BİZ çok kere gerçekleri algılamakta gecikiyoruz ve ondan sonra ağır bir bedel ödüyoruz. AB üyelik sürecinde başarılı olmak istiyorsak bu eğilimimizden mutlaka vazgeçmeliyiz.
Son kırk yılda ne fırsatlar kaçırdığımızı sık sık hatırlatanlara kızmayalım, eski hatalarımızdan ders almaya çalışalım.
Şimdi yine çok kritik bir devreye giriyoruz. Son dakikada bir terslik veya yol kazası olmazsa 17 Aralık’ta AB Konseyi, Türkiye ile 2005 yılı içinde müzakerelerin komisyonun 6 Ekim raporu ve tavsiyeleri çerçevesinde başlayacağını kararlaştıracak. Raporun bizi tedirgin eden noktaları az değil. Öngörülen yöntemin özelliklerinin aslında zımnen bundan önceki müzakereler için de geçerli olduğu düşünülebilirse, son zamanlardaki bazı açıklamalar işin pek de öyle olmadığını gösterdi.
Örneğin, Fransa Cumhurbaşkanı Chirac, Türkiye ile müzakerelerin her an kesilebileceğini belirtirken rapora atıfta bulundu. Demek oluyor ki müzakereler bir kere başladı mı önümüzde AB müktesebatının Türkiye’ye uyarılmasının çok ötesinde sorunlarla devamlı karşılaşacağız.
***
Ve bu sorunların hepsi çok karmaşık. Geçen hafta başında bir Fransız televizyonunda Türkiye hakkındaki bir tartışmayı izlerken Daniel Cohn- Bendit’in söylediklerini çok dikkat çekici buldum. Cohn-Bendit, Türkiye’nin üyeliğinin en büyük ve en heyecanlı destekleyicileri arasında. Yine de terörle mücadele sırasında köylerini terk eden Kürtler geri dönemezlerse ve Türkiye, Ermeni sorunu ile yüzleşmezse üyeliğin tehlikeye düşeceğini söylemekten geri kalmadı.
Alın size iki tane muazzam mesele. Köye dönüşün prensibi kabul edildi; fakat uygulamada zorluklar var. Bunlardan biri, söz konusu köylerin hiç değilse bir kısmına korucuların yerleştirilmiş olması. Tabii sorun sadece köye dönüşten ibaret değil. AB ile müzakere boyunca çok münakaşa edilen ‘azınlıklar’ konusu sık sık gündeme gelecek. ’Azınlıklar’ teriminin bizde yarattığı tepki anlaşılır gibi değil.
Lozan Antlaşması’ndaki azınlık kavramı ile AB’nin azınlık kavramı birbirinden farklı. AB yaklaşımının temel belgesini oluşturan ‘Milli Azınlıkların Korunması İçin Çerçeve Sözleşme’ kolektif haklardan değil; fakat bireysel haklardan bahsediyor. Bu anlamda azınlık kavramı işimize gelir.
Azınlık yerine ’halk’ dense daha mı iyi? Leyla Zana’nın azınlık statüsünü reddetmesinin nedenini iyi teşhis etmek lazım. Alevilerin de dini açıdan bireysel haklar zemininde azınlık olarak görülmesi doğaldır.
***
Ermeni sorununa gelince; Türkiye’nin soykırım iddialarını kabul etmesi kuşkusuz hiçbir zaman söz konusu olamaz. Bu konuda kimse hayale kapılmamalıdır. Ancak Türkiye’nin de sorunu aşmak için yapabilecekleri var. Örneğin, Ermenistan ile zaten toplum düzeyinde gelişen ilişkilere paralel olarak iki devlet arasındaki ilişkiler de bir ölçüde normalleşmelidir.
Sınırın açılması konusunu AB önümüze koymadan kendi inisiyatifimizle yapmakta niye geciktiğimizin mantığını anlamak güçtür. Azerbaycan bundan elbette fazla memnun olmayacak; ancak unutmayalım ki o bile kendi topraklarından Ermenistan’a petrol nakliyatı yapılmasını kabul ediyor. Kraldan fazla kral taraftarı olmamalıyız.
***
17 Aralık’tan sonra Türkiye’nin karşılaşacağı sorunlar arasında Güney Kıbrıs ile ilişkiler de var. AB Komisyonu’nun Gümrük Birliği bağlamında bize imzalattırmak istediği protokol ’Kıbrıs Cumhuriyeti’ne atıfta bulunuyor.
Biz protokole lüzum olmadığını savunuyoruz. Fakat bu, problemin sadece bir yönü. Kıbrıs birçok bağlamda sürekli karşımıza çıkacak.
17 Aralık’tan sonra ferahlama yok, asıl cendere o zaman başlayacak. Sabrımız, soğukkanlılığımız sürekli sınanacak.