9 Kasım 2004
<B>BU </B>satırları yazarken <B>Arafat</B> hálá ölüm ile yaşam arasında gidip geliyor. Fakat daha ölmeden hayatlarının muhasebesinin yapılması, siyasi liderlerin biraz da kaderi. Arafat için de böyle oldu. Bütün dünya medyası günlerden beri Ortadoğu’nun tarihinde ve Filistin halkının mukadderatında oynadığı rolü değerlendiriyor, sahneden çekilmesinin sonuçlarını tartışıyor.
Arafat’ın yılmaz bir mücadele adamı olduğu ve Filistin davasının sembolü haline geldiği konusunda herkes mutabık. Arafat gibi bir liderleri olmasaydı, İsrail’in siyasi ve askeri tahakkümü, ABD’nin İsrail’e verdiği koşulsuz destek, Avrupa’nın pasifliği ve Arap ülkelerinin inanılmaz umursamazlıkları karşısında Filistinliler davalarına sahip çıkamazlar ve hatta kimliklerini bile kaybederlerdi.
***
Arafat’ı ben de tanıma fırsatını buldum. BM Nezdinde Daimi Temsilci, Dışişleri Bakanı ve daha sonra BM Filistin Mültecilerine Yardım Teşkilatı’ndan (UNRWA) sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı olarak onunla çok temasım oldu.
1993 Oslo Anlaşması’ndan sonra Gazze’ye geldiğinde gerek Gazze’de gerek Batı Yakası’nda özellikle eğitim, sağlık ve sosyal yardım alanında başlattığımız projelerle çok ilgileniyordu. Filistin mültecileri sorununun devam ettiğinin bir sembolü olduğu için UNRWA’ya önem veriyordu. Fakat daha o zaman yönetim zihniyetindeki zaaflar ortaya çıkmıştı.
Kimseye fazla güvenmediğinden birbirleri ile rekabet eden yedi tane güvenlik teşkilatı kurdu. Mali disiplin ise ona tamamen yabancı bir konseptti. Yolsuzluk gittikçe yaygınlaştı. Arafat militanlıktan ve ihtilalcilikten devlet adamlığına geçmekte zorlanıyordu. Eğitim düzeyi ve kozmopolit kültürü ile Filistin toplumu aslında demokrasiye bütün Arap toplumlarından daha hazırdı; fakat bu fırsat kaçtı.
***
Arafat mücadelesinin hemen tamamını fazla destek bulmadan sürdürdü. Arap ülkeleriyle ilişkileri her zaman çok karmaşıktı. Daha 1957’de Nasır bir Filistin delegasyonuna şöyle demişti: ’Sizin ülkenizi kurtarmak amacına yönelik bir planım yok. Size kim böyle bir planı olduğunu veya Filistin meselesini çözümlemeye çalışacağını söylerse ona inanmayın.’
Arafat 1970’te Ürdün’ü, 1983’te de Lübnan’ı terk etmek mecburiyetinde kaldı. Tunus’a sığındı. Birinci Körfez Savaşı’nda Saddam Hüseyin’i desteklemek yolunu seçtiği için uzun süre bütün Arap ülkeleri tarafından dışlandı. Körfez ülkelerindeki Filistinliler, işlerini ve ikamet haklarını kaybettiler.
Siyasi yalnızlık içinde Arafat hep Sovyetler Birliği’nden medet umuyordu. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasını bir türlü içine sindirememişti. Tunus’ta iken kendisini bir ziyaretimde ben UNRWA ile ilgili sorunları izaha çalışırken dakika başında sözümü keserek, ’Bu koca devlet nasıl yıkıldı, bir türlü anlayamıyorum’ diyordu. Aklı oradaydı.
***
KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş, Arafat’ın kendisine ‘BM’de söz hakkı verildi diye kıskanıyorsun. Unutma, gömülecek toprağım yok henüz’ dediğini naklediyor. Bunu Tunus’ta iken bana da söylemişti. BM Genel Kurulu kürsüsünden konuşabildiği için Denktaş’ın kıskançlık duyduğunu belirttiğim zaman aynı cevabı vermişti.
Aslında Denktaş ile Arafat arasında bir mukayese yapmak ilginç olur. İkisi arasında benzerlikler olduğu gibi büyük farklar da var. Ama bu başka bir yazının konusu.
Sharon, Arafat’ı 2001 Aralık’ından beri Ramallah’ta yıpratıcı koşullar altında yaşamaya mahkûm etti. Arafat buna rağmen pes etmedi, sağlığının bozulmasına ve İsrail makamlarının hayatını tehdit etmeye kadar varan baskısına rağmen mücadelesini sonuna kadar sürdürdü.
Ölürse, bir cesaret ve fedakárlık simgesi olarak hayata veda edecek.
Yazının Devamını Oku 6 Kasım 2004
<B>AZ </B>daha 2000 yılında Florida’da yaşananlar bu defa Ohio’da aksi yönde tekrarlanacaktı. Ohio’daki geçici oylar, daha doğrusu seçmen listelerinde bulunmayan kimselerin verdikleri oylar yapılacak inceleme sonunda geçerli çıksaydı ve bunlar halen Bush lehindeki çoğunluğu tersine çevirseydi, Kerry Bush’tan daha fazla delege kazanarak seçimin galibi olacaktı.
Oysa halkın ülke çapında bu defa Bush’a verdiği oyların sayısı, Kerry’nin aldığı oylardan 3.5 milyon fazlaydı. Seçim sisteminin sakatlığını bu rakam gayet güzel yansıtıyor. Neyse işler uzamadı ve Kerry kendisine yaraşan bir vakar ile gecikmeden yenilgiyi kabul etti. Yeni başkanı bu defa 2000 yılındaki gibi hukukçular değil, halk seçti.
* * *
Seçim hakkında yapılacak bir değerlendirmede her şeyden önce oylamaya katılımın uzun yıllardan beri en yüksek oranda gerçekleştiği vurgulanmalıdır. Amerikan demokrasisi bu açıdan güzel bir sınav verdi. Amerikan halkının bugün her zamankinden fazla ideolojik diyebileceğimiz bir bölünme içinde olmasına rağmen seçim kampanyasının ve oylamanın genellikle olgun bir ortam içinde geçtiği de kabul edilmelidir.
Üzerinde durulması gereken bir başka nokta, Bush’un Kerry’den çok daha fazla oy alırken Cumhuriyetçilerin zaten çoğunlukta bulundukları Senato ve Temsilciler Meclisi’nde sahip bulundukları sandalye sayısını artırmış olduğudur. Kerry seçilseydi, Bush’un politikasını değiştirmekte çok zorlanacaktı.
Irak Savaşı ile ekonomik ve sosyal politikası yüzünden çok yaygın eleştirilere maruz kalan Bush’un zaferinin temel nedeni, 11 Eylül 2001’den sonra Amerikan halkının terör tehdidi karşısında güvenlik sorununu ön plana çıkarmış olmasıdır.
Irak Savaşı’nın dünyada teröre yeni bir ivme vermesine karşılık 2001 Eylül’ünden beri Amerika’nın hiçbir terör eylemine maruz kalmaması, Bush politikasının aktifine yazılmıştır. Savaş veya büyük buhran zamanında lider değiştirmemek geleneği de aynı yönde etki yapan bir başka faktördür.
Bush’un yeniden seçilmesi, kuşkusuz birçok soruya yol açacaktır? ABD Başkanı bundan sonra acaba politikasını ılımlaştıracak mı? Ülke içindeki bölünmüşlüğü sona erdirmeye çalışacak mı? Uluslararası işbirliğine daha yatkın olacak mı? Avrupa ile arasındaki kopukluğa son vermek isteyecek mi? Ortadoğu’da daha temkinli davranarak İsrail-Filistin ihtilafında vaktiyle Clinton’un yaptığı gibi yapıcı bir rol oynayacak mı?
Bu sorulara hemen cevap bulmak zor. Bush’un eğilimini değerlendirebilmek için ilk aşamada kabinesinde ve müşavirleri arasında yapacağı değişiklikleri ve yüksek mahkeme üyeliklerine atamaları beklemek gerekecek.
İdeologların ve kendisine büyük destek veren radikal dincilerin etkisinden ne kadar kurtulabileceği de merak konusu. Tabii Irak’ta güvenlik koşullarının yaratılması, şiddetin son bulması ve siyasi istikrarın sağlanması en çetin problemi oluşturmaya devam edecek.
* * *
Bush’un görevini sürdürmesinin doğuracağı en büyük tehlike, Müslüman ülkelerdeki tepki olacaktır. Köktendincilik ve şiddet eğilimi kuvvetlenebilir, terör eylemleri artabilir, kutuplaşmalar derinleşebilir. Türkiye açısından ise Bush bir bakıma daha iyi. Kendisini tanıyoruz, o da Türkiye’yi tanımak fırsatını buldu.
Türkiye’nin sorunlarını ve hassasiyetlerini biliyor. Mart 2003’te Türk-Amerikan ilişkilerinde çıkan buhran ve gerginlikler onunla beraber kısmen aşılabildi.
ABD’deki bölünmüşlüğün sona erdirilmesi ve dünyanın daha güvenli ve huzurlu bir hale gelmesi, Bush’un geçen dört yılın tecrübelerinden gerekli dersi çıkarmasına geniş ölçüde bağlıdır. ABD Başkanı daha önce yaşamının zor devirlerinde kendisini yenilemesini bilmişti. Bir kere daha aynı şeyi yapmalıdır.
Yazının Devamını Oku 2 Kasım 2004
<B>GEÇEN </B>cumartesi günkü yazısında, <B>Ertuğrul Özkök, </B>29 Ekim’de imzalanan AB Anayasası’na ekli AB Temel Haklar Şartı’nın düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne ilişkin 10’uncu maddesinin yorumlanmasındaki güçlüğe dikkati çekiyor. Çok hassas bir konuya değinen bu maddenin Devlet Planlama Teşkilatı’nca yapılan çevirisi şöyle:
’Herkes, düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, din veya inanç değiştirme özgürlüğü ile tek başına veya topluca, toplum içinde veya özelde, ibadet ve öğreti vasıtasıyla dinini ve inancını ortaya koyma özgürlüğünü kapsar.’
Özkök ‘toplum içinde’ (public) ibaresinin ne anlama geldiğini sorguluyor, ‘Bu maddedeki ‘Public’ kelimesi ne anlama geliyor? Bizde tartışılan ‘kamusal alan’ mı, yoksa ibadethanelerde, mesela camilerde namaz kılma anlamında mı kullanılıyor? Ne bileyim, isteyen Taksim veya Concorde Meydanı’nın ortasında namaz kılabilecek mi?’ diyor.
* * *
10’uncu maddeyi, AB Şartı’nın 52’inci maddesinin 3’üncü fıkrası ile birlikte incelemek gerekir:
’Bu şartta yer alan haklardan, İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunması Hakkında Avrupa Sözleşmesi’nde (AİHS) yer alan haklarla örtüşenlerin anlamı ve kapsamı, söz konusu sözleşmedeki haklarınki ile aynıdır. Bu hüküm, birlik hukukunun daha ileri bir koruma getirmesine engel olmaz.’
10’uncu madde ise AİHS’nin 9’uncu maddesinin tekrarından ibarettir. Dolayısı ile AİHS’nin 9.2 fıkrasındaki sınırlamalara tabidir: ’Dinini ya da kanılarını açığa vurmak özgürlüğü, demokratik bir toplumda ancak kamu güvenliğinin, kamu düzeninin, genel sağlığın, genel ahlakın ya da başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için kanunda öngörülen zorunlu olan önlemlerle sınırlanabilir.’
* * *
Şartı yorumlayan hukukçular, AİHS’nin 9.2 fıkrasının esasen ulusal anayasal geleneklere ve bu konudaki ulusal mevzuatların evrimine uygun olduğunu vurguluyorlar. Kaldı ki vicdan ve din özgürlüğü alanında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) içtihadını da göz önünde bulundurmak gerekir.
AİHM’nin 4’üncü Dairesi, daha geçen 29 Haziran’da Türkiye’de üniversitelerde türbanın yasaklanmasının AİHS’nin ihlali olarak görülemeyeceğine karar vermiş ve Danıştay’ın ’türbanın cumhuriyetin temel prensipleri ile uyuşmadığı’ yolundaki görüşünü benimsemişti.
Mahkeme ayrıca türban takılmasının zorunlu bir dini görev olarak algılanmasının, aynı düşüncede olmayanların haklarının korunmasını da gündeme getirdiğini ve bu nedenle türban takma özgürlüğünün kısıtlanmasının bir sosyal ihtiyaca cevap verdiğini ifade etmişti.
Demek oluyor ki AİHM, dini inançları açığa vurmak özgürlüğü konusunda her ülkenin kendi siyasal ve sosyal yapısının zorunlu kıldığı kısıtlamaları geçerli görüyor.
* * *
Avrupa Anayasası kabul edilirse ve Türkiye, AB üyesi olursa Taksim’de dini ayin yapılması yasaklanabilecek.
Bizim kadar laiklik konusunda duyarlı Fransa da, Concorde Meydanı’nda ayine müsaade etmeyecektir. Fakat diğer AB ülkelerinde ne olacağı bilinemez. Kısıtlamalar AB hukukuna uygun; fakat zorunlu değil.
Yazının Devamını Oku 30 Ekim 2004
<B>TÜRKİYE’</B>de son yıllarda dış politika ve güvenlik konularında seminer, panel ve konferans patlaması yaşanıyor. Çeşitli sorunların enine boyuna tartışılması tabii sevindirici, fakat bazen aynı konular tekrar tekrar ele alınıyor ve çok kere havanda su dövülüyor.
Boğaziçi Üniversitesi-TÜSİAD Dış Politika Forumu’nun ‘Irak’ta Savaş ve Türk-İsrail İlişkileri’ hakkında geçen salı günü tertiplediği toplantı bu açıdan tam anlamı ile bir istisnaydı. Her iki mesele üzerinde de büyük bir itina ile seçilmiş panelistler arasında yüksek düzeyde, anlamlı ve yararlı bir fikir alışverişini izledik.
Ben bugün özellikle Türk-İsrail ilişkileri üzerinde durmak istiyorum, çünkü panele katılan İsrail Dışişleri Bakanlığı eski Müsteşarı Alon Aliel bu ilişkilerin çok gerçekçi bir tablosunu çizdi. Aliel, İsrail devletinin Türkiye tarafından tanınmasından beri bu ilişkilerin geçirdiği inişli çıkışlı yolu kısaca hatırlattıktan sonra 1990’lı yıllardan başlayarak gittikçe gelişen ortaklığın bir irdelemesini yaptı. Söylediklerini şu şekilde özetleyebilirim:
‘1990’lı yıllarda Türkiye ABD’den sonra İsrail’in en önemli ortağı haline geldi. İki ülke askeri eğitim, istihbarat ve savunma endüstrisi alanlarında kapsamlı ve stratejik diye nitelendirilebilecek bir işbirliğini geliştirdikleri gibi Ortadoğu’da çıkarlarının örtüştüğü değerlendirmesini yaptılar ve birbirlerine küçümsenemeyecek ölçüde diplomatik destek verdiler.
İlişkilere not atmak gerekiyorsa 1993’ten 2000 yılına kadar 10 üzerine 10 vermek doğru olur. 2000 yılında ikinci İntifadanın başlaması ile ilişkilerde bir erozyon kaçınılmazdı ve o tarihte gerek İsrailli gerek Türk diplomatlar karamsarlığa kapıldılar.
Oysa 2004 yılına kadar işler o kadar bozulmadı, 10 üzerine 8 düzeyinde kalındı. Fakat bu yılın mart ayında Başbakan Erdoğan’ın İsrail’i devlet terörizmi uygulamakla suçlayan konuşmaları ile iniş süreci süratlendi. Artık ilişkilerin 1990’lı yıllardaki düzeyine dönmesini bekleyemeyiz. Daha gerçekçi bir çerçeve içinde yeni bir değerlendirme yapılmalıdır. Böyle bir değerlendirmede vurgulanması gereken ilk nokta Türkiye’nin Filistin ihtilafının çözümüne katkıda bulunamayacağıdır.
Bunun nedeni basittir. İsrail ile Filistinliler arasında en aşağı daha on yıl çözüm gündemde olmayacaktır. Dolayısı ile Türkiye’nin artık yapabileceği katkı kriz yönetimine yönelik olmalıdır. Türkiye aynı zamanda ortam elverişli olursa Suriye ile İsrail arasında barış müzakerelerinin başlamasında rol oynayabilir.’
Alon Aliel Türkiye’nin kriz yönetimine yapabileceği katkı hakkında somut bir örnek de verdi. İsrail Gazze’den çekilince İsrailli yerleşimcilerin çok verimli tarım işletmelerinin akıbetinin sorun teşkil edeceğini, Filistinlilere derhal devredildikleri takdirde bunların mafyaların eline geçeceğini, bu yüzden uzunca bir süre için işletmelerin yönetiminin Türk firmalarınca üstlenilmesinin yerinde olacağını belirtti. Kendisine İsrail’in vaktiyle Sina Yarımadası’nda yaptığı gibi yerleşimcilerin terk ettikleri evleri tahrip edip etmeyeceklerini ve tahliyeden sonra Gazze’deki hukuki durumun ne olacağını sordum. Aliel evlerin tahrip edileceğini, fakat işletmelere dokunulmayacağını, çekilmeden sonra hukuki durumun çok karmaşık olacağını söyledi.
İsrail, çekildikten sonra dahi Gazze’nin kara sınırlarının, hava ve deniz sahalarının kontrolünü elinde bulundurmaya devam edecek. İntihar ve füze saldırıları sürerse zaman zaman askeri operasyonlara girişecek. Türk firmalarının, Filistin yönetiminin rızası olmadan, İsrail tarafından kendilerine doğrudan devredilen bir sorumluluğu yüklendikleri izlenimini vermemeleri herhalde doğru olur.
Yazının Devamını Oku 26 Ekim 2004
<B>KISKANÇLIK </B>insani bir duygudur. İnsanlar kendilerinde olmasını istedikleri kabiliyet, nüfuz, servet veya talihin başkalarına nasip olduğunu görünce mizaçlarına göre değişen ölçülerde psikolojik tepki gösterirler. Ölçü fazla kaçınca da haset duygusu marazi bir hal alır, objektif düşünce imkánsız hale gelir, hedef insanı kötülemek için her çareye başvurulur.
Kişisel husumet de kıskançlıkla aynı kapıya çıkar. Eleştiriler hakarete ve niyet yargılamasına dönüşür. Türkiye’de bu iş kolaylıkla ‘vatana ihanet’ suçlamasına kadar gider.
Son zamanlarda bu psikozun ne kadar yaygın olduğunu sık sık görüyoruz. Makul ve dengeli eleştiriye nadir rastlanır oldu. İnsanların niteliklerinin ve hizmetlerinin bir anda sıfırlandırıldığı sık sık görülüyor.
***
Bunun son bir örneği Kemal Derviş’e yöneltilen isnatlardır. Derviş’i seversiniz veya sevmezseniz, kibirli bulabilirsiniz, politik çizgi ve tercihlerini tenkit edebilirsiniz; fakat yeteneklerini ve yaptığı hizmetleri inkár etmek son derece zordur.
Halen içinde bulunduğumuz makro-ekonomik istikrarın mimarı olduğu, Türkiye’nin tarihindeki en büyük ekonomik krizi atlatmasında başlıca rolü oynadığı, özellikle uluslararası kurumların güvenini kazandığı için önemli finansman kaynakları sağladığı göz ardı edilemez. Bugün ise AB kamuoyu Türkiye’nin Avrupalılığını sürekli sorgularken en etkili ve inandırıcı avukatımız o değil mi?
BBC’de ve Fransız televizyonlarındaki performansını takdir etmemek mümkün mü? Onun gibi Almanca ve Fransızca’yı anadili gibi bilen, İngilizcesi kusursuz, Avrupalıların zihniyetine aşina, entelektüel seviyesi çok yüksek bir temsilci kolay kolay bulunmuyor. Fakat bir de bakıyoruz ki, Fransa’da katıldığı bir televizyon programında dolaylı olarak ’Ermeni soykırımı’nı kabul ettiği ithamı altında kalmış. Bazı kalemler hışımla kendisine çatıyorlar.
***
Derviş’in 18 Ekim’de ‘Le Monde-RTL Büyük Jürisi’ programında ‘Ermeni soykırımı’ konusunda sorulan bir soruya cevaben söyledikleri Le Monde Gazetesi’ne göre şöyle:
’Bu fırsattan istifade ederek Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin katledilmiş olmasından duyduğum derin acıyı ifade etmek istiyorum. Bu ıstırapları kabul etmek ve derin üzüntü ifade etmek gerekir, ancak öbür yanda Müslümanların uğradığı katliamlar da unutulmamalıdır. Aslında bu tarihi hafızanın izleri aşılmalıdır. Aksi takdirde barışa hizmet edilmiş olmaz. Oysa Avrupa fikrinin kuvveti, barış için bir güç oluşturmasıdır.’
Derviş görüldüğü gibi Türkiye’de geniş destek gören ‘mukatele’ savını belirtmiş. Bu meseleyi aşmak gerektiğinin altını çizmiş. Belki vurgular biraz daha net olabilirdi; ama soruya irticalen cevap verdiğini de unutmayalım.
***
Anlaşılıyor ki Ermeni iddiaları, katılım müzakerelerinin başlaması kararının alınacağı 17 Aralık AB zirvesinden sonra da gündemi işgal etmeye devam edecek. Soğukkanlılığımızı hiçbir zaman kaybetmemeliyiz ve birbirimize girmemeliyiz.
Hukuken bir kere kuvvetli durumdayız. Soykırım ithamı hukuken Türkiye’ye karşı ileri sürülemez. Toprak veya tazminat talebinde bulunulamaz. Ne var ki hukuk başka, siyaset başka. Siyasi alanda bu mesele Türkiye’yi rahatsız etmeye ve uğraştırmaya devam edecek. En iyi çare, Derviş’in de belirttiği gibi tarihi algılamaları aşmaktır.
Bunun için de çok yönlü ve yaratıcı bir politikanın süratle saptanmasına ihtiyaç var. İşi tarihçiler halletsin fikri yerindedir; fakat uygulaması son derece güçtür. Ermenistan’a karşı politikamızı da kapsayan, boyutları daha geniş bir yol haritası çizmeliyiz.
Yazının Devamını Oku 23 Ekim 2004
<B>‘BAŞBAKANLIK İnsan Hakları Danışma Kurulu’</B>nun <B>‘Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar’ </B>konusundaki Ekim 2004 raporu, günlerden beri çok sert bir şekilde eleştiriliyor. Özerk sayılan kurulun raporunu Başbakanlığın kendisi de zaten sahiplenmedi. Dolayısıyla ortada Türkiye’yi bağlayan bir belge söz konusu değil.
Raporun eleştirilmesi ne kadar haklı olursa olsun, onu yazanlara karşı bir cadı avı başlatmak da o kadar yanlış olur. Düşünce özgürlüğü, bize en ters gelen fikirlere karşı da hoşgörüyle bakmamızı gerektirir.
* * *
Raporun tam metnini henüz görmedimse de en kritik kısımları basına yansıdı. Özellikle Anayasa’nın ‘Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür’ diyen 3’üncü maddesi hakkındaki irdelemenin mantığını anlamak çok zor. Rapor ‘milletin bütünlüğü’ kavramının milleti oluşturan çeşitli alt kimliklerin inkárı anlamına geleceğini; çünkü ‘Türk’ teriminin aynı zamanda bir etnik grup anlamına geldiğini ileri sürüyor.
Böyle bir sonuca nasıl varıldığı belli değil. Millet kavramı sadece etnik ve dini birliğe dayanmaz; bir tarihi süreç içinde oluşan, geniş anlamda çıkar ve kültür birliği içinde bulunan, ortak geleneklere sahip bir toplumu tarif eder. Raporun iddia ettiği gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda üst kimlik ‘Osmanlılık’ iken sonradan ‘Türklük’ olarak belirlenmesinin alt kimlikleri yabancılaştırdığı savı da inandırıcı olamaz.
Cumhuriyetten önce Osmanlıların tümünün dünyada Türk olarak algılandıkları ve tanımlandıkları unutulmamalıdır. Yalnızca Türkiye’de değil, üniter olsun veya olmasın diğer devletlerde de milletin bütünlüğü prensibi esastır.
Bundan birkaç yıl önce Korsikalılar için ’Fransız milletinin bütünleşmiş bir parçası olan Korsika halkı’ ifadesinin kullanılmasını hükümet önerince buna Anayasa Mahkemesi itiraz etti, Korsikalıların halk olarak bile kabul edilemeyeceği görüşünü savundu.
* * *
Raporun, üst kimliğin ‘Türkiyelilik’ olması gerektiği konusundaki düşüncesi yine insana çok ters geliyor. Böyle bir kavram nerede var? ‘Türkiyelilik’ sözcüğünü yabancı lisana çevirmek bile mümkün değil.
Türkiye vatandaşı olanlara Türk denmesinden daha tabii bir şey olamaz. Ama bir Boşnak veya bir Kürt, kökenini ön plana çıkararak ‘Ben Boşnağım’ veya ‘Ben Kürdüm’ derse bunu da mesele yapmamak gerekir; zaten Kürtler hep söylüyorlar.
Elinde Türk pasaportu var mı, dışarıda Türkiye vatandaşı olarak görülüyor mu, Türkiye’nin kanunlarına tabi mi, Türkiye’yi ülkesi olarak benimsiyor mu, önemli olan bu.
Rapor, Türkiye’deki Sevr paranoyasının rahatsız edici olduğunu ve ‘Türkiye’nin AB’ye girebilmek için rıza gösterdiği demokrasiye aykırı’bulunduğunu, bu paranoyanın beslediği zihniyetin reformları engellediğini vurguluyor. Sevr saplantısını ben de olabileceği kadar saçma buluyorum; fakat bunun demokrasiye aykırı olduğu söylenemez.
Herkes gibi mazoşistlerin de özgürlüğü vardır. Bütün dünyanın başlıca amacının Türkiye’yi parçalamak olduğuna inanmak ve devamlı sızlanma psikozu içinde yaşamak istemelerine karışamayız. Sevr paranoyasının reformlar yolunda ciddi bir engel teşkil ettiği de artık doğru değildir.
* * *
Tartışmalı raporları bir tarafa bırakarak dikkatimizi AB kriterleri üzerinde yoğunlaştıralım.
AB’nin istediği, azınlık haklarından ibarettir. Azınlık hakları da bireysel ve kültürel haklarla sınırlıdır.
İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun raporu, AB raporuyla örtüşmüyor, aksine bazı açılardan onunla bağdaşmıyor.
Yazının Devamını Oku 19 Ekim 2004
<B>BİZ </B>çok kere gerçekleri algılamakta gecikiyoruz ve ondan sonra ağır bir bedel ödüyoruz. AB üyelik sürecinde başarılı olmak istiyorsak bu eğilimimizden mutlaka vazgeçmeliyiz. Son kırk yılda ne fırsatlar kaçırdığımızı sık sık hatırlatanlara kızmayalım, eski hatalarımızdan ders almaya çalışalım.
Şimdi yine çok kritik bir devreye giriyoruz. Son dakikada bir terslik veya yol kazası olmazsa 17 Aralık’ta AB Konseyi, Türkiye ile 2005 yılı içinde müzakerelerin komisyonun 6 Ekim raporu ve tavsiyeleri çerçevesinde başlayacağını kararlaştıracak. Raporun bizi tedirgin eden noktaları az değil. Öngörülen yöntemin özelliklerinin aslında zımnen bundan önceki müzakereler için de geçerli olduğu düşünülebilirse, son zamanlardaki bazı açıklamalar işin pek de öyle olmadığını gösterdi.
Örneğin, Fransa Cumhurbaşkanı Chirac, Türkiye ile müzakerelerin her an kesilebileceğini belirtirken rapora atıfta bulundu. Demek oluyor ki müzakereler bir kere başladı mı önümüzde AB müktesebatının Türkiye’ye uyarılmasının çok ötesinde sorunlarla devamlı karşılaşacağız.
***
Ve bu sorunların hepsi çok karmaşık. Geçen hafta başında bir Fransız televizyonunda Türkiye hakkındaki bir tartışmayı izlerken Daniel Cohn- Bendit’in söylediklerini çok dikkat çekici buldum. Cohn-Bendit, Türkiye’nin üyeliğinin en büyük ve en heyecanlı destekleyicileri arasında. Yine de terörle mücadele sırasında köylerini terk eden Kürtler geri dönemezlerse ve Türkiye, Ermeni sorunu ile yüzleşmezse üyeliğin tehlikeye düşeceğini söylemekten geri kalmadı.
Alın size iki tane muazzam mesele. Köye dönüşün prensibi kabul edildi; fakat uygulamada zorluklar var. Bunlardan biri, söz konusu köylerin hiç değilse bir kısmına korucuların yerleştirilmiş olması. Tabii sorun sadece köye dönüşten ibaret değil. AB ile müzakere boyunca çok münakaşa edilen ‘azınlıklar’ konusu sık sık gündeme gelecek. ’Azınlıklar’ teriminin bizde yarattığı tepki anlaşılır gibi değil.
Lozan Antlaşması’ndaki azınlık kavramı ile AB’nin azınlık kavramı birbirinden farklı. AB yaklaşımının temel belgesini oluşturan ‘Milli Azınlıkların Korunması İçin Çerçeve Sözleşme’ kolektif haklardan değil; fakat bireysel haklardan bahsediyor. Bu anlamda azınlık kavramı işimize gelir.
Azınlık yerine ’halk’ dense daha mı iyi? Leyla Zana’nın azınlık statüsünü reddetmesinin nedenini iyi teşhis etmek lazım. Alevilerin de dini açıdan bireysel haklar zemininde azınlık olarak görülmesi doğaldır.
***
Ermeni sorununa gelince; Türkiye’nin soykırım iddialarını kabul etmesi kuşkusuz hiçbir zaman söz konusu olamaz. Bu konuda kimse hayale kapılmamalıdır. Ancak Türkiye’nin de sorunu aşmak için yapabilecekleri var. Örneğin, Ermenistan ile zaten toplum düzeyinde gelişen ilişkilere paralel olarak iki devlet arasındaki ilişkiler de bir ölçüde normalleşmelidir.
Sınırın açılması konusunu AB önümüze koymadan kendi inisiyatifimizle yapmakta niye geciktiğimizin mantığını anlamak güçtür. Azerbaycan bundan elbette fazla memnun olmayacak; ancak unutmayalım ki o bile kendi topraklarından Ermenistan’a petrol nakliyatı yapılmasını kabul ediyor. Kraldan fazla kral taraftarı olmamalıyız.
***
17 Aralık’tan sonra Türkiye’nin karşılaşacağı sorunlar arasında Güney Kıbrıs ile ilişkiler de var. AB Komisyonu’nun Gümrük Birliği bağlamında bize imzalattırmak istediği protokol ’Kıbrıs Cumhuriyeti’ne atıfta bulunuyor.
Biz protokole lüzum olmadığını savunuyoruz. Fakat bu, problemin sadece bir yönü. Kıbrıs birçok bağlamda sürekli karşımıza çıkacak.
17 Aralık’tan sonra ferahlama yok, asıl cendere o zaman başlayacak. Sabrımız, soğukkanlılığımız sürekli sınanacak.
Yazının Devamını Oku 16 Ekim 2004
<B>HAFTA </B>başında bir TÜSİAD heyetinin KKTC’ye yaptığı kısa ziyarete ben de katıldım. Ziyaretin esas amacı, 17 Aralık’ta AB Konseyi’nin üyelik müzakereleri konusunda alacağı karardan önce TÜSİAD’ın çok sayıda üye ülkenin iş ve siyaset adamları ile yapacağı temaslarda Kuzey Kıbrıs’ın ekonomik sorunlarının da dile getirilmesini sağlayacak bilgileri ilk elden toplamaktı. Heyet KKTC Başbakanı, Meclis Başkanı ve Dışişleri Bakanı ile görüştüğü gibi Kıbrıs Türk ve Rum işadamlarını bir araya getiren toplantılara katıldı. Ben burada ziyaret sırasında edindiğim kişisel izlenimlerimi yansıtmak istiyorum.
KKTC halen oldukça karmaşık bir siyasi, ekonomik ve toplumsal ortam içinde bulunuyor. Siyasi açıdan durum parlak olmaktan uzak. Hükümet Meclis’te çoğunluğunu kaybetmiş. Bırakın 2005 bütçesini, 2004 bütçesi bile onaylanmamış. Hükümet istifa zorunda kalır ve 60 gün içinde yenisi kurulamazsa seçimlere gitmekten başka çare kalmayacak, fakat seçimlerin daha iyi bir denklemle sonuçlanması galiba o kadar kolay değil.
Diğer taraftan KKTC’nin direkt ticaret yapmasına imkán verecek tüzük AB’den bir türlü çıkmıyor.
KKTC halkı 24 Nisan’da referanduma verdiği olumlu oya rağmen izolasyonuna son verileceği yolundaki vaatlerin yerine getirilmemesinden şikáyetçi. Yine de bazı siyasi liderler Annan Planı çerçevesinde bir çözüm umudunu muhafaza ediyorlar. Hatta, planda Güney Kıbrıs’ı tatmin edebilecek sınırlı ayarlamalara karşı değiller. Bu değişikliklerin bazıları güvenlik düzenlemelerine ilişkin.
Ambargolar bir türlü kalkmıyorsa da KKTC ekonomisi referandumdan sonra büyük bir hamle içinde. 2003 sonunda 5.600 ABD Doları olan kişi başına düşen yıllık gelirin 2004 sonunda 7.510 dolara çıkması bekleniyor.
Bu büyük sıçramanın bir nedeni turizm alanındaki büyüme. Güney Kıbrıs’a gelen AB’li turistler gerek günü birliğine gerek daha uzun süre için artık Kuzey’e geçebildiklerinden turist sayısında %26’lık bir artış var. Türkiye’den yatırımlar başlamış. Halen 11.700 olan yatak sayısı (Güney Kıbrıs’ta 110.000) gelecek yıl 16.000’e çıkacak.
Yıllık gelirin artmasının bir başka nedeni Annan Planı’nın taşınmazlara ilişkin hükümlerine güvenerek yabancıların gayrimenkul satın almaları ve bunun yarattığı inşaat sektöründeki patlama. AB üyeliğinin kısıtlamaları yüzünden Güney Kıbrıs’taki ‘off shore’ hizmetlerin kısmen Kuzey’e kayacağı da tahmin ediliyor.
Türkiye’nin Güney Kıbrıs’ı AB’ye yükümlülükleri çerçevesinde Gümrük Birliği çerçevesine alması KKTC’li işadamlarını kaygılandırmış. Türkiye ile Güney Kıbrıs arasındaki ticaret KKTC şirketleri aracılığıyla yürütülmediği takdirde ekonominin bundan zarar göreceğini düşünüyorlar.
Buna karşılık gerek Gümrük Birliği’nin gerek üyelik sürecinin zorlaması ile Türkiye’nin Güney Kıbrıs’ı ’Kıbrıs Cumhuriyeti’ olarak tanımak mecburiyetinde kalacağını öngörüyorlar ve bunu fazla yadırgamıyorlar.
Toplumsal alanda ise bir gelişme çok dikkat çekici. Kıbrıslı Türkler şimdi kendilerini AB vatandaşı olarak algılıyorlar. Hemen hepsi ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ pasaportuna sahipler. Kendilerine çok daha fazla güven duyuyorlar. Türkiye’ye bakışlarında da bir değişikliğin emareleri görülüyor. Daha eleştirel davranıyorlar, kendi kaderlerinin tayininde daha bağımsız hareket etmek eğilimi içindeler.
KKTC anlamlı bir evrim içinde. Türkiye bu evrimi iyi değerlendirerek politikasını bugünkü gerçeklere uyarlamalıdır.
Yazının Devamını Oku