1 Şubat 2005
<B>CHP</B> Kurultayı’nda sergilenen yürek parçalayıcı tablo üzerinde daha çok tartışma yapılacak. Ancak genel olarak CHP’nin Türk siyasi hayatındaki işlevini artık tamamen yitirdiği sonucuna varmak galiba yanlış olmaz. Bünyesinde diğer partilerden çok daha fazla aydın, başarılı profesyonel ve deneyimli politikacı barındıran bir parti kendini göz göre göre kolektif bir intihara sürüklemektedir.
Sorun sadece liderlerde değil. Partinin genel felsefesinin, halka uzaktan bakan kibirli siyasi üslubunun, jakobenizm geleneğinin ve İttihatçı dürtülerinin bugünkü çöküşte büyük rolü var.
Partiyi kurtarabilecek tek çare Kemal Derviş’in rasyonel ve çağdaş gerçeklere uygun sosyal demokrasi anlayışı olabilirdi. Ne var ki bugünkü CHP’de Derviş’in yaklaşımının kabul görmesi ve uygulanması imkánsız.
* * *
İsmet İnönü’den sonra CHP’yi saran, daha önce Bülent Ecevit’in ve bugün de Deniz Baykal’ın marazi bir inatla sergilediği bir saplantı daha var: Kısmen Don Kişotçu, kısmen paranoyak dış politika tutkusu. Kurultay’da Baykal yine bir ABD komplosunun hedefi olduğu temasını bol bol işledi. ABD’nin 1 Mart 2003’te TBMM’deki tutumu yüzünden CHP’yi çökertmeyi kendisine vazife edindiğini vehmediyor!
Bundan daha saçma bir iddia bulmak çok zordur. ABD, kuvvetlerinin Kuzey Irak’a Türkiye üzerinden intikalini önleyen 1 Mart oylamasına eleştirilerini CHP’den çok o zamanki AKP liderliğine ve bir ölçüde TSK’ya yöneltmiştir.
CHP’nin o tarihteki aşırı söylemlerinin Amerikalıları rencide ettiği söylenebilir. Fakat bu nedenle CHP’ye karşı komplo kurmalarına gerek yoktu. CHP çöküntü sürecini bizzat kendisi büyük bir başarıyla nasıl olsa yürütmekteydi.
* * *
Bugün dünyada Irak politikası yüzünden genel olarak ABD’ye karşı haklı bir büyük tepki zaten var. Fakat sorumlu politikacıların görevi, Başkan Bush’un politikasına tepkiyi ilkel Amerikan düşmanlığına dönüştürmek olamaz; çünkü küresel alandaki veya bölgesel boyuttaki sorunların ABD’nin katkısı sağlanmadan çözümlenmesi mümkün değil.
Bereket versin Türkiye’de sağduyu ve sorumluluk sahibi kurumlar mevcut. Bakın Genelkurmay İkinci Başkanı İlker Başbuğ son basın toplantısında ABD ile ilişkiler konusuna nasıl açıklık getirdi: ’Şimdi olaya gerçekçi olarak bakarsak ABD, Türkiye’ye PKK/KONGRA-GEL örgütü ile mücadelesinde büyük destek vermiştir. Bir kere bunun altını çizmeden geçersek çok büyük yanlış yaparız. Geçmişi bir hatırlayın, özellikle ikinci Irak savaşına kadar olan dönemi hatırlayın ve orada ABD’nin PKK terör örgütüyle mücadelede verdiği desteği hatırlayın.’
Başbuğ, Irak’ta PKK’nın tasfiyesine ilişkin beklentileri ABD’nin karşılamadığına da işaret ediyor; fakat aynı zamanda şunu söylüyor: ‘Türkiye’nin ABD ile ilişkileri tek bir konuya endekslenemeyecek kadar geniş ve kapsamlı bir konudur.’
Başbuğ, sorulara verdiği cevaplarda İncirlik Üssü konusunda ABD’nin çok aşırı taleplerde bulunduğu rivayetlerini ayrıca yalanlamıştır. Başbuğ’un Kıbrıs hakkındaki ifadeleri de CHP’nin tutumuna ters düşüyor: ’Kıbrıs’ta, referandum sonuçlarını, bir noktada Ada’da iki halk olduğunun, bu halklardan birinin diğerini temsil yetkisinin de olmadığının tescili olarak görmek gerekir.’ Oysa CHP, referandum öngören Annan Planı’na ve Kıbrıs Türk halkının referandumda lehte oy vermesine şiddetle karşı çıkmıştı. Sağduyudan bu kadar uzaklaşılabilir mi?
* * *
Evet, CHP hemen her alanda bugün hatalı bir yoldadır. Baykal’ın ve militan kadrosunun bundan sonra partinin muhtaç olduğu zihinsel ve yapısal dönüşümü gerçekleştirmesi olasılığı yoktur.
Buna ancak üzülebiliriz; çünkü etkin ve inandırıcı bir muhalefeti olmayan demokrasi, sağlam bir demokrasi olamaz.
Yazının Devamını Oku 29 Ocak 2005
<B>ESKİ </B>dışişleri bakanları, emekli general ve büyükelçilerden oluşan Ortadoğu ve Balkan İncelemeleri Vakfı’nın Dış Politika ve Savunma Grubu (DSA), <B>’Kıbrıs’ta çözüm zorlanabilir mi’ </B>başlıklı bir belge hazırladı. Bu belgenin hareket noktası, AB ile üyelik müzakerelerinin başlaması için önkoşul teşkil etmese bile, Kıbrıs’ta bir çözüm bulunmadan veya Güney Kıbrıs hukuken tanınmadan Türkiye’nin AB’ye üye olarak katılmasının mümkün görülmediğidir.
DSA ayrıca Güney Kıbrıs’ın müzakere süreci boyunca veto hakkını kullanmaya kadar gitmemekle birlikte Türkiye’ye karşı devamlı bir diplomatik gerilla savaşı sürdüreceğini varsaymaktadır.
* * *
DSA, Güney Kıbrıs’ı hukuken tanımakla çözüm arasındaki etkileşimin çok iyi teşhis edilmesi gerektiğinin de altını çiziyor ve bu konuda ‘İsveç Avrupa Politikaları Etüdleri Enstitüsü’nün (SİEPS) 17 Aralık Brüksel zirvesiden sonra yayımladığı ‘Türkiye’nin AB’ye katılmasının siyasi dinamikleri’raporundaki şu çarpıcı değerlendirmeye atıfta bulunuyor:
’Türkiye’nin, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni bir kapsamlı çözümden önce tam olarak tanıması düşünülemez. Çünkü böyle bir tanıma, adanın bölünmüşlüğünün uluslararası değil; fakat bir iç mesele olduğu anlamına gelir ve dolayısıyla sorunun çözümünde BM’nin bundan sonra bir rol oynamasını önler.
Şimdi uzlaşıya dayanan bir çözüm üzerinde büyük olasılıkla Annan planı temel alınarak müzakerelerin tekrar başlamasına imkán verecek koşulların yaratılmasına çalışılmalıdır. Müzakerelerin tekrar başlamasına engel olan taraf, bugün Kıbrıs Rumlarıdır. AB ve BM, müzakerelerin tekrar başlatılmasının çarelerini araştırmalıdırlar. Bunun yanında, diğer AB üyeleri de Kıbrıs Rum tarafına şu noktayı açıkça vurgulamalıdırlar:
Güney Kıbrıs’ın istediği ‘Doğu Almanya’ formülü ile tanıma adanın bölünmüşlüğünü sona erdirir, başka bir deyimle Kıbrıs’ın bugünkü yönetişim düzenlemesinde hiçbir değişiklik yapılmadan Kuzey Kıbrıs’ın ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ içine çekilmesi neticesini verir. Böyle bir sonuç kabul edilemez.’
* * *
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül son haftalarda birkaç kere Mart 2003’te Lahey’de kaçırılan fırsatları hatırlattı. Çok haklı. Güney Kıbrıs, AB ile Nisan 2003’te Katılım Antlaşması’nı imzalamadan önce bir çözüme varılabilseydi ’Doğu Almanya’ formülü tehlikesi bertaraf edilmiş olacaktı. O zaman uyaranlar çok oldu; fakat seslerine kulak verilmedi.
Şimdi sürekli bu tehlikeyle karşılaşacağız. Nitekim bu nedenledir ki 1963 Ankara Antlaşması’nın ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ne teşmilinin tanıma anlamına gelip gelmediği uzun uzun tartışılıyor.
DSA, Papadopulos’un uzlaşmazlığını da göz önünde bulundurarak ‘Çözüm için acele davranmakta yarar olmayabilir. Buna karşın AB üyeliğinin gerçekleşmesi aşamasına kadar çözümün bir koz olarak elde tutulması fikri tehlikelidir. Çünkü son aşamada kozun kimin elinde olacağı belli değildir’ diyor. Peki, BM, Güvenlik Konseyi üyeleri ve AB üyeleri üzerinde yoğun diplomatik ilişkiler dışında çözümü zorlamak imkánı var mı?
Çözüm olmadığı takdirde iki devlet formülünü kaçınılmaz hale getirecek bazı cüretkár atılımlar akla gelebilir. Fakat böyle bir atılımın riskleri olabileceği gibi, Kıbrıs Türkleri uluslararası tanımayı kazanmış ayrı bir devlet opsiyonuna artık sıcak bakmıyorlar. Böyle bir çözümün AB üyeliğini geciktireceğini, şimdi birey olarak elde ettikleri AB vatandaşı statüsünü olumsuz etkileyebileceğini düşünüyorlar.
Peki ne yapmalı? Bu sorunun cevabı kolay değil. Umarım hükümetin ve ilgili kurumların kapsamlı bir planı vardır.
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2005
<B>ABD’</B>nin Irak’a müdahalesi bugün hemen hemen bütün dünyada büyük bir başarısızlık olarak algılanıyor, siyasi ve ahlaki bakımdan kınanıyor. ABD’nin umudu 30 Ocak’ta yapılacak seçimlerde. Şayet bu seçimler güvenlik koşulları içinde düzenli geçer ve Irak’ta istikrar içinde demokratik bir sürecin başladığının işaretini verirse ve bu süreç diğer Ortadoğu ülkeleri için bir model oluşturabilirse, ABD, bütün eleştirilere ve ithamlara rağmen Ortadoğu’da tarihi bir dönüşümü gerçekleştirdiğini iddia edebilecek.
Ne var ki şimdilik bu kadar iyimser olmak son derece güç. Irak’ta şiddet olayları bütün yoğunluğuyla devam ediyor. Adaylar kadar seçmenler ve seçim görevlileri de korku içinde. Seçim sistemi olabileceği kadar karmaşık.
Seçim sonuçlarının meşruiyetinin genel kabul göreceği çok şüpheli. Bu sonuçların ülkedeki değişik etnik ve dini grupları birbirine yaklaştıracak yerde bölünmeyi süratlendirmesi olasılığı mevcut.
* * *
ABD’de Başkan Bush’a ve onun akıl hocalığını yapan yeni muhafazakárlara karşı eleştiriler gittikçe artıyor. Bu ayın başında ’Yeni Amerika Vakfı’nın (YAV) düzenlediği bir panelde eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski, ABD’nin 500 bin kişilik bir orduyu konuşlandırmadan, yılda 200 milyar dolar sarf etmeden, belki mecburi askerliği yeniden ihdas etmeden ve uluslararası alanda daha fazla meşruiyet kazanmadan Irak’ta başarı elde edemeyeceğini ileri sürdü. Abartılı bir karamsarlık mı? Zaman gösterecek.
Zihinleri daima işgal eden bir soru, ABD’nin nasıl oluyor da kendi tarihinden ders almadığıdır. YAV panelinin moderatörü bu bağlamda Eisenhower’in yaklaşımını hatırlatıyor. Eisenhower 1953’te başkan seçilince etrafındaki Cumhuriyetçi danışmanlar, Truman’ın Sovyetler Birliği’ne karşı ‘containment’ (çevreleme) politikasını değiştirmek, daha atılgan bir politika uygulamak istemişler.
Eisenhower bütün önerileri ve olası sonuçlarını kendi başkanlığı altındaki bir komisyon tarafından dikkatle incelettirmiş. Savunma masraflarını önemli ölçüde azaltmak amacıyla nükleer silahlara ağırlık vererek ‘kitlesel karşılık’ stratejisini benimsemiş; fakat Truman siyasetinden özünde çok farklı olmayan temkinli bir siyasete yönelmiş.
Başkan Bush aynı yolu izleseydi belki Irak bataklığına saplanmayacaktı. Eisenhower’den zaten alınacak başka dersler de var. Ekim 1956’da İsrail; İngiltere ve Fransa’nın havadan ve karadan desteğiyle Mısır’a saldırınca Eisenhower’in sert uyarıları bu saldırının derhal durdurulmasında ve her üç ülke kuvvetlerinin de Mısır’ı tahliye etmelerinde büyük rol oynamıştır.
Eisenhower o tarihte şöyle diyordu: ’Hukuksuz barış olmaz ve biz hasımlarımızın olduğu kadar dostlarımızın da aynı kuralları uygulamalarında ısrarlı davranmazsak hukuk olmaz.’ Altın değerinde bir nasihat.
* * *
Tabii Başkan Bush, ABD’nin bir başka dramını, Vietnam savaşını da göz önünde bulundurabilirdi. O devrin Savunma Bakanı Robert McNamara, ’Savaşın Sisi’ adlı dokümanter filmde, 58 bin Amerikan askerinin ve 3 milyon Vietnamlının öldüğü savaşın başlatılmasında ve sürdürülmesinde işlenen akıl almaz hataları gözler önüne seriyordu.
Vardığı sonuç tam bugüne uygun: Amerika bir daha Vietnam’da yaptığı gibi tek başına, tek taraflı olarak savaşa girmemelidir. Müttefikleri onu desteklemiyorsa yanlış yaptığını anlamalıdır.
Irak’ta olan oldu. Seçimlerin başarılı geçmesi ve bir demokrasi süreci, istikrar devri başlaması bölge barışının gereğidir. Artık temennimiz bu yönde olmalıdır.
Yazının Devamını Oku 22 Ocak 2005
<B>BİRLEŞMİŞ </B>Milletler’in bir incelemesine göre bugün dünyada 60 yaşın üstünde 600 milyon insan var. Her toplumun ihtiyarlara yaklaşımı değişik. Gelişmiş ülkelerde devlet yaşlıları himaye ederken toplum onları gittikçe daha fazla dışlıyor. İki yıl önce Fransa’daki sıcak dalgasında çok sayıda yaşlı, ilgiden yoksun ve bakımsız kaldıkları için ölmüşler ve bir kısmının cesedine sahip çıkacak aile efradı bile bulunamamıştı. Fakir ülkelerde devlet duyarsız, fakat aileler yaşlılarını himaye ediyorlar. Fakirliği paylaşmak zenginliği paylaşmaktan daha kolay.
***
Çağdaş filozoflardan Régis Debray, ihtiyarlık hakkında bir kitap yazmış. Daha elime geçmedi, fakat Paris Match’te onunla yapılan çok çarpıcı bir söyleşiyi okudum. Bakın 60’ını geçmiş biri olarak çok özetle neler diyor:
’Bugün dünyamızda önemli olan ‘in’, ‘top’ ve ‘look’tur. İhtiyarlar bu üç kriterin hiçbirine uymuyorlar... Bir yaşlı ancak estetik ameliyat geçirdiyse, ‘basket’ ayakkabılarla ve kırışıklarını gizleyen makyajla dolaşabiliyorsa, genç görünmeyi başarıyorsa ortalığa çıkabiliyor... İhtiyarlık algılamasının temelinde insanın hayat ve ölümle ilişkisi var. Bugünkü uygarlık, ihtiyarlara yer vermeyen tarihteki ilk uygarlıktır. İhtiyarlığın doğal bir yaş olduğu, basiret ve tecrübeyi temsil ettiği fikri bir tarafa bırakılmıştır. Aslında bunda Hıristiyanlıktan uzaklaşmanın büyük rolü var. Dine göre bir ruhumuz olduğu kabul edildiği sürece, sadece vücut değildik. Ruhumuz kalmadığı andan itibaren yalnızca vücut olarak görülüyoruz. Ve o zaman ancak gençlik ve güzellik prim yapıyor. İhtiyarlara karşı ayrımcılık başlıyor. Suçluları cezaevlerine, akıl hastalarını tımarhanelere koyduğumuz gibi yaşlıları da huzurevlerine koyuyoruz... Olgun insanların değeri kalmadı. Televizyon tartışmalarında ‘Siz artık geçmişin insanısınız’ diyen kazanıyor. ‘Yaşlı Avrupa’dan bahsediliyor... İhtiyar sözcüğünün hakaret anlamına gelmesi için 20 bin yıl geçmesi gerekti. İhtiyar artık bir referans, bir totem değil, bir rahatsızlık unsuru. Bir doktor yaşlıların yaşamlarının son altı ayında çok pahalıya mal olduklarını, bu yüzden altı ay önce ölmelerini sağlamak gerektiğini söylemedi mi? Kudret sahibi yaşlılar bir azınlık. Güçleri servetlerinden geliyor. Bir gerontolog biliyorum, kendine danışan zengin hastalarına ‘Sakın paranızı elinizden kaçırmayın, elinizdeki tek otorite budur’ tavsiyesinde bulunuyor.’
***
Bereket versin Türkiye’de yaşlılara daha o kadar kötü muamele edilmiyor. Sokakta baba veya dede diyerek yaşınızı hatırlatıyorlar, trafikte kızınca ‘moruk’ diye bağırıyorlar, ama genellikle saygı gösteriyorlar. Aile bağları zayıflama eğiliminde ise de temel bir dayanışma mevcut. Yaşlılara geçmişin sesi damgasını yapıştıranlar az. Fakat istisnalar var. Geçenlerde Radikal’de Yıldırım Türker, Rahşan Ecevit’e kızdığı için ihtiyarlara fena çatıyordu: ‘Yenisini düşünebilmeye vakitleri kalmadığından bildiklerini muhafaza etmek için çırpınıyorlar... Korku kışkırtıcılığı, komplo ticareti yapıyorlar.’ Evet böyle yapan yaşlanmış politikacılar veya emekli yüksek memurlar var, fakat etrafıma bakıyorum, komplo teorileri üretenlerin ve ballandıra ballandıra anlatanların çoğu genç! Akıl yaşta değil baştadır. Bu hem gençler hem de yaşlılar için geçerli.
Yazının Devamını Oku 18 Ocak 2005
<B>ÖNÜMÜZDEKİ </B>yıllarda Türkiye’nin geniş anlamda dış politikası ağırlıklı olarak AB, ABD ve Rusya ile ilişkiler eksenlerine dayanacak. Bu noktadan hareketle ilk araştırılması gereken nokta, bunlar arasında birbirleriyle bağdaşmayan yönler olup olmadığıdır. AB ve ABD ile ilişkiler bağlamında bu soruya verilecek cevap olumsuzdur.
Türkiye’nin AB üyelik süreci, kapsamlı bir entegrasyon projesidir. Fakat AB henüz ortak bir dış politikaya sahip değildir, Irak krizinde AB ülkeleri ABD’yi desteklemek konusunda bölünmüşlerdir. ABD, Batı Avrupa’dan çekeceği kuvvetlerin bir kısmını 2007 yılında AB üyesi olacak Romanya ve Bulgaristan’a nakletmeye hazırlanıyor. Kaldı ki bugün ABD’ye muhalefetin başını çeken Fransa ile ABD arasında bile buzlar kısmen eriyor.
Cumhurbaşkanı Chirac, Irak’ın geçici başkanı Gazi El-Yaver’i birkaç gün önce Paris’te meşru bir devlet başkanı gibi karşıladı. Chirac yakında Washington’a da gidecek. Başkan Bush, şubatta Avrupa’yı ziyaret edecek.
1 Mart 2003’te Amerikan kuvvetlerinin Irak’a ikinci bir cephe açmak üzere Türkiye’den geçmelerini reddeden TBMM kararının AB’yi, üyeliğimize daha sempatiyle bakmaya sevk ettiği tezi inandırıcı değildir. Öyle olsaydı bize en fazla Fransa’nın destek olması gerekirdi, tersi oldu.
***
ABD ile ilişkilerimiz stratejik dayanışma temelindedir. Bu dayanışma Irak Savaşı yüzünden kuşkusuz yara almaktan geri kalmadı. Türk kamuoyunda ciddi bir Amerika aleyhtarlığı başladı. ABD ile Kerkük ve Irak’taki PKK teröristlerine karşı yürütülecek operasyon konularındaki anlaşmazlıklar da sürmektedir.
Irak’ta 30 Ocak’ta yapılacak seçimleri takiben şiddet ve istikrarsızlık azalacağına artarsa Kürtlerin Kerkük’ü de içerecek bir bölgede egemenlik iddiaları daha da güçlenebilir. Ancak her şeye rağmen Türkiye ve ABD birbirlerine muhtaç olmayı sürdüreceklerdir.
Türkiye sadece Ortadoğu’da değil; fakat birçok başka alanda ABD’nin desteğinden yararlanmak isteyecektir. Dolayısıyla ABD ile ilişkilerimizde duygusallığı aşmak ve karşılıklı çıkarlar doğrultusunda esneklik göstermek gerçekçiliğe uygun olur.
***
Rusya siyasetimizin de AB ve ABD ile olan ilişkilerimizle bağdaşmayan bir tarafı yoktur. Ancak, Avrasya romantizmi bir tarafa, Rusya ile ekonomik ağırlıklı olan ilişkilerimizin bir stratejik ortaklığa dönüşmesi o kadar kolay değil.
Moskova’nın Kıbrıs konusundaki açılımlarının somut sonuçlarının ne olacağını zaman gösterecek. Kafkasya’da Türkiye ile Rusya arasında bir stratejik işbirliği zemini pek gözükmüyor. Rusya’nın Gürcistan politikasının ve Ermenistan’da asker bulundurmasının Türkiye’nin çıkarlarına uygun düştüğü söylenemez.
Azerbaycan petrol ve gaz kaynaklarını ancak Batı ile işbirliği içinde değerlendirebilir. İleride AB ile Rusya arasında Ukrayna yüzünden gerginlik çıkarsa herhalde Rusya’nın tarafını tutamayacağız.
Kaldı ki, ekonomik alanda, Rusya ile ilişkilerimizin uzun sürede AB ile bağdaşmayacak bazı yönleri olabilir. Örneğin, doğal gaz ikmali açısından AB, üye ülkelerin Avrupa Birliği dışındaki kaynaklara yüzde 30 oranından daha fazla bağımlı olmasını uygun görmüyor. Türkiye’nin bağımlılığı ise çok daha yüksek oranda.
***
Türkiye AB, ABD ve Rusya politikaları arasındaki etkileşim iyi değerlendirilmelidir.
Bu politikaları çelişkiye düşmeden yürütmek mümkündür ve şimdiye kadar bunda başarı gösterilmiştir. Ancak bir tarafı diğer tarafa karşı kullanmak gibi yüzeysel olarak parlak görülen fikirlere fazla itibar edilmemelidir.
Dış politikada taktik manevraların ve akrobasilerin sınırı vardır, daha önemli olan tutarlılık ve temel tercihlerdir.
Yazının Devamını Oku 15 Ocak 2005
<B>GARİPTİR,</B> Türkiye’nin kuvvetlendiği, dünyada ve bölgesinde ağırlığının arttığı, istikbal perspektiflerinin çok umut verici olduğu, özgüven duygusunun güçlenmesi gerektiği bir devirde vehimler gittikçe yaygınlaşıyor. Komplo teorileri bir hobi olmanın ötesinde bir meslek ve uzmanlık konusu oldu. Bir televizyon kanalının haber ve yorum programında dizi haline bile geldi.
13 Ocak’ta New York Times’taki makalesinde Thomas Friedman, ‘Ortadoğu’da bir şeyi komplo teorisiyle izah edemiyorsanız, izaha çalışmaktan vazgeçin’diyordu. Türkiye’yi de bu hale getirmeye çalışanlar çok.
Türk topraklarının mülkiyet yoluyla yabancılara geçtiği korkusu vehimlerden bir tanesi. Bugün Türklerin diğer ülkelerdeki taşınmazlarının miktarı, yabancıların Türkiye’deki taşınmazlarının kat kat üstünde.
Fransa’da ve diğer AB ülkelerinde, ABD’de aklınıza gelen her ülkenin vatandaşlarının gayrimenkulleri var. Bu alanda hiçbir endişe yok. Mülkiyet egemenlik değil ki. İkisini birbirine karıştırmamak lazım.
* * *
Türkiye’yi diğer Müslüman ülkelerden ayıran başlıca özelliğinin laiklik olduğunu söyleyip duruyoruz; fakat dini özgürlükler konusunda şeriatla yönetilen ülkelerdeki yaklaşımlara benzer endişe verici eğilimler belirmeye başladı. Son 20 yılda belki birkaç bin kişinin Protestan olması, her nedense kaygı yaratıyor.
Misyonerlerin faaliyetleri, Sevr Antlaşması çerçevesinde Türkiye’yi parçalama gayretlerine bağlanıyor. Bundan daha büyük vehim olabilir mi? Birçok Müslüman ülkede Hıristiyan nüfusun Türkiye’dekinden çok daha fazla olduğunu unutmayalım.
Mısır’da yüzde 6, Endonezya’da yüzde 6, Suriye’de yüzde 10, Türkiye’de yüzde 1’in altında. Ne var ki bu ülkelerin bazılarında başka dine geçen Müslümanlar, şeriat gereğince cezalandırılabiliyorlar. Mesela Mısır’da, Müslümanlar için din değiştirmek yasak değil; fakat evliliğin iptaline, miras haklarından mahrumiyete ve çocuklar üzerindeki velayet haklarının kaldırılmasına yol açabiliyor.
Biz de böyle mi yapalım? Neyse ki sağduyunun sesi yine Başbakan’dan geldi. Sosyal demokrat Rahşan Ecevit ’Din elden gidiyor’ diye haykırırken Tayyip Erdoğan, ’Eğer inancına güveniyorsan inanç hürriyetinden korkma’ cevabını verdi.
* * *
Devamlı bir paranoya konusu da tabii Patrikhane ve açılma olasılığından korkulan Ruhban Okulu. Bunu da en iyi Fethullah Gülen yanıtladı: ’Türkiye’de Türk kültürüyle yetişmiş Ortodoks papazların, dünyanın değişik yerlerine gönderilmesi Türkiye’nin lehine olur.’
Türkiye’de kim bağnaz, kim açık fikirli ve hoşgörülü?
Yabancı ve özellikle Amerikan düşmanlığına gelince; siyasi alanda bunun en fazla promosyonunu yapan CHP’den başkası değil. CHP kendi başına gelenleri de zaten ‘dış güçler’e yüklüyor.
ABD’nin ve uluslararası kapitalizmin, CHP’yi ‘ılımlı İslami sol’ çizgisine çekmeye çalıştığını iddia ediyor. Oysa ’dış güçler’, CHP’yi etkisiz hale getirmek isteseler bu işi partinin liderliğinden daha iyisine ihale edemezlerdi.
* * *
Daha okumadım; ama en iyi okunanlar listesinde yerini bulan ‘Metal Fırtına’ isimli kitap elime geçti. Türkiye’ye savaş açarak onu işgale kalkışan ABD’yi, Rusya’nın nasıl durduğu anlatılıyormuş. Neyse, hiç müttefiksiz kalmıyoruz!
Tarihte çok gördük. Paranoyaları besleyenler, sonunda kendileri paranoyak olurlar. Vehimler, demokrasiye karşı en fazla kullanılan silahtır.
Yazının Devamını Oku 11 Ocak 2005
<B>ERMENİSTAN </B>ve diaspora Ermenileri, <B>‘soykırım’ </B>olarak nitelendirdikleri 1915 olaylarının 90’ıncı yılında iddialarına geniş destek bulmak amacıyla büyük bir propaganda kampanyasının ve diplomatik atağın yoğun hazırlığı içindeler. Öngörülen girişimler arasında ABD Kongresi’nden yıllardan beri elde edemedikleri kararı çıkartmak ve BM Asamblesi’ni özel bir toplantıya çağırmak var.
AB kurumlarının, kamuoylarının baskısıyla Türkiye’yi Ermeni iddiaları konusunda köşeye sıkıştırması, güdülen hedeflerden biri. Türkiye de kendi yönünden büyük bir hazırlık içinde. Türk Tarih Kurumu’nun Osmanlı arşivlerini olduğu kadar İngiliz, Fransız ve Rus arşivlerini de inceleyerek ortaya çıkardığı tarihi belgeleri yakında yayımlayacağını bildiriyor.
Burada sorun biraz zaman sıkışıklığından kaynaklanıyor. 24 Nisan’a kadar bu belgelerin dünya kamuoyunda etki yapmasını sağlayacak tanıtma faaliyetleri için fazla vakit yok.
***
Ermenilerin ‘soykırım’ konusunda BM Asamblesi’nden bir karar çıkartmaları o kadar kolay değil. Bir ülkenin geçmişe dönük iddialar yüzünden itham altında kalmasını birçok üye devletin tehlikeli bir emsal olarak görmesi olasılığı kuvvetlidir. Fakat bizde, Türkiye’nin kendisinin BM’de bir inisiyatif alması fikrini ileri sürenler var. Bu düşünceyi benimseyenler, BM’nin gözetimi altında soykırım iddialarını araştırmak üzere bilim adamlarından oluşan bir komisyon kurulmasını Türkiye’nin önermesini öngörüyorlar.
Şayet Ermenilerin inisiyatifi ile asamble toplanırsa böyle bir öneri kuşkusuz isabetli bir karşı manevra teşkil edebilir. Fakat bizim resen BM’de atılıma geçmemiz, Ermenilerin karşı manevralarına imkán yaratır. Bir başka görüşe göre ise Türkiye, Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD) veya Uluslararası Daimi Hakem Mahkemesi’ne (UDHM) başvurulmasına ve bu kurumların 1948 tarihli Soykırım Sözleşmesi hükümlerine göre karar vermelerine karşı çıkmamalı, hatta gerekiyorsa kendisi müracaat etmelidir.
Böyle bir yaklaşım ciddi tehlikeleri beraberinde getirir. Ermeni iddialarına karşı hukuki alanda Türkiye’nin elindeki en kuvvetli koz, Soykırım Sözleşmesi’nin geriye dönük olmamasıdır. Uluslararası hukukçuların görüşünce sözleşme geriye dönük olmadığından Türkiye’ye kolektif veya bireysel sorumluluk yöneltilemez, toprak veya tazminat talebinde bulunulamaz.
UAD’ye veya UDHM’e başvuru ise Türkiye’nin Soykırım Sözleşmesi’nin geriye dönük şekilde işletilmesini kabul ettiği anlamına gelir.
***
Elimizdeki belgelere güveniyorsak, Türk, Ermeni ve tarafsız ülkelerin tarihçilerinin meseleyi inceleyerek bir sonuca varmaları iyi bir çözüm olabilir. Türkiye esasen bu görüşü daima savunmuştur. Ne var ki tarihçilerin kendi aralarında anlaşmaya varmaları ihtimali zayıftır. Her iki tarafta da tarihçiler kendi görüşlerine sıkı sıkıya bağlıdırlar. Bu durum özellikle Ermeni tarihçiler için geçerlidir.
Türk tarihçileri arasında Avrupa Parlamentosu’ndan övgü bile alan revizyonist tarihçiler vardır; fakat Ermeniler arasında değişik görüşe yatkın tek bir tarihçi yoktur. Üçüncü ülkelerden katkıya gelince, tarafsız hukukçu gibi tarafsız tarihçi bulmak da her zaman mümkün olmuyor.
Ermeni iddiaları Türkiye’nin AB’ye üyelik süreci çerçevesinde de karşımıza çıkmaya devam edecektir. Sorunu büyük riskler almayı gerektiren cepheden bir atakla mı, yoksa onu aşacak koşulları yaratarak mı çözmenin daha doğru olacağı iyice tartılmalıdır.
Yazının Devamını Oku 8 Ocak 2005
<B>TÜRKİYE’</B>nin Ortadoğu politikası iki ayrı açıdan değerlendirilebilir: İkili ilişkiler ve bölgesel sorun ve ihtilaflara yaklaşımlar. İkili ilişkiler bağlamında AKP hükümetinin çok başarılı bir politika güttüğüne şüphe yok. Komşumuz Suriye ile ilişkilerde elde edilen sonuçlar bunun en güzel örneğini oluşturuyor. Yine komşumuz İran ile Tahran’daki rejimden kaynaklanan sıkıntılara rağmen ilişkiler önemli ölçüde geliştirildi.
Diğer ülkelerle de eskisine oranla çok daha fazla diyalog ve işbirliği içindeyiz. Belki Körfez ülkelerine daha fazla açılıma ihtiyaç var. İsrail ile ilişkilerimize gelince, bunları bugünkü daha sınırlı ve gerçekçi boyutlarda tutmak isabetli olur.
Bölgesel sorun ve ihtilaflara yaklaşım alanında tablo biraz daha karmaşık. İran’ın nükleer silah imalinde kullanılabilecek zenginleştirilmiş uranyum ve orta ve uzun menzilli füzeler geliştirmek politikasına her nedense şimdiye kadar bir hayli bigáne kaldık. Oysa Türkiye’ye karşı hasmane bir tutum içinde olmasa bile, komşu bir ülkenin kitle imha silahlarına sahip olmasından hem kendi güvenliğimiz, hem de bölgenin istikrarı bakımından en fazla kaygıyı bizim duymamız gerekirdi.
Şimdiki aşamada İran’ın nükleer programları hiç değilse geçici bir süre için uluslararası kontrol altına alınmış bulunuyor. Fakat İran yükümlülüklerini tamamen yerine getirmezse ABD ya doğrudan veya İsrail’e yeşil ışık yakarak İran’daki nükleer tesislerin havadan tahribine girişebilir. O takdirde tepkimiz ne olacak? ABD işi İsrail’e havale ederse tepkisiz kalamayız. İsrail’in bütün bölgenin jandarmalığına kalkışması ciddi bir sorun yaratır.
* * *
Irak konusunda politikamızın parametrelerini tutarlı bir şekilde çizdiğimiz de iddia edilemez. Bu bir dereceye kadar mazur görülebilir; çünkü Irak’ta seçimlerin yapılıp yapılamayacağı belli olmadığı gibi seçimlere gidildiği takdirde Irak’ta nasıl bir tabloyla karşılaşacağımızı kimse öngöremiyor. Irak’ın toprak bütünlüğünü şeklen koruyabileceği varsayılsa bile fiilen bir bölünmenin gerçeklemesi mümkündür.
Kerkük’ün statüsünün ne olacağı da bugünden kestirilemez. Türkiye’nin olası gelişmelere karşı tepkisini nasıl ayarlayacağını çok ciddi şekilde düşünmek gerekir. Elimizde diplomasi ve ekonomik yaptırımlar dışında bir imkán gözükmüyor. Bülent Ecevit, İsmet İnönü’nün kendisine vaktiyle ‘şartlar müsait olduğunda Musul’u alın’ dediğini de naklederek Türkiye’nin Kuzey Irak’a bugünden askeri bir müdahalede bulunmasını tavsiye ediyor.
ABD kuvvetlerinin mevcudiyetine rağmen bu müdahaleyi nasıl yapabileceğimiz konusu zihninde galiba pek sarih değil. Fakat ABD kuvvetleri orada olmasa dahi Irak’a bir müdahalenin siyasi, askeri ve ekonomik sonuçlarının vahim olacağı ve AB politikamızın bir anda çökeceği kesindir.
* * *
Dışişleri Bakanı’nın İsrail’i ve Filistin’i ziyaretinde Türkiye’nin barış sürecine olası katkısından bol bol söz edildi. Söylemler güzel; fakat Türkiye’nin özlü olarak ne yapabileceği belirsiz. Aslında bu konuda pro-aktif bir politikanın içinde olamayız ve olmamalıyız.
Filistinlilerin temenni ettiği gibi yol haritasının sponsorları arasına katılsak bile durum farklı olmaz. ’Kuartet’e dahil bulundukları halde AB, Rusya ve BM de geri planda kalmıyorlar mı? ABD’nin İsrail’e tam destek politikası ve İsrail’in temel düşünce modeli değişmedikçe çözüm imkánsız. Siyasi dengeler değişmeden girişilecek bir arabuluculuk ters tepebilir.
Ortadoğu politikamızda önceliklerimizi daima hatırımızda tutmalıyız ve gerçekçilikten uzaklaşmamalıyız. Gerçeklere gözünü kapatan ABD’nin nasıl bir badireye sürüklendiğini yakından gördük.
Yazının Devamını Oku