7 Aralık 2004
<B>DOĞU </B>Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) hafta sonunda 17 Aralık’ta AB zirvesinin alacağı kararın KKTC üzerindeki olası etkilerini irdelemek amacı ile bir konferans düzenledi. Toplantıda yapılan değerlendirmelere geçmeden önce biraz DAÜ’den bahsetmek istiyorum. KKTC’nin çok başarılı projelerinden başlıcası gerçekten beş üniversite kurmak olmuştur ve bunlar içinde en büyüğü DAÜ’dür. DAÜ’nün bugün 14.000 öğrencisi var. Bunlardan 7600 kadarı Türkiye’den gelenler. 1400 yabancı öğrenci arasında en kalabalık grup 620 öğrenci ile İranlılar. Üstelik en çalışkan ve başarılı da onlar.
İranlıların dışında Afrika, Asya, Avrupa ve Ortadoğu’dan 67 ülkenin öğrencisi mevcut. DAÜ dinamik yönetimi ile akademik düzeyini yükseltiyor ve topluma hizmet alanını genişletiyor.
* * *
17 Aralık’ta AB’nin alacağı karar ile ilgili tartışmalarda odak noktası, kuşkusuz, Türkiye’nin Güney Kıbrıs’ı şu veya bu şekilde tanımasının gündeme gelmesi olasılığı idi. Çözüme varılmadan Güney Kıbrıs’ı ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’sıfatı ile tanımanın sakıncaları konusunda oydaşmaya varılmasından daha tabii bir şey olamazdı. Ancak üyelik müzakereleri başladıktan sonra Türkiye’nin tanımayı kabul etmesi veya tanıma anlamına gelecek jestler yapması için müzakere süreci boyunca baskılara maruz kalacağı konusunda da hiçbir şüphe yoktu.
Katılım sürecinin son aşamasından önce Kıbrıs meselesi çözümlenmediği veya ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ bütün hukuki sonuçları ile tanınmadığı takdirde üyeliğin gerçekleşemeyeceği de görmezlikten gelinemezdi, dolayısı ile Türkiye’nin tanıma konusunda KKTC ile ilişkileri ve adadaki mevcut durumu en az etkileyecek yaratıcı bir formül bulması gerekirdi.
* * *
Kıbrıslı Türkler, aynı zamanda, Türkiye’den, Annan Plánı çerçevesinde kapsamlı bir çözüm yolunun açılması amacı ile ısrarlı girişimlerde bulunmasını bekliyorlar. Papadopulos’un inatçı ve uzlaşmaz tutumu karşısında bu beklentinin gerçekleşmesi bir hayli zor görünüyor.
Yine de Türkiye uluslararası kamuoyunun desteğini alacak, Kıbrıslı Rumlara cazip gelebilecek ve aynı zamanda çözümsüzlüğün bedelinin siyasi bakımdan Kıbrıslı Rumlar için ağır olacağına onları ikna edecek bir politika tasarlamaya çalışmalıdır. Kolay değil, fakat imkánsız da değil. Her şeyden önce geniş bir opsiyon yelpazesinin önyargısız ve serbestçe ele alınabileceği bir beyin fırtınası lazım.
* * *
17 Aralık’tan sonra konumunun zayıflamaması için KKTC ekonomisinin büyümesini sağlamalıdır. Büyüme açısından şimdiki gelişmeler umut verici. Kişi başına milli gelir yükseliyor, biraz yavaşlamakla beraber inşaat sektöründeki ivme sürüyor, turizm gelirlerindeki artış ve turizm alanında yatırımlar devam ediyor. Genel olarak refah göstergeleri şaşırtıcı derecede olumlu. Neredeyse iki kişiye bir otomobil düşüyor.
Ne var ki Güney ile entegrasyon eğilimi de hız kazanmaktan geri kalmamış. Güneyde çalışan Türklerin bir kısmı her gün uzun yol kat etmekten kurtulmak için orada ev kiralamaya başlamışlar. ’Kıbrıs Cumhuriyeti’ kimliğine sahip olanlar Güney’deki hastanelerde ücretsiz sağlık hizmetlerinden gittikçe daha fazla yararlanıyorlar. Başka kaygılar da yok değil. Direkt ticarete imkán verecek AB tüzüğü Brüksel’de Kıbrıslı Rumlar tarafından bloke edilirken Türkiye’nin Güney Kıbrıs ile gümrük birliğinin KKTC’yi ekonomik alanda devre dışı bırakacağı endişesi mevcut.
KKTC’den beyin göçünün hızlanmasından ve nüfus yapısının niteliğinin zayıflamasından da korkuluyor.
Kıbrıs 17 Aralık’tan sonra bizi daha çok uğraştıracak.
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2004
<B>KIBRIS </B>sorununun 17 Aralık AB Konseyi zirvesinden sonra her fırsatta karşımıza çıkarılacağını çoktan biliyorduk. Fakat daha 17 Aralık’taki zirve kararı taslağında konunun dolaylı olarak ele alınması, anlaşılan Ankara için sürpriz teşkil etti. Taslak, Gümrük Birliği’ni de kapsayan Ankara Ortaklık Anlaşması’nın yeni üyelere uygulanmasına ilişkin protokolü Türkiye’nin imzalamaya karar vermesinden duyulan memnuniyeti belirtiyor. Oysa Türkiye’nin böyle bir niyeti şimdiye kadar yoktu.
Bu protokol meselesi, Güney Kıbrıs’ın AB üyesi olmasından beri komisyon ile Türkiye arasında sürekli tartışılıyordu. Türkiye, AB’ye daha önceki katılmalardan sonra her defasında bir protokol imzalanmadığını; fakat bütün yeni üyelerle Gümrük Birliği’nin otomatik olarak yürürlüğe girdiğini, geçen ekim ayında esasen yeni on üye için (Kıbrıs Cumhuriyeti değil, Kıbrıs denilerek) bir Bakanlar Kurulu kararı çıkartıldığını ileri sürmekteydi.
* * *
AB Konseyi cephesinde bu gelişme olurken Avrupa Parlamentosu Dışişleri Komisyonu ve Parlamento’nun Başkanı daha da ileri giderek 17 Aralık’ta Güney Kıbrıs’ın ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ olarak tanınmasını istediler.
Annan Planı’na Kıbrıslı Rumların hayır, Türklerin ise evet demesine rağmen Türkiye üzerinde baskı yapılması kuşkusuz büyük bir haksızlıktır. Ne yazık ki dış politikada haklı olmak yetmiyor. Önemli olan politik denklemdir. Bakın 24 Nisan referandumundan üç gün sonra ‘Kıbrıs’ta yeni denklem’ başlıklı yazımda ne demişim:
’Referandum sonrasında Güney Kıbrıs siyasi liderlerine karşı öfke var. Yine de fırtına dinince Papadopulos’un hangi hesabı yapacağı tahmin edilebiliyor. AB vatandaşı sayılmak isteyen Türklerin bir şekilde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ne entegrasyonu ve ileride bu cumhuriyet bünyesinde derogasyonlardan (Annan Planı’nda Türkler lehinde öngörülen AB müktesebatına derogasyonlar) arınmış bir çözüm.’
Papadopulos aynen bu yolu izliyor. Annan Planı temelinde bir çözüm onun gündeminde yok. 17 Aralık’a kadar tanınma yönünde bir sonuç alamasa bile daha sonra müzakere sürecinin her aşamasında AB yöntemlerinin kendisine vereceği bütün imkánları bu maksatla kullanacak.
* * *
Bu açmazın üstesinden nasıl geleceğiz? Başbakan Erdoğan’ın NTV’ye yaptığı açıklamalardan, yaklaşımının oldukça esnek olduğu anlaşılıyor. 17 Aralık’a kadar Gümrük Birliği’ne ilişkin protokolü imzalamaya yanaşmıyor. Fakat ondan sonra bunu ihtimal dışı görmüyor. Opsiyonlarını açık tutuyor. Belli ki politik stratejisinde AB üyeliği başlıca önceliğe sahip.
Türkiye’nin uzun vadeli çıkarları ve evrimi açısından ancak takdirle karşılanabilecek bir tutum. Ne var ki AB önceliği ile Kıbrıs’ın müstakbel statüsünü tayin edecek denklemi altüst etmeme gereği bağdaştırılmalıdır. Tanıma konusu bu açıdan son derece önemli.
* * *
AB’nin istediği protokolü imzalamak tanıma anlamına gelir mi, gelmez mi?Bunu hukukçular aralarında sonsuza dek tartışabilirler. Tanıma zımni de olabiliyor; örneğin aynı antlaşmaya imza atmak gibi. Ancak protokolü, karşı tarafın kabul edebileceği bazı çekincelerle imzalasak bile, hukuk açısından kaygan bir zemine gireceğimiz, ister istemez tam hukuki tanımanın zamanla kaçınılmaz hale gelebileceği kabul edilmelidir.
Oysa KKTC Başbakanı Mehmet Ali Talat, ‘Önce Kıbrıs sorunu çözülmeli, sonra Kıbrıs tanınmalı’ diyor. 2002’de treni kaçırmasaydık öyle olacaktı; fakat bugün başka rüzgárlar esiyor. Dolayısıyla tanımanın çözüm yerine geçmemesine dikkat edilmelidir.
Çözümden önce tanıma, 1960 anlaşmalarının bile gerisinde bir çözümden başka çare bırakmayabilir.
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2004
<B>ULUSLARARASI </B>Ceza Divanı’nı (UCD) kuran anlaşma (UCDA) hükümlerinin Amerikan vatandaşlarına uygulanmasını önleyecek bir muafiyet anlaşmasını, ABD’nin Türkiye ile de akdetmek istediği geçen hafta basına yansımıştı. ABD’yi böyle bir talebe sevk eden neden herhalde Türkiye’nin UCM’ye taraf olacağı varsayımıdır.
Nitekim yapılan son Anayasa değişikliği, UCDA yükümlülüklerinin üstlenilmesi için gereken hukuki temeli hazırlamış, bu yükümlülükler uyarınca Türk vatandaşlarının yabancı ülkelere teslimine izin vermiştir. ABD, Başkan Clinton devrinde UCD Anlaşması’nı imzalamış; fakat daha sonra Bush Başkan olunca bu imza geri çekilmişti.
* * *
ABD her zaman kendisini uluslararası hukukun üstünde görmek eğilimdeydi, insan haklarına ilişkin anlaşmaları ve kurumları ise özellikle ancak kendisi dışındaki ülkeleri bağlayıcı nitelikte sayardı. Bush bu geleneksel politikayı daha da katı hale getirdi.
ABD, UCDA’ya taraf olmadıysa da onunla ciddi bir sorunu var; çünkü UCDA’nın 12’nci maddesi, anlaşma hükümlerinin bazı koşullarda taraf olmayan ülkelere de uygulanmasını öngörüyor. Şayet taraf olmayan ülkenin personeli anlaşmaya taraf olan bir ülke topraklarında UCDA kapsamına giren suçları(soykırım, insanlığa karşı suçlar, savaş suçları) işlerse, o takdirde bu personel UCD tarafından yargılanabiliyor. ABD bu tehlikeyi bertaraf etmek için ilk önce Güvenlik Konseyi’nden BM Barış Güçlerine katılan personeli için zar zor bir muafiyet kararı çıkarttı.
Karara göre UCDA’ya taraf olmayan ülkelerin barış güçlerinde görev yapan personeli UCD’nin yargı yetkisinin dışında tutulacaktı. Fakat muafiyet süreli idi, 2004 yılında onu uzatmak için gerekli çoğunluk Güvenlik Konseyi’nde sağlanamadı.
ABD ayrıca UCDA’nın 98’inci maddesini kendi işine gelen bir şekilde yorumlayarak 82 ülke ile ‘ikili muafiyet’ anlaşmaları imzaladı ve bu suretle Amerikan askeri ve sivil personelinin ve vatandaşlarının bu ülkelerce UCD yargısına teslim edilmeyeceği taahhüdünü elde etti. Ancak bu anlaşmaların sadece yüzde 25’i şimdiye kadar onaylandı. Avrupa ülkelerinden yalnızca Arnavutluk, Makedonya ve Romanya katılanlar arasında.
* * *
AB ülkelerinin tümü muafiyet anlaşmalarını imzalamaya yanaşmadılar. Kaldı ki 98’inci madde tartışmalı. Maddeye göre bir ülke, uluslararası anlaşmalar uyarınca başka bir ülke vatandaşını mensup olduğu ülkenin rızası olmadan UCD’nin yargısına terk etmemek yükümlülüğü altında ise, UCD bu yükümlülüğe aykırı bir talepte bulunamaz.
Birçok hukukçu 98’inci maddenin UCDA’nın 27’nci maddesi ile bağdaşmadığı kanaatinde. Gerçekten 27’nci madde uluslararası hukuk ve hatta iç hukuka dayanan hiçbir kuralın veya özel yöntemin UCD’nin yetkisini kullanmasına engel olamayacağını belirtmiş. 27’nci maddenin, bir ülkenin bütün diğer ahdi yükümlülüklerinin üstünde bulunup bulunmadığına ve sonuçta bir muafiyetin hukuken geçerli olup olmadığına karar vermeye ancak UCD’nin yetkili bulunduğu görüşü de yaygın.
* * *
ABD, Birleşmiş Milletler’in uluslararası alanda yegáne meşruiyet kaynağı olduğunu kabul etmeyebilir. Özellikle son zamanlarda uluslararası hukuka geniş ölçüde aykırı ve UCDA kapsamına giren bir savaş türü uyguladığı eleştirisine muhatap kaldığı için endişe duyabilir.
Ne var ki Türkiye’nin ABD ile bir ikili muafiyet anlaşması imzalaması hem kendi prensipleri, hem de üye olmak istediği AB yaklaşımları ile bağdaşmayacaktır.
Yazının Devamını Oku 27 Kasım 2004
<B>DIŞİŞLERİ </B>Bakanı <B>Abdullah Gül</B>’ün en karmaşık dış politika konularında gayet kestirme ifadeleri var. Kıbrıs’ta 24 Nisan referandumundan önce, şayet Türkler Annan Planı’na evet, Rumlar hayır derlerse derhal KKTC’nin uluslararası camia tarafından tanınmasını isteyeceğini söylüyordu. Tabii referandumdan sonra bu gerçekçi olmaktan çok uzak sözler süratle unutuldu.
Geçenlerde Sedat Ergin’e ‘Annan Planı bitmiştir. Şimdi top Rumların elindedir’ demiş. İyi de AB ile üyelik müzakereleri bir kere başladı mı, müzakere yöntemi çerçevesinde Rumların sık sık penaltı kazanacaklarını unutmamak gerek.
* * *
Tabii bu gamsız yaklaşım bugünkü hükümete özgü değil. Daha önceki hükümetlerden de Kıbrıs konusunda ne inciler duyduk. Hiç değilse AKP hükümeti, aralık 2002’de ve mart 2003’te büyük fırsatlar kaçırdıktan sonra, akılcı bir politika güderek Annan Planı’nı destekledi ve bu suretle AB ile üyelik müzakereleri önündeki en büyük engeli ortadan kaldırmayı başardı.
Türkiye’nin Kıbrıs politikasında aslında 1974’ten beri bir zihni blokaj var. 1974 askeri başarısının en kısa zamanda siyasi bir çözüme dönüştürülmesi gerektiğini göremedik. 1990’lı yıllardan itibaren de Kıbrıs ile AB süreci arasındaki etkileşimi kavrayamadık. KKTC yönetiminin maksimalist görüşlerinin etkisi altında kaldık. 1999 Helsinki zirvesinden sonra, çözümsüzlükten açıkça Güney Kıbrıs’ın sorumlu bulunduğunu kanıtlayamadığımız takdirde Güney Kıbrıs’ın çözüm olmadan da AB’ye üye kabul edileceğini anlamak istemedik.
Güney Kıbrıs’ın uzlaşamazlığını nihayet ispat ettiğimiz 2004 Nisanı’nda ise iş işten geçmişti. Güney Kıbrıs bir yıl önce AB ile katılım antlaşmasını imzalamıştı ve antlaşma bütün parlamentolarca onaylanmıştı.
* * *
Gerçekte Kıbrıs’ın AB üyeliği daha 1995’te Türkiye ile AB arasında Gümrük Birliği’nin oluşturulması sırasında kotarılmıştı. Bu gerçeği hep inkár ettik. O zaman gereken çekinceleri kayda geçirdiğimizi ileri sürdük. Mutlaka öyledir, fakat çekinceler politik realiteyi değiştirmiyordu.
Bunun bir teyidi 2 Kasım’da Londra’da Avam Kamarası’nın Kıbrıs konusunda düzenlediği bir toplantıda ortaya çıktı. Toplantıya Londra’da çok başarılı bir büyükelçilik yapmış olan Özdem Sanberk ile 1996’dan 2003’e kadar İngiltere’nin Kıbrıs Özel Temsilciliği’ni yapan ve bu hafta Kıbrıs hakkındaki kitabı çıkacak olan Lord David Hannay davet edilmişlerdi. Tartışmalar sırasında, Hannay, Dışişleri Bakanı Michael Rifkind ile 1996’daki ilk görüşmesine atıf yaptı.
Meğer Rifkind İngiltere’nin artık Güney Kıbrıs’ın AB üyeliğini desteklemekle yükümlü olduğunu daha o zaman Hannay’e söylemiş. İngiltere için varit olan tabii diğer AB üyeleri için de geçerliydi. Biz bunu bilmiyor muyduk?
* * *
Hannay Avam Kamarası’nda iki önemli noktanın daha altını çizdi: Papadopulos başkan olarak kaldıkça bir çözüm hemen hemen imkánsızdır. Kıbrıs sorunu çözümlenmedikçe Türkiye AB üyesi olamaz. Açmaz bundan ibaret değil.
AB ile müzakere süreci boyunca Papadopulos, Türkiye’yi, Güney Kıbrıs’ı ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ sıfatıyla tanımaya zorlamak için elinden geleni yapacak. ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımak ise KKTC’den tanımayı geri çekmeyi gerektirir. Ondan sonra tek çözüm sulandırılmış bir 1960 Anayasası’na dönüşten başka bir şey olamaz. Federasyonu, iki ayrı kurucu devleti, iki bölgeliliği unutmaktan başka çare kalmaz.
Geçen yazımda Arafat’ın kaçırdığı fırsatlardan bahsetmiştim. İster istemez bir çağrışım olmuyor mu? KKTC’de bazı kulaklar umarım çınlıyordur.
Yazının Devamını Oku 23 Kasım 2004
<B>ORTADOĞU’</B>nun müzmin istikrarsızlıktan kurtulmasının ilk aşamada iki temel koşulu var. Birincisi, Irak’ın demokratik olsun veya olmasın, toprak bütünlüğünü ve güvenliğini koruyabilen ve işlevlerini yerine getirebilen bir yönetime sahip olması, ikincisi ise Filistin-İsrail ihtilafının sürdürülebilir bir çözüme kavuşmasıdır.
İsrail ve ABD tarafından çözüme engel olarak görülen Arafat’ın ölümü ve Bush’un ikinci başkanlık döneminde Ortadoğu’da daha pro-aktif bir politika gütmesi olasılığı, çözüm sürecinin yeni bir ivme kazanacağı beklentisini doğurdu. Fakat bu konuda iyimser olmak şimdilik kolay değil.
* * *
Başkan Bush tekrar seçildikten sonra ABD, AB, BM ve Rusya’nın şemsiyesi altında Aralık 2002’de oluşturulan yol haritasının canlandırılacağını açıkladı. Colin Powell’ı da bölgeye gönderdi. İyi de, yol haritası bir seri güven artırıcı önlemle kademe kademe 2005’te nihai bir çözüme varılmasını öngörüyordu.
Bush şimdi bu tarihi 4-5 yıl ileriye atıyor. Üstelik yol haritası bir Filistin Devleti prensibini kabul etmekle beraber, bu devletin hangi çözüm çerçevesinde vücut bulacağı konusunda sessizdi. Başkan Clinton’ın ortaya koyduğu çözüm modeli rafa kaldırılıyordu. Clinton, başkanlığının son aylarında Filistin meselesinin çözümü için olağanüstü bir çaba harcamıştı. Temmuz 2000’de ‘Camp David’de masaya koyduğu öneri Gazze’nin tamamının ve Batı Yakası’nın yüzde 91’inin Filistinlilere terk edilmesini, Doğu Kudüs’ün Filistin’in başkenti olmasını, Kudüs’ün Müslüman ve Hıristiyan kesimlerinin ve banliyölerinin egemenliğinin Filistinlilere bırakılmasını, Harem-i Şerif’in egemenliğinin değil, fakat bekçiliğinin Filistinlilere verilmesini öngörüyordu.
Arafat bu teklifi reddetmişti. Clinton anılarında Arafat’a tepkisini şöyle dile getiriyor: ’Arafat bir karar almak için son dakikaya kadar beklemekle tanınmıştır. Başkanlığımın sona ermesine altı ay kaldı. Umarım saati geri kalmıyor.’
* * *
Clinton görevinden ayrılmadan önce Aralık 2000’de Arafat ve İsrail Başbakanı Barak’ı yeniden bir araya getirdi. Bu defa sunduğu öneri, Filistinlileri daha fazla kolluyordu. Filistinlilere Batı Yakası’nın yüzde 94-96’sı bırakılacaktı. İsrail 1967 sınırlarına dahil topraklarının yüzde 1 ile yüzde 3 oranında bir kısmını Filistinlilere verecekti. İsrail kuvvetleri, 3 yıl içinde Filistin topraklarından çekilecek ve yerine uluslararası bir güç gelecekti; Harem-i Şerif üzerinde Filistin egemenliği tanınıyordu; İsrail özellikle Lübnan’dan sembolik bir miktar mülteci kabul edebilecekti; Filistin sınırları dışındaki mültecilerin ülkelerine geri dönmeleri için uluslararası yardım imkánları araştırılacaktı ve mültecilere tazminat ödenecekti.
Arafat bu önerileri de reddetmişti. Clinton anılarında Arafat’ın dosyasına her zaman hákim olmadığını, ihtilal liderliğinden devlet adamlığına geçemediğini yazıyor.
Birbirlerinden ayrılırken Arafat, Clinton’a iltifat ederek büyük bir adam olduğunu söyleyince de şu cevabı vermiş: ’Hayır, ben büyük bir adam değilim. Sizin sayenizde başarısız bir adam oldum. Şaron’un seçilmesine en büyük katkıyı siz yapıyorsunuz. Rüzgár ektiniz, fırtına biçeceksiniz.’
Ne yazık ki Clinton’ın kehaneti doğru çıktı.
* * *
Ocak 2001’de Taba’da İsrailli ve Filistinli temsilciler bir araya geldiler. Bazı alanlarda Filistinlilere yeni ödünler verildi. Fakat artık iş işten geçmiş, ikinci intifada başlamıştı. 6 Şubat’ta Şaron başbakanlığa seçilecekti.
Clinton’ın önerilerine geri dönmek artık çok zor. Liderlerin kaçırdıkları fırsatların bedelini uluslar öder. Kendi yakın tarihimizde bunun örnekleri az mı?
Yazının Devamını Oku 20 Kasım 2004
<B>FRANSA’</B>daki <B>’Rus, Sovyet ve Post-Sovyet Etüdleri Merkezi’</B> (RSPSEM) 1945-47 yıllarında Moskova ile Türkiye ve İran arasında ortaya çıkan gerginliklerin arka planını araştıran bir etüt yayımladı. Sovyet Kafkas cumhuriyetlerinin kısa bir süre önce açıklanan arşivlerine ve Rus tarihçilerinin son çalışmalarına dayanan bu araştırma, İkinci Dünya Savaşı sırasında ve savaşın bitiminden hemen sonra Kremlin’in Türkiye ve İran’a yönelik jeopolitik planlarının hazırlanmasında Kafkas komünist liderlerinin rolü üzerinde duruyor.
* * *
RSPSEM’in araştırması, İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesi ile Türk-Sovyet ilişkilerinde derhal başlayan gerginliğin nedenleri hakkında pek yeni bir unsur getirmiyorsa da, Stalin ile Gürcistan liderleri arasındaki çıkar ve algılama çatışmasına ışık tutuyor.
Hatırlanacağı gibi, 1945 Temmuz’unda Sovyetler Birliği, Türkiye’den toprak taleplerinin yanı sıra Montreux Sözleşmesi’nin gözden geçirilmesini ve Boğazlar’da kendisine üs verilmesini istemişti. Kars ve Ardahan’ı kapsayan toprak taleplerinde asıl ısrarlı olan Gürcistan’dı. Ona bakarak iştahı kabaran Ermeniler de bugünkü sınırları tanıyan 1921 Kars Antlaşması’nın feshedilmesini ve sınırlarının Türkiye aleyhine önemli ölçüde genişletilmesini hayal etmeye başlamışlardı.
Stalin her ne kadar Kars ve Ardahan’ı kapsayan toprak talebine razı edilmişse de, Sovyet diktatörünün asıl önceliği Boğazlar’dı. Toprak için Türkiye ile savaşa girilmesine katiyen yanaşmıyor ve bu konuda Kafkas liderlerini sürekli uyarıyordu.
* * *
İran ile ilgili olarak RSPSEM araştırması, Sovyetler Birliği’nin o tarihlerde iki yönlü bir politika güttüğünü vurguluyor: Birincisi, İran Azerbaycanı’nı Sovyet Azerbaycanı’na katmak, bunun karşılığında Yukarı Karabağ’ı Ermenistan’a bağlamak, yine Sovyet Azerbaycanı’ndan bir miktar toprağı Gürcülere bırakmak.
İkincisi, Kürt kozunu hem Türkiye’ye, hem de İran’a karşı kullanmak. KGB Başkanı Lavrentii Beria’nın oğlunun anılarına göre, babası Kürtleri ‘Türkiye, İran ve Irak’a karşı istenildiği zaman kullanılacak bir hançer’ olarak görüyordu. Genişletilmiş bir Azerbaycan ve Sovyet nüfuzu altında bir Kürdistan ve Luristan, Moskova’yı Basra Körfezi’ne yakınlaştıracak, Musul ve Abadan’ı tehdit etme imkánını verecekti.
6 Temmuz 1945’te Politbüro’da alınan gizli bir karar, o tarihte Sovyet işgali altında bulunan Güney Azerbaycan’da ve Kürt bölgesinde ayrılıkçı cereyanların desteklenmesini öngörüyordu. 10 Aralık 1945’te özerk bir Azerbaycan, Ocak 1946’da özerk bir Kürt bölgesi kuruldu.
Sovyet Azerbaycanı’nın liderleri, Kürt bölgesini de özerk Azerbaycan bölgesine bağlamak istiyorlardı; fakat Stalin buna izin vermedi. Kürtleri Irak’taki İngiliz yanlısı rejimi yıkmak için ayrıca kullanmayı planlıyordu.
* * *
İddialı projelerin hiçbiri gerçekleşmedi. Mart 1946’da Stalin, İran politikasından sorumlu Politbüro üyesi Bagirof’a telefon ederek İran’daki Sovyet kuvvetlerinin çekileceğini bildirdi. Bagirof kulaklarına inanamıyordu, bu kararından vazgeçmesi için yalvarmaya başladı.
Fakat Stalin kararından caymadı, ’Yeni bir savaşa girecek halimiz yok’cevabını verdi. Stalin, en az Saddam kadar gaddar bir diktatördü; fakat ondan çok daha bilinçli ve gerçekçi idi.
Sovyetler Birliği çöktükten sonra Kafkas ülkeleri birbirleriyle savaşarak istikrarsızlık içinde bocaladılar. Ne Gürcistan, ne de Azerbaycan toprak bütünlüklerini koruyabildi. Hemen hepsinde yolsuzluk aldı yürüdü.
Sovyet rejimi altında tarihin akışı sanki askıya alınmıştı. Soğuk savaş sonrasında Sovyet buzulu çözüldü. Kafkasya’da bozulan dengelerin yerine oturması daha çok vakit alacak.
Yazının Devamını Oku 16 Kasım 2004
<B>AVRUPA </B>Birliği Komisyonu’nun Etki Raporu’nun çevreye ilişkin kısmında Türkiye’nin yapacağı olumlu katkılara yer verildiğini görüyoruz. Rapor, Türkiye’nin katılımı ile sınır ötesi hava kirliliğinin azalabileceğini, Karadeniz’deki su kalitesinin iyileşebileceğini, Avrupa’nın Türkiye’ye özgü çeşitli bitki ve hayvan türleri ile zenginleşeceğini belirtiyor.
Türkiye Erozyonla Mücadele Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı’nın (TEMA) incelemeleri de zaten Türkiye’deki ekolojik tarımın, doğal ormanların ve biyolojik çeşitliliğin AB için çok önemli bir artı olacağını ortaya koymaktadır. Türkiye’de hektar başına kimyevi gübre kullanımı, AB’nin üçte biri oranında, tarımsal ilaç kullanımı yarısı kadar. Bazı alanlarda ise bunlar daha hiç kullanılmamış.
Ormanların yüzde 93’ü doğal ormanlar, Avusturya ve Almanya’da bu oran yüzde 0.1’in altında. Türkiye biyolojik nüfus bakımından da çok zengin. Avrupa kıtasının kendine özgü bitki türlerinin sayısı 3500, sadece Türkiye’de ise 3022 ve daha yeni türlerin keşfedilmesi bekleniyor. Yine Avrupa kıtasında kuş türlerinin toplam sayısı 520, yalnızca Türkiye’de 446. Türkiye üye olduğu zaman AB’nin biyolojik zenginliği ikiye katlanacak.
* * *
Çevre açısından böyle bir potansiyel var. Fakat AB raporu madalyonun öbür yüzünü vurgulamaktan geri kalmıyor. Rapora göre Türkiye’nin AB çevre müktesebatını tam uygulamak için yapması gereken kamu ve özel sektör yatırımlarının miktarı, onlarca milyar dolar seviyesinde olacak. Korkutucu bir rakam.
Su ikmali, atık suların toplanması ve atıkların arındırılması ve yok edilmesi çok büyük masraflara yol açacak. Özellikle endüstri, AB standartlarına uymak için büyük yatırımlara girişmek mecburiyetinde kalacak. Entegre kirlenmeyi önleme ve kontrol kurallarının uygulanması Türk sanayiini çok zorlayacak.
AB üyesi ülkelerde olduğu gibi makul ölçüde masrafla kurallara uymayan fabrikaların kapatılmasından başka çare kalmayabilir. Hava kalitesinin düzeltilmesi ancak büyük bir çabayla mümkün olacak.
* * *
Etki Raporu ayrıca doğanın korunmasının ekonomik ve çevre çıkarlarının çatışması yüzünden Türkiye için zor olacağına dikkat çekmiş. Rapor Türkiye’nin ulusal ve bölgesel düzeyde çevre sorunlarını çözme kapasitesinin yeni AB üyelerinin katılım sürecinin başındaki durumlarına kıyasla daha az gelişmiş olduğunu belirtiyor.
Türkiye’nin çevre politikasını etkin bir şekilde yönetecek bir idari yapı oluşturulmasının belki on yıl alacağının da altını çiziyor. Su kaynaklarının yönetiminin ve bunun gerektirdiği altyapının geliştirilmesinin Türkiye’nin üyeliği bağlamında gittikçe önem kazanacağını vurguluyor.
Raporun üzerinde durduğu bir başka nokta da Türkiye’nin Kyoto Protokolü’nü henüz onaylamamış olması. Bu onayın neden geciktiğini bilmiyorum. Ya öncelik verilmemesinden kaynaklıyor veya yüklediği sorumlulukların altından kalkılamayacağı düşünülüyor. Her iki olasılık da çevre konularında daha çok mesafe kat etmemiz gerektiğini doğrular niteliktedir.
* * *
2004 İlerleme Raporu, Etki Raporu’nun vurgu yaptığı noktaları daha ayrıntılı bir biçimde ele almış. Orman ve Çevre bakanlıklarının birleştirilmiş olmasını yerinde buluyor. Fakat Etki Raporu gibi yönetim kapasitesinin daha fazla geliştirmesi gerektiğini ifade ediyor ve sorumluluklar arasındaki örtüşmelere son verilmesinin önemine değiniyor.
AB raporlarının sırf çevreyle ilgili bölümlerinin irdelenmesi bile Avrupa Birliği müktesebatının uygulanmasının ne kadar büyük çaba icap ettirdiğini ve ne kadar vakit alacağını kanıtlıyor.
17 Aralık’tan sonra kaybedecek bir saniyemiz yok. Her bakanlığımızdan, her kuruluşumuzdan, kamu sektörümüz gibi özel sektörümüzden uyum sürecine sürekli katkı beklenecek. Müzakere süreci kadar onun arka planı önemli.
Yazının Devamını Oku 13 Kasım 2004
<B>AMERİKALILAR </B>Irak hakkında hep kötü ve moral bozucu haberlerin medyaya yansıdığından, iyi haberlerin ise gözden kaçtığından şikáyetçiler. ABD Dışişleri Bakanlığı bu nedenle Irak’ta güvenlik sorunu çözümlenmediyse de birçok alanda önemli ilerlemeler gerçekleştirildiğini belirten bir belge yayımladı. Bakanlık şimdiye kadarki gelişmeleri söyle özetliyor: Haziran 2003’ten beri petrol satışından elde edilen gelir 18 milyar dolara ulaşmış, tamir edilen ve yeniden trafiğe açılan Umm Kasr limanında yine 18 milyar dolar gümrük vergisi tahsil edilmiş, bu miktar 2004 sonunda 26 milyar dolara yükselecekmiş.
Önemli köprüler onarılmış, 11 milyonluk bir nüfusun ihtiyacını karşılayacak su ve kanalizasyon projeleri inşa halinde. Halen 100.000 Iraklı güvenlik görevlisi mevcut, 62.000 Irak ordusu mensubu ya aktif görevde veya eğitimde. Onarılan okul sayısı 2.405, ortaokulllar için 33.000 öğretmen eğitilmiş, 8.7 milyon okul kitabı yeniden basılarak dağıtılmış.
Sağlık alanında 110 klinik açılmış, 2.500 sağlık memuru eğitilmiş, beş milyon çocuk aşılanmış. Kadınlar için 28 sosyal merkez açılmış, Irak hükümetinde 6 kadın bakan ve 7 bakan yardımcısı var. Iraklılar artık bütün dünya haberlerine ulaşabiliyorlar, gazete sayısı 300.
***
Bütün bunlar iyi de Irak’ta siyasi istikrarın ve sürekli güvenliğin nasıl sağlanacağı konusunda pek iyi haberler gelmiyor. Cesur ve azimli bir lider izlenimi veren Başbakan Allavi, Felluce saldırısına yeşil ışık yakmakla büyük bir siyasi riske girdi.
Allavi’nin ve Amerikalıların amacı Irak’ta Sünni direncini kırarak gelecek yıl ocak ayında yapılacak seçimlerin önündeki en çetin engeli ortadan kaldırmak. Fakat şimdiden en büyük Sünni siyasi partisi hükümet ortaklığını terk etti. Bir Sünni olan Cumhurbaşkanı Yaver de istifa tehdidinde bulundu.
Sünnilerin toptan ocak seçimlerini boykot etmesi ve bu suretle yeni kurulacak meclis ve hükümetin meşruiyetinin tartışmalı hale gelmesi olasılığı kuvvetli görülüyor. Kaldı ki Felluce’de askeri başarının Sünni ayaklanmasının sonu olacağına inanmayanlar çok.
Artık iyice anlaşılıyor ki bu direnç ABD’nin işgalinden sonra gelişmiş bir hareket değil. Saddam Hüseyin’in savaştan önce stratejisini geliştirdiği ve ayrıntılı uygulamasını hazırladığı bir eylem.
Sabık diktatör bu çerçevede daha Amerikan askeri operasyonu başlayacağı sırada yüzlerce El Kaide ile bağlantılı teröristin İran üzerinden gelmesine de izin vermiş. On binlerce daha Iraklının katlini göze alan kıyasıya bir mücadele söz konusu.
***
Galiba Iraklıların çilesi bir mucize olmadığı takdirde kolay kolay bitmeyecek. İyimser senaryoların hiçbiri çok inandırıcı değil. Felaket senaryoları ise birbirinden korkutucu.
Amerikalıların pamuk ipliğine bağlı yapay bir siyasi yapı oluşturduktan sonra tamamen veya kısmen çekilmeleri ve Irak’ın bir süre sonra kanlı bir iç savaşa sürüklenerek Ortadoğu’daki dengeleri altüst etmesi de ihtimal dışı sayılmamalıdır.
Unutmamak gerekir bir ülkenin iç dinamiklerine rağmen ona bir model uygulamak imkánı yoktur. Belki Amerikalılar sonunda Irak’ta giriştikleri maceradan gerekli dersi çıkartırlar, ancak Irak’ın ve bölgenin ödeyeceği bedel çok ağır olur. Dünyanın da, çünkü Irak’ta yenilgi köktendinci teröre muazzam bir ivme kazandıracaktır.
Irak’ta güttüğü politika ne kadar sorumsuz ve hatalı görülürse görülsün, ABD’nin yuvarlandığı açmazdan kurtulmasına ve daha gerçekçi ve akılcı bir siyasete yönelmesine yardım etmek bütün ülkelerin çıkarınadır.
Yazının Devamını Oku