4 Ocak 2005
<B>GEÇEN </B>salı günkü yazımda, şayet Kıbrıs konusunda yeniden müzakereler başlarsa Güney Kıbrıs’ın AB üyesi olmanın avantajından sonuna kadar istifade etmek isteyeceğini belirtmiştim. Ve arkasından bugün aleyhimize oluşmuş denklemi nasıl daha dengeli hale getirebileceğimiz sorusunu sormuştum. Bu dengeleme çabasında elimizdeki tek imkán diplomasi olduğuna göre harekete geçirmeye çalışacağımız üç unsur var. Her zamanki gibi ilk akla gelen ABD oluyor. Oysa ABD şimdiye kadar çabalarını hep BM Genel Sekreteri’ne Güvenlik Konseyi tarafından verilen İyi Niyet Misyonu çerçevesinde yürüttü. Bundan sonra da, hele Güney Kıbrıs artık AB üyesi olmuşken, doğrudan meseleye müdahil olmak isteyeceğine ihtimal vermek zor.
* * *
BM Güvenlik Konseyi’nde 24 Nisan referandumundan önce ve sonra bazı girişimler yapıldı ve hepsi akamete uğradı. Referandumdan önce Annan Planı’nın uygulanmasını teminat altına almak amacı ile sunulan bir karar tasarısı Rusya’nın vetosuna çarptı. Rusya aslında vetosunu Kıbrıs Rumlarına yardım için kullanmıştı, fakat Türkiye’nin de o tasarıya ciddi itirazları vardı. Tasarının bazı maddelerinde uygulama mecburiyetini getiren BM şartının 7’nci bölümüne yapılan atfın tasarının tümünü etkilemesinden çekiniyorduk. Referandumdan sonra ise Genel Sekreter’in sunduğu raporun Konsey tarafından not edilmesini ve benimsenmesini istiyorduk, çünkü Genel Sekreter bu raporunda hem referandumun sonuçlarını Kıbrıs Rumlarını eleştirerek irdeliyor ve hem de Kıbrıs Türklerinin izolasyonuna son verilmesi çağrısında bulunuyordu. Ne var ki Kıbrıs Rumlarının işine gelmeyen rapor temelindeki karar tasarısı da muhalefet ile karşılaştı. 2005-06 yıllarında Yunanistan’ın da üyesi bulunacağı Konseyde aynı yönde bir girişimin yenilenmesi olasılığı şu sırada yok. Peki, Genel Sekreter yine de tarafları müzakere masası etrafında tekrar toplamaya teşebbüs edebilir mi?KKTC Millet Meclisi ve arkasından cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılmadan harekete geçmek istemeyecektir. Kaldı ki Genel Sekreter her iki taraftan da açıkça bir çözüm iradesi görmedikçe inisiyatif almaya meyyal değil.
* * *
AB bir inisiyatif alabilir mi? Güney Kıbrıs üye olduğuna göre kolektif bir AB girişimi bizim işimize gelmez. Ama bazı AB ülkeleri, özellikle İngiltere, uygun bir zamanda BM Genel Sekreteri’nin misyonunu canlandırmak için çalışabilirler. Demek oluyor ki bütün olası girişimler dönüp dolaşıp yine BM çerçevesine dönüyor. Başka bir çerçeve Türkiye’nin ve KKTC’nin de zaten işine gelmez. Annan Planı parametrelerinin erozyona uğramasından en büyük zararı onlar görür.
Türkiye’nin alabileceği çözüm inisiyatiflerinde zamanlama çok önemli. 3 Ekim’e kadar bizden beklenen 1963 Ankara Antlaşması’nı yeni AB üylerine teşmil etmektir, yoksa çözüm bulmak değil. Çözüm konusunda ne fazla acele edilmeli ne de fazla geç kalınmalıdır. Çözümü üyelik aşamasına kadar bir koz olarak elde tutmak fikri olabileceği kadar yanlıştır. Böyle bir gecikme AB ile Kıbrıs arasında son dakikada bizi tercih yapmaya zorlar. Güney Kıbrıs’ın AB’ye üye olmasının yarattığı yeni koşullar altında çözümsüzlüğün çok uzun müddet sürmesinin ister istemez KKTC’de devletin vatandaşlarına ilişkin işlevini zayıflatacağı ve toplumun büyük bir kesimini fiili duruma ayak uydurmaya zorlayacağı da unutulmamalıdır.
* * *
Yapabileceğimiz atılımın niteliğini bu aşamada belirlemek çok güç. Ancak başarılı olmanın birinci şartı Türkiye’deki kurumlar arasında, KKTC’deki siyasi güçler arasında ve Türkiye ile KKTC arasında tam bir oydaşma sağlanmasıdır. Bu konuda işin artık gecikmeye tahammülü yok.
Yazının Devamını Oku 1 Ocak 2005
<B>19 </B>Ekim 1999’da bu köşedeki fantezi yazımın başlığı <B>’2005 yılı rüyası’</B>idi. Rüyamda 2005 yılında yaşadığımı görüyordum ve o tarihte gazetelerde okuduklarımı naklediyordum. Beklentilerimi yansıtan o hayali haberlerle bugünkü gerçekleşme oranlarının bir kıyaslamasını yapmanın ilginç olacağını düşündüm. 1999’da 2005 yılı için önsezilerim şunlar olmuş:
‘AB Dönem Başkanı, Türkiye ile bir yıl önce başlatılan müzakerelerin çok verimli geçtiğini, demokratikleşme sürecinde büyük ilerleme gerçekleştiren ve makro-ekonomik sorunlarını geniş ölçüde çözümlemiş olan Türkiye’nin 2008-2009 yıllarında tam üye olabileceğini kaydetti.’
Fena bir kehanet değil. Türkiye’nin performansı gerçekten öyle oldu. Müzakereler bir yıl gecikmeyle 2005’te başlayacak. Üyelik tarihi birkaç yıl sarkacak.
* * *
‘TBMM’de 60 kadın milletvekili var. Kabinedeki kadın sayısı 5...’
Yanılmışım. Kadın milletvekili ve bakan sayısı yine çok az.
‘Solu birleştiren CHP kendini toparlamış durumda. Bir dogma ve ‘primadonna’ partisi olmaktan çıktı. Son seçimde oyların yüzde 25’ini aldı. Mutedil sağı aynı çatı altında bir araya getiren ‘Demokrasi Birliği’ yüzde 44 oranında oyla tek başına iktidarda. Fazilet Partisi’nin oyları yüzde 8’e düştü..’
Yanılmanın bu kadarı olmaz. CHP eski tas eski hamam. Ne Türkiye’nin ne de dünyanın gerçekleriyle bağdaşan bir parti. Liberal olarak düşündüğüm ‘Demokrasi Birliği’ yerine AKP tek başına iktidara geldi. İlerisini bilemeyiz; fakat şimdilik gerek içeride gerek dışarıda icraatı etkileyici.
‘Başbakan (48 yaşında) yüzde 8’e kadar gerilemiş olan enflasyon oranının iki yıl içinde AB kıstaslarına göre yüzde 3’e ineceğini, tam üyelikten 3-4 yıl sonra EURO bölgesine dahil olmanın amaçlandığını ifade etti. Son iki yıl içinde Türkiye’ye gelen yabancı sermayenin 10 milyar dolar dolayında olduğunu vurguladı.’
Başbakan’ın yaşını ve enflasyon oranını aşağı yukarı tutturmuşum. Geri kalanında kendimi fazla iyimserliğe kaptırmışım.
* * *
‘Demirel ve Ecevit ‘Siyaset Müzesi’nin açılışında bir araya geldiler. Şapka ve kasket aynı vitrinde yan yana. Acı tatlı uzun bir tarihi simgeliyorlar.’
Yanlış, siyaset sahnesinden tam çekilmediler. Ecevit, daha geçenlerde, Irak’a, Amerikan ordusunun oradaki mevcudiyetine rağmen, asker göndermemiz gerektiğini söylüyordu. Hálá son derece basiretli ve gerçekçi görüşleri var!
‘Kürtçe televizyon yayınları iyi reyting almadığından azalıyor. Okullarda seçmeli ders olan Kürtçe’ye rağbet yok. Fakat Kürtçe şarkılar çok seviliyor.’
Düzenlemeler değişik oldu; fakat genel eğilim konusunda galiba fazla yanılmamışım.
‘Kıbrıs’taki yeni statü çerçevesinde cumhurbaşkanlığı, rotasyon gereği gelecek ay Türklere geçiyor. Türk işadamları Kuzey Kıbrıs’a yatırımlarını hızlandırdılar. Rumlar ekonomik dinamizmin kuzeye kaymasından ve AB üyeliğinden Türklerin daha fazla yararlanmasından kaygı duyuyorlar.’
1999’da Annan Planı ortada yoktu. 2002’de gündeme geldi. O tarihte kabul edilseydi tahminim doğru çıkacaktı. Şimdi Güney Kıbrıs’ın tek başına AB üyesi olmasının yarattığı açmazdan nasıl kurtulacağımızı kara kara düşünüyoruz.
* * *
2010 yılı için daha rüya görmedim.
İyi seneler.
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2004
<B>GEREK </B>Başbakan’dan gerek Dışişleri Bakanı’ndan son günlerde Kıbrıs konusunda esneklik işaretleri geliyor. Tabii Kıbrıs bağlamında esneklik demek, Güney Kıbrıs’ın referandumda reddettiği Annan Planı metninde bir ölçüde ayarlamalar yapılmasına kapıyı açık bırakmak demek. İyi de, bizim önerebileceğimiz değişiklikler herhalde son derece sınırlı olacak. Papadopulos ise planın bütün temel parametrelerini sorguluyor ve köklü değişiklikler istediğini gizlemiyor.
Papadopulos’un taleplerinin bir kısmı yöntemsel. Örneğin, geçen sefer olduğu gibi çözüm üzerinde tarafların tam mutabakatı sağlanmadan referandum yapılmasına karşı çıkıyor. Bu itirazını reddetmemiz için bir neden yok. Geçen sefer Annan Planı’nda anlaşmaya varılamayan konularda boşlukların BM Genel Sekreter tarafından doldurulması genellikle Türkiye ve KKTC’nin lehine olmuştu. Fakat bir daha referanduma gidilecekse bu yöntem bizim için ters tepebilir.
Diğer yandan varılan anlaşmanın iki tarafın liderlerince imzalanmaması da bir handikap oluşturmuştu. Gerek Kuzey’de gerek Güney’de cumhurbaşkanlarının referandumda aleyhte oy verilmesi için canla başla çalışmaları gibi ibret verici bir durumla karşılaşmıştık.
* * *
Güney Kıbrıs liderinin Annan Planı’nın özüne ilişkin itirazları, olabileceği kadar kapsamlı. Güvenlik alanında Garanti ve İttifak antlaşmalarını yeni duruma uyarlayan protokollere karşı çıkıyor.
Hatırlanacağı gibi, Annan Planı üzerinde Türkiye’de yapılan tartışmalarda bu protokoller yerden yere vurulmuş ve bunların 1960 antlaşmalarındaki haklarımızı kısıtladığı, hatta iptal ettiği ileri sürülmüştü.
Papadopulos tam aksini düşünüyor. Ona göre protokoller, antlaşmaların çok ötesinde Türkiye’ye haklar tanıyor. Garanti Antlaşması hakkındaki protokolün yalnızca ‘Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin (BKC) değil, aynı zamanda Türk ve Rum kurucu devletlerin de anayasal düzenlerini garanti etmesini kabul etmiyor.
* * *
Türkiye’nin bu suretle nazari olarak Rum kurucu devletinin içişlerine de karışabileceğini; fakat asıl tehlikenin Türk kurucu devleti üzerindeki vesayetinin devamından kaynaklanacağını düşünüyor.
Papadopulos’un İttifak Antlaşması’na ilişkin protokole de itirazı var. En fazla üstünde durduğu nokta, Türkiye’ye AB’ye üye olduktan sonra dahi Kuzey Kıbrıs’ta asker bulundurmak hakkının tanınması. BKC’nin Türkiye’nin rızası olmadan Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’na katılmasını önleyen hükümden de rahatsız. Ayrıca Annan Planı’nın uygulanmasını izlemek üzere BM Barış Gücü’ne verilen izleme misyonunu yeterli bulmuyor, daha geniş bir uluslararası kuvvetin, tercihen bir AB kuvvetinin Ada’da konuşlandırılmasını istiyor.
Annan Planı’na ekli kıta sahanlığıyla ilgili kanunun Kıbrıs’ın kendi deniz kaynaklarından yararlanmasını engellediğini iddia ediyor. ’Türkiye’nin dayattığı sivil havacılık ortak siyaseti’nin, Kıbrıs’ı hava sahasını yönetmek hakkından mahrum bırakacağına inanıyor.
* * *
Bütün bu itirazlar geniş anlamda güvenlik konularıyla ilgili. Papadopulos yeni kurulacak devletin anayasal ve idari yapılanması hakkında Annan Planı’nda öngörülen düzenlemeleri de değiştirmek peşinde.
Taşınmazlar konusundaki hükümleri adaletsiz buluyor. Demek oluyor ki Annan Planı üzerinde kaçınılmaz olarak girişilecek yeni müzakereler son derece çetin olacak ve Güney Kıbrıs bu müzakerelerde artık AB üyesi olmanın avantajından sonuna kadar istifade etmek isteyecek.
Biz bu denklemi nasıl daha dengeli hale getirebiliriz?.. Bu konuyu daha sonraki bir yazımda ele alacağım.
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2004
GEREK Başbakan’dan gerek Dışişleri Bakanı’ndan son günlerde Kıbrıs konusunda esneklik işaretleri geliyor.Tabii Kıbrıs bağlamında esneklik demek, Güney Kıbrıs’ın referandumda reddettiği Annan Planı metninde bir ölçüde ayarlamalar yapılmasına kapıyı açık bırakmak demek. İyi de, bizim önerebileceğimiz değişiklikler herhalde son derece sınırlı olacak. Papadopulos ise planın bütün temel parametrelerini sorguluyor ve köklü değişiklikler istediğini gizlemiyor.Papadopulos’un taleplerinin bir kısmı yöntemsel. Örneğin, geçen sefer olduğu gibi çözüm üzerinde tarafların tam mutabakatı sağlanmadan referandum yapılmasına karşı çıkıyor. Bu itirazını reddetmemiz için bir neden yok. Geçen sefer Annan Planı’nda anlaşmaya varılamayan konularda boşlukların BM Genel Sekreter tarafından doldurulması genellikle Türkiye ve KKTC’nin lehine olmuştu. Fakat bir daha referanduma gidilecekse bu yöntem bizim için ters tepebilir.Diğer yandan varılan anlaşmanın iki tarafın liderlerince imzalanmaması da bir handikap oluşturmuştu. Gerek Kuzey’de gerek Güney’de cumhurbaşkanlarının referandumda aleyhte oy verilmesi için canla başla çalışmaları gibi ibret verici bir durumla karşılaşmıştık.* * *Güney Kıbrıs liderinin Annan Planı’nın özüne ilişkin itirazları, olabileceği kadar kapsamlı. Güvenlik alanında Garanti ve İttifak antlaşmalarını yeni duruma uyarlayan protokollere karşı çıkıyor.Hatırlanacağı gibi, Annan Planı üzerinde Türkiye’de yapılan tartışmalarda bu protokoller yerden yere vurulmuş ve bunların 1960 antlaşmalarındaki haklarımızı kısıtladığı, hatta iptal ettiği ileri sürülmüştü.Papadopulos tam aksini düşünüyor. Ona göre protokoller, antlaşmaların çok ötesinde Türkiye’ye haklar tanıyor. Garanti Antlaşması hakkındaki protokolün yalnızca ‘Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin (BKC) değil, aynı zamanda Türk ve Rum kurucu devletlerin de anayasal düzenlerini garanti etmesini kabul etmiyor.* * *Türkiye’nin bu suretle nazari olarak Rum kurucu devletinin içişlerine de karışabileceğini; fakat asıl tehlikenin Türk kurucu devleti üzerindeki vesayetinin devamından kaynaklanacağını düşünüyor.Papadopulos’un İttifak Antlaşması’na ilişkin protokole de itirazı var. En fazla üstünde durduğu nokta, Türkiye’ye AB’ye üye olduktan sonra dahi Kuzey Kıbrıs’ta asker bulundurmak hakkının tanınması. BKC’nin Türkiye’nin rızası olmadan Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’na katılmasını önleyen hükümden de rahatsız. Ayrıca Annan Planı’nın uygulanmasını izlemek üzere BM Barış Gücü’ne verilen izleme misyonunu yeterli bulmuyor, daha geniş bir uluslararası kuvvetin, tercihen bir AB kuvvetinin Ada’da konuşlandırılmasını istiyor.Annan Planı’na ekli kıta sahanlığıyla ilgili kanunun Kıbrıs’ın kendi deniz kaynaklarından yararlanmasını engellediğini iddia ediyor. ’Türkiye’nin dayattığı sivil havacılık ortak siyaseti’nin, Kıbrıs’ı hava sahasını yönetmek hakkından mahrum bırakacağına inanıyor.* * *Bütün bu itirazlar geniş anlamda güvenlik konularıyla ilgili. Papadopulos yeni kurulacak devletin anayasal ve idari yapılanması hakkında Annan Planı’nda öngörülen düzenlemeleri de değiştirmek peşinde.Taşınmazlar konusundaki hükümleri adaletsiz buluyor. Demek oluyor ki Annan Planı üzerinde kaçınılmaz olarak girişilecek yeni müzakereler son derece çetin olacak ve Güney Kıbrıs bu müzakerelerde artık AB üyesi olmanın avantajından sonuna kadar istifade etmek isteyecek.Biz bu denklemi nasıl daha dengeli hale getirebiliriz?.. Bu konuyu daha sonraki bir yazımda ele alacağım.
button
Yazının Devamını Oku 25 Aralık 2004
<B>ARALIK </B>AB zirvesinin Başkanlık Sonuçları belgesindeki Kıbrıs paragrafı üzerinde bitmez tükenmez bir tartışma var. Metnin biraz karmaşık bir dilde yazılmış olması da çok değişik ve çelişkili yorumlara elverişli. Örneğin Tükiye’nin ‘gerekli uyarlamalar üzerinde anlaştıktan ve bunları sonuçlandırdıktan sonra’ Ankara Antlaşması’nın uyum protokolünü imzalayacağı yolundaki beyanı ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanıma konusundaki çekincesi ile karıştırıldı. Oysa burada söz konusu olan ‘uyarlamalar’ teknik nitelikte. Türkiye Komisyon ile protokolü müzakere ettikten sonra onu ayrı ayrı yeni üyelerle değil, fakat AB Konseyi Başkanı ile imzalayacak ve bu aşamada çekincesini belirtecek. Protokolün onay için TBMM’ye sunulup sunulmayacağı da bildiğim kadarı ile açıklığa kavuşmadı.
* * *
Tanıma konusu dışında Kıbrıs meselesi üyelik müzakerelerinin her kademesinde karşımıza çıkabilecek. Daha müzakereler başlamadan Komisyon’un bir ‘müzakere çerçevesi’ hazırlaması ve bunu Konsey’in tasvibine sunması icap edecek. Güney Kıbrıs dolayısı ile bu aşamadan itibaren güçlük çıkarmaya başlayabilir. Bu nedenle Türkiye için Kıbrıs sorununun 3 Ekim 2005’ten önce çözümlenmesinde sayılamayacak kadar fayda vardır. Ancak, Papadopulos’un uzlaşmaz söyleminin gösterdiği gibi, bu iş o kadar kolay değil. Türkiye’nin ve KKTC’nin Annan Planı’ndaki kazanımları tehlikeye atmamakla beraber bir ölçüde esnekliğe yer veren, gerçekçi ve yaratıcı bir politika üretmeleri gerekir. Bunun için de her şeyden önce geçmişte yapılmış hatalar çok iyi teşhis edilmelidir.
* * *
Dışişleri Bakanı Gül çok haklı olarak Fikret Bilá’ya iki ay daha tecrübesi olsaydı 10-11 Mart 2003’te meseleyi çözümlemiş olabileceğini söylemiş. Evet o tarihte Lahey’de bir fırsat kaçırıldı. Fakat asıl fırsat 12 Aralık 2002’den önce Kopenhag’da kaçırılmıştı. Neden? Çünkü o tarihte bir kere Klerides hálá Güney Kıbrıs’ın cumhurbaşkanıydı. AB Konseyi henüz Güney Kıbrıs’ı üye olarak kabul etmemişti. Cumhurbaşkanı Denktaş ve Klerides referanduma sunulacak metni daha önce imzalayacaklardı ve AB Konseyi taraflar arasında varılan anlaşmaya o andan itibaren kararlarında yer verecekti. Referandumda sorulan soru Annan Plánı’nın kabulü ile AB üyeliğinin kabulünü birbiriyle irtibatlıyordu. Mart 2003’te ise vakit biraz geçmişti. Papadopulos iktidara gelmişti ve Annan Planı’nın hemen bütün hükümlerine karşıydı. AB Konseyi ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni üye kabul etmek kararını almıştı. 16 Nisan 2003’te katılım antlaşması imzalanacaktı. Papadopulos vakit kazanmağa çalışıyordu ve Denktaş’ta en iyi müttefikini bulmuştu.
* * *
Bu vahim hataya katkıda bulunan birçok unsur mevcut. Her şeyden önce Cumhurbaşkanı Denktaş Annan Planı’nı kendi çözüm, daha doğrusu çözümsüzlük konseptine uygun bulmuyordu. Türkiye’de Denktaş’a, devletin zirvesine kadar uzanan kuvvetli bir kurumsal destek vardı. Medyanın ve akademiyanın önemli bir kısmı, sağ ve sol politik radikalizm ve muhalefet çözüme karşı cephe almışlardı. Yeni AKP iktidarının dürtüleri doğruydu, fakat Annan Plánı’nı reddetmenin sonuçlarını açıkça algılayamıyordu. Bazı kendi teorisyenleri bile Türkiye’nin bölgesel ve hatta küresel statejisinin Kıbrıs üzerinde odaklanmasına taraftardılar.
* * *
Bu teşhisten hareketle, günün birinde Kıbrıs ile AB arasında tercih yapmak mecburiyetinde bizi bırakmayacak, yeni zamanlama hatalarını önleyebilecek, kurumsal oydaşmaya dayanan bir düşünce modeline acilen ihtiyacımız var.
Yazının Devamını Oku 21 Aralık 2004
<B>TALLEYRAND’</B>ın bu deyimini daha önce de sık sık kullanmıştım. Aslında AB Brüksel zirvesi sonuçlarından duyduğum sevinci ifade etmek için kaleme almaya başladığım bir yazıda yine <B>Talleyrand’</B>a atıfta bulunmak aklımdan geçmiyordu. Fakat cumartesi günkü heyecanlı kutlamalardan hemen sonra Brüksel’de elde edilen neticelerin karamsar bir açıdan yorumlandığını ve sızlanma edebiyatına avdet edildiğini görünce ister istemez Fransa’nın efsanevi dışişleri bakanının basiret dolu sözlerini hatırladım.
En iyiyi elde etmek elbette ideal bir hedeftir. Ne var ki o uğurdaki ısrarınızla elde etmiş olduklarınızı kaybederseniz altından bir daha kalkamayacağınız bir zarara uğrarsınız. Tırmandırma taktiğini optimum bir noktada durdurmak, basiretin icabıdır. Başbakan Erdoğan, Brüksel’de bunu yapmıştır. Atatürk’ün onayı ile İsmet İnönü de Lozan’da aynı şekilde hareket etmişti.
Erdoğan’ı ve Türk diplomasisini eleştirmek değil, kutlamak gerekir. Türkiye 40 yıllık Avrupa serüveninde en önemli dönüm noktasını başarıyla aşmıştır. Evet, daha önümüzde küçümsenmemesi gereken engeller ve güçlükler vardır; fakat üyeliği gerçekleştirme sürecine artık girilmiştir. Bundan sonrası geniş ölçüde kendi gayretlerimize bağlıdır.
* * *
Brüksel’deki stratejik hedefimiz neydi? 2005 yılı içinde kesin bir müzakere tarihi elde etmek. Bu sağlanmıştır. Kararı çevreleyen kayıtlar bakımından 6 Ekim tarihli komisyon raporunun ötesine gidilmemiştir. Avrupa’da kamuoyunun muhalefetini ve tereddütlerini yenmek zaman alacaktır; ancak bizi destekleyen kuvvetli bir lobinin oluştuğu da görülüyor.
Avrupa Parlamentosu’nun, önlerinde Türkçe ve diğer dillerde ‘Evet’ pankartı bulunan üyelerinin oylarıyla ve neredeyse üçte iki çoğunlukla müzakerelerin başlaması lehinde karar alması, son derece anlamlıydı. 16-17 Aralık’ta Brüksel’de de yalnız kalmadık. Türkiye’yi tatmin edecek bir formülün bulunması için çalışan dostlarımız az değildi.
AB zirvesinde en çetin sorun olarak yine Kıbrıs sorununun karşımıza çıkacağını biliyorduk. Kıbrıs meselesi çözümlenmeden Güney Kıbrıs’ın AB’ye üye olmasının Türkiye ve KKTC bakımından sakıncaları saymakla bitmez. AB’nin bu konuda büyük bir hata işlediği inkár edilemez. Fakat Türkiye’nin de 2002 sonunda ve Mart 2003’te tarihi bir fırsat kaçırdığı da aynı derecede doğrudur.
O zaman çözüme varılsaydı, Rumların referanduma hayır demeleri hemen hemen imkánsızdı ve bugün AB’ye ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ değil, Türklerin de yönetime katıldığı ‘Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’ üye olacaktı. Bu cumhuriyeti Brüksel’de Papadopulos tek başına değil, Denktaş ile birlikte temsil edecekti. Türkiye’nin önüne çıkan fırsatı tepmesi için o zaman cansiperane çalışanlar, şimdi Brüksel’de varılan sonucu yerden yere vuruyorlar.
* * *
Brüksel’de Türkiye ne yaptı? İçlerinde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin de bulunduğu 10 yeni üye ülkeyle 1963 tarihli Ortaklık Anlaşması’nı ve dolayısıyla Gümrük Birliği’ni teşmil eden bir protokolü, müzakerelerin başlayacağı 3 Ekim 2005’ten önce imzalamayı vaat etti. Bu protokolü imzalamanın ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni hukuken tanımak anlamına gelip gelmediği konusu elbette tartışmaya açık. Ancak uluslararası hukuk, geniş ölçüde yorum ve emsal ile oluşur.
Brüksel’de dönem başkanı Hollanda Başbakanı ile diğer bazı başbakan ve bakanlar, protokolü imzalamanın hukuken tanıma anlamına gelmeyeceğini üstüne basa basa belirttiler. Bu ifadeler AB’yi bağlar. AB’ye artık mal olmuş yorum ışığında Türkiye’nin KKTC’yi tanımaya devam etmesi ve onunla kurumsal ilişkilerini sürdürmesi de itiraza yol açamaz. Başka türlüsü zaten düşünülemezdi.
Kıbrıs’ta iki halkın ayrı ayrı referandum yapmış olması zaten Güney’in Kuzey üzerinde egemenlik iddialarını geçersiz hale getirmiştir. Tabii daha uzun vadede Kıbrıs’ta bir çözüm bulunmadan Türkiye’nin üyeliği gerçekleşemez. Bu ayrı bir konu. Başka bir yazımda ele alacağım.
Yazının Devamını Oku 14 Aralık 2004
<B>GÜVENLİK </B>Konseyi’nin (GK) onayı olmadan ABD ve koalisyon ortaklarının Irak’a askeri müdahalesi, BM’nin zaten fazla olmayan inandırıcılığını ciddi biçimde sarsmıştır. Soğuk savaş sonrasında birinci Körfez Savaşı’nda işlerliğini kanıtlayan Güvenlik Konseyi, ikinci Körfez Savaşı’nda ise hemen tamamen saf dışı bırakılmıştı.
BM’nin barış ve güvenliği koruma işlevinin yerine getirilmesinden sorumlu GK’de karar alma gücünün hálá veto hakkına sahip İkinci Dünya Savaşı galiplerinin tekelinde bulunması da büyük bir çelişki ve haksızlık olarak algılanmaktaydı. Genel Sekreter Kofi Annan bu nedenle, 2003 yılında, eski Tayland Başbakanı Panyarachun başkanlığında teşkilatta kurumsal bir reform gerçekleştirilmesini sağlayacak ve GK’nin etkinliğini kuvvetlendirecek tavsiyelerde bulunmakla görevli bir ‘Ákil Adamlar’ paneli kurdu.
Ne var ki, panelin bu ayın başında sunduğu rapor, Kofi Annan’ın oğlunun, Irak’a petrol karşılığında gıda programının uygulanmasındaki yolsuzluklara isminin karışması ile aynı zamana rastladı. Dolayısıyla gereken dikkati çekemedi.
* * *
Kofi Annan, BM genel sekreterleri arasında kuşkusuz en başarılı olanlardan biridir. Saygın kişiliği, dengeli yaklaşımları ve siyasi cesareti ile üye ülkelerin güvenini kazanmıştır. Kıbrıs meselesinin çözümü için sarf ettiği büyük çaba ve 24 Nisan referandumundan sonra adanın güneyindeki aleyhte oyun sorumlusu Papadopulos’a karşı çıkışları, Türkiye’de iyi hatırlanmaktadır.
Ancak, Irak’ta ABD hükümeti ile ters düşmesi yüzünden, ABD Kongresi’nin bazı üyeleri oğlu ile ilgili suçlamaları ele alarak Annan’ı istifaya davet edecek kadar ileri gittiler. Buna karşılık hemen hemen bütün ülkelerden Annan’a büyük destek geldi. Birçok devlet veya hükümet başkanı, telefonla kendisine güvenlerini tazelediler.
Bizim de böyle bir jest yapıp yapmadığımızı bilmiyorum, yaptıysak da bunu kamuoyuna aksettirmek gerekirdi. Her taraftan gelen destek yararlı oldu; çünkü sonunda ABD’nin BM Nezdindeki Temsilcisi de Annan’a güven ifade etmek zorunda kaldı.
* * *
Ákil Adamlar’ın raporu her şeyden önce dünyanın güvenliğine yönelik tehditleri altı başlık altında topluyor: ‘Devletler arasında savaşlar; devletlerin sınırları içinde şiddet, sivil savaş, geniş çapta insan hakları ihlalleri ve soykırım; fakirlik, bulaşıcı hastalıklar ve çevre kirlenmesi; nükleer, radyolojik, kimyasal ve biyolojik silahlar; terörizm; uluslararası örgütlü suçlar.’
Raporun tavsiyeleri arasında GK’nin yeniden yapılanması var. Bu amaçla bugünkü beş daimi üyenin veto tekelini saklı tutmaya devam eden iki alternatif öneri yapılmış. Her ikisinde de konseyin üye sayısı 15’ten 24’e çıkarılıyor.
Birincisinde veto hakkına sahip olmayacak 6 ek daimi üye ile 3 ek geçici üye öngörülmüş. İkincisinde dörder yıl için seçilecek 8 yarı daimi üye ile ek bir geçici üye seçilmesi tavsiye ediliyor. Rapor ayrıca BM’nin şu ortak terör tarifini benimsemesi tavsiyesinde bulunuyor:
‘Bir sivile veya gayri muharibe yönelik ve bir hükümeti muayyen bir harekete zorlama amacını güden her saldırı.’ Rapor, işgalin terörizmi haklı kılmadığını da vurgulamış.
* * *
BM Genel Sekreteri, raporu üye devletlerin onayına sunmadan önce onların eğilimlerini araştıracak. Rapor etrafında tartışmaların çok yoğun olması bekleniyor.
Fakat barış ve güvenlik alanındaki sorumluluğunu anlamlı ve etkili bir şekilde yerine getirecek ve bugünkü dünya koşullarında geçerli bir işlevi olacaksa BM’nin köklü bir reforma ihtiyaç duyduğunda şüphe yoktur.
BM’nin zayıflamasının kimseye faydası olmaz.
Yazının Devamını Oku 11 Aralık 2004
<B>17 </B>Aralık’ta AB Konseyi’nin alacağı kararın içeriği hakkındaki belirsizlik devam ederken, Başbakan, toplantılarda ve televizyonlarda, çok rağbette bir tábirle <B>‘kırmızı çizgileri’</B>mizi sürekli gür bir sesle vurguluyor. Bu yöntem iki yanı keskin bir bıçaktır. Bir yandan kararlılığımızı göstererek pazarlık gücümüzü artırabilir, görüşlerimiz sonunda kabul edilirse hükümet büyük bir diplomatik zafer kazanmış olur. Diğer yandan bir ölçüde esnekliğimizi ipotek altına alabilir.
* * *
Buna benzer bir durumu 1999’da yaşadık. Helsinki zirve kararını reddetmek noktasına gelmiştik. O zamanki Konsey Başkanı Lipponen’in mektubu durumu kurtardı. Aslında mektup zirve kararının özünü değiştirmiyordu, fakat o şekilde takdim edildi ve efsanesi bugünlere kadar sürdürüldü. 1997’de Lüksemburg Zirvesi kararını reddetmemizin 1999’a zemin hazırladığı iddiası da inandırıcı değildir. 1999’da siyasi ortam ve özellikle Yunanistan’ın tutumu değişmişti. Güney Kıbrıs’ın çözüm olmasa da AB’ye üye kabul edileceğinin Helsinki’de karara bağlandığını da hatırlayalım.
AB Konseyi’nin kabul edeceği kararın bizi rahatsız edecek bazı ifadelere yer vermesi olasılığı bu aşamada kuvvetli gözüküyor. Tam üyeliğin alternatifi bir formül tehlikesinin bertaraf edilip edilmediği herhalde ancak zirveden hemen önce anlaşılacak. Cumhurbaşkanı Chirac zaten ‘ayrıcalıklı bir ortaklık’tan değil, ’kuvvetli bir bağ’dan bahsettiğini söylüyor. Sözcükler değişik, fakat anlam tabii aynı.
* * *
Son bir habere göre ise ‘üyelik müzakereleri sonuca varamazsa Türkiye’nin rızası ile bir alternatif ilişki’ formülü gündeme gelmiş. Bu şekilde bir yazılış biçiminin karar metnine girmesi Türkiye’yi tatmin eder mi? Göreceğiz.
Bizim için belli başlı diğer bir kırmızı çizgi Kıbrıs’a ilişkin. Ortalıkta dolaşan taslaklarda Kıbrıs’tan doğrudan söz edilmiyor. 1963 Ankara Antlaşması’nın yeni üyelerle Türkiye arasında da geçerli olmasını sağlayacak protokoller aktedilmesi öngörülüyor. Bizden talep edilen tanımadığımız ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ ile de bir protokol imzalamamız ve bunu onaylamamız. Hukuken bu bir tanımadan başka bir şey olamaz. İkili ilişkiler konusunda bir protokol imzalarsanız, Meclisiniz de onayı kabul ederse, o devletle ortaklık ve gümrük birliği içinde olursanız onu hálá tanımadığınızı nasıl iddia edebilirsiniz?
* * *
Ancak bir nokta göz ardı edilmemelidir. AB Konseyi 2002 kararında Güney Kıbrıs Hükûmeti’nin Kuzey üzerinde kontrolü olmadığını kabul etmiştir. Güney Kıbrıs’la Katılım Antlaşması’na ek protokol Annan Plánı’na ve çözüme atıfta bulunmaktadır. Güney Kıbrıs dolaylı bir şekilde tanınsa bile Kuzey Kıbrıs’ta siyasi ve fiili otoriteyi tanımak sürdürülebilir. Fiili tanımada bir sorun olmaz, mesele KKTC’yi hukuken tanımaya devam edip edemeyeceğimizdir. Bu açıdan da Kıbrıs’ta Kuzey’de ve Güney’de iki ayrı referandum yapılmış olmasının Kuzey’e bir hukuki kimlik verdiği ileri sürülebilir. İki halka ayrı ayrı mukadderatlarını tayin etmek hakkını verirseniz yalnızca birini temsil eden bir devletin öbür halk üzerinde egemenlik iddiası geçerli görülemez.
* * *
17 Aralık kararı bizim kabul edebileceğimiz bir içerikte olsa bile asıl güçlüklerle ondan sonra karşılaşacağımızı bilmeliyiz. Avrupa Párlamentosu’nda 14 Aralık’ta oylanacak olan ve koşulsuz müzakerelere başlanmasını destekleyen Dışişleri Komisyonu’nun raporu bu güçlüklerin neredeyse bir katoloğu gibi. Devamlı baskı altında kalacağız, soğukkanlığımız durmadan sınanacak. Sık sık düş kırıklığına uğrayacağız. 17 Aralık’ta umarım seviniriz, fakat bu bilinçli bir sevinç olsun.
Yazının Devamını Oku