17 Ağustos 2004
<B>TÜRKİYE’</B>nin geçirmekte olduğu köklü değişimde laik ve dini değerler arasındaki etkileşimin toplumsal ve politik alanlara yansıması kilit bir öğe teşkil ediyor. Bu bağlamda türban meselesinin kişisel inanç ve tercihin ötesinde bir önemde olduğu görmezlikten gelinemez.
Sosyolojik açıdan türbanın çok çarpıcı bir tahlilini Nilüfer Göle ‘Melez Desenler’ kitabında yapmış: ’Bütün Müslüman toplumlarda İslamcı hareketler, kadının örtünmesi vasıtasıyla görünürlük kazanmışlardır. Kadınların bugünkü örtüsü siyasi katılımın ve İslami kimliğin aktif ve gönüllü olarak yeniden uyarlanışını ifade etmektedir. Dolayısı ile yeni örtünün pasif, eğitimsiz, kendini aile hayatına adamış ve uysal olarak tarif edebileceğimiz geleneksel Müslüman kadın imajı ile hiçbir ortak noktası bulunmamaktadır. Eğitimli İslamcı kadınlar, geleneksel Müslüman kadından ziyade, laik ve iddialı modern kadını hatırlatmaktadır.’
***
Bu irdelemeden hareketle laik ve İslami politik felsefe ve yaşam üsluplarının zamanla birbirleriyle uyum sağlayacakları sonucuna varmak kuşkusuz mümkündür.
Ne var ki, geçiş döneminde türban meselesinin yarattığı açmaz ciddidir ve devlet ve toplum düzeyinde sık sık tanık olduğumuz zıtlaşmalar ve kırgınlıklar, bir yol kazasına uğramadan bu açmazın üstesinden gelmenin o kadar kolay olmayacağını göstermektedir.
Bugün türban sorununa değinmeme, olimpiyatların açılış töreni neden oldu. Çeşitli ülkelerin atletleri geçerken televizyon kameraları o ülkelerin devlet veya hükümet başkanlarını görüntülüyorlardı. Sıra Türkiye’ye gelince Başbakan ve eşi de ekranlarda göründüler ve o anda bütün hoşgörü eğilimime ve Başbakan’ı çok takdir etmeme rağmen eşinin türbanının ve giysisinin törenin bütün atmosferi ve anlamı ile gerçekten çelişki teşkil ettiğini düşünmekten ve burukluk hissetmekten kendimi alamadım.
Belki yüz milyonlarca insan tarafından seyredilen bir yayında Türkiye’nin başka bir imaj oluşturmasını çok isterdim. Müslüman ülkelerin çoğunda lider eşlerinin örtünmediğini, örtünenlerin de eşlerine refakat etmediklerini, bunlardan bir kısmının da Batı’ya özel olarak gittikleri zaman ‘láik’ kıyafet giydiklerini unutmayalım.
***
Geçenlerde Fransız Le Point Dergisi’nde Türkiye’nin AB üyeliğine muhalefetini bildiğimiz UDF partisi başkanı François Bayrou ile bir söyleşiyi okudum.
Bayrou yine saplantılarını ve önyargılarını dile getiriyordu, fakat bir gözlemi dikkat çekiciydi. Başbakan Erdoğan kendisi ile görüşürken ‘İnsanlar ve kişiler laik değildir, sadece devlet láiktir’ demiş.
Bayrou’nun buna tepkisi şöyle: ’Biz Avrupalıların laikliği içimizdedir. Yaşamımızda dini inançlarımızla bir vatandaş olarak hayatımıza ait olanı ayırt ederiz. İç laiklik bizim yaşam tarzımızın, toplumumuzun mihenk taşıdır.’
***
Bu açıdan bakılınca siyasi lider eşlerinin örtünmeleri iç dinselliğin politik alana aktif bir şekilde taşınması değil midir? Türbanın, devletin zirvesinde yarattığı ve ister istemez devletin işlevini olumsuz etkileyen gerginliklere ek olarak Türkiye’nin dünyadaki imajına da olumsuz tesir ettiği yadsınamaz.
Unutmayalım ki AB ülkelerinin liderleri, AKP hükümetinin icraatını sürekli övmekle beraber özellikle 11 Eylül’den sonra laiklik konusunda daha duyarlı olmuşlardır.
Kazanmaya çalıştığımız Avrupa kamuoyu da kültürel farkları aksettiren semboller konusunda çok hassastır.
Yazının Devamını Oku 14 Ağustos 2004
<B>DÜNYA </B>Ticaret Örgütü’nün (DTÖ), 31 Temmuz’da Cenevre’de, dünya ticaretini özellikle tarım alanında sebestleştirmek amacını taşıyan bir çerçeve anlaşma üzerinde mutabakata varması her nedense Türkiye’de panikle karışık bazı olumsuz tepkilere yol açtı. Zannedersiniz ki Cenevre uzlaşmasının hedefi Türk tarımını mahvetmekti. Karamsar yorumculara göre Türkiye artık hayvancılığı ve tarımı terk etmek ve bütün gıda maddelerini ve zırai ürünleri dışarıdan ithal etmek zorunda kalacak.
İşin gerçek yüzü tabii hiç de öyle değil. Bir kere unutmamak gerekir ki DTÖ’nün 147 üyesi var ve bunların büyük kısmı gelişme yolunda ülkeler (GYÜ). Bütün kararlar oydaşma ile alınıyor, dolayısı ile her üyenin veto hakkı var. Türkiye Cenevre uzlaşmasını kabul eden ülkelerden biri. İkincisi söz konusu uzlaşma bir ‘çerçeve anlaşması’ niteliğinde. Bundan sonra yapılacak müzakerelerin gündemini ve yöntemini saptıyor, genel bazı parametreler çiziyor. Ayrıntılı müzakereler 2005 yılında Hong Kong’da yapılacak.
* * *
Cenevre uzlaşması gelişmiş ülkelerle (GÜ) GYÜ’ler arasında uzun ve çetin bir pazarlığın sonucu. GYÜ’lerin önemli kazanımları var, çünkü GÜ’ler GYÜ’lere pazarlarını kapatan çeşitli tarım desteklerini zaman içinde kaldırmayı kabul ediyorlar. En önemlisi, ABD’de 39 milyar dolar, AB’nin tümünde ise 121 milyar dolar seviyesinde olan sübvansiyonlara son verilecek. GÜ’lerde tarım destekleri bundan ibaret değil, ayrıca tarımsal ürünlerin ihracatı çok büyük miktarlarda kredilerden yararlanıyor. Cenevre uzlaşmasına göre ödeme süresi 180 günü aşan krediler de kalkacak. Tarım maddeleri üzerindeki gümrük vergilerine gelince, bunlar hakkında Cenevre uzlaşmasında ancak genel vaatler var. Bütün ülkeler indirimlerde bulunacaklar, ancak en fakir ülkelere bazı hassas maddeler için muafiyetler tanınacak.
Daha spesifik olarak Türkiye’yi ele alalım. Cenevre uzlaşması ileride kesin yükümlülüklere dönüşürse kuşkusuz o da etkinecek. Ne var ki Türkiye tarıma direkt fiyat desteği politikasını geniş ölçüde esasen terk etmiş bulunuyor. Türk tarımı artık ihracattan çok iç pazara yönelmiş durumda. Yine de ‘alt limit’ denen asgari destekler için GÜ ve GYÜ ayırımı yapılmadan indirim öngörülmesi kaygı uyandırmaktan geri kalmıyor. İlerideki müzakerelerde GYÜ’ler alt limitler alanında herhalde topluca özel muamele talep edecekler.
* * *
Türkiye açısından bir başka noktayı da belirtmek gerekir. AB ile olan Gümrük Birliği halen tarım ürünlerini kapsamıyor, fakat kapsaması için AB Komisyonu ile çalışmalar var. Diğer taraftan Türkiye AB üyesi olunca zaten AB ortak tarım politikasına bir süre sonunda dahil edilecek. DTÖ’de ise AB ülkeleri adına müzakereleri Komisyon yürütüyor.
Cenevre uzlaşması Türkiye’ye bu aşamada bir şey kaybettirmiş değil. Kuşkuculuk bazen faydalı ise de abartmamak lazım. Türkiye bütün ekonomik kırılganlığına ve eksikliklerine rağmen GYÜ’ler içinde küreselleşmeye en fazla uyum sağlamış ülkelerden biri. AB üyeliğinde ilerledikçe bu süreçte daha da başarılı olacak.
Yazının Devamını Oku 10 Ağustos 2004
<B>BÖLGEMİZ </B>ve pek çok komşu ülke, zengin petrol ve gaz kaynaklarına sahip olduğu halde Türkiye’nin böyle bir servetten yoksun olmasından sürekli yakınırız. İran veya Irak gibi petrolümüz olsaydı ekonomik gelişmemizin mucizevi olacağı kanısı yaygındır. O kadar ki Türkiye’de ve onu çeviren deniz alanlarında bir türlü petrol bulunamamasının uluslararası bir komplonun sonucu olduğunu düşünenlerimiz bile vardır.
Petrol, Yunanistan ile Ege ihtilafının zaman zaman bizi savaşın eşiğine getirmesindeki nedenlerden başlıcasıdır. Kerkük petrolleri hayallerimizi olduğu kadar endişelerimizi kamçılamaktadır.
* * *
Oysa Irak Savaşı’ndan beri petrolün bir nimetten çok bir lanet olduğu, petrol zenginliğinin aslında fakirlik doğurduğu tezi işlenmektedir. ’Foreign Affairs’ Dergisi’nin son sayısında Nancy Birdsall ve Arvind Subramanian, petrol servetinin hem ekonomik gelişme ve hem de demokrasi için kötü sonuçlar verdiğini savunuyorlar.
Onlara göre petrol zenginliği hukukun üstünlüğü, bireysel özgürlükler, mülkiyet hakları, siyasi katılım gibi değerlerin ve pazar ekonomisi ile demokratik kurumların gelişmesini engeller. Petrolün yarattığı rantlar devlet veya bazı grupların eline geçer.
Devlet vergilendirmek ihtiyacını duymadığı için ayrıca servet üretecek ekonomik ve sosyal politikalar gütmez. Vergi vermeyen vatandaşlar da hükümetleri icraatından sorumlu tutamazlar. Bugün petrol ve gaz kaynaklarını işleten 34 gelişme yolundaki ülkeden 12’sinin fert başına düşen geliri 1.500 doların altındadır.
Üçte ikisinden fazlası da demokratik değildir, demokratik rejimle yönetilenlerde ise siyasi kurumlar son derece zayıftır. Angola ve Nijerya gibi ülkelerde petrol, sivil harbi körüklemiştir. Petrolünü halkının uzun süreli çıkarları için en iyi kullanan ülke kuşkusuz Norveç’tir.
Uzun yıllar sosyal hizmetlerinin maliyetini karşılayacak bir fon oluşturmuş, petrol gelirlerinin kullanımında tam bir şeffaflık sağlamıştır. Ne var ki Norveç, petrol yataklarını keşfettiği zaman zaten ileri ve dengeli bir siyasi ve sosyal yapıya sahipti.
* * *
Etrafımıza baktığımız zaman petrole tamah etmenin pek doğru olmadığını görürüz. Irak’a petrol şimdiye kadar felaket üstüne felaket getirdi. İran’ın durumu ortada. Rusya’da petrol ve gaz zenginliklerinin önemli bir kısmı oligarklara devredildi, devlet bazılarına el koymaya kalkışınca bir anda 8.5 milyar dolarlık sermaye kaçışı oldu.
Petrol zenginliği kadar petrol bağımlılığı da tehlikeli. ABD, Irak’a bir ölçüde petrol ikmalinin güvenliği için müdahale etti, fakat sonunda Ortadoğu her zamankinden daha istikrarsız hale geldi, petrolün varili 44 dolara kadar çıktı. Demokrat başkan adayı John Kerry’nin programında Ortadoğu petrolüne bağımlılıktan kurtulmak öncelikli bir yer işgal ediyor.
’Tek bir Amerikan askerinin bile yabancı petrole bağımlılık yüzünden savaşmasını ve ölmesini önlemeliyiz’ diyen Kerry, ABD’nin Ortadoğu’ya bağımlılığını azaltılmak için hidrojen gibi alternatif yakıtların geliştirilmesini ve ikmal kaynaklarının çeşitlendirilmesini öngören 30 milyar dolarlık bir plan ileri sürdü.
* * *
Türkiye için bütün bu gözlemlerden ve oluşumlardan çıkacak bir ders elbette var. 2001 yılına kadar yapılan israfların en büyük göstergesi bugünkü muazzam iç ve dış borç miktarıdır.
Petrolümüz olsaydı bu borçlar olmaz mıydı, yoksa savurganlık daha da büyük boyutlarda mı olurdu? Belli değil. Ancak petrol belki de ekonomimizin bugünkü dinamik sektörlerinin ve demokrasimizin gelişmesini köstekleyebilirdi.
Onun için fazla şikáyetçi olmayalım.
Yazının Devamını Oku 7 Ağustos 2004
<B>1 </B>Ağustos tarihli yazısında <B>Oktay Ekşi,</B> Washington’daki Türk-Amerikan Dernekleri Asamblesi Başkanı <B>Ercüment Kılıç</B>’tan aldığı bir e-mail’e atıfta bulundu. Bunda, Kılıç, 20’nci asrın başında ölen Osmanlı vatandaşı Ermenilerin yaptırdıkları hayat sigortası tazminatının sigorta şirketlerince ödenmesi için Amerikan mahkemelerinde açılan davaların sonuçlandığını bildiriyor.
Mahkeme, poliçe sahiplerine 20 milyon dolar tazminat ödenmesini karara bağlamış. Üstelik tazminat talepleri bireyler adına değil, fakat ‘soykırım’dan mağdur olan toplum adına ödenecekmiş. Oktay Ekşi bu gelişmeyi yorumlarken ismimi zikretmeden benim geçen yılki bir makalemde ‘sigorta kontratlarının yerine getirilmesinin Türkiye’ye yansımaları olmaz’ dediğimi hatırlatıyor.
Kılıç ise aksi kanaatte. Ona göre, ‘Bu konunun önümüzdeki aşamasında sigorta şirketleri ödedikleri tazminatı Türkiye’den isteyecekler. Türkiye bu talebi reddedecek. O zaman Amerika’nın en güçlü lobileri, yani bankacılık ve sigortacılık dünyası devreye girecek, Kongre’yi baskı altına alacaklar’.
***
Kılıç haklı olabilir. Sigorta şirketlerinden Türkiye’ye bir talep herhalde gelir. 5 Nisan 2003 tarihli yazımda vurgulamak istediğim nokta, şirketlerin Türkiye aleyhine dava açabilecekleri bir hukuki merciin mevcut olmayışıydı.
Uluslararası Ceza Mahkemesi, ancak kurulduktan sonraki olaylarla ilgili davalara bakıyor. Avrupa İnsan Mahkemesi’ne (AİHM) Türkiye aleyhinde ABD vatandaşlarının da başvuru hakkı var, fakat AİHM de çok daha sonra kurulduğu için yine yetkili değil. Bu nitelikte bir davaya bakabilmesi için şikáyet konusu durumun bugün de devam etmesi gerekir. Uluslararası Adalet Divanı’na ancak devletler müracaat edebilirler, o da Türkiye’nin taraf olmayı kabul etmesi koşuluyla. Kaldı ki Türkiye hukuki bakımdan sağlam bir zeminde. 1948 tarihli Soykırım Sözleşmesi geriye dönük değil. İtibarlı hukuk kurumları, Türkiye’ye devlet veya birey sorumluluğu yüklenemeyeceğini, tazminat ve toprak talebi ileri sürülemeyeceğini belirtmiş bulunuyorlar.
***
Tabii hukuk başka siyaset başka. Nitekim, Kılıç’ın da hatırlattığı gibi, ABD’de 34 eyalet, soykırım iddiasını kabul eden yasaları geçirdi. Kanada ile bazı Avrupa ülkeleri parlamentoları ve Avrupa Parlamentosu da aynı şeyi yaptılar.
ABD Temsilciler Meclisi’nde Ermeni lobisinin hemen her yıl tekrarladığı girişimler şimdiye kadar ancak Amerikan başkanlarının enerjik müdahaleleri ile önlenebildi. Seçilirse Ermenilere sempatisi ile tanınan John Kerry’nin aynı kararlılığı göstereceği şüpheli.
***
Ermenilerin tarih hakkında kendi görüşlerini kabul ettirmek yolundaki yaygın faaliyetlerine şimdiye kadar başarıyla karşı koyduğumuz söylenemez. Bundan sonra da siyasi alandaki teşebbüsleri devam edecektir ve büyük bir olasılıkla AB ile müzakereler başladıktan sonra yoğunlaşacaktır.
Mukabil lobi çabalarının sonuç vermesi ihtimali pek kuvvetli değildir, çünkü Ermenilerin Batı ülkelerindeki imkánları çok geniş. Son zamanlarda sayısı iki milyona yakın olan Rus Ermenileri de daha aktif olmaya başladılar.
Bizim için geçerli olan tek politika, Ermenistan’a yönelik ölçülü açılımlarla aleyhimizdeki ivmeyi yavaşlatmak ve sorunu zamanla aşmaya çalışmaktır. Ne yazık ki buna da hiçbir hükümet yanaşmamıştır.
Yazının Devamını Oku 3 Ağustos 2004
<B>İRAN,</B> jeopolitik konumu, nüfusu, tarihi mirası ve zengin kültürü ile her zaman bölge denkleminde kilit bir unsur olmuştur. Şah devrinde ABD’nin zaman zaman Türkiye’den daha fazla kıymet verdiği bir müttefikiydi. Petrol zenginliği sayesinde Avrupa ülkeleriyle yakın bağları vardı. Türkiye ile ilişkileri ise yine ikircikliydi. Türkiye ile enerji alanında işbirliğine yanaşmıyor, fakat Kıbrıs gibi konularda hem fiili ve hem de diplomatik destek veriyordu.
***
1979’da Humeyni’nin Şah’a karşı ayaklanan diğer ideolojik ve politik cereyanları silip süpürerek İslamcı rejimi kurması, Ortadoğu’nun kaderinde önemli bir rol oynadı. İslamcılık, Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya kadar politik güç kazandı. Cezayir’de İslam Kurtuluş Cephesi’ni kuranlar İran’daki devrimden esinlendiler.
Lübnan’da Hizbullah ise Tahran’dan direkt yardım gördü. 1980-88 İran-Irak Savaşı da yine İran’daki devrimle bağlantılıdır. Her ne kadar İran, Afganistan’da Taliban ile zıt düştüyse de, rejiminin genel felsefesiyle El Kaide’ye kadar uzanan İslamcı terörün gelişmesine katkıda bulunmuştur.
Bugünkü İran’ın askeri potansiyelini güçlendirmek çabaları da göz ardı edilemez. İran’ın elinde halen 1000 kilometre menzilli 300 tane Scud-B füzesi var. 1300 kilometre menzilli Şahab-3 füzeleri de deneme aşamasında. Kimyasal silahlara da sahip bulunduğu varsayılıyor.
Nükleer alanda ise Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) kapsamlı denetimini kabul etmekle beraber, nükleer silah programları geliştirdiğini gösteren ciddi emareler mevcut. Bu konuda tatmin edici bilgiler vermekten kaçındığını UAEA Genel Müdürü açıkladı.
İran’ın rejim ve politikası başından beri Türkiye’yi etkilemiştir. İran’ın şiddetli ABD ve Batı aleyhtarı bir politikaya yönelmesi, Türkiye’yi kaçınılmaz olarak bölgede ABD’nin tek geçerli ve vazgeçilmez ortağı haline getirirken Türkiye-İran ilişkileri de istikrarsız bir döneme girmiştir. İran’ın bazı devirlerde Türkiye’de İslamcı propaganda ve faaliyet sarf ettiği ve PKK’ya destek verdiği bir gerçektir.
Ne var ki, özellikle ikinci Körfez Savaşı’ndan sonra Türkiye ve İran’ın çıkarları örtüşmeye başlamış ve İran daha pragmatik bir politika benimsemiştir. Başbakan Erdoğan’ın İran ziyaretinin zamanlaması bu açıdan isabetliydi.
ABD’nin İran hakkındaki algılaması ve enerji alanında işbirliğine karşı çekinceleri ne olursa olsun, Türkiye’nin büyük bir komşusu ile kendi çıkarlarına uygun işbirliği yapmasından daha doğal bir şey olamaz. Kaldı ki ABD, Türkiye-İran ilişkilerinin önemli bir boyutunu gözden kaçırmamalıdır.
İran’daki reform hareketi, son seçimlerde büyük darbe yemişse de, İran sivil toplumu bütün diğer Müslüman ülkelerden daha fazla demokrasiye hazırdır ve Türkiye-İran ilişkileri bu bağlamda da anlamlıdır.
***
Başbakan’ın ziyaretinin ne getirip ne götürdüğü çok irdelendi. Bu gibi ziyaretleri futbol maçına benzetmemek lazım.
Bütün istenenler derhal elde edilmedi, fakat sonraki aşamalar için gerekli koşullar yaratıldı. Hükümet dış politikada aktif, dengeli, gerçekçi ve uzun vadeli bir çaba içinde olduğunu bir kere daha kanıtlamıştır.
Yazının Devamını Oku 31 Temmuz 2004
<B>TÜRKİYE’</B>de nükleer santrallar kurulması yeniden gündeme gelince, nükleer enerji taraftarları ve karşıtları arasındaki tartışmalar da canlandı. Ve çok kere olduğu gibi zaman zaman sorunun akılcılık ve gerçekçilik zemininde irdelenmesini güçleştiren abartılı yaklaşımlar sergilenmeye başlandı. Oysa meselenin Türkiye’yi de aşan ve dünyanın istikbalini etkileyecek küresel bir boyutu var. Önümüzdeki onyıllarda nüfusu ve ekonomisi büyüyecek gelişme yolundaki ülkelerde enerji tüketiminin birkaç misli artması ile petrol ve gaz gibi fosil yakıt kaynaklarının gittikçe yetersiz kalması kaçınılmaz olacak. Güneş, rüzgár ve jeotermal gibi yenilenebilir kaynaklardan sağlanacak enerjinin ise çok kısıtlı miktarlarda kalacağı kanaati yaygın. Tabii işin çevre yönü de son derece önemli. Bugün dünyanın ısınmasının ve ekolojik dengelerin bozulmasının başlıca nedeni fosil yakıtların karbon emisyonudur.
***
Halen nükleer santrallar dünya elektrik üretiminin %16’sını sağlıyor. Uzun yıllardan beri bu oran sabit, çünkü gelişmiş ülkelerde yeni santrallar inşa edilmiyorsa da mevcut santralların verimliliği artıyor. Halen Fransa’da elektrik üretiminin %78’ini, Belçika’da %55’ini, Almanya’da %28’ini, ABD’de % 20’sini nükleer santrallar karşılıyor. Nükleer enerjiden daha fazla yararlanmak isteyen gelişme yolundaki ülkelerde 27 santral inşa halinde. Buna karşılık Belçika, Holllanda, Almanya ve İsveç nükleer santrallarını tedricen devre dışı bırakmak kararını aldılar.
***
Nükleer enerji açısından dönüm noktasını 1986’daki Çernobil faciası oluşturdu. O tarihten beri hukuken bağlayıcı uluslararası sözleşmelerle güvenlik standartları yükseltildi. Aynı zamanda nükleer atıkların tehlike yaratmasını önleyecek teknikler geliştirildi. ’Jeolojik’ depolar sayesinde zararlı radyasyonların şiddetli depremlerde bile toprağın yüzeyine ulaşmasının önlenebileceği ileri sürülüyor.
***
Türkiye’yi çevreleyen ülkelerin çoğunda nükleer santrallar bulunduğu da unutulmamalıdır. Rusya elekrik üretiminin %17’sini nükleer enerjiden elde ediyor. Ermenistan’da bir, Bulgaristan’da iki, Ukrayna’da üç, Romanya’da bir çalışan reaktör mevcut. İran’da bir reaktör inşa halinde, üç tane daha planlanmış bulunuyor. Demek oluyor ki nükleer santrallar kurmasa bile bu ülkelerde vuku bulabilecek kazalardan Türkiye etkilenecek, tıpkı Çernobil kazasında olduğu gibi.
***
Türkiye’nin petrol ve gazı yok. Kömür de ithal ediliyor. Hidrolik santralların verimliliği ise hava koşullarına bağlı. Nükleer santralların kurulması pahalı, fakat işletme masrafları nispeten düşük. Uranyum ve torium gibi nükleer yakıtların sağlanması zor değil. Nükleer santralların karbon emisyonu hemen hemen hiç yok. Diğer taraftan Türkiye nükleer bilim ve teknoloji alanında diğer ülkelere nazaran bir hayli geride kaldı. Ülkenin jeopolitik konumu ve ekonomik potansiyeli ile bağdaşmayan bir durum. Komşularımız nükleer silah teknolojisi geliştirirken bizim de hiç değilse barışçı nükleer teknolojiye sahip olmamızda yarar var. Nükleer teknolojinin elektik üretimi yanında birçok yan işlevleri olduğu da gözardı edilemez. Türkiye’nin nükleer enerji seçeneğini ihmal etmesinin sonuçları kapsamlı bir şekilde tartışılmalı ve kamuoyuna anlatılmalıdır.
Yazının Devamını Oku 27 Temmuz 2004
<B>SON </B>tren faciasının gösterdiği gibi AKP hükümeti içeride bir hayli hata yapıyor, fakat dışarıdaki gayretlerini takdir etmemek mümkün değil. Şimdiye kadar hiçbir hükümet, AB davasını bu kadar enerji ile yürütmemişti. Başbakan’ın deyimiyle ’AB sürecini zedeleyecek bir yanlış’ yapılmazsa, bir yol kazası olmazsa, yıl sonunda AB Konseyi’nin 2005 yılı içinde üyelik müzakerelerinin başlamasına karar vermesi olasılığı yüksek görünüyor.
* * *
Kritik dönemeçte AB’den tepki çekecek gelişmelerin olmaması geniş ölçüde bürokrasinin ve yargının elinde. Bu iki kurum da Anayasa’da son yapılan değişiklikle insan haklarına ilişkin uluslararası antlaşmaların artık ulusal kanunlara göre öncelik taşıdığı bilinci içinde hareket etmelidirler.
Yaklaşımlarında, kararlarında ve tasarruflarında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin hükümlerini ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihatlarını sürekli göz önünde bulundururlarsa, üyelik sürecine en büyük hizmeti yaparlar. Yeni Ceza Kanunu tasarısının eylül ayında TBMM’ce kabulü de mevzuat alanında Kopenhag Kriterleri’ne uyumu tamamlayacaktır.
Kriterler ile doğrudan irtibatlı olmayan konular da ihmal edilmemelidir. Kıbrıs meselesinde Türkiye’nin ve KKTC halkının yapıcı tutumu, KKTC’nin problemlerini henüz çözmediyse de Türkiye’nin önündeki engeli kaldırmıştır.
İki alanda daha üyelik sürecini kolaylaştıracak adımlar atılabilir. Birincisi Heybeliada Ruhban Okulu’dur. Bu okulun yeniden açılmasını sağlayacak formüller aranırken Patrikhane hakkında yeniden hortlayan vehimlere şaşmamak imkánsız.
Bildim bileli birkaç yıl aralıkla patriğin ‘ekümenik’ sıfatı yeniden keşfedilir ve inanılmaz komplo teorileri üretilir. Türkiye artık bu vehimlerden kurtulmalıdır. Ruhban Okulu’nun açılması dini özgürlükler kapsamına giren bir konudur, Patrikhane’nin otoritesini tanıyan Amerikalı Ortodokslar için de önem taşımaktadır.
* * *
Ermenistan ile ilişkiler de atılım bekliyor. Ermenilerin Fransa’da özellikle sosyalistlerin tutumuna nasıl tesir ettiklerini gördük. Ermenistan ile ilişkileri bir miktar normalleştirmek hiç değilse bazı Ermeni gruplarını nötralize edebilir. 1921 Kars Antlaşması çerçevesinde bugünkü sınırın karşılıklı olarak tanınmasının teyidi ve aynı zamanda sınırın ulaşıma ve ticarete açılması uzun zamandan beri öngörülüyor, ancak Yukarı Karabağ sorunu yüzünden bir türlü gerçekleşemiyor.
Kuşkusuz bu sorunun halledilmesinden sonra sınırın açılması Azerbaycan ile yakınlığımız ışığında tercih edilmelidir. Fakat görünebilir bir istikbalde çözüm olasılığı var mı? Zaman zaman duyulan iyimser haberlerin arkası bir türlü gelmiyor. Karabağ meselesi, Kıbrıs meselesi kadar karmaşıktır.
* * *
Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki bugünkü fiili durum, Kıbrıs’ta olduğu gibi daha on yıllarca sürebilir. Oysa Ermenistan ile ilişkilerin ABD ile ilişkilerimizi de etkileyebileceği unutulmamalıdır.
ABD başkanlık seçimlerini Ermeni tezlerine sempati duyduğu bilinen John Kerry kazanırsa, ‘soykırım’ iddiaları Temsilciler Meclisi’nde tekrar gündeme gelince şimdiye kadar Clinton’dan ve Bush’tan gördüğümüz desteği kaybedebiliriz.
Ekstra çabalardan kaçınmayalım. En etkili açılımlar zamanında yapılanlardır.
Yazının Devamını Oku 24 Temmuz 2004
<B>TÜRKİYE, </B>Ortadoğu’da bugün genelde başarılı bir politika izliyor. Önemli kazanımlar sağlandı. Ancak iki konuda siyasetimizin bazı yönleri sorgulanabilir. İsrail ile ilişkilerimizin özellikle kapsamlı askeri işbirliği boyutu bunlardan biridir. İkincisi ise Irak politikamızdaki bazı tutarsızlıklardır. Daha doğrusu Irak’ta ne istediğimiz belli de, bu istekleri gerçekleştirmek için ne yapabileceğimiz belirsiz.
***
Irak politikamız Kürt sorununa endeksli. Irak’ta Almanya gibi simetrik veya İspanya gibi asimetrik bir federasyon çerçevesinde Kürtlere geniş bir özerklik tanıyacak ve onları potansiyel olarak bağımsızlığa yaklaştıracak bir siyasi yapılanmaya karşıyız. Böyle bir gelişmenin Türkiye’deki Kürt kökenlileri de aynı emele yönlendirmesinden endişe ediyoruz.
Petrol kaynaklarına sahip Kerkük’ün Kürt bölgesine dahil edilmesinin hem Türkmenleri mağdur edeceğini, hem de Iraklı Kürtleri süratle zenginleştirerek siyasi amaçlarına varmalarını kolaylaştıracağını düşünüyoruz.
Ne var ki Irak’taki ABD askeri mevcudiyeti, gelişmeleri etkilemek imkánlarımızı kısıtlamıştır. Gerekirse askeri müdahalede bulunmak opsiyonunu kaybettik. Gerçi sınırın ötesinde bir miktar kuvvetimiz mevcut, fakat bu daha çok caydırıcı bir güç niteliğinde. ABD kuvvetleri ile çatışmaya sürükleyebilecek bir operasyon yürütmesi söz konusu olamaz.
Şayet 1 Mart 2003’te hükümetin sunduğu tezkere TBMM’ce kabul edilmiş olsaydı Kuzey Irak’taki gelişmelerde bir ölçüde söz hakkımız bulunacaktı. Tezkere reddedilince böyle bir olanak da kalmadı.
***
Kerkük meselesi Türkiye için olduğu kadar Araplar için de önemli. Bundan iki hafta kadar önce Irak’ın yeni Başkanı Gazi el Yavar, Kerkük’ün Irak’ın bir mikrokozmu olduğunu ve oradaki gelişmelerin bütün Irak’ı etkileyebileceğini vurgulamıştı.
Kerkük’te vuku bulabilecek etnik çatışmaların bütün Irak’a yayılması tehlikesi gerçekten ciddiye alınmalıdır. Tek çözümün Kerkük’e özel bir statü verilmesi olduğunu Kürtlerin de kabul ettiğini son Ankara ziyaretinde Celal Talabani belirtmişti. Ne var ki, Dışişleri Bakanlığı heyetinin bölgede yaptığı inceleme, Kerkük’ün demografik yapısının Kürtler lehine değiştirilmesi eylemlerinin devam ettiğini saptamış bulunuyor.
Peki Türkiye bu oldu bittileri durdurmak için ne yapabilir? Genelkurmay İkinci Başkanı, 8 Temmuz’da basına yaptığı açıklamalarda oldukça kuvvetli bir uyarıda bulundu. Arkasından Dışişleri Bakanı da aynı mealde konuştu. Uyarı iyi de, dikkate alınmadığı takdirde yaptırımı yok.
***
Irak’taki durum olabileceği kadar karmaşık. Gelecek yıl nasıl bir Irak bulacağımızı kimse bugünden kestiremez. Köprülerin altında daha çok sular akacak. Varsayalım ki güvenlik meselesi halledildi, Iraklılar öngörülen takvim içinde yeni bir anayasa üzerinde aralarında mutabakata vardılar ve Kürtler isteklerinin büyük kısmını elde ettiler. Yapabileceğimiz bir şey olmayacak.
Kürt sorunu açısından Irak’taki gelişmelerle Türkiye’deki gelişmeler arasındaki etkileşimi abartmamak lazım. Türkiye’nin AB üyelik süreci ile de bağlantılı kendi iç dinamikleri çok daha önemli. Dikkatimizi bunlar üzerinde yoğunlaştırmak daha isabetli olur.
Yazının Devamını Oku