23 Nisan 2005
<B>1915 </B>yılındaki olayların 90’ıncı yıldönümü vesilesiyle Ermenistan ve Ermeni diasporasının, Erivan’da, ABD’de ve Avrupa’da <B>‘soykırım’</B> iddialarını yeniden yoğun şekilde gündeme getirmek amacıyla tertiplediği etkinlikler sürüyor. Türkiye’de de ilk defa bu olaylar üzerinde geniş bir tartışma başladı.
Bazı tarihçiler, araştırmacılar ve yazarlar şimdiye kadar genel kabul gören resmi görüşü sorguluyorlar ve 1915’te Ermenilere karşı girişilen eylemleri soykırım olarak tanımlamaktan kaçınmıyorlar. Diğer bazıları ise ‘soykırım’ tanımını kullanmaya kadar gitmemekle beraber bu tanıma oldukça yakın insanlık suçlarının işlendiğini düşünüyorlar.
Kuşkusuz herkesin bu kadar hassas bir konuda fikrini serbestçe belirtmesine itiraz edilemez. Kimsenin fikirleri yüzünden kınanmaması, demokrasinin temel prensibidir. Ne var ki, şimdiki aşamada, Türkiye’deki revizyonist tarihi yorumlar ister istemez Ermeni iddialarının çürütülmesi yolundaki çabaları zorlaştıracaktır.
* * *
Türkiye eskiden beri Ermenilerin soykırım iddialarını kanıtlamak için ileri sürdükleri belgelerin çoğunun sahte veya çarpıtılmış olduğunu savunmuş ve iki taraf tarihçilerinin, bağımsız tarihçilerin de katılımıyla 1915 olaylarını incelemesini savunmuştur. Bu yıl özellikle başlatılan kampanya çerçevesinde Genelkurmay Başkanlığı ve Türk Tarih Kurumu arşivlerindeki belgelerin bir kısmını yayımladılar.
Arşivlerdeki diğer belgeler de yayımlanınca bunların hepsinin topluca ikna edici bir tahlili ve değerlendirilmesi de herhalde yapılacaktır. Yoksa belgelerin teker teker veya topluca yayımlanmasının, yıllardan beri sürdürülen yoğun Ermeni propagandasının ürünü olan algılamaları değiştirmesi beklenemez.
Kurumlarımızın çabalarından kısa sürede sonuç alınması kolay değildir. Ermeni iddialarını en çarpıcı bir şekilde cerheden Justin Mc Carthy bile bu işin 20-25 yıl sürebileceğine dikkat çekmiştir.
* * *
AKP’nin ve CHP’nin bir arada Birinci Dünya Savaşı’nda İngiliz Parlamentosu tarafından hazırlanan meşhur ‘Mavi Kitap’ın bir propaganda belgesi olduğunun kabul edilmesi için yaptıkları girişim yapıcı olmakla beraber akıbeti kesin değildir. İngiltere Parlamentosu, TBMM’nin talebini reddederse veya kitabın propaganda amacıyla hazırlanmış olmakla beraber orijinal belgeleri içerdiğini açıklarsa düşünülen sonucun tam tersi ortaya çıkabilir ve bundan Ermeniler kazançlı çıkarlar.
Bu yıl Ermeni sorunu bakımından sıkıntılı bir yıl olacak. Çeşitli söylemler, kararlar ve ithamlarla karşılaşacağız. Polonya da ‘soykırımı’nı kabul edenler kervanına katıldı. Aslında bizi en fazla Başkan Bush’un yarın 24 Nisan vesilesiyle yapacağı açıklamada ‘soykırım’ sözcüğünü kullanması ve/veya ABD Kongresi’nden ‘soykırım’ı kabul eden bir karar çıkması tedirgin eder.
Bush geçen yıl 24 Nisan’da ‘1.5 milyon Ermeni’nin tehcir ve cinayet yolu ile yok edildiğini’ ifade etmiş; fakat ‘soykırım’ dememişti. Kongre’de de bu yıl bir karar çıkartılması yönünde çok daha büyük bir baskı var. Türk-Amerikan ilişkileri üzerindeki bulutlara İncirlik konusundaki belirsizlik de eklendi.
* * *
Dış politikada zor sorunlarla dolu yüklü bir gündem karşısında bulunuyoruz. Olumsuz gelişmeler karşısında soğukkanlılığımızı muhafaza etmeliyiz.
Kapsamlı bir stratejimiz olmazsa, meseleler arasındaki etkileşimi gözden kaçırırsak, her olaya kamuoyunun en radikal kesimlerinin beklediği varsayılan tepkilerle karşılıkta bulunursak bir yere varamayız; olsa olsa kendi çıkarlarımıza zarar veririz.
Yazının Devamını Oku 19 Nisan 2005
<B>İKİ </B>gün önce KKTC’de yapılan başkanlık seçimlerini bir dönüm noktası olarak nitelendirmek abartılı sayılmamalıdır. Mesele gerçekten yalnızca Cumhurbaşkanı’nın değişmesi değildir. Mehmet Ali Talat’ın ilk turda seçilecek kadar oy toplaması, KKTC’nin son birkaç yılda büyük bir siyasi evrim gerçekleştirdiğini, 30 yıldan beri egemen olan bir düşünce modelini terk ettiğini, Kıbrıs Türklerinin kendi kaderlerinin tayininde daha fazla söz sahibi olmak istediklerini kanıtlıyor.
Kıbrıs meselesinin çözümü yolunda ilerleme olsun veya olmasın bundan sonra KKTC ile Türkiye arasındaki ilişkilerin de temel dayanışmayı etkilemeden yeni bir zemine oturtulması gerekir. Türkiye artık güvenlik boyutu dışında KKTC yönetimini tasarruflarında ve politikasında daha serbest bırakmalı, bir nevi vesayeti sürdürdüğü izlenimini vermemelidir.
***
Seçimler, cumhurbaşkanlığından ayrılan; fakat siyaset sahnesini terk etmemekte azimli görünen Rauf Denktaş’ın tarihi rolünün uzun uzun tartışılmasına da vesile teşkil etti. Kıbrıs davasının en önde gelen kahramanının Denktaş olduğunda kimsenin şüphesi yok.
Denktaş, cevval zekásı, karizması, cesareti, sevimli kişiliği, nüktedanlığı, hitabet kabiliyeti ve davasına sarsılmaz bağlılığı ile büyük bir politik lider olarak daima saygı ve sevgi ile hatırlanacaktır. Ancak her insan gibi onun da unutulmaması gereken kusur ve zaafları var. Örneğin, KKTC’nin ekonomik sorunlarına hiçbir zaman büyük ilgi göstermedi, kendisini yalnızca bir siyasi dava adamı telakki etti.
Uzun sürede kimseyle çok iyi geçinemedi. İyi bir müzakereci miydi?Türkiye’de çok makbul olan ‘muhatabına kök söktürmek ve hiç esneklik göstermemek’ anlamında evet. Fakat her müzakerenin bir stratejisi olur.
Lozan’da Atatürk’ün stratejisi bir an önce askeri alanda kazandığı zaferi uluslararası bir antlaşmayla tescil ettirmekti. Bunun geciktirilmesinin tehlikelerinin bilinci içindeydi ve bazı ödünler vermekten kaçınmadı.
Denktaş’ın stratejisi olsaydı 2002 yılında fırsat varken Annan Planı’nı kabul ederek Güney Kıbrıs’ın tek başına AB’ye girmesini önler ve hem kendi halkına, hem de Türkiye’ye büyük bir hizmette bulunurdu. Annan Planı’nın uygulanması kuşkusuz çok zordu; fakat uygulamada aşılamayacak güçlükler çıksaydı AB içinde iki ayrı devlet veya çok gevşek bir federasyon formülü kaçınılmaz hale gelecekti.
Bugün ise Güney Kıbrıs’ın tek başına AB üyesi olmasının hem KKTC, hem de Türkiye için ne kadar çetin sorunlar yarattığını her gün gözlemliyoruz.
***
Denktaş’ın bundan sonra aktif politikaya katılmasa bile Türkiye’deki radikal neo-milliyetçiliğin onursal liderliğini üstleneceği anlaşılıyor. 15 Nisan tarihli Milliyet Gazetesi’nde Musa Peygamber’in ’on emri’ gibi Türkiye’ye yönelik ‘on mesaj’ı yayımlandı. Bu on mesajın her biri Türk milletinin kendine özgüvenini sarsacak ve Türkiye’de zaten tehlikeli boyuta varmış olan siyasi ve toplumsal gerginliği körükleyecek nitelikte.
Siyasi hayatı şan ve şeref içinde sona eren bir insanın bu kadar buruk ve hırçın olmasının nedenini anlamakta güçlük çekiyorum.
Denktaş ile son iki yıl öncesine kadar zaman zaman buluştuğumuz gibi arada sırada da mektuplaşırdık. 10 Haziran 2001 tarihli oldukça uzun mektubumun sonunda şunu yazmışım:
‘Siz nasıl olsa bir milli kahraman olarak tarihe geçeceksiniz. Ben yalnız Kıbrıs’ta değil; fakat Türkiye çapında bir büyük devlet adamı olarak tarihe geçmenizi istiyorum. Sizin izleyeceğiniz yol, Kıbrıs Türklerinin olduğu kadar Türkiye’nin de kaderini geniş ölçüde belirleyecek. Sizin yerinizde olsa Atatürk ne yapardı diye bir düşünün.’
O zaman düşünmedi, umarım bundan sonra düşünür.
Yazının Devamını Oku 16 Nisan 2005
<B>SON </B>zamanlarda cereyan eden olaylar aşırı milliyetçilik dalgasının Türkiye’yi ne gibi sarsıntılara ve tehlikelere sürükleyebileceğini açıkça gösterdi. Milliyetçiliğin şahlanışının nedenleri üzerinde derhal başlayan tartışmalar son derece yararlıdır, çünkü bugünkü toplum kutuplaşmaları ve şiddet dürtülerinin devam etmesi hiçbir dış gücün yapamayacağı kadar ülkeyi böler ve zayıflatır. Bu tartışmalarda yapılan irdelemeler üzerinde durmayacağım, fakat vurgulamak istediğim önemli bir nokta var: genellikle toplumdaki bütün tepkilere hákim olan inanılmaz özgüven eksikliği.
***
Atatürk ne kadar uzak görüşlüymüş, başlıca çabalarından biri halka özgüven aşılamaktı. Türkiye o tarihte bugünkünden çok daha fazla tehditlerle karşı karşıyaydı, çok daha fakirdi, ekonomik ve sosyal yapısı çok daha zayıftı. Buna rağmen Atatürk amacında geniş ölçüde başarılı oldu. Bugün ise Türkiye, bazı kırılganlıklarına rağmen çok daha güçlü bir devlet, çok daha güçlü bir toplum. Demokrasisi ve demokratik kurumları gittikçe kuvvetleniyor. Sürekli hızlı büyümeyi sağlayan dinamik bir ekonomisi, isabetli bir mali politikası mevcut. Her zamankinden daha güçlü ve modern olan ordusu uluslararası barış operasyonlarına katkısı ile dünyada takdir topluyor, sivıl toplum gittikçe daha etkin bir hale gelerek demokratik sürecin gelişmesine, politik ve sosyal bilincin oluşturulmasına hizmet ediyor. Türkiye’ye yönelik ciddi bir dış tehdit mevcut değil.
***
Peki, en güçlü olduğumuz bir anda kendimize güven duymamanızın sebebi ne?Eğitim sistemimizin eleştirel düşünceden çok fikir kalıplarına yönelen, dolayısıyla sloganlara fanatikçe sarılmaya hazır insanlar yetiştirmesi kanaatimce önemli nedenlerden biridir. Bu şekilde yetişenler iç ve dış düşman fobisine ve tarihi mağduriyet psikozuna çok kolaylıkla kapılabiliyorlar. Osmanlı devletinin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin başına ne geldiyse hep dışarıdan ve özellikle Batılı ülkelerden kaynaklandığı temasını tereddütsüz benimseyebiliyorlar. Bu çarpık tarihi algılamanın etkisiyle Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünde en büyük rolü Rusya’nın oynadığı, Balkan ve Ermeni milliyetçiliklerini Rusya’nın tahrik ettiği unutuluyor. Kendi hatalarımız da hiç hatırlanmıyor. Balkan savaşları arifesinde ordunun büyük kısmının Yemen bataklığına saplanmış olması herhalde çok büyük bir stratejik dehayı yansıtmıyordu. Balkan savaşlarından bitkin çıkan bir ülkeyi alelacele Birinci Dünya savaşına sokmak ise bir çılgınlıktı. Ama Enver Paşa yine kahraman.
***
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’den toprak ve üs talep eden Sovyetler Birliği değil miydi? Bugün Rusya ile ekonomik ilişkilerin gelişmesine kimsenin bir diyeceği olamaz, bunda büyük çıkarımız da var, fakat ABD’yi potansiyel tehdit olarak algılayarak Rusya’yı neredeyse alternatif bir stratejik ortak olarak görmenin akılcı hiçbir tarafı yok. Aynı görüş Suriye için de geçerli. Şam’ın 20 yıl Öcalan’ı barındırdığı, ASALA ve PKK terörizmine aktif destek verdiği unutularak Lübnan’daki politikası yüzünden en fazla uluslararası eleştiriye maruz kaldığı bir anda ona elimizi uzatmamız genellikle alkışlanıyor. Suriye’nin baskısından kurtulmak isteyen Lübnan halkına ve Rusya’nın vesayetinden sıyrılmayı cesaretle başaran Ukrayna halkına fazla sempati izhar edilmedi.
***
Özgüven yokluğuna bir çare bulmamız gerek. Bütün siyasi partilerin vehimleri kurcalamak yerine kamuoyunu yatıştıracak ve ona güven verecek politikalar konusunda işbirliği yapmaları, medyanın bu sürece tam destek vermesi, sansasyonel haber ve manşetlerde ölçüyü kaçırmaması, komplo teorilerine fazla yer verilmemesi, okullarda ve üniversitelerde tartışma kültürünün geliştirilmesi, başkasının fikirlerine karşı saygılı davranılması geleneğinin yerleştirilmesi akla gelen kısa ve orta vadeli tedbirlerden bazılarıdır. Uzun vadede eğitim reformu zaten en büyük önceliğimiz olmalıdır.
Yazının Devamını Oku 12 Nisan 2005
<B>TBMM </B>Başkanı <B>Bülent Arınç</B>’ın 1995’te Meclis’te Yunanistan’a karşı alınan <B>‘casus belli’</B> kararının iptali konusunu ortaya atması bir hayli tartışmaya yol açtı. Meclis’in tasarrufunun karar mı yoksa bildiri mi olduğu da pek anlaşılamadı.
Her neyse, Türk-Yunan yakınlaşmasını pekiştirmeye yönelik bu telkine Dışişleri Bakanı bile soğuk baktığını belirtmekten geri kalmadı. Zannediyorum ki, tartışmaların, sık sık olduğu gibi kısır bir milliyetçilik yarışmasına dönüşmemesi için meselenin özüne bakmakta yarar var.
***
Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni Yunan Parlamentosu Ocak 1995’te onaylarken, Yunanistan’ın istediği anda sözleşmenin kendisine verdiği hakkı kullanarak karasularını 12 mile çıkarabileceğini belirten bir de karar kabul etmişti. TBMM de Yunanistan karasularını 6 milin ötesine uzattığı takdirde bunun savaş nedeni teşkil edeceği mukabelesinde bulunmuştu.
Ne var ki o zamandan beri köprülerin altından çok sular aktı. Türkiye, Ege’de 12 mile itiraz eden tek devlet olmadı. Özellikle ABD ve Rusya, Ege’de açık deniz alanı daralacağı için savaş gemilerinin demirleme ve manevra imkánlarının kısıtlanması olasılığına tepki gösterdiler.
Türkiye, Karadeniz ve Akdeniz’de karasularını 12 mile çıkarırken Yunanistan Adriyatik’te dahi 6 mil limitini aşmadı. İki ülke 3 yıldan beri Ege sorunları üzerinde ön görüşmelerde bulunuyorlar. Barışçı bir çözüme angaje oldular.
Yunanistan’ın tek taraflı olarak karasuları rejimini değiştirmesi ihtimali hemen hemen yok. Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Salim Dervişoğlu’nun vurguladığı gibi, ‘Ne Yunanistan karasularını 12 mile çıkartabilir, ne de Türkiye ‘casus belli’yi uygulayabilir’. Beklenmedik bir emrivakiyle karşılaştığı takdirde ise gereken orantılı mukabelede bulunabilmek için Türkiye’nin ayrıca bir Meclis kararına ihtiyaç yoktur.
Türkiye ve Yunanistan böyle bir Meclis kararı da olmadan Ege’de savaşa sürüklenmek noktasına zaten birkaç kere geldiler. Dolayısıyla TBMM’nin, içeriği Yunan Parlamentosu’nu eskiden beri tedirgin eden karar veya bildirinin artık geçerliliğini yitirdiğini ifade etmesi bir zaaf unsuru olarak yorumlanamaz.
***
Temas etmek istediğim ikinci konu, Cumhurbaşkanı’nın Suriye ziyaretidir. Bu ziyaretin zamansız ve talihsiz olduğunda kuşku yok. Ziyaretin çok önceden tertiplendiği doğruysa da 2 Eylül 2004’te BM Güvenlik Konseyi’nin kabul ettiği 1559 sayılı karardan sonra ertelenmesinin daha yerinde olacağı akla gelebilirdi.
Ziyaret büyük olasılıkla yalnızca Lübnan halkını değil; fakat Güvenlik Konseyi kararına büyük destek veren Batılı ve Arap ülkelerini de rahatsız edecek. Deniyor ki, ’Evet ama Cumhurbaşkanı orada Suriye liderine gereken mesajı verecek’. Gerçekçi olalım. Güvenlik Konseyi kararı varken ve bunu ABD, Fransa ve başlıca Arap ülkeleri desteklerken Cumhurbaşkanı’nın Şam’da vereceği mesajın büyük etki yaratacağını düşünmek mümkün değildir.
Özellikle çok az seyahat eden Cumhurbaşkanı’nın Şam’a gitmesi, kaçınılmaz olarak Suriye’nin bir şekilde desteklendiği izlenimine yol açacaktır. Suriye ile gelişen ikili ilişkilerin ve ekonomik işbirliğinin Ortadoğu politikamıza gölge düşürmesine meydan vermemek o kadar zor değildi.
***
Ortadoğu politikamızda anlamakta güçlük çektiğim bir unsur daha var. Her nedense Arap Ligi’ne gözlemci olarak katılmak girişiminde bulunmuşuz. Orada ne işimiz var sorusu ister istemez akla geliyor.
Üstelik galiba bu girişimimiz çok olumlu karşılanmamış. Aktif dış politikayı işgüzarlıkla karıştırmamakta yarar var.
Yazının Devamını Oku 9 Nisan 2005
<B>AVRUPA </B>Birliği Konseyi, 17 Aralık 2004’te bazı koşulların yerine getirilmesine bağlı olarak Türkiye ile üyelik müzakerelerinin bu yılın 3 Ekim’inde başlamasını kararlaştırdı. AB Komisyonu da bu tarihten önce İlerleme Raporu’nu ve Katılım Ortaklığı Belgesi’ni açıklayacaktı. Fakat daha sonra bu takvimde bir değişiklik yapıldı ve rapor ile belgenin kasım ayında hazır olacağı bildirildi.
Bu durumda, AB’nin 3 Ekim’e kadar atacağı başlıca adım konseyin bütün üyelerinin oydaşmasına dayanan bir müzakere çerçevesini hazırlamak olacak. Diğer taraftan konseyin kararına mesnet oluşturan komisyon raporu, müzakereler başlamadan önce bazı yasaların yürürlüğe girmesi şartını ileri sürmüştü.
Fakat Ceza Yasası taslağında sorun çıktı ve yasanın yürürlüğe girmesi 1 Haziran’a ertelendi. İki ay gibi kısa bir sürede yasa taslağının eksikliklerini tamamlamak ve ciddi çelişkilerini çözümlemek çok yoğun bir çalışmayı gerektirecek.
* * *
17 Aralık AB zirvesinde müzakerelerin başlaması için bir koşul daha Türkiye’ye kabul ettirildi: Gümrük Birliği’ni de kapsayan 1963 tarihli Ankara Antlaşması’nın ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ dahil yeni on üyeye teşmili için bir protokol imzalanması ve bunun TBMM tarafından onaylanması. Aslında Gümrük Birliği’nin genişletilmesinin ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tanınmasına yol açmaması için Türkiye daha önceden bazı taktiklere başvurmuştu.
İlk önce Bakanlar Kurulu, Kıbrıs’ı dışarıda bırakarak Gümrük Birliği’ni 9 üyeye teşmil eden bir karar kabul etti. AB Komisyonu’nun itirazı üzerine yeni kararname çıkartılarak bunun kapsamına 10 üyenin tamamı alındı; fakat ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ değil ‘Kıbrıs’ dendi.
Oysa AB’nin niyeti, Ankara Antlaşması’nın ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ne teşmiline siyasi bir nitelik vermek ve bu suretle onun Türkiye tarafından hukuken değilse bile fiilen tanınmasını sağlamaktı. Yoksa Ankara Antlaşması’nın yeni üyelere de uygulanması için parlamentoların da onayını gerektirecek bir protokol imzalanmasına hukuken gerek yoktu.
Avusturya, İsveç ve Finlandiya, AB’ye katıldıkları zaman Ankara Antlaşması onlar için otomatik olarak yürürlüğe girmişti. Daha önce üye olanlarla protokol imzalanmış, fakat parlamento onayına lüzum görülmemişti.
* * *
Peki Türkiye’nin protokolü imzalaması ve onaylaması, ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni hukuken tanınması sonucunu doğurur mu? Hayır; çünkü AB dönem başkanı ve başka hükümet başkanları aralıkta bu soruya menfi cevap verdiler. Kaldı ki KKTC’yi tanımamız ve onunla özel ilişkilerimize devam etmemiz, Güney Kıbrıs’ın adanın tamamını temsil ettiğini kabul etmediğimizin en iyi kanıtı olacaktır.
Annan Planı hakkındaki referandumun Kuzey’de ve Güney’de ayrı ayrı yapılmış olması da Kıbrıs’ta iki halkın mevcudiyeti noktasından hareket edildiğini göstererek hukuki tutumumuzu güçlendirmiştir. Savımızı bu iki noktaya dayandırmak yeterleridir. Bitmez tükenmez hukuki tartışmalardan kaçınmak isabetli olur; çünkü bunlarla bir yere varılamaz.
Uluslararası hukukun her zaman biraz ikircikli olduğunu, devletlerin tutum ve uygulamalarının bu hukukun oluşmasında bir unsur teşkil ettiğini unutmayalım. Protokol meselesinde bizim için asıl tehlike, son aşamada iç tartışmaların yoğunlaşması ve takvimde bir gecikmeye sebep vermesi ihtimalidir.
Protokolün TBMM’de onayının 3 Ekim’den önce sağlanması daha doğru olur. Aksi takdirde beklenmedik güçlükler çıkabilir. Hükümet de zannediyorum bu gerçeğin bilincinde.
Yazının Devamını Oku 5 Nisan 2005
<B>BİR </B>önceki yazımda Türkiye ile ABD arasında uzun süreli ortak çıkarlar bulunduğunu belirtmiştim. Türkiye’nin jeopolitiği ve ABD’nin bütün dünyaya yayılan ve özellikle Türkiye’yi çevreleyen bölgelerdeki stratejik konumu değişmeyeceğine göre iki ülke konjonktürel iniş çıkışlardan etkilenmeden işbirliği içinde bulunmak mecburiyetindedirler. Türkiye’nin AB ve ABD politikalarının birbirini tamamladığını da daima göz önünde bulundurmalıyız. AB üyeliği siyasi ve ekonomik boyutu yanında Türkiye’nin bölgedeki ağırlığını ve rolünü artıracak bir faktördür. Fakat Türkiye’nin transatlantik işbirliğinde ve bölgesindeki oluşumlarda potansiyeline uygun bir rol üstlenmesi, ABD ile ilişkilerinin seyrine de bağlı.
Türkiye’nin gerek AB ve gerek ABD ile politikasında makro tabloyu göz önünde bulundurmasında ve mikro gelişmelere lüzumundan fazla değer vermemesinde sayılamayacak kadar fayda var.
***
ABD ile ilişkilerimizin bundan sonra da stratejik boyutu ağır basacağına göre askeri işbirliği önceliğini koruyacaktır. Bu işbirliği konusunda mevcut ahdi yükümlülükler dışına çıkmamak gerekirse de zaman zaman bir derece esneklik gösterilebilmelidir.
Pragmatik yaklaşımlara yer vermeyen stratejik bir ortaklık olamaz. Irak savaşına en muhalif olan AB üyelerinin toprakları üzerindeki ABD üslerinin serbestçe kullanılmasına izin verdiklerini unutmayalım.
ABD ile ilişkilerimizde Irak en hassas konu olmaya devam edecektir. ABD’nin bazı şeyleri yapmayacağını veya yapamayacağını, Irak hükümetini her konuda zorlamak istemeyeceğini görmemiz lazım. Örneğin, Irak’taki PKK militanlarına karşı bir operasyon yürütmesini artık beklememeliyiz.
Buna karşılık Irak’ın toprak bütünlüğünün korunmasında çıkarlarımız örtüşür; çünkü ABD, İran’ın bölgedeki nüfuzunu artıracak bir gelişmeye izin vermek istemez. İran’da önümüzdeki yıllarda ne gibi gelişmeler olacağı tabii çok önemli.
Bir rejim değişikliği bugünkü bütün algılamaları değiştirebilir ve İran birdenbire ABD için de Ortadoğu ve Asya denkleminin ağırlıklı bir öğesi, hatta stratejik bir paratoner haline gelebilir. Uzun vadeli siyaset planlamamızda böyle bir evrim olasılığını hesaba katmalıyız.
***
Daha kısa sürede ABD ile ilişkilerimizi etkileyecek bir sorun Ermeni meselesidir. Bu yıl Kongre’den Ermeni iddialarını destekleyecek bir karar çıkması kaçınılmaz olarak Türkiye’de büyük tepki doğurur. Kongre’de çoğunluk Cumhuriyetçiler’de olduğuna göre Başkan Bush aleyhimizde bir kararı önleyebilir. Başbakan Erdoğan bu konuda Bush’a güvendiğini açıkladığına göre herhalde bir şekilde kendisinden teminat altına almıştır.
Güney Kıbrıs’ın AB üyesi olması nedeniyle NATO içinde de bir sorun çıktı. Güney Kıbrıs ve Malta, NATO ile ‘Barış için Ortaklık’ kapsamında olmadıklarından NATO destekli AB kriz yönetimi ve operasyonlarına ilişkin NATO-AB danışmalarına katılmıyorlar.
Fakat NATO Konseyi ile AB’nin ‘Siyasi İşler ve Güvenlik’ Komitesi arasındaki ortak toplantılara katılmalarına Türkiye’den başka kimse itiraz etmiyor. Gerçi bu konu daha çok AB’yi ilgilendirir; fakat ABD de NATO ile AB arasındaki güvenlik işbirliğinin zedelenmesini istemiyor.
***
Bir başka mesele, Karadeniz’le ilgili. Türkiye, terörle mücadele kapsamında NATO’nun denizde yürütmek istediği gözetleme operasyonlarının Karadeniz’e teşmiline Rusya ile beraber karşı çıkıyor. Bu yüzden bazı Amerikalı siyasi bilimciler, Montrö Sözleşmesi’nin gözden geçirilmesi gerektiğinden söz etmeye başladılar.
Meseleler daima karşımıza çıkacaktır. Yapılması gereken sürekli bir diyalog içinde bulunmak, öncelikleri gözden kaçırmamak ve esnekliği elden bırakmamaktadır.
Yazının Devamını Oku 2 Nisan 2005
<B>TÜRK-</B>Amerikan ilişkilerinde inişler, çıkışlar ve gerginlikler her zaman olmuştur. Daha 1971’de Türkiye’ye dost bir Amerikalı diplomat, <B>‘Sorunlu İttifak’ </B>diye adlandırdığı bir kitap yazmıştı. Gerçekten 1960’lı ve 70’li yıllarda Amerikalı bahriyelilerin denize atıldığını, havacılarının kaçırıldığını, ABD Büyükelçisi’nin otomobilinin yakıldığını gördük. Johnson mektubu ve silah ambargosu hiç unutulmadı ve unutturulmadı.
Günümüze gelindiğinde ise Irak savaşı öncesindeki gelişmeler ve savaş sonrasında Amerikan hükümetinin ve işgal kuvvetlerinin davranışları, iki taraf hükümetleri, askeri kurumları ve kamuoyları arasında aşılması kolay olmayan bir kırgınlık ve güven bunalımı doğurdu.
***
Milletlerin belleklerinde iyi anılardan çok kötüleri canlı kalıyor. Türkiye’de pek az kimse Türk-Amerikan ilişkilerinin olumlu yönleri üzerinde durur. Truman doktrini, Sovyetlerin Boğazlar’da üs taleplerinin reddedilmesi, Marshall yardımı, Türkiye’nin NATO’ya girişi, Kıbrıs meselesindeki yardımlar, Acheson planı, Öcalan’ın Kenya’da uçağa teslimi, eski Başkan Clinton’ın 1999’da Türkiye’ye çok başarılı ziyareti, Bakü-Ceyhan boru hattına kritik destek Türk-Amerikan ilişkileri hakkındaki değerlendirmelerde fazla ağırlık taşımaz.
Kuşkusuz Irak savaşı ve savaştan sonra ABD’nin inanılmaz hataları bütün dünyada tepki doğurmuştur. Türkiye’deki tepkinin özelliği aynı zamanda şiddetli ve genel bir Batı aleyhtarlığına bürünmesidir. ABD’ye karşı duyulan infialde dezinformasyonun da payı büyük. ABD’nin sürekli Türkiye hakkında karanlık emeller beslediğini ve Türkiye’yi tuzağa düşürmek istediğini kanıtlamak için abartılı haberler ve yorumlar hemen hiç eksik olmuyor. İncirlik üssünün lojistik bir merkez haline getirilmesine yönelik ABD talepleri hakkında da hayal gücü boş durmuyor. İleri sürülen iddiaların ne kadar doğru olduğunu yakında anlayacağız.
***
Türkiye’nin bugünkü uluslararası koşullarda AB ile olduğu kadar ABD ile de yakın bir ortaklığa ihtiyaç duyduğu gözden kaçmamalıdır. Ortadoğu’da, Kafkasya’da, Orta Asya’da ve Karadeniz’de siyasi dengelerin oluşmasında, stratejik istikrarın sağlanmasında, global terör ile mücadelede ABD ile işbirliğinin alternatifi mevcut değil. Türkiye’nin bugün Batı ile en sağlam kurumsal bağı NATO’dur. Ne var ki müstakbel transatlantik işbirliğinin başlıca odak merkezi küreselleşmeden kaynaklanan sorunların değişik nitelikleri nedeniyle artık NATO olmayacak. Bu durumda ABD ile iyi ilişkiler içinde bulunmak ancak yıllar sonra AB’ye katılacak olan Türkiye’nin çıkarlarına hizmet eder. ABD ile AB arasındaki rekabetten, menfaaat ve politik kültür farklarından yararlanmak gibi oportünist görüşlerin geçerliliği yoktur, çünkü son gelişmeler ABD ile Avrupa arasındaki temel dayanışmanın her şeye rağmen güçlü olduğunu göstermiştir.
***
ABD ile ilişkilerimizde Gürcistan, Ukrayna, Lübnan ve hatta Kırgızistan’daki halk hareketlerinde ille bir Amerikan parmağı gören zihniyetten de artık kopmalıyız. Rusya ve Suriye olabileceği kadar ‘masum’, ABD daima ’meşum’ gibi önyargılardan vazgeçelim. ABD bu ülkelerde sivil topluma destek vererek demokratik eğilimleri güçlendirdiyse bunun zararı nerede? Ukrayna halkının Batı’ya yakınlaşmak, Lübnan halkının yıllarca ülkeyi egemenliğinden mahrum bırakan ve onu kendi emelleri için kullanan Suriye’den kurtulmak istemesinin yadırganacak bir tarafı var mı? Lübnan yerine Suriye’ye sempati duyduğumuz intibaını verecek jestler de en hafif deyimle talihsizliktir.
Bir sonraki yazımda Türkiye ile ABD arasındaki bazı sorunlara değineceğim.
Yazının Devamını Oku 29 Mart 2005
<B>17 </B>Aralık 2004’ten sonra Türkiye’nin dikkatinin AB üyelik süreci üzerinde odaklanması ve toplumun genellikle bir iyimserlik havası içine girmesi beklenirdi. Ne yazık ki öyle olmadı. Gündemi birdenbire başka sorunlar kapladı. Hükümet yol haritasını şaşırdığı ve üyelik sürecine ilişkin politikalarda bocaladığı izlenimini verdi; bürokrasi AB uyum reformlarının sekteye uğraması ve hatta gerilemesi için her zamandan fazla gayretkeşlik gösterdi.
Radikal sağın ilkel milliyetçilik dürtüleriyle radikal solun ezeli Batı ve liberalizm düşmanlığının sentezi şeklinde ortaya çıkan neo milliyetçilik yükselirken, etnik milliyetçilik gerilimi körüklemekten sakınmadı. Kürt kökenli politikacılar inanılmaz bir sorumsuzlukla AB kriterlerinin çok ötesinde Anayasa değişikliği, federasyon, Kürtçe’nin resmi dil olarak tanınması gibi maksimalist talepler ileri sürdüler, PKK ile bağlantılarını kanıtlayan davranışlardan çekinmediler.
Nevruz kutlamaları sırasında bayrağa yapılan saldırının şiddetli tepki çekmesi, herhalde etnik milliyetçiliği tahrik edenler için sürpriz teşkil etmemiştir. Terörle mücadelenin en zor zamanlarında bile toplumsal çatışmayı önleyen basiret ve sağduyunun erozyonuna meydan verilmemelidir.
***
Bugünkü genel tablo içinde Öcalan’ın yeniden yargılanması sorunu ortamı daha da ağırlaştıracak niteliktedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Öcalan yakalandıktan sonra yapılan yargılamanın adil olup olmadığına önümüzdeki haftalarda karar verecek.
Kararın özellikle yargılamanın yöntemi açısından menfi olması çok muhtemel. AİHM kararının Türkiye’de uygulanması bağlamında ise halen tam bir mevzuat karmaşası içinde bulunuyoruz; çünkü 2003 tarihli ve 4793 sayılı kanunla yeniden yargılama kuralına istisnalar getirildi.
Öcalan ve onunla birlikte diğer doksan kişi, yeniden yargılamaya imkán veren yasal düzenlemenin kapsamı dışında bırakıldı. Ne var ki bu düzenleme ile Anayasa’nın 90’ıncı maddesinde yapılan değişiklik birbiriyle çelişiyor. Anayasa şimdi temel hak ve özgürlüklere ilişkin sözleşme ve yasaların çatışması halinde uluslararası yükümlülüklerin üstün tutulmasını kabul ediyor.
Yargı bu durumda iç hukukla AİHM’nin içtihatlarını da içeren Avrupa hukuku arasında sıkışacak. Diğer taraftan AİHM bir kere kararını verdikten sonra bu kararın uygulanması sorumluluğu artık Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne geçiyor. Bakanlar Komitesi ise AİHM kararlarının siyasi yansımalarını tamamen göz ardı edecek bir kuruluş değil. Türkiye’nin, iç hukukunda yapacağı ayarlamalarla bir çıkış yolu bulmasını tercih edebilir.
***
Çıkış yolu, ceza hukukuna ilişkin yasalarda gerekli değişikliklerin yapılmasıyla Öcalan ve diğer davaların tekrarına imkán sağlanmasıdır. Bu suretle, bireysel başvurular üzerine yeniden yargılamanın gerekli olup olmadığına karar vermek Türk mahkemelerinin yetkisi içinde olacaktır.
Yargılamanın tekrarlanmasına lüzum olmadığı sonucuna varılırsa Bakanlar Komitesi’nin bu karara mutlaka itiraz etmesi kesin değil. Kaldı ki meselenin Türk yargısı tarafından bizzat ele alınması bir hayli vakit kazandırır.
Hukuki sorunlarda esneklik zemininin hazırlanması yanında, Türkiye’deki siyasi ve toplumsal gerginlik, evham ve sinirlilik havasının dağıtılması için de hükümet, siyasi partiler, kurumlar, üniversiteler, medya ve sivil toplum örgütleri çaba harcamalılar.
Her yerde bir düşman, her uluslararası gelişmede mutlaka ucu bize dokunacak bir komplo sezmekten, gerçekle ilgisi olmayan abartılı ve tepki yaratmaya yönelik haber ve yorumlara derhal inanmaktan, her şeyi siyah veya beyaz görmekten vazgeçmeliyiz. Gri, sağduyunun rengidir.
Yazının Devamını Oku