü olmalıdır. Irak’ta her an transatlantik ilişkileri yine olumsuz etkileyebilecek gelişmeler olabilir.

* * *

Irak savaşından sonra yoğunlaşmakla beraber daha önce de Atlantik İttifakı’nın istikbali sorgulanmaya başlamıştı. New York’taki ’Dış İlişkiler Konseyi’nin (DİK) Henry Kissinger, eski Hazine Bakanı Lawrence Summers ve Harvard Üniversitesi Rektörü Charles Kupchan’ın da katılımı ile teşkil ettiği bir çalışma grubunun geçen mart ayında yayımladığı bir raporda belirtildiği gibi sadece dış politika açısından değil, fakat başka açılardan da Amerika ile Avrupa arasında farklar var: Liderlerin üslupları her zaman uyuşmuyor. Hattá bazen birbirlerine zor tahammül ediyorlar. İdam cezası, kişisel silahlara izin verilmesi, dinin politikadaki rolü alanlarında yaklaşımlar çok değişik. Dış politikada çevre sorunlarına ilişkin Kyoto Protokolü, Uluslararası Ceza Mahkemesi, nükleer denemelerin tamamen yasaklanması konularında da ABD ve Avrupa anlaşamıyorlar. Ancak DİK’in raporu bu gibi birbirine zıt yaklaşımların eskiden de mevcut olduğuna işaret ediyor ve Vietnam Savaşı’nı, 1973 Ortadoğu Savaşı’nı, orta menzilli füzelerin konuşlandırılması ile ilgili görüş farklarını hatırlatıyor. Ne var ki Soğuk Savaş yıllarında ortak bir tehdit ve ortak stratejik vizyon güçlüklerin aşılmasını daima kolaylaştırıyordu. Dayanışmayı perçinleyen tehdit kaybolunca işler zorlaştı.

Soğuk Savaş’tan sonra da NATO başarılı olmadı denemez. NATO’nun Doğu’ya doğru genişlemesi, birinci Körfez Savaşı’nda İttifak üyelerinin birlikte hareket etmeleri, Bosna ve Kosova’ya yapılan müdahaleler, daha sonra Afganistan’da sorumluluğun yüklenilmesi İttifak’ın başarı hanesine yazılmalıdır. NATO’yu asıl sarsan Irak oldu. İttifak üyeleri şimdi Irak konusunun kendilerini bölmesini önleyebilirlerse NATO global terör, kitle imha silahları ve bölgesel ihtilaflar alanlarında misyonlar yüklenmeye devam edecektir. AB’nin bu tehditlere karşı mücadele imkánları kısıtlıdır, buna karşılık ABD bundan böyle AB’nin desteği olmadan sırf askeri güçle bir yere varamayacağını anlamış olsa gerek.

* * *

Ekonomik açıdan ABD-Avrupa bağlarının ne kadar güçlü olduğu da unutulmamalıdır. Ticaret hacmi yılda 2,5 trilyon dolara yaklaşmıştır. Her gün ABD ile Avrupa arasındaki ticaret, sermaye ve para hareketleri yüzlerce milyar doları bulmaktadır. ABD dış yatırımlarının % 50’si Avrupa’dadır. ABD’deki dış yatırımların %60’ı ise Avrupa’dan gelmektedir. Amerikalıların takriben %60’nın Avrupa kökenli olması ayrıca kuvvetli bir bağ oluşturur. Avrupa Amerika’sız, Amerika da Avrupa’sız yapamaz. Geçici anlaşmazlıklara dayanarak uzun süreli hesaplar yapanlar, tek ata oynamaya kalkanlar yanılırlar.
Yazının Devamını Oku

BM Genel Sekreteri’nin raporu

8 Haziran 2004
<B>BM </B>Genel Sekreteri’nin Kıbrıs konusunda geçen hafta Güvenlik Konseyi’ne sunduğu rapor, Nisan 2003’te sunduğu rapordan çok farklı. O raporda eleştiri oklarının başlıca hedefi, çözümsüzlüğün sorumlusu olarak algıladığı KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş idi. Denktaş 40 yıl önceki zihniyetine hálá sımsıkı sarılmakla suçlanmıştı.

Son raporda ise Papadopulos ağır bir lisanla eleştiriliyor ve Kıbrıs Rumlarının sadece Annan Planı’nı değil, fakat çözümü reddettikleri vurgulanıyor. Genel Sekreter, Kıbrıs Türklerinin referandumdaki olumlu oyundan sonra onlara karşı uygulanan baskı ve tecrit önlemlerinin artık mantığı kalmadığının altını çiziyor.

Güvenlik Konseyi’nden, KKTC’yi tanıma anlamına gelmeyecek şekilde, bu önlemlerin kaldırılması için bütün devletlere ve uluslararası kuruluşlara çağrıda bulunmasını istiyor. Türkiye, KKTC Hükümeti ve halkının, Annan Planı’nı desteklemekle ne kadar basiretle hareket ettiklerinin bir kanıtı daha.

* * *

Raporda bence dikkatle üzerinde durulması gereken bir nokta var. Genel Sekreter, Güney Kıbrıs’ın AB’ye üye olmadan önce bir çözüme kendi çıkarları açısından daha yatkın olduğunu, fakat o zaman Türkiye ve Kuzey Kıbrıs’ın bu fırsattan istifade etmediklerini, daha sonra bir uzlaşıya yanaştıklarında ise artık AB üyeliğini sağlamış bulunan Güney Kıbrıs’ın esnek davranmak ihtiyacını duymadığını belirtiyor.

Güney Kıbrıs’ın AB’ye katılım antlaşmasını imzaladığı Nisan 2003’e kadar Türkiye’nin ve KKTC’nin büyük fırsat kaçırdığı doğrudur. Buna karşılık özellikle İsviçre’deki toplantılardan sonra Annan Planı’nın Kıbrıs Türklerinin çok daha lehine değiştirildiği ileri sürülebilir.

Ne var ki Genel Sekreter, planın son metninde Rum görüşleri yönünde yapılan kapsamlı değişiklilere de raporunda geniş yer vermiş. Örneğin, mülkiyet konusunda iade edilecek gayrimenkullerin oranını saptayan tavanlardan vazgeçilmiş, yeni düzenlemelerle Rumlara iade edilebilecek gayrimenkuller evvelkine nispetle iki misline çıkmış.

* * *

Güvenlik alanında, Kıbrıs’ın ve garantör devletlerin ‘uluslararası hukuk ve BM Yasası’nın prensiplerine bağlılığı’nı ifade eden bir ibare Kıbrıs Rumlarının isteği üzerine metne eklenmiş. Planın uygulanmasında BM’lerin izlemedeki rolü kuvvetlendirilmiş. Daha önce öngörülen AB müktesabatına sürekli derogasyonlar kaldırılmış.

Demek oluyor ki, 2002 yılından beri yapılan çeşitli değişiklikler, aslında ilk plandaki dengeyi fazla bozmamış. Genel Sekreter, bir tarafa verdiği ödünleri diğer tarafa verdikleri ile telafi etmiş.

Ancak plan zamanında kabul edilseydi sağlanacak politik avantaj çok daha büyük olacaktı. Kuzey Kıbrıs, şimdi eşit haklarla AB içinde yerini almış bulunacaktı.

* * *

Güney Kıbrıs önümüzdeki AB zirvesinde yapmaya hazırlandığı gibi Gümrük Birliği uygulamasından kendisini dışlaması nedeniyle Türkiye’nin üyelik sürecini engellemeye kalkışamayacaktı. Geçmişe dönerek dövünmek bir işe yaramazsa da gereken dersi hatırda tutmakta yarar vardır.

Bu yıl önümüzde AB üyeliği için yine çok kritik bir tarih var. AB ile müzakerelerin başlaması için gereken uyum önlemlerini tamamlamanın yanı sıra, AB Konseyi’nin alacağı kararın olumlu olmasını kolaylaştıracak yaratıcı bir politika gütmeli, kısa süreli kaygıların uzun süreli çıkarlara zarar vermesini mutlaka önlemeliyiz.
Yazının Devamını Oku

Irak ve ideoloji

5 Haziran 2004
<B>ESKİ </B>makalelerimi karıştırırken 5 Ekim 2002’de Irak’a ABD’nin müdahale etmesi olasığı hakkında ifade ettiğim şu görüş dikkatimi çekti:‘...Operasyonun askeri yönünün Amerika’nın muazzam teknolojik gücü sayesinde başarılı olacağından kimse kuşku duymuyorsa da, harekát bittikten sonra ortaya çıkacak durumun ABD için büyük bir gaile oluşturmayacağından emin olmak çok zor. Irak ve Ortadoğu’daki gelişmeler, ABD kuvvetlerinin Irak’ta uzun süre kalmasını kaçınılmaz hale getirebilir. Amerikan askeri işgalinin uzaması ise bütün bölgenin istikrarını tehdit eder, Amerika aleyhtarlığının boyutlarını artırır ve global terörizme ivme sağlar.’

Kuşkusuz böyle bir öngörüde bulunmuş olmak marifet sayılmaz. Belki binlerce kişi o tarihte aynı tehlikeleri sezdi ve endişelerini belirtti. Peki nasıl oluyor da ABD bu kadar yanıldı? Savaş sebebi olarak ileri sürülen kitle imha silahlarının Irak’ta bulunmadığı belliydi.

CIA’nın istihbaratının ciddi kaynak ve bulgulara dayanmadığı bugün ortaya çıktı. Saddam rejiminin Usame bin Ladin ile hiçbir ilişkisi olmadığı da biliniyordu. Üzerinde çok durulan enerji güvenliğini sağlamak kaygısı da makbul bir sebep sayılamazdı. Nitekim petrol kaynakları, terör tırmandığı için bugün daha büyük tehlike altında.

***

Artık iyice anlaşılıyor, ABD’nin Irak politikasının arkasındaki başlıca dürtü ideolojiydi. İdeoloji ilk defa ABD’nin politikasını yönlendirmiyor. Vietnam savaşının doktrincileri, Savunma Bakanlığı’nın siyasi kontrolünü o zaman ele geçiren ‘neo-liberaller’di. 11 Eylül’ün yarattığı travmayı istismar ederek ABD’yi Irak macerasına sürükleyen ideologlar ise ‘neo-muhafazakárlar’.

Bu cereyanın arkasında köktendinci bir inanç da var: ‘Yeniden doğan Hıristiyanlar.’ İsa’nın dünyaya döneceğine ve bugünkü hukukun yerini İncil kanununun alacağına inanıyorlar.

Kiliselerinde ‘Şeytanın Müslüman ordularına karşı savaşında Başkan Bush’un muzaffer olması’ için dua ediyorlar. Bir yandan İslamcı terör, diğer yandan ABD’de küçümsenemeyecek siyasi güce sahip Hıristiyan köktendinciler. Bir kábus tablosu.

***

ABD, Irak konusunda sadece yanlış savaşı başlatmakla kalmadı. Irak’ın yönetiminde inanılmaz bir beceriksizlik ve pervasızlık sergiledi. İşkencelere, sadizme ve yolsuzluklara göz yumdu. Fakat bundan sonra Amerika’yı sürekli eleştirmekle ve kınamakla bir yere varılamaz.

Fransız Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nden Dominique Moisi’nin Financial Times’ta belirtmiş olduğu gibi, ‘Batı’da ve dünyanın başka yerlerinde Amerikan aleyhtarlığı saplantısı Batı toplumları için bir tehlikedir. Amerika şeytanlaştırılırsa Samuel Huntington’un medeniyetler çatışması kehanetinin gerçekleşmesi olasılığı çok daha fazla artar’.

Bu nedenle Irak’ta başlatılan siyasi sürecin başarılı olması, bütün Avrupa ve bölge ülkelerinin çıkarlarına uygundur.

***

Şimdi Bağdat’ta sözde BM’nin fakat aslında yine ABD’nin seçtiği geçici bir hükümet var. Görevi 2005 yılında bir nevi Kurucu Meclis seçimini hazırlamak olan bu hükümetin başarısı geniş ölçüde BM Güvenlik Konseyi’nde bir oydaşmaya bağlı.

Oydaşma sağlanamazsa, uluslararası toplum ve BM sorumluluğa ortak olmayı kabul etmezlerse, bundan sonraki gelişmeler daha ürpertici olur. Irak’ta bir kaostan kimse kárlı çıkamaz.
Yazının Devamını Oku

Güvenlik sempozyumu

1 Haziran 2004
<B>27-</B>28 Mayıs tarihlerinde Harp Akademileri’ndeki sempozyumda Genelkurmay İkinci Başkanı’nın açış konuşması haklı olarak çok ilgi çekti. Orgeneral İlker Başbuğ biraz ikircikli tarihi metaforlara da yer verdiği zengin içerikli konuşmasında, güvenlik ve savunma konularına değinmekle beraber aslında geniş bir dış politika ufuk turu sundu.

Yıllardan beri dışişleri bakanlarının yapmadığı bir şey. İkinci Başkan sayesinde Türk kamuoyu, dış politikanın temel sorunları ve yönleri konusunda geniş bilgi sahibi olma fırsatını buldu.

* * *

Orgeneral Başbuğ’un yaklaşımlarının çoğu dengeli ve pragmatik, teşhisleri yerinde. ABD’nin Irak politikası ne kadar hatalı olursa olsun Irak’ta bir kaostan veya iç savaştan en fazla Türkiye’nin zarar göreceğini belirtmesi son derece isabetli.

Ancak Irak’ta gevşek bir federasyon öngörülmesini eleştirerek şunu söylüyor: ’Tarihi örnekler, farklı etnik ve inanç gruplarına sahip ülkelerin daha çok kuvvetli bir merkezi idare altında bir arada tutunabildiğini göstermektedir.’ Doğru da Saddam Hüseyin rejimine benzer otoriter ve ceberrut bir rejim dışında Irak’ta artık buna imkán var mı? Diğer taraftan bu görüş Kıbrıs için her zaman savunduğumuz tezle taban tabana zıt değil mi?

* * *

Orgeneral Başbuğ, Irak müstakbel anayasasının ana hatlarını belirleyen geçiş dönemi yasasının laikliğe yer vermeyişini eleştirerek, ‘Laiklik süreci yaşamayan, bu deneyime sahip olamayan ülkelerin demokratik bir yapıya kolaylıkla ulaşabileceğini söylemek bir iddiadan ileri geçemeyebilir’ diyor. Laiklik, kuşkusuz demokrasinin temel bir unsuru. Yine de laikliğin mutlaka anayasal olması gerekmez.

Avrupa’da bile her devletin anayasasında laiklik hükmü yok. Halen tartışılan Avrupa anayasasında bazı ülkelerin istediği gibi Hıristiyanlığa atıfta bulunulursa Avrupa laik olmakta devam etmeyecek mi?Laiklik kanun metinlerinden çok uzun bir tarihi evrimin sonucudur. Türkiye dışındaki Müslüman ülkelerde ise anayasal laiklik artık söz konusu değildir.

Türkiye’de dahi Atatürk gibi vizyonu ve politik cesareti olan bir lider çıkmasaydı anayasal laiklik olmazdı. Buna karşılık mesela Tunus gibi Müslüman bir ülke bugün genel mevzuatı ve uygulaması ile laik sayılabilir, ancak demokratik değildir, otoriter bir devlettir. Demek oluyor ki laiklik genel anlamı ile demokrasi için bir koşuldur, fakat yeterli değildir. Bunu kendi tecrübelerimizden de çok iyi biliyoruz.

* * *

Orgeneral Başbuğ’un Kıbrıs ve Yunanistan ile ilişkiler konusunda söylediklerinin de üzerinde durulmalıdır. Başbuğ, Kıbrıs’ın Türkiye ile ilişkisinin Doğu Akdeniz’deki hak ve çıkarlarımızın korunması ile bağlantılı olduğunu vurguluyor. Somut olarak bu hak ve çıkarları tarif etmiyor.

KKTC halkı tarafından kabul edilen Annan Planı’nı bu açıdan yeterli görüp görmediği belli değil. Ege konusunda ise Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD)başvuruya kapıyı aramakla beraber ‘tüm sorunların bir arada çözülmesi’gerektiğinin altını çiziyor.

Tüm sorunlar arasında Kardak krizi sırasında ortaya atılan adacıklar ve kayalar meselesi de var mı? Yine belli değil. Yunanlılar egemenlik sorunu olarak gördükleri bu konuyu anladığımız kadarıyla UAD’ye götürmek istemiyorlar. Oysa UAD’de kaybedeceğimiz kesin gibi.

Orgeneral Başbuğ örnek olsun. Diğer kurumlarımızın temsilcileri de bizi hem bilgilendiren ve hem de düşündüren konuşmalar yapsınlar.
Yazının Devamını Oku

Avrupa Komşuluk Politikası

29 Mayıs 2004
<B>ÜZERİNDE </B>gittikçe daha fazla durulan Avrupa Komşuluk Politikası (AKP) genişletilmiş Avrupa kavramına dayanıyor. Amaç AB’nin genişlemesinin yeni bölünme hatları yaratmaması ve 25’ler Avrupası ile komşuları arasında ekonomik, politik ve güvenlik ilişkileri geliştirilmesidir. Projenin kapsadığı ülkeler Filistin Yönetimi dahil Barcelona sürecine katılan Akdeniz ülkeleri ile Belarus, Rusya, Ukrayna ve Moldova. Türkiye Barcelona sürecinde bulunmakla beraber AB’ye üye adayı statüsünde olduğundan liste dışında kalıyor. AKP konusunda Komisyon’un hazırladığı Strateji Belgesi aynı zamanda 2003 Aralığı’nda AB Konseyi tarafından onaylanan ‘Avrupa Güvenlik Stratejisi’ ile bağlantılı. Bu belge AB’nin Güney Kafkasya’da daha aktif olması gerektiğini vurguladığı için Komisyon Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’ın da AKP çerçevesine alınmasını tavsiye ediyor.


AKP’nin uygulanmasında ilk aşamayı komşu sayılacak ülkelerle aynı değerlerin paylaşıldığını vurgulayan ortak eylem planları teşkil edecek. Bu değerlerin başlıcaları insan haklarına ve azınlık haklarına saygı, hukukun üstünlüğü, etkin yönetişim, iyi komşuluk ilişkileri, piyasa ekonomisi, sürdürülebilir kalkınma ve bazı kilit dış politika hedeflerinin benimsenmesi. Demokrasiden doğrudan bahsedilmiyor. Buna karşılık ilişkilerin gelişmesinin bu değerlere uyum temposu ile bağlantılı olacağının altı çiziliyor. Komşu ülkeler bu açıdan ayrı ayrı değerlendirilecek ve her biri ile ilişkiler buna göre düzenlenecek.

Eylem planlarının öngördüğü işbirliği alanları arasında terörizm ile mücadele, kitle imha silahları ve bölgesel ihtilaflar üzerinde politik diyalog sürdürülmesi var. Komşu ülkelere eğitim ve araştırma programlarına katılma olanakları yaratılacak ve onlarla enerji, taşıma, çevre ve bilişimde bağlantılar kurulacak. Avrupa Birliği standartlarına uyum oranında AB pazarı daha fazla açılacak ve serbest ticaret bölgeleri oluşturulabilecek. İçişleri ve adalet bağlamında göç, teröre karşı önlemler, insan trafiği, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı, örgütlü suç, kara para aklaması ve mali ve ekonomik suçlar gündemde olacak. Eylem planları 3-5 yıllık süreler için geçerli kalacak, bu sürelerin sonunda daha ileri ortaklık modellerine geçilebilecek.


AKP özü ve coğrafi alanı ile kısmen ABD’nin öncülüğünü yaptığı Büyük Ortadoğu projesi ile örtüşüyor. Fakat daha somut ve daha inandırıcı. AKP Türkiye için de önemli sonuçlar doğurabilir. Bir kere Türkiye AB ile üyelik müzakerelerine başlayınca Irak ve İran da potansiyel AB komşusu olacaklar (Suriye zaten Barcelona sürecinde). İkincisi Güney Kafkasya AKP kapsamında olduğuna göre Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin bu proje ile ahenkli hale getirilmesi, özellikle sınırların açılması kaçınılmaz hale gelecek. Üçüncüsü henüz devlet olarak tanınmayan Filistin Yönetimi AKP’ye dahil olduğuna göre Kuzey Kıbrıs’ın bu politika kapsamına alınması olanakları belki de araştırılabilir.

AKP’nin ne ölçüde gerçekleşeceği şimdiden tahmin edilemezse de, Türkiye AB üyelik süreci ve Ortadoğu siyaseti açısından bu politikanın muhtemel yansımalarını dikkatle incelemelidir.
Yazının Devamını Oku