14 Eylül 2004
<B>AB </B>üyelik sürecinde müzakerelere ilişkin karar tarihi yaklaştıkça bizi káh iyimserliğe, káh kötümserliğe sevk eden gelişmeler yaşıyoruz. Genişlemeden Sorumlu AB Komiseri Verheugen, geçen hafta Türkiye ziyaretinin sonunda özellikle dört pürüzün altını çizdi.
Bunlardan birincisi, işkence konusu. Verheugen sistematik işkence iddialarına değinerek bunu ’işkencenin devlet tarafından bir araç olarak kullanılması’ şeklinde tarif etti ve iddiayı ciddiyetle araştıracağını söyledi. Türkiye’de böyle bir tarife uyan işkenceden artık bahsedilemez.
Sistematik sözcüğünü kullananlar, anlaşılan yaygın demek istemişler; fakat bu ifade de abartılı görünüyor. Asıl problem, işkenceden sorumlu olanların süratle ve gereken ölçüde cezalandırılmamasından kaynaklanıyor.
* * *
Verheugen’in ikinci noktası Kıbrıs’tı. AB’nin yeni üyelerini Gümrük Birliği kapsamına alan hazirandaki Bakanlar Kurulu kararnamesi Kıbrıs’ı dışlamıştı. Verheugen, ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Gümrük Birliği’ne dahil edilmemesinin müzakere sürecine zarar vereceğini belirtti. Kıbrıs’ın kararname kapsamına alınması aslında aylardan beri gündemde; fakat her nedense bir türlü gerçekleştirilemiyor.
Bundan kaçınmak mümkün değil, ancak büyük olasılıkla ’Kıbrıs Cumhuriyeti’ değil, ’Kıbrıs’ denmekle yetinilecek. Tanımadığımız bir devletle nasıl Gümrük Birliği içinde olacağız, birlik fiiliyatta nasıl işleyecek, o ayrı mesele. Uluslararası hukukun esnekliğinin sınırı yok. Verheugen’in bir başka endişesi var. KKTC’nin izolasyonunu hafifletmek için komisyonun hazırladığı önlemler paketi 6 Ekim’den sonra üye ülkelerin onayına sunulacak.
Verheugen bu konu ile Türkiye için müzakere kararının beraberce ele alınması olasılığından kaygı duyuyor. Demek ki Güney Kıbrıs’ın müzakerelere onayını, paketin sulandırılması şartına bağlayacağını tahmin ediyor.
* * *
Üçüncü konu Güneydoğu idi. Verheugen, Güneydoğu’da şiddet yeniden başlar ve bölgede demokratik kriterlerle bağdaşmayan önlemler alınırsa, AB üyelerinin müzakerelere yeşil ışık yakmayabilecekleri uyarısında bulundu. Diğer taraftan köye donüş projesinin şimdiye kadar çok başarılı olmadığını ve AB’nin bu alanda mali yardımda bulunabileceğini düşünüyor.
Gerçekten AB mali kaynak sağlayabilirse bundan yararlanmamak için bir sebep olmaması gerekir. Nasıl olsa AB fonları öncelikle daha az gelişmiş bölgelere yönelecek.
Verheugen’in ağırlıkla ele aldığı dördüncü mesele, zinanın yeniden suç sayılarak ceza kanunu çerçevesine alınması yönündeki AKP girişimiydi. Bu sorunun AB’de çok büyük bir rahatsızlık ve hassasiyet yarattığı gerçeğinin artık idrak edilmesi gerekir. Türkiye’yi destekleyen AB ülkeleri parlamenterleri bile zina suç addedildiği takdirde Avrupa’da ‘Türkiye ile birlikte şeriatı da mı ithal edeceğiz’ paniğinin başlayacağını açıkça söylemekten geri kalmıyorlar.
Zaten Avrupa düşünce merkezleri de incelemelerinde, Türkiye’de günün birinde köktendinciliğin siyasi gücü ele geçirmesi kaygısına yer vermektedirler. Avrupa’nın kendi geçmiş çelişkileri ne olursa olsun, AB bugün aynı değerleri benimseyen ülkelerden kurulu bir topluluktur. Zinanın suç sayılması, bu değerlerle taban tabana zıttır.
* * *
AB ile pürüzler Verheugen’in CNN Türk’ün Manşet programında öne çıkardığı dört noktadan ibaret değil. Yargı reformu, din özgürlüğü, azınlık vakıfları alanlarında da beklenen adımlar var.
Bazı sorunların çözümü kuşkusuz müzakerelerin başlamasından sonraki devreye sarkacaktır. Ancak bizden istenen, şimdiden bütün pürüzleri gidermek iradesine sahip olduğumuzu göstermemizdir.
Ne yazık ki, geçmişteki acı tecrübelere rağmen kararları son dakikaya kadar ertelemek, zamanlama hatası yapmak, bizim ezeli bir zaafımızdır.
Yazının Devamını Oku 11 Eylül 2004
<B>GEÇEN </B>hafta Fener Patrikhanesi’ne karşı düzenlenen protestolar Yunanistan’da tepkiyle karşılandı. Esasen güdülen amaç da buydu:Verheugen’in ziyareti arifesinde suları bulandırarak AB üyeliği sürecine zarar vermek. Ne var ki Türk kamuoyunun her zamandan fazla AB politikasını desteklediği gittikçe daha iyi anlaşılıyor.
Aşırı sağ uçtakiler ve onları açıkça veya el altından destekleyenler kendilerini bu gibi eylemlerle ancak daha fazla dışlıyorlar. AB ile müzakereler bir kere başladı mı politik işlevleri sıfıra inecek.
***
Patrikhane konusunda bitmez tükenmez bir saplantı mevcut. Bu sefer de müzmin şovenler, Patrikhane’nin ana kapısının kapalı olmasına taktılar. İddialarına göre Patrikhane kapısının kapalı olması, Bizans’ın yeniden ihyası emeliyle bağlantılı. Kapı ancak bu emel gerçekleştiği zaman açılacak.
Oysa kapı İstanbul’un fethinden sonra değil, fakat 1821’de Yunan isyanının başlamasındaki rolü nedeniyle Patrik Gregorius’un idamından sonra kapandı. Bir izah tarzına göre ana kapı, onun mezarını simgelemekteymiş ve bu yüzden açılmıyormuş. Her ne ise, 183 yıldan beri süregelen bir hurafeyi yeniden keşfederek galeyana gelmenin akılcı bir tarafı yok.
Cumhuriyetin kurulmasından beri Patrikhane hakkındaki politikamız inişli çıkışlı bir yol izledi. Bazı devirlerde hoşgörülü davranıldı, bazen de Patrikhane üzerine bir hayli baskı yapıldı. Aslında Lozan’dan beri Patrikhane bize göre yalnızca Türkiye’deki Rum Ortodoksların dini otoritesi sayılıyorsa da, bütün Patrikler, ‘Konstantinopolis Başpiskoposu, Yeni Roma(Bizans) ve Ekümenik Patrik’ unvanını kullanmaya hep devam ettiler.
***
Kendilerinden tamamen bağımsız olan patriklere nazaran bir protokol öncelikleri var. Yunanistan Kilisesi, 1883’ten beri bağımsız ise de bazı tasarruflarını patriğin onayına sunması gerekiyor. Girit ve 12 Ada Metropolitleri, Amerika, İngiltere Başpiskoposları, Avrupa ülkelerindeki ve Latin Amerika’daki metropolitler Fener’e bağlılar.
Patrik, ekümenik unvanı ile bütün Ortodokslar adına Papalık ile temaslarda bulunmaktadır. 1964’te Patrik Athenagoras ile Papa 6’ncı Paul, 1054’te Katoliklerin ve Ortodoksların ilan ettikleri karşılıklı lanetlemeyi iptal ettiler. Hemen her patrik, papa ile buluşmaktadır. Papanın bu yıl patriğe yapacağı ziyaret güvenlik nedenleriyle iptal edildi. Patriğin prestiji yüksek. Krallar ve devlet başkanları Patrikhane’yi ziyaret ediyorlar.
Verheugen de aynı şeyi yaptı. Yunanistan Başpiskoposu’nun Patrik Bartholomeos ile arası çok bozuksa da genellikle Yunanlılar, Osmanlı İmparatorluğu devrinde Yunan kültürünü ve milli kimliğini ayakta tuttuğu için Patrikhane’ye karşı şükran duygusu içindeler. İstanbul’a gelen Yunanlıların çoğu mutlaka Patrikhane’ye giderler.
***
Evet, gerçekler böyle. Patrikhane uluslararası alanda yüksek bir dini otorite ve önemli bir tarihi sembol olarak algılanıyor. Peki, bu durumun bugünkü koşullar altında Türkiye’ye bir zararı var mı?
Cevap ancak olumsuz olabilir. Bir ara, üzerindeki baskılar sebebiyle Yunanlılar, Patrikhane’yi bir Yunan adasına taşıyıp ona ‘zulme uğramış sürgünde Patrikhane’ ismini vermeyi düşünmüşlerdi.
Kuşkusuz bu Türkiye için çok daha zararlı olurdu. Patrikhane’nin bugünkü çifte kimliğini sürdürmesi ve gerek yasal, gerekse idari açıdan karşılaştığı sıkıntıların azaltılması, Türkiye’nin medeniyetler arasında uyumun savunucusu imajına geniş ölçüde katkıda bulunur.
Yazının Devamını Oku 7 Eylül 2004
<B>AB </B>yıl sonunda Türkiye ile üyelik müzakerelerinin 2005 yılı içinde başlaması kararını alacak mı, yoksa işi yine başka bir bahara mı bırakacak? Bu konuda sık sık dile getirilen iyimserliğin ne kadar gerçekçi olduğu henüz belli değil. Evet, hükümetler düzeyinde kuvvetli desteklerimiz var. Avrupa’nın saygın eski politikacıları ve düşünce merkezleri, Türkiye’nin üyeliğinin AB için siyasi, stratejik ve kültürel artılarını öne çıkarıyorlar, ekonomik ve demografik yükün çok ağır olmayacağını vurguluyorlar. Fakat ne de olsa son sözü komisyonun 6 Ekim’de açıklayacağı rapor üzerine AB Konseyi söyleyecek.
***
Komisyonun tereddüde yer bırakmayacak bir açıklıkla müzakerelere yeşil ışık yakması, 25 üyenin aralarında anlaşmasına bağlı. Şimdiki halde kesinlikle bu eğilimde bulunanların sayısının çok yüksek olmadığı bir sır değil. Raporun bir ilk taslağının pek olumlu sayılamayacağına dair haberler var.
Genişlemeden Sorumlu Komisyon Üyesi Verheugen’in Türkiye ziyareti sonunda varacağı kanaat, raporun son şeklini kuşkusuz etkileyecek. Aralık ayında oydaşma ile karar verecek olan konsey üyesi hükümetlere gelince, onlar içinde, net olmayan, ikircikli bir komisyon raporunu bahane ederek müzakere kararını erteletmek isteyecek bir grup mevcut.
Türkiye’nin AB üyeliğini kuvvetle desteklediğini sürekli tekrarlayan Yunanistan ise Patrikhane, Ruhban Okulu ve azınlık vakıflarının taşınmazları konusunda kulis faaliyetleri yürütmekten galiba geri kalmıyor. AB çevrelerinde Türkiye’deki son bazı gelişmeler de sorgulanıyor.
Van’da eski milletvekili Mustafa Bayram’ın tutuklu olan oğlunun kaçırılması bir hayli dikkat çekmiş. Mafyalarla bazı devlet kurumları arasındaki esrarengiz ilişkiler hakkında basınınızda bol bol çıkan haber ve yorumların AB’de sorulara yol açması yadırganmamalıdır. Zinanın suç sayılması yönünde AKP’nin takındığı akıl durduracak tutum da beklenen tepkiyi çekti.
***
Önümüzde iki şık görünüyor: Ya, AB’nin de çok takdir ettiği bir sürü kapsamlı reform yaptık, Kıbrıs meselesinde olabileceği kadar yapıcı davrandık, top bundan sonra AB’dedir deriz. Veya geriye kalan birkaç kritik konuda gecikmeden son bir hamle yaparak komisyon raporunun açık seçik bir tavsiyede bulunmasına katkıda bulunuruz.
Atacağımız adımlar özellikle dernekler, Ruhban Okulu ve azınlık vakıflarına ilişkin. Lozan Antlaşması, azınlıklara her türlü okullar açmak ve yönetmek hakkını verdiğine göre Ruhban Okulu için pragmatik bir çözüm bulmamız kaçınılmazdır.
Yunanistan da Lozan’ı Batı Trakya’da tam uygulamıyor diyebiliriz ve haklı oluruz; fakat bunun AB sürecine bir faydası dokunmaz. 1970’ten sonra azınlıkları yabancı sayan bir zihniyetle el konulan azınlık vakıflarına ait gayrimenkuller sorununun çözümü de süratlendirilmelidir.
2003’te yürürlüğe giren yönetmelik, bu vakıflara mal edinmek ve tasarrufları altındaki taşınmazları kendi adlarına tescil ettirmek hakkını iade etti. Ancak şimdiye kadar tapuya kayıt için yapılan başvuruların sadece yüzde 18’i kabul edildi. Bürokrasiyi alışkınlıklarından vazgeçirmek zor.
***
Bizim bir zaafımız, olmadık zamanda şiddetli tartışma ortamı yaratacak konuları birdenbire ülkenin ve yönetimin gündemine taşımak eğilimidir. Zina meselesinde aynı şey oldu.
Dikkatler ve enerji başka noktalara çevrildi, öncelikler belirsizleşti, kendimizi tutarsızlıklar ve çelişkiler içinde bulduk.
Önümüzdeki haftalarda bütün dikkatimizi AB üzerinde yoğunlaştırmazsak büyük bir fırsatı kaçırabiliriz.
Yazının Devamını Oku 4 Eylül 2004
<B>AB’</B>nin Türkiye ile üyelik müzakereleri hakkında karar alacağı tarih yaklaşırken, itibarlı bazı Avrupa düşünce merkezleri Türkiye’nin AB’ye girmesinin çeşitli açılardan etkisini irdeliyorlar. Bu çalışmalardan özellikle ikisi dikkat çekici. Birincisi ‘hükümet politikası için Hollanda Bilimsel Konseyi’nin (HBK)raporu. Türkiye’de nüfusun çoğunluğunun Müslüman olmasının AB üyeliğine engel teşkil edip etmediğini araştırıyor. İkincisi ‘Avrupa’nın Dostları’kuruluşunun ekonomik ağırlıklı olarak hazırladığı çalışma notu. Her ikisi de genellikle Türkiye’nin üyeliğine olumlu bakan bu değerlendirmelerin bugün birincisi üzerinde durmak istiyorum.
***
HBK’nın raporu, dinin Avrupa’nın ortak değerlerinin bir parçası sayılamayacağını, buna karşılık din özgürlüğüne, kültürel ve dini çeşitliliğe ve kilise veya dini cemaat ile devletin birbirinden bağımsızlığına saygının temel bir prensip olduğunu vurguluyor.
Rapora göre AB’de devlet ile kilise arasındaki düzenlemeler ülkeden ülkeye değişiyor: ‘AB ülkelerinin hepsi dinlere karşı tarafsız değildir. Bazı ülkelerde devlet kilisesi vardır. Diğerlerinde bazı dinler veya inançlar ayrıcalıklı bir konum elde etmişlerdir. Dolayısı ile Türkiye’deki durumun kıyaslanabileceği açık seçik bir model yoktur.’
HBK Türkiye’nin, ilham aldığı Fransa’daki kadar devlet ile dini ayırmakla beraber Fransa’nın aksine din üzerinde çok sıkı bir kontrol kurduğu kanaatinde. Raporda çok partili demokrasinin gelişmesi ile İslam’ın gittikçe politik bir öğe haline geldiği ve İslamcı partilerin Atatürkçü devlet kurumlarınca tepki ile karşılandığı belirtildikten sonra bugünkü durum şöyle özetlenmiş:
’1982’den beri bir resmi devlet İslam’ı kurumlaştırılmıştır. Sosyal muhafazakárlık ile milliyetçiliği ılımlı bir İslam anlayışı ile bileştiren bu devlet, dini camiler ve mecburi din dersleri yoluyla topluma benimsetilmektedir. Halkın çoğunluğunun inancını yansıtan devlet İslamı, bir yandan dinin toplumdaki rolünü kabullenirken, diğer yandan onu laik devlet sistemi içinde tutmaktadır.’
***
HBK daha önce yasaklanmış bir İslamcı partinin uzantısı olan AKP’nin, insan haklarına ve çeşitliliğe daha fazla vurgu yaptığını, din ve kültür farklarının değerine inandığını ve laikliği, özgürlüğü kuvvetlendiren bir unsur olarak gördüğünü, halkın büyük çoğunluğunun köktendinciliğe karşı geldiğini, dini hoşgörüyü desteklediğini, şeriatı reddettiğini ve ılımlı partileri tercih ettiğini de belirtiyor.
Raporda eleştirel yorumlar da mevcut. Özellikle laikliği korumak amacıyla demokratik sürecin kısıtlanması ve ordunun kendisini sistemin garantörü olarak görmesi tenkit edilmiş.
AB’nin bu duruma son verilmesi için kapsamlı reformlar talep ettiği hatırlatılıyor. Ne var ki bu reformlar geniş ölçüde zaten gerçekleştirildi.
***
HBK’nın değerlendirmelerinin bir kısmı kuşkusuz Türkiye’de bazı çevreler tarafından yadırganabilir, hatta tepki çekebilir. Fakat önemli olan raporun vardığı sonuçtur.
Bunda Türkiye’de laik ve hukuka dayalı demokrasi sisteminin köklü olduğu, Türkiye’de nüfusun büyük çoğunluğunun Müslüman olmasının Türkiye’nin AB üyeliğine bir engel oluşturmadığı vurgulanıyor. Bu gibi raporların, Türkiye’deki gerçekleri Avrupa kamuoyuna anlatmak bakımından çok faydalı olduğu muhakkaktır.
Ne var ki, zinayı suç sayan çağdışı bir görüşün AKP tarafından benimsenmesinin, yansıtmak istediğimiz imajla taban taban zıt olduğunu bilmek gerekir.
Yazının Devamını Oku 31 Ağustos 2004
<B>24 </B>Nisan referandumundan beri KKTC’deki siyasi ortam kaygı uyandırmaktan geri kalmamaktadır. Her şeyden önce politik kilitlenme devam ediyor. Siyasi dengeler kırılgan. Parlamentoda sağlam bir desteği olan ve uzun süreli bir politika üretebilecek ve uygulayablecek bir hükümet mevcut değil.
Referandumda olumlu oy kullanan Kuzey Kıbrıs’ın izolasyonunun azaltılacağı yolundaki beklentilerin büyük kısmı henüz gerçekleşmedi. Cumhurbaşkanı ile hükümet arasındaki temel politik yaklaşım farkı sık sık sürtüşmelere neden oluyor. Nitekim, Rumların 1-2 Eylül’de ayin yapmalarına izin verilen Güzelyurt’taki Ay Mama Kilisesi’ne karşı 27 Ağustos’ta girişilen bombalı saldırıya Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın tepkileri taban tabana zıt oldu. Başbakan, ‘organize bir eylem’ diye nitelendirdiği saldırıyı şiddetle kınadı. Hatta kışkırtıcıların bilindiğini belirtti.
Kilisedeki ayine başından beri muhalefet eden Denktaş ise saldırıyı kınamakla birlikte onu mazur gösterecek ifadeler kullandı, Rumların Güzelyurt’a gelmelerini tahrik olarak yorumladı.
***
KKTC iyi ve kötü tarafları ile Türkiye modeline göre uyarlanmış bir politik yapıya sahip. Orada da bir derin devlet var, başka bir deyimle hükümet ve parlamentonun bazı kurumlar ve güç odakları üzerinde kontrolü yok. Radikal hareketler önlenemiyor. Referandum ile bir süre yumuşayan siyasi kutuplaşmanın şiddet eylemleriyle yeniden sertleşmesi KKTC’ye zarar verir. Türkiye böyle bir gelişmeyi önlemek için nüfuzunu kullanmalıdır.
Referandumdan sonra KKTC’nin siyasi vizyonunun ne olması gerektiği konusunda da görüşler çok farklı. Annan Planı’nı desteklemiş olanlar kısa vadede kuzeyin izolasyondan kurtulması, orta ve uzun vadede son şekliyle Annan Planı’nın yeni bir referandumla Rumlarca kabul edilmesi amacına yönelik, hiç değilse bu aşamada pek gerçekçi gözükmeyen, bir politikaya bel bağlamış bulunuyorlar.
Denktaş ise, referandumda Rumlar aleyhte oy verdikleri takdirde, KKTC’nin ayrı bir devlet olarak tanınmasını isteyeceği yolunda verdiği sözü Türkiye’nin yerine getirmesinde ısrar ediyor. Mehmet Ali Talat bu politikanın geçersizliğine inandığı gibi tanımayı gündeme taşımanın izolasyona son verme çabalarına zarar vereceği kanaatinde.
Referandumdan önce Türkiye’de bazı hükümet üyelerinin tanıma konusunu ortaya atacaklarını söyledikleri doğrudur. Ancak referandumdan sonra bu sözler tamamen unutuldu. Başka çaresi de yoktu; çünkü ABD’nin, Rusya’nın veya Avrupa ülkelerinden bir tanesinin bile KKTC’yi tanıması olasılığı sıfırdır.
Çok zayıf bir ihtimalle bir iki Müslüman ülke tanımaya razı edilse dahi bunun KKTC’ye hiçbir faydası olmayacaktır. Türkiye’ye en yakın ülke sayılabilecek Azerbaycan, KKTC’nin ayrı bir devlet kimliği kazanmasının Yukarı Karabağ açısından tehlikeli bir emsal teşkil edeceğine inanıyor. BM Güvenlik Konseyi kararlarının tanımaya karşı geldiğini de unutmayalım.
***
Peki tanıma her koşul altında imkánsız mı? Güney Kıbrıs, Nisan 2003’ten önce hukuken AB üyesi değildi. Üye olabilmek için Annan Planı’na evet demeye mahkûmdu. Plan o zaman iki tarafça da kabul edilseydi ve Rumlar öngörülen çözümün uygulanmasını sistematik bir çekilde engelleselerdi, planda mevcut yasağa rağmen, AB çerçevesinde iki ayrı devletten başka çare olmadığı sonucuna varılabilirdi.
Dolayısıyla 2002 Aralık ve 2003 Mart ayında Türkiye’yi ve KKTC’yi Annan Planı’nı reddetmeye sevk eden uzak görüşlülük ve gerçekçilik eksikliği sadece Kıbrıs Türklerini iyi bir çözümdem mahrum bırakmadı, aynı zamanda diğer potansiyel opsiyonları de bertaraf etti.
Bundan sonraki siyasi vizyon ne olabilir? Ufukta gözükmüyor.
Yazının Devamını Oku 28 Ağustos 2004
<B>PUTİN’</B>in gelecek hafta Türkiye’ye yapacağı ziyaret, her şeyden önce son yıllarda Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin vardığı yüksek seviyeyi yansıtacak. Ekonomi alanında Rusya Türkiye’nin en önemli partönerlerinden biri oldu. Ticaret hacmi 7 milyar dolara dayandı. Denge Türkiye’nin aleyhine ise de bavul ticareti kısmen bunu telafi ediyor.
Türkiye halen Rus doğal gazının en büyük alıcıları arasında. 2008-2010 yıllarında Batı boru hattı ve Mavi Akım’dan gelecek doğal gaz tahminen 30 milyar metreküpe ulaşacak. Rusya’daki Türk yatırımları 2 milyar dolar düzeyinde. Türk müteahhitlerince üstlenilen işlerin değeri 12 milyar dolar. Türkiye’ye gelen Rus turistlerin sayısı her yıl artıyor. Soğuk Savaş devrinde hayal edilemeyecek bir gelişme.
* * *
Ekonomik gündemde tanker trafiğini boğazlardan saptırmak üzere Karadeniz’i Ege veya Akdeniz’e bağlayacak boru hattı projesi de var. Türkiye, Trakya’da kamulaştırma bedelleri çok yüksek olduğundan ve Ege’de tanker trafiğini daha fazla artırmayı sakıncalı gördüğünden, Transtrakya hattından çok Samsun’u Ceyhan’a bağlayan bir hatta meylediyor. Tabii petrol şirketlerinin görüşleri alınacak kararda ağır basacak.
Türkiye ile Rusya arasında siyasi pürüzler fazla değil. Türkiye Çeçenistan konusunda 1996’nın aksine çok dikkatli bir siyaset izliyor. Rusya yine de Türkiye’deki Kafkas derneklerinin faaliyetlerinden hoşnut değil. Fakat kendisi de PKK güdümündeki derneklere izin veriyor.
Kıbrıs konusunda, Ada’daki 24 Nisan referandumundan sonra BM Güvenlik Konseyi’nde Kıbrıslı Türklerin tecridine son verilmesi için bir çağrı yapılmasını Rusya engelledi. Rusya’nın muhalefeti nedeniyle Kofi Annan’ın raporu bile not edilemedi.
* * *
Karadeniz’in güvenliği konusunda iki ülke arasında ilginç bir görüş birliği var. ABD donanmasının terörle mücadele amacı ile Karadeniz’de daha aktif bir rol oynamasına ikisi de taraftar değil. ’Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Grubu’ çerçevesinde bu işin sahildar devletlerin sorumluluğu altında olduğunu beraberce savunuyorlar.
Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Türkiye ile Rusya arasında Orta Asya’da kıyasıya bir nüfuz rekabeti cereyan edeceği varsayımı da geçerliliğini yitirdi. Türkiye’nin bölgedeki ekonomik ve özellikle politik ağırlığı Rusya’yı rahatsız edecek boyuta erişmedi. Stratejik planda 11 Eylül 2001’den sonra ise ABD bölgede başlıca aktör durumunda. Kafkasya’da denklem değişik. İki ülkenin çıkarları birbirine uymuyor.
Türkiye’nin istikrarına büyük önem verdiği Gürcistan’da Rusya Güney Osetia ve Abhazya’daki ayrılıkçı hareketleri destekliyor, askeri üsleri terk etmek yükümlülüğünü yerine getirmiyor. Rusya Ermenistan üzerindeki nüfuzunu ve oradaki askeri mevcudiyetini korumak istediğinden Yukarı Karabağ sorununun sürüncemede kalmasından şikáyetçi değil.
Aynı nedenle Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesi işine gelmiyor. Türkiye’nin bu konudaki kararsız tutumu çıkarlarına uygun.
* * *
Putin’in Ankara ziyareti, Rusya Başkanı’nın, liberalizmdem uzaklaşarak siyasi iktidarın tekelini elinde tutmak ve gittikçe ekonomiyi ve özellikle petrol üretimini devletin kontrolü altına sokmak eğiliminden Batı’da kaygı duyulduğu bir zamana rastlıyor.
Ancak bu konu Ankara gündemine yansımayacak. Ziyaretten kapsamlı ve olumlu sonuçlar bekleniyor. Rusya’ya açılımın Türkiye’nin genel politikası ve özellikle ABD’ye ve AB’ye karşı politikası ile bağdaşmayan bir yönü mevcut değil.
Yazının Devamını Oku 24 Ağustos 2004
<B>BAŞKAN Bush,</B> geçen hafta, denizaşırı üslerde konuşlandırılmış 70 bin ABD askeri personelinin geri çekileceğini açıkladı. Çekilme kademeli olacak ve uygulaması on yıla yayılacak. Sürecin sonunda özellikle Kore, Japonya ve Almanya’daki kuvvetler yaklaşık üçte bir oranında azalacak. Bu kararın, başkanlık seçimleri yaklaşırken iç politika kaygılarıyla alındığı ileri sürülmekteyse de, ABD Savunma Bakanlığı yeni düzenlemenin Amerika’nın müttefikleri ile 3 yıl süren danışmaların ürünü olduğunu açıkladı.
Global güvenlik politikasındaki yeni yaklaşım, kuvvet çekmekten ibaret değil. Aynı zamanda stratejik konuma sahip birçok ülkede Amerikan kuvvetlerinin süratle tehlike bölgelerine intikaline imkán verecek üsler kurulacak. Yeni güvenlik politikasına değişik nitelikte eleştiriler yöneltildi.
Demokrat Parti başkan adayı John Kerry, ABD’nin kritik bir devirde yanlış mesaj verdiğini, şu sırada kuvvet çekmenin NATO’yu ve Uzakdoğu’daki müttefikleri zayıflatacağını ileri sürdü. Buna karşılık daha çok üsler konusuna odaklananlar, ABD’nin global emperyalizm politikasına bir ivme daha verdiğini iddia ettiler.
* * *
Özellikle Almanya’dan kuvvet çekilmesinin bir mantığı olduğunu kabul etmek gerekir. Bugün Avrupa’da ABD’nin büyük miktarda kuvvet bulundurmasını gerektiren bir tehdit algılaması mevcut değil. Avrupalıların kendileri de Soğuk Savaş yıllarında tasarlanmış kuvvet yapılarında terörizm ve kitle imha silahları gibi asimetrik tehditlere karşı etkin olmalarını sağlayacak uyarlamalar gerektiğinin bilinci içindeler.
ABD’nin kararının belki en tartışılabilecek yönü, Güney Kore’de kuvvet indirimine gidilmesidir; çünkü Kuzey Kore nükleer ihtirasını ve Güney sınırında Seul’e çok yakın mesafede 10 bin top ve çok sayıda füze konuşlandırmaya devam etmektedir. Fakat anlaşılan, Güney Kore ordusu artık yeterli bir güce erişmiş bulunuyor.
ABD’nin dünyayı üslerle çevirmesinin global emperyalizm emelini yansıttığını söylemek tabii mümkündür. Ancak terör, kitle imha silahları ve nükleer silahların yayılmasının global bir tehdit oluşturduğu ve Amerika’nın aktif katılımı olmadan bu tehdide karşı konulamayacağı da bir gerçektir. ABD’nin hatası, askeri gücünü denizaşırı üslere taşıması değil, fakat kuvvet kullanımında müttefikleriyle işbirliği ve dayanışma içinde hareket etmemesi, uluslararası meşruiyete önem vermemesi, ideolojik dürtülere kendini kaptırması, hayalperest siyasi projelere bel bağlamasıdır.
* * *
ABD’nin yeni güvenlik yaklaşımının Türkiye’yi de çok yakından ilgilendirmesi doğaldır. Türkiye yerel, bölgesel ve global terörizm tehdidine maruz bir ülke olarak terörizme karşı uluslararası dayanışma ve işbirliğini hep desteklemiştir. ABD’nin kuvvet çekme kararı, ayrıca AB ülkelerini kendi aralarında savunma ve güvenlik politikalarında daha fazla işbirliğine, hatta savunma endüstrisi gibi alanlarda entegrasyona sevk edecektir.
Böyle bir gelişme, Türkiye’nin AB politikasının stratejik boyutunu çok daha önemli bir öğe haline getirir. Nihayet, Amerika’nın kararı Türkiye’nin kendi kuvvet yapısını da yeni stratejik ortama uyarlamak projesini muhtemelen hızlandıracaktır.
Türkiye açısından İncirlik Üssü de yine gündeme gelmektedir. ABD şimdiki halde İncirlik’i sadece eğitim ve ikmal maksatları için kullanabilmektedir. Yeni yapılanmanın sonucu olarak bu üssü daha operasyonel biçimde kullanmak istediğine dair haberler bir süreden beri ısrarla dolaşıyor. Varsa bu nitelikte bir talebin çok iyi değerlendirilmesi gerekir.
Türkiye kuşkusuz kendi iradesi dışında risk almamalıdır. Ancak, ABD ile stratejik ilişkinin NATO dışında sadece siyasi boyutla sınırlı kalması ne kadar gerçekçi olur, sorusunun cevabı kolay değildir.
Yazının Devamını Oku 21 Ağustos 2004
<B>24 </B>Nisan referandumundan ve 1 Mayıs’ta Kıbrıs’ın AB üyesi olmasından sonra KKTC uzun süreceğe benzeyen yeni bir geçiş dönemine girdi. Kuzey Kıbrıs da artık AB’nin bir parçası oldu, aslen Kıbrıslı Türkler de AB vatandaşlığını elde ettiler. Fakat Kıbrıs’ı AB’de Güney Kıbrıs tek başına temsil ettiği ve müktesebatın Kuzey’de uygulanması askıya alındığı için, KKTC statüsünün tanınmamasından doğan kıskaçlardan kolay kolay kurtulamıyor.
Kıbrıslı Türkler hayale kapılmıyorlar. Bir çözüme varılmadıkça izolasyonlarını azaltacak önlemlerin ancak bir ölçüde sıkıntılarına çare teşkil edeceğini biliyorlar. Çözüm ise ufukta pek gözükmüyor. Annan Planı tekrar gündeme gelse bile Kıbrıslı Rumlar özlü değişiklikler üzerinde ısrar edeceklerdir.
Hatta zamanla kendi tezlerine daha yakın bir bütünleşme sürecini gerçekleştirmeyi amaçlamaları daha olası gözüküyor. Kıbrıs, AB üyesi olmadan önce Aralık 2002’de ve Mart 2003’te kaçırılan fırsatların bedelinin ağır olacağını tahmin etmek zor değildi.
***
Bu gözlemlerden hareketle Kıbrıs Türklerinin referandumda olumlu oy vermelerinin pek büyük yarar sağlamadığı söylenebilir mi? Kesinlikle hayır; çünkü önemli kazanımlar elde edildi. Kıbrıslı Türkler uluslararası toplum tarafından dışlanmaktan kurtuldular.
ABD, AB ve Müslüman ülkeler tarafından geçerli bir muhatap olarak kabul edildiler. AB ilk aşamada Yeşil Hat Tüzüğü’nü oluşturdu. Tüzüğe göre Kuzey’de yerli veya ithal hammaddelerden üretilen mallar Güney’e ve oradan AB’ye ihraç edilebilecek.
Güney’e gelen turistler Kuzey’e, Kuzey’e gelenler Güney’e gidebilecekler. Tüzük Güney’e mal satışını kolaylaştıracak, ancak Güney’den AB’ye ihracat çifte KDV ve çifte gelir vergisi ödenmesini gerektirecek. KKTC’nin politik ve ekonomik açıdan asıl ihtiyacı, AB ile direkt ticaret yolunun açılmasıdır.Bu amaçla AB Komisyonu’nun hazırladığı önlemler paketi eylülde konseyin onayına sunulacak.
Güney Kıbrıs ise direkt ticareti önlemek gayretinde. Bir yandan AB’deki hukuk karmaşasını körüklerken, diğer yandan Güney üzerinden ticareti cazip hale getirmek için ticari araçlara geçiş izni veriyor ve Kuzey’e sevk edilmek üzere Güney’e gelen ürünleri KDV’den muaf tutuyor.
***
24 Nisan referandumunda KKTC halkının olumlu oy vermesinin AB ile üyelik müzakereleri yolunda Türkiye’nin önündeki en çetin engeli kaldırdığını da unutmamak lazım. Kaldı ki referandumdaki oyun bir yan etkisi daha oluşmak üzere. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) eylül başında bir duruşma yapılacak.
Bu duruşmada, referandum sonuçları ışığında, Türk askeri birliklerinin KKTC’de bulunması nedeniyle mülkiyet haklarının ihlalinden Türkiye’nin hálá sorumlu tutulup tutulamayacağı saptanacak. Eğer duruşma Türkiye lehine neticelenirse 24 Nisan’dan sonrası için mülkiyet hakkının kullanılamamasından ötürü zararların tazmini Türkiye’den istenemeyecek.
AİHM ayrıca 24 Nisan’a kadarki tazminat davalarının KKTC’de kurulan tazmin komisyonlarına havale edilmesine imkán verecek koşulların yerine getirilip getirilmediğini inceleyecek.
***
Demek oluyor ki referandumdaki olumlu oyu ile KKTC halkı, kendisi için sınırlı kazanımlar elde etmişse de, Türkiye’ye büyük bir avantaj sağlamış ve siyasi ve hukuki yükünü azaltmıştır.
Türkiye’nin şimdi yapması gereken, uzun süreli ve yaratıcı bir politik stratejiyle Kuzey Kıbrıs’ın önünü açmaktır.
Yazının Devamını Oku