İlter Türkmen

Bush mu, Kerry mi?

12 Ekim 2004
<B>BAŞKAN Bush</B> ile Demokrat Parti adayı <B>John Kerry</B> arasındaki ikinci tartışma geçen hafta cuma günü değişik bir ortamda yapıldı. Bu sefer kararsız seçmenlerden oluşturulan bir grup, yine bir moderatörün yönetiminde her iki adaya sorular yöneltti. Birinci tartışmadan sonra Kerry, Bush ile arasındaki farkı bir ölçüde kapamayı başarmıştı. Bu sefer maçın berabere bittiği kanaati yaygın. Fakat her şeye rağmen iki politikacının mizaçları ve dimağ güçleri arsındaki fark televizyon ekranlarına açıkça yansıdı. Bush afacan çocuk siması ile sempatik gözükse de zaman zaman sinirli ve fevriydi. Daha çok sloganlarla konuşuyordu, dersini ezberlemiş gibi bir hali vardı.

Kerry ise bir beyefendi üslubu ile hep sakindi, başkalarının değil, kendi geliştirdiği fikirleri ifade ettiği izlenimini veriyordu. Bush’un politikalarını acımasız ve etkin bir şekilde eleştirdi.

Ekonomik konulardaki görüşleri Bush’un müstehzi bir eda ile ‘liberal’ diye nitelediği bir sosyal içerik taşımaktaydı. Dış politikada ise Bush’un uluslararası toplumu hiçe sayan tek taraflılığına karşı bütün dünyaya kuşkusuz daha cazip gelen çok taraflılığı savundu.

***

Ekonomik alanda Bush’un eleştirilerden kurtulması zordu. Bush’un seçilmesi ile Clinton devrinden intikal eden 5.6 trilyon dolarlık bütçe fazlası buharlaşmış ve buna rağmen 2.6 trilyonluk açık verilmişti. Yüzde birlik en yüksek gelir dilimindeki mükelleflere tanınan vergi indirimleri 89 milyar dolar tutuyordu.

Kanada’dan daha ucuz ilaç ithalatının yasaklanması nedeniyle ilaç şirketleri havadan 139 milyar dolar kazanmışlardı. Bush seçildiğinden beri 1.6 milyon iş kaybedilmişti. Bush yönetiminin, batan Enron şirketi ve Başkan Yardımcısı Cheney’in vaktiyle yönettiği Halliburton şirketi ile sorgulanması gereken ilişkileri mevcuttu.

Tartışmaların odak noktası beklenebileceği gibi tekrar Irak oldu. Bush zor durumdaydı; çünkü son zamanlarda çıkan raporlar ve yapılan açıklamalar Irak’a karşı savaşı başlatmak için ileri sürdüğü bütün savları iyice çürütmekte. Irak’ta kitle imha silahları bulunmadığını Bush’un bizzat kurduğu bir istihbarat inceleme grubu bir kere daha teyit etti.

***

Savunma Bakanı Rumsfeld, Saddam Hüseyin ile El Kaide arasında bir ilişkiyi ispatlayacak bir delil bulunmadığını söyledi. Cumhuriyetçiler bile Irak’ta gittikçe kötüleşen durum karşısında karamsarlıklarını gizleyemez oldular.

ABD’nin barışı kazanmak şansının gittikçe azaldığı, hatta Bush’un ısrarla ifade ettiği inanca rağmen, ocak ayı için öngörülen seçimlerin yapılamaması olasılığının arttığı inkár edilemeyecek hale geldi. Kerry, ’Savaşı kazanmak generallerin işiydi, barışı kazanmak başkanın göreviydi’ derken haklıydı.

Bush dakika başında Saddam’ın tasfiyesinin Irak ve dünyanın özgürlüğü için önemini belirtmeye çalıştı. Evet Saddam elendi; fakat ne pahasına? Irak’taki trajedi yüzünden El Kaide okulu terörizmin metastaz yaptığı görmezlikten gelinemez.

***

Bush, 11 Eylül travmasının etkisinden Amerikan halkı kolay kolay kurtulamadığı için yine de seçilebilir. Fakat herhalde gerek Amerika, gerek dünya için Amerika’nın lider değiştirmesi yararlı olur.

ABD dünyada hiçbir zaman bugünkü kadar popülerliğini yitirmemişti. Türkiye’de de aynı olguyu gördük. 1999’da Clinton geldiği zaman sevgi gösterileriyle karşılanmıştı. Bush ise üstelik Türkiye’yi çok destekleyen bir konuşmasını Galatasaray Üniversitesi’nde yapınca tepki gördü.

ABD’nin dünyaya daha açık, uluslararası işbirliğine daha yatkın, ideolojik saplantılara kapılmayan bir lidere ihtiyacı çok büyük.
Yazının Devamını Oku

Baktığınız açıya göre

9 Ekim 2004
<B>AB </B>Komisyonu’nun raporuna yaklaşımlar ve tepkiler çok farklı olabiliyor. Başbakan temel hedefe öncelik vererek raporun artılarına odaklandı ve iyimser bir yaklaşım sergiledi. Gerçekten de uzun Avrupa serüveninde Türkiye’nin en kritik bir dönüm noktasını büyük çabalar sonunda başarıyla aştığı kabul edilmelidir.

Medya da bu nedenle genellikle Başbakan’ın eğilimini destekledi. Buna karşılık komisyon tarafından çizilen yol haritasındaki fren mekanizmalarına ve özel izleme yöntemlerine ağırlık verenler, bundan önceki adaylara kıyasla Türkiye’ye karşı ayrımcılık yapıldığında ısrarlılar. Aslında komisyonun tutumunda sürpriz yoktu. Aylardan beri Türkiye için daha sıkı bir izleme metoduna başvurulacağı biliniyordu.

Komisyonun Türkiye’nin üyeliğine karşı gelenleri bir ölçüde yatıştırmak için müzakerelerin sonucunun garanti edilemeyeceğini ve bazı koşullar altında askıya alınabileceğini belirtmesi rahatsız edici olmakla beraber işin esasını değiştirmemektedir. Daha önce Slovakya ile yapılan müzakereler, böyle bir kayıt peşinen ileri sürülmemiş olmasına rağmen iki kere askıya alınmıştı.

* * *

Raporun tavsiyeler kısmında üzerinde durulması gereken bazı noktalar var. İşçilerin serbest dolaşımına geçiş devresinden sonra dahi devamlı kısıtlamalara kapının açık bırakılması bunlardan biridir. Herhalde müzakerelerin bir aşamasında bu konu önemle ele alınacak. İkinci bir nokta, müzakerelerin çerçevesine ilişkin.

Rapor, müzakerelerin bütün üye ülkelerin katılacakları ve kararların oybirliği ile alınacağı hükümetlerarası bir konferans çerçevesinde cereyan edeceğinin altını çiziyor. Başka bir deyimle, muhatabımız sadece komisyon değil, bütün üye ülkeler -Güney Kıbrıs dahil- olacak. Bu bağlamda zaman zaman çok hassas durumlarla karşılaşabileceğimizi bilmek gerekir.

Üçüncüsü, komisyon müzakereler sonuçlanmadan AB’nin 2014 yılından sonraki mali perspektifini saptaması gerektiğini ifade ediyor. Ayrıca müzakere süresince AB’nin bir yandan entegrasyonu derinleştirirken diğer yandan yeni üyeleri massetme kabiliyetinin de devamlı gözden geçirileceğini vurguluyor.

* * *

Görülüyor ki AB, Türkiye ile müzakere sürecini yokuşa sürme imkánını sürekli elinde bulunduracak. Böyle bir yöntemden kaçınmak mümkün olmadığına göre, bizim de gerçekçi ve yaratıcı bir strateji gütmemiz, reform sürecini hiç aksatmamamız, diplomatik girişimleri ve açılımları zamanında ve etkin bir şekilde yürütmemiz, müzakere heyetini ve başkanını itinayla seçmemiz lazımdır.

Fakat her şeyden önce konseyin kararının alınacağı 17 Aralık’tan önce tamamlanması gereken ödevler var: Ceza Kanunu, Dernekler Kanunu ve İstinaf Mahkemeleri Kanunu’nun yürürlüğe girmesi bunların başında geliyor. Ceza Kanunu altı ay sonra zaten yürürlüğe girecek. Dernekler Kanunu ise Cumhurbaşkanı tarafından veto edildi.

Diğer taraftan Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu ile İnfaz Yasası’nın bir an önce TBMM’den geçirilmesi bekleniyor. Müzakereleri başlatma tavsiyesi bu mevzuat çalışmalarının zamanında tamamlanacağı varsayımına dayanmaktadır.

* * *

Bundan sonra komisyon raporu hakkında tartışmaları bir tarafa bırakarak dikkatimizi 17 Aralık ve sonrasına çevirmeliyiz. On yıl süre ile yalnızca devleti değil, sivil toplumu da çok güç fakat aynı oranda verimli görevler bekliyor.

Nitekim komisyon raporu, gayet isabetli olarak AB ülkeleri ve Türkiye arasında halk düzeyinde bir siyasi ve kültürel yakınlaşmayı sağlayacak projeler üzerinde duruyor.

Çok yönlü AB politikamızda başarılı olursak on yıl sonra Türkiye, her alanda muazzam bir hamle gerçekleştirmiş olur.
Yazının Devamını Oku

AB’de mutsuz olmak

5 Ekim 2004
<B>AB </B>Komisyonu’nun yarın açıklayacağı İlerleme Raporu hakkında son günlerde çelişkili haberler duyuyoruz. Yine de raporun artılarının ağır basması ve konseye tavsiyenin tereddüde yer bırakmayacak nitelikte olması ihtimali daha kuvvetli. Ancak 17 Aralık’ta AB Konseyi rapora dayanarak olumlu karar alsa ve kabul edilemeyecek yöntemler ileri sürmese bile, Avrupa’da Türkiye üzerindeki tartışmaların dinmesi beklenemez.

Anlaşılıyor ki, müzakerelerin seyri ne olursa olsun, Türkiye’nin üyeliği konusundaki belirsizlik devam edecektir. Bu, gerçek müzakerelerin azimle ve sonunda hedefin sağlanacağı inancıyla yürütülmesine engel olmamalıdır. Diğer taraftan, son aşamada Türkiye’nin AB üyeliğinin şu veya bu şekilde bloke edilmesinin bir milli feláket olacağı vehmine kendimizi kaptırmamalıyız. AB üyeliğinin birdenbire sihirli bir elle bütün sorunları halletmediğini unutmamak lázım.

Nitekim, geçen mayıs ayında AB’ye katılan on üye arasında şimdiden bazılarının düş kırıklığına uğradıklarını biliyoruz. ’Budapest Analyses’araştırma kuruluşunun yaptığı bir incelemeye göre, örneğin Macaristan bu kategoriye giriyor. İncelemenin başlıca noktalarını kısaca aktarıyorum:

***

‘Daha önceki ciddi kaygılarına rağmen Macar halkı mayıs ayında AB üyeliğinin kesinleşmesini sevinçle kutladı. Üyeliğe kadar AB’den aldığı yardımlar eğitimin ve yönetişimin geliştirilmesine ve modernleştirilmesine yönelikti. Ekonomiye gelince, ülkenin başlıca sanayi şirketleri zaten 1990’dan beri yabancıların kontrolüne geçmişti.

Katılımdan önce en acil sorun, tarımı rekabete hazırlamaktı ve bunda başarı sağlanamadı. Tarım bölgelerinin AB destek ve yardımlarından yararlanmasını sağlayacak asgari reformlar bile yapılamadı. Macar çiftçileri ancak karmaşık AB direktiflerine uyum sağlayınca hibe yardımlarına hak kazanacaklar. Üyelik dış ticarette büyük bir değişikliğe neden olmadı.

Katılımdan önce de ihracatın yüzde 80’i AB pazarlarına yönelmişti, ithalatın üçte ikisi AB ülkelerinden yapılıyordu. Yatırımlar için Macaristan bir vergi cennetine dönüştürüldüğünden bankalar, danışma şirketleri ve hizmet sektöründe faaliyet gösteren diğer firmalar, Macaristan’da yatırım yapmayı kárlı buldular.

Katılımdan beş ay sonra genellikle üyeliğin faydalı olduğu görüşü devam ediyorsa da düş kırıklıkları yok değil. Aslında bu durumun sorumlusu AB’den çok, başarısız ekonomik ve sosyal politikalar yürüten Macar hükümetidir; fakat fatura AB’ye çıkartılıyor. Mesela gümrük birliği, artan KDV oranları ve taşıtların vergiye tabi tutulması yüzünden fiyatlarda bir indirime imkán vermedi.

Enflasyon, bütçe açığı ve kamu borçları artmaya devam ettiğinden 2008 için öngörülen EURO bölgesine giriş 2010 yılına ertelendi. Turizm gelirleri azaldı, gayrimenkul fiyatlarında beklenen patlama olmadı, aksine fiyatlar düştü. İstihdamda bir artış gözlenmedi. Politik liderler bütün olumsuzlukların AB direktiflerinden ve fiyat rejimlerinden kaynaklandığını ileri sürüp duruyorlar.

Bütün bunlar kamuoyunu olumsuz etkilemekten geri kalmıyor. Fakat kamuoyunun gözünde asıl kıstas, 2004 yılında AB bütçesinden gelecek yardımlar ile AB’ye ödenecek mali katkı arasındaki fark olacaktır. Şayet AB’ye katkı, yardımlardan yüksek olursa hem AB’nin ve hem de hükümetin prestiji sarsılacak.’

***

Macaristan’ın birkaç aylık tecrübesinden elbette bir sonuç çıkarılamaz. Geçerli bir değerlendirme için birkaç yıl beklemek gerekir.

Kaldı ki Türkiye ile Macaristan arasında temel bir fark var. Macaristan’ın Avrupalılık kimliği otomatikti. AB dışında kalsaydı bile istediği anda birliğe katılabilirdi. Türkiye ise aralıkta treni kaçırırsa bir daha zor yakalar.
Yazının Devamını Oku

AB ve Türkiye’nin uluslararası ilişkileri

2 Ekim 2004
<B>AVRUPA </B>Birliği’nde henüz ortak bir dış politikadan söz edilemez. Özellikle Irak savaşı üye ülkeler arasındaki köklü görüş farklarını ortaya çıkardı. Yeni AB Anayasası yürürlüğe girse dahi görünebilir bir istikbalde bu durumun değişmesini beklemek pek gerçekçi değil. Ne var ki yeni üyelerin ihtilaflarını veya AB’yi zora sokacak yaklaşımlarını birliğe taşımaları da kuşkusuz istenmiyor. Türkiye’nin Kıbrıs’taki yapıcı tutumu ve Ege sorunlarının Yunanistan tarafından da bir engel olarak artık görülmemesi müzekereler yolundaki engelleri kaldırdı. Fakat müzakereler bir kere başladıktan sonra tedricen bazı konuların şu veya bu şekilde gündeme gelmesi beklenebilir.

***

AB üyeliğimizi inceleyen düşünce merkezlerinin raporları art arda çıkıyor. Ayrıca AB Komisyonu Türkiye’nin üyeliğinin birlik üzerindeki etkisini irdeleyen raporunu açıkladı. Bunların hepsinde Türkiye’nin jeopolitik alanda AB’ye yapacağı katkı vurgulanmaktadır. Ben bugün Türkiye’nin uluslararası ilişkilerini biraz daha ayrıntılı ele alan iki kuruluşun görüşlerine değineceğim. Bunlardan birincisi ’Avrupa’nın Dostları’ (AD), diğeri ise‘Bağımsız Türkiye Komisyonu’dur (BTK).

AD’nin yaklaşımı bir bakıma dikkat çekici. Türkiye’nin Avrupa ile Ortadoğu arasında bir köprü işlevi göreceği savına pek fazla itibar etmiyor ve AKP iktidara gelinceye kadar Türkiye’nin Arap ülkeleri ile ilişkilerinin o kadar parlak olmadığını hatırlatıyor. Bu görüş yadırganmamalı. Köprü metaforu zaten gerçeğe pek uymuyor. AB ülkelerinin pek çöğunun Arap ülkeleri ile ilişkileri bizim ilişkilerimizden çok daha ileri düzeyde. Yine AD’ye göre Ermenistan ile normal ilişkilerin kurulması bu aşamada değil, fakat katılma sürecinde bir koşul olacak. Bu konuda AB’nin yeni‘Komşuluk Politikası’nı da zaten göz önünde tutmak gerekecektir. AB Güney Kafkasya’da daha aktif olmak istediğinden Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan şimdiki halde coğrafi komşu olmadıkları halde bu politika çerçevesine alındılar. Türk-Ermeni sınırının kapalı kalmasının Komşuluk Politikası ile bağdaşması güç. Zaten bir bakıma da anlamsız. Türkiye ile Ermenistan arasında düzenli uçak seferleri var, 35-40 bin Ermeni tatillerinde İstanbul ve Antalya’ya geliyorlar. Sınırın kapalı tutulmasının başlıca pratik sonucu Kars’ın gelişen ekonomik ilişkilerden payını almamasından ibaret. BTK da raporunda aynı konuyu işliyor, fakat çok daha ileri giderek diyor ki: ’Özellikle Ermenistan ile sınırların açılması ve ikili ilişkilerde, Avrupa uzlaşma ruhu içinde Türkiye’nin geçmişte yaşanmış trajik olayları kabul etmesi de dahil, iyileşmeler yaşanması umulabilir.’ Her nedense övgülere gark edilen raporun bu ifadeleri üzerinde fazla durulmamamıştı.

***

AD raporunda Kıbrıs sorununun ve Yunanistan ile anlaşmazlıkların katılımdan önce çözümü üzerinde de durmaktadır. Türkiye ile Yunanistan arasında görüş ayrılıkları bir hayli azaldığı için Ege sorunlarının Türkiye üye olmadan çözümlenmesi mümkün olabilir. Kıbrıs için ise durum farklı. Adadaki çatışmaya dönük bir ortam artık yok, Yeşil Hat bir duvar değil, dolaşım serbest, Türkler ile Rumlar arasında ekonomik ilişkiler artıyor, ancak çözüm yolunda bir ilerleme görünmüyor ve büyük olasılıkla uzun zaman görünmeyecek. Türkiye’nin üyeliği yaklaştıkça yeni formüller aramak gerekecek.

AD raporu Türkiye’nin üyeliği takiben sınır kontrollerinden arınmış Schengen bölgesine katılmasının yaratabileceği sorunlara da işaret etmiş. Türkiye’nin bugün kanun dışı göç ile insan ve uyuşturucu kaçakçılığı için bir transit ülkesi olduğunu belirtiyor.

Bunlar müzakereler bir kere başladıktan sonra AB müktesebatının kabulüne ek olarak uğraşmak zorunda kalacağımız sorunlardan yalnızca bir kaçı. Liste aslında daha uzun.
Yazının Devamını Oku

CHP ve dış politika

28 Eylül 2004
<B>TÜRK </B>Ceza Kanunu etrafındaki tartışmalar sırasında CHP, AB üyeliği sürecini kuvvetle destekleyen bir parti imajını vermeye özen gösterdi. CHP’nin bu sürece özellikle uyum kanunlarının -MGK’ya ilişkin olanlar dahil- TBMM’de görüşülmesi sırasında katkıda bulunduğu kuşkusuzdur. Uluslararası temaslara daha yatkın CHP’li milletvekilleri de Avrupa’daki muhataplarıyla görüşmelerinde çok yararlı olmaktadırlar. Ancak bu olumlu tabloda dikkatten kaçmaması gereken bir nokta yok değil.

CHP, Kıbrıs’ta Annan Planı çerçevesinde bir çözüme şiddetle muhalefet etmiş, planın Kıbrıs’ta referanduma sunulmasına karşı gelmişti. TBMM’deki müzakerelerde CHP temsilcilerinin ateşli nutuklarını unutmak mümkün değil.

Oysa AKP, CHP’yi dinleyip referandumu engelleseydi veya referandumda Kıbrıslı Türklerin aleyhte oy vermesi yönünde bir tutum içine girseydi, AB süreci kesinlikle tıkanmış olacaktı. Dolayısıyla CHP’nin AB sürecindeki rolü biraz ikirciklidir.

***

CHP’nin bir iddiası daha var. Geçenlerde Genel Başkan Deniz Baykal, Irak savaşına katılacak ABD kuvvetlerine Türkiye’den geçiş verilmesini öngören 1 Mart 2003 tezkeresinin Meclis’te reddinde CHP’nin oynadığı rolü hatırlattı. CHP’nin bu tutumuyla AB politikasının önünü açtığını vurguladı.

Başka bir deyimle, CHP’nin ifrata vardırdığı ABD karşıtı tutum sayesinde AB’nin Türkiye’ye daha büyük sempatiyle bakmasını sağlamışız.

Doğruluğu şüpheli bir varsayım. Irak savaşına muhalefet eden Almanya, topraklarındaki üslerin kullanılmasına hiç itiraz etmemişti. ABD’ye en fazla kafa tutan Fransa’ya gelince, bugün Türkiye’nin üyeliğine, hatta müzakerelerin başlamasına en büyük itiraz oradan gelmiyor mu?

***

Baykal’
a göre 1 Mart tezkeresi reddedilmeseydi, Irak’a gönderilecek kuvvetlerimiz büyük zayiata uğrayacak ve her gün oradan tabutlar gelecekti. Bu görüşe katılmak imkánı yok; çünkü 1 Mart tezkeresi Amerikan kuvvetlerine geçiş veriyor; fakat Türk kuvvetlerinin operasyonlara katılmasını kesinlikle öngörmüyordu.

Türk askeri ancak sınırın öte tarafında birkaç kilometre derinlikte bir alanda konuşlandırılacaktı. Bu suretle Kuzey Irak’taki olayları bir ölçüde etkileyebilecektik. Hatta emekli Korgeneral Hasan Kundakçı’nın kanaatince, gelecekte Türkiye’nin başını ağrıtacak olan tehditlerin ve olayların önlenmesi ancak tezkerenin kabulüyle sağlanabilirdi.

Olabilir; fakat tezkerenin Meclis tarafından kabul edilmemesinin daha hayırlı olduğunu düşünenlerin de haklı bir tarafı var; çünkü Türk ve Amerikan makamları arasında o zaman öngörülen işbirliğinin uygulanmasında büyük olasılıkla güçlükler ve sürtüşmeler ortaya çıkabilecekti.

***

Aslında 2003 Ekim’inde TBMM’nin Irak’a asker göndermek konusunda aldığı karar çok daha riskliydi. Şayet Iraklıların ve özellikle Kürtlerin muhalefeti karşısında Meclis kararının tatbikinden vazgeçmeseydik, tabutları işte o zaman görecektik.

CHP’nin ekimde bu kararın aleyhinde oy vermiş olması tabii onun lehine bir puandır. Baykal galiba iki tezkereyi birbirine karıştırdı.

Önümüzdeki devrede gerek Avrupa’da, gerek Ortadoğu ile Kafkasya’da zor ve çetrefil sorunlarla karşı karşıya geleceğiz. Kıbrıs’ı da unutmayalım. İktidar ile muhalefet arasında ahenk ve işbirliği her zamankinden daha önemli olacak.

AB konusunda, bazı kopukluklarla da olsa beliren uzlaşma eğilimi cesaret vericidir. AKP ile CHP aynı dava etrafında birleştikleri takdirde güçlüklerin aşılması daha kolay olacaktır.
Yazının Devamını Oku

Tren raydan çıkmadı

25 Eylül 2004
<B>AB </B>treni rayından çıkmadı. Başbakan <B>Erdoğan</B> beklenildiği gibi Brüksel’de Genişlemeden Sorumlu Komiser<B> Verheugen</B> ve Komisyon Başkanı ile buluşmasında geri adım attı ve 6 Ekim’den önce zinayı suç kapsamına alan bir değişiklik yapılmadan Ceza Kanunu’nun ve hemen arkasından onunla bağlantılı kanunların TBMM tarafından kabul edileceği teminatını verdi. Bu suretle komisyon raporunun üyelik müzakerelerine başlanmasını tavsiye etmesi yolunda beklenmedik bir anda ortaya çıkan engel bertaraf edilmiş oldu.

Bir başka engel, Verheugen’in son Türkiye ziyareti sırasında ileri sürülen sistematik işkence iddiasıydı. Bu iddiayı incelemek üzere gönderilen heyetin raporuna dayanarak Verheugen, Türkiye’de sistematik işkence olmadığı sonucuna varıldığını, Türkiye açısından artık bütün koşulların yerine getirildiğini ve komisyonun, AB Konseyi’ne ‘net’ bir tavsiyede bulunabileceğini belirtti.

’Net’ sözcüğü mutlaka olumlu anlamına gelmiyorsa da açıklamanın yapıldığı ortam kuşkuya fazla yer bırakmıyor. Demek oluyor ki 6 Ekim’e kadar yeni bir yol kazası olmadığı takdirde üyelik müzakerelerinin başlaması için vazgeçilmez bir koşul yerine getirilmiş bulunuyor. 6 Ekim’de top AB Konseyi’ne geçecek

***

Fransızların deyimiyle ‘iyi biten her şey iyidir’. Neden durup dururken hem ülke içinde, hem de AB ile ilişkilerimizde ciddi bir krize girdik tartışmasını geride bırakmak daha doğru olur. Ancak olanların bir bardak suda fırtınadan ibaret olmadığı da bir gerçektir.

Zinayı suç saymak gibi bir niyetin hiç olmadığını ileri sürmek, kamuoyunun sağduyusuna saygıyla bağdaşmaz. Sadece Başbakan ve AKP içinde bir grup değil, CHP de açıkça zinanın suç sayılması görüşünü benimsedi; fakat CHP sonradan çark etti.

Neyse, basiret sonunda her iki taraf da galip geldi ve AB ile güven bunalımı aşıldı. Yeniden bir güven bunalımı yaşanmaması, bundan böyle AKP’nin tutarlı bir politika izlemesine, zaman zaman hortlayan dürtülerin kontrol altında tutulmasına ve zihni blokajlara girilmemesine bağlıdır.

***

Komisyonun raporu olumlu olacaksa da her şeyi gül pembe göstermeyecektir. Özellikle uygulama alanındaki eksikliklerin ayrıntılı bir şekilde raporda yer alacağı varsayılmalıdır. AB ile Gümrük Birliği’nin Kıbrıs’ı da kapsamına alması gibi sorunların süratle çözümlenmesinin beklenildiği de unutulmamalıdır.

Olumlu bir komisyon raporunun, Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan ülkelerin mukavemetini ne kadar kıracağı konusunda da şimdiden kesin bir şey söylenemez. Bu nedenle 6 Ekim ile 17 Aralık arasında reform ivmesinin duraksamadan devam ettiği algılamasını yaratmak büyük önem taşır. Aynı zamanda AB üyelerinin hükümetleri nezdinde, yoğun ve sistematik diplomatik girişimlerle birlikte kamuoylarına yönelik etkin bir tanıtım ve ikna kampanyası yürütmek gerekecektir.

Bizi, Avrupalı dostlarımız, çabalarımızın kritik sektörler üzerinde odaklanması konusunda hep uyarıyorlar. Bu uyarılar dikkate alınırken, özellikle resmi kurumlarca düzenlenen faaliyetlerin amaca daha uygun hale getirilmesi ve lisan veya profesyonel bilgileri katkıda bulunmalarına imkán vermeyen kimselerin kayırılarak yer aldığı heyetlerin tekrar tekrar aynı muhatapların karşısına çıkarılmasından vazgeçilmesi de iyi olur.

***

Kısacası, evvelki gün Türkiye için yine bir dönüm noktasıydı. Umutlarla olduğu kadar çetin sınavlarla dolu bir devreye daha giriyoruz.

Başbakan hatalarından dönebilen, gerçeklere uyabilen mahir bir taktisyen olduğunu gösterdi.

Bundan sonra aynı hatalara düşmemesini ve artık bir stratejik vizyonla hareket etmesini bekliyoruz.
Yazının Devamını Oku

6 Ekim ve 17 Aralık

21 Eylül 2004
<B>AB</B> üyelik sürecinde iki kritik tarih yaklaşırken işler çatallaşmaya başladı. 6 Ekim’de komisyon, Türkiye ile müzakerelere başlanmasını ikircikli olmayan, farklı yorumlara yer bırakmayacak bir şekilde konseye tavsiye edecek mi?

Konsey 17 Aralık’ta Türkiye ile 2005 yılı içinde üyelik müzakerelerine girişilmesine karar verecek mi? Daha kısa bir süre önce bu iki soruya da nispeten iyimser yaklaşmak mümkün iken bugün karamsarlık eğilimi çok daha ağır basıyor.

Avrupa’da Türkiye’nin üyeliği hakkındaki tartışmalarda inisiyatif, üyeliğe muhalefet edenlere geçti. Türkiye’de ise AB politikasını şimdiye kadar başarıyla yürütmüş olan AKP birdenbire bu politikaya tamamen ters düşen saplantılara kendini kaptırdı.

* * *

Avrupa’da bir kere komisyon içinde oydaşma yok. Komiserler arasında Hollandalı Bolkenstein ve Avusturyalı Fischer açıkça Türkiye’nin üyeliğine karşı cephe aldılar. Ayrıca dört komiser daha muhalefet cephesinde gözüküyorlar. Buna rağmen komisyonda kararlar çoğunlukla alındığı için Verheugen’in hazırlayacağı raporun onaylanması beklenebilirdi.

Ne var ki komisyon raporu, 6 Ekim’den önce Ceza Kanunu’nun çıkacağı varsayımı ile hazırlanmaktaydı. Şimdi anlaşılan Başbakan, 23 Eylül’de Verheugen’i zinanın yumuşatılmış bir şekilde Ceza Kanunu kapsamına girmesi konusunda ikna etmeye çalışacak ve bunda başarılı olursa kanunu Meclis’ten geçirecek. Verheugen’in tutumu ise açık: Komisyon raporunun olumlu olması için Ceza Kanunu’nun TBMM’de kabulü gerek.

Kanuna zinanın suç sayılacağı maddesi eklenirse müzakereler belki başlar; fakat madde iptal edilmezse devam edemez. Gerçekler ortada. Zinanın suç sayılmasının erdemine Avrupa’nın politik liderlerini ve kamuoyunu ileride ikna edebileceğimizi zannediyorsak kendimizi fena halde aldatıyoruz.

İkna kampanyasının hangi ortam içinde yapılacağını da bilmiyor değiliz. Fransa’da Giscard d’Estaing yine sahneye çıktı. Bu defa birçok ülkede referanduma sunulacak yeni Avrupa Anayasası’nın Türkiye’nin üyeliğini kabul edilmez hale getirdiğini iddia ediyor. Yeni anayasa, oybirliği gerektirmeyen hallerde kararların üye ülkelerin yüzde 55’i ve AB toplam nüfusunun yüzde 65’i tarafından desteklenmesi kuralını içeriyor.

Giscard’a göre Türkiye’nin nüfusu 2020 yılında Almanya nüfusunu geçeceğinden yeni oy sistemi Türkiye’yi bütün kararlarda en ağır basan ülke haline getirecektir ve bu kabul edilemez. Yeni anayasadaki oy sisteminin sırf Türkiye’yi dışlamak amacını taşıdığını da ileri sürenler var.

Fransa’da ayrıca UDF’nin Başkanı François Bayrou, Millet Meclisi’nde Türkiye’nin üyeliği konusunda bir genel görüşme açılmasını istedi. UMF’nin başkanlığını devralmakta olan Sarkozy ile sosyalistlerin çoğu Türkiye’ye sıcak bakmıyorlar.

Türkiye sorunu, eylül veya ekimde Avrupa Anayasası üzerinde yapılacak referandum öncesi tartışmalarda kilit bir öğeye dönüştü. Almanya’da ise Hıristiyan Demokrat Parti’nin Başkanı Angela Merkel, Avrupa kamuoyunu Türkiye’ye karşı seferber etme misyonunu yüklendi.

* * *

Koşullar zaten zorlaşırken hükümetin ilk yapması gereken şey, zina tartışmasının Avrupa ile yarattığı güven bunalımını süratle sona erdirmekti. Ne yazık ki şimdiki halde bunun tam aksi yapılıyor ve bir inatlaşmaya gidiliyor.

Korkarım ki, Başbakan, alıştığımız son dakika dönüşleri ile Ceza Kanunu’nun hiçbir değişikliğe uğramadan Meclis tarafından kabulüne razı olsa bile, Avrupa’daki imajının aldığı yarayı tamir etmek çok kolay olmayacaktır.

Avrupa kriterlerine ve değerlerine uyum sorununa şimdi galiba bir de inandırıcılık sorununu ekledik.
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs ne oluyor?

18 Eylül 2004
<B>24</B> Nisan referandumlarından beri KKTC yeni bir geçiş dönemine girmiş bulunuyor. Uzun sürecek ve nasıl biteceği bugünden hiç belli olmayan bir süreç. Ufukta ne bir çözüm ve ne de çözüm yerine geçecek, bugünkü fiili statükonun siyasi ve hukuki konsolidasyonu gibi bir seçenek görünüyor. KKTC bu belirsizlik koşullarına kendini uyarlama çabası içinde.

24 Nisan’dan sonra Kuzey Kıbrıs’taki ekonomik tablo karmaşık. Aslen Kıbrıslı olanlar kendilerini artık AB vatandaşı sayıyorlar ve bireysel olarak daha büyük bir güven hissi duyuyorlar. Güney Kıbrıs makamlarından kimlik ve pasaport alanların sayısı gittikçe artıyor. Güney’e rahatça gidebiliyorlar ve Avrupa’ya Larnaka'dan uçabiliyorlar. AB’de yerleşme ve çalışma hakları var. AB’nin Yeşil Hat tüzüğünden beri Güney'e ihracat mümkün, fakat KKTC’den direkt AB’ye ihracat meselesi henüz çözümlenemedi. Turizm anlaşılan tatmin edici bir düzeyde. Asıl faaliyet inşaat sektöründe. Her ne kadar Annan Planı Rumlar tarafından reddedildiyse de taşınmazlar sorununun günün birinde nasıl olsa bu plan çerçevesinde çözümleneceği varsayılıyor. Plana göre Kuzeyde Rumlara ait bir taşınmazı tasarrufu altında bulunduran bir kişi, bu taşınmaz üzerinde önemli ölçüde iyileştirme yapmışsa gayrimenkulün geliştirilmemiş halinin şimdiki değerini ödeyerek tapu alabiliyor. İnşaat sektöründeki canlılık ve yabancıların yoğun gayrimenkul talebi bundan kaynaklanmaktadır.

* * *

Referandumun siyasi sonuçlarına gelince; geçen hafta KKTC Dışişleri Bakanı Serdar Denktaş’ın bu konuda yaptığı bir yorum şaşırtıcıydı. Referandumda Türk tarafı da Rumlar gibi aleyhte oy verseydi bunun daha isabetli olacağını ifade etti. Oysa KKTC halkı aleyhte bir oyu ancak Türkiye’nin de açık desteği ile verebilirdi ve o zaman Türkiye’nin AB yolundaki başlıca engel kalkmazdı. Denktaş aleyhte bir oyun KKTC’nin tanınmasını kolaylaştırmış olacağını zannediyorsa yine yanılıyor. Aksine Türkiye’nin AB ile iplerinin kopması AB’nin Kuzey Kıbrıs’ın kaderi ile artık hiç ilgilenmemesine ve Rumların adanın entegrasyonunu kendi koşulları altında gerçekleştirme çabalarına tam destek vermesine yol açardı.

* * *

Referandumun Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde(AİHM) de yankıları oldu. Mahkeme 2 Eylül’de yaptığı duruşmada Güney Kıbrıs’ın referandumda olumsuz oy vermesinin Loizidu emsaline dayanılarak açılan davalarda Türkiye’nin 24 Nisan'dan sonra hálá muhatap sayılıp sayılmayacağı konusunu incelemeye başladı. Duruşmada Rum tarafı Kuzey Kıbrıs’ta yönetimin Türkiye’nin kontrolü altında olmaya devam ettiğini, nitekim polis dahil KKTC güvenlik kuvvetlerinin Türkiyeli bir generalin komutası altında bulunduğunu, dolayısı ile Türkiye’nin sorumluluğunun sürdüğünü ileri sürmüş. AİHM, tazminat davalarının KKTC’de kurulan tazmin komisyonlarına ilk merci olarak havale edilp edilmeyeceğini de araştırıyor. Buna itiraz eden Rumlar tazmin komisyonu üyelerinin Rum taşınmazlarını tasarrufları altında bulunduran kimselerden oluştuğunu iddia ediyorlar.

* * *

Kıbrıs için şu sırada Türkiye’nin uzun vadeli bir strateji tespit etmesi çok zor. Fakat AB ile müzakereler başlasın veya başlamasın Aralık'tan sonra vakit geçirmeden KKTC ile danışma içinde ileriye dönük kapsamlı bir değerlendirmeye mutlaka gidilmelidir.
Yazının Devamını Oku