TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın 1995’te Meclis’te Yunanistan’a karşı alınan ‘casus belli’ kararının iptali konusunu ortaya atması bir hayli tartışmaya yol açtı.
Meclis’in tasarrufunun karar mı yoksa bildiri mi olduğu da pek anlaşılamadı.
Her neyse, Türk-Yunan yakınlaşmasını pekiştirmeye yönelik bu telkine Dışişleri Bakanı bile soğuk baktığını belirtmekten geri kalmadı. Zannediyorum ki, tartışmaların, sık sık olduğu gibi kısır bir milliyetçilik yarışmasına dönüşmemesi için meselenin özüne bakmakta yarar var.
***
Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni Yunan Parlamentosu Ocak 1995’te onaylarken, Yunanistan’ın istediği anda sözleşmenin kendisine verdiği hakkı kullanarak karasularını 12 mile çıkarabileceğini belirten bir de karar kabul etmişti. TBMM de Yunanistan karasularını 6 milin ötesine uzattığı takdirde bunun savaş nedeni teşkil edeceği mukabelesinde bulunmuştu.
Ne var ki o zamandan beri köprülerin altından çok sular aktı. Türkiye, Ege’de 12 mile itiraz eden tek devlet olmadı. Özellikle ABD ve Rusya, Ege’de açık deniz alanı daralacağı için savaş gemilerinin demirleme ve manevra imkánlarının kısıtlanması olasılığına tepki gösterdiler.
Türkiye, Karadeniz ve Akdeniz’de karasularını 12 mile çıkarırken Yunanistan Adriyatik’te dahi 6 mil limitini aşmadı. İki ülke 3 yıldan beri Ege sorunları üzerinde ön görüşmelerde bulunuyorlar. Barışçı bir çözüme angaje oldular.
Yunanistan’ın tek taraflı olarak karasuları rejimini değiştirmesi ihtimali hemen hemen yok. Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Salim Dervişoğlu’nun vurguladığı gibi, ‘Ne Yunanistan karasularını 12 mile çıkartabilir, ne de Türkiye ‘casus belli’yi uygulayabilir’. Beklenmedik bir emrivakiyle karşılaştığı takdirde ise gereken orantılı mukabelede bulunabilmek için Türkiye’nin ayrıca bir Meclis kararına ihtiyaç yoktur.
Türkiye ve Yunanistan böyle bir Meclis kararı da olmadan Ege’de savaşa sürüklenmek noktasına zaten birkaç kere geldiler. Dolayısıyla TBMM’nin, içeriği Yunan Parlamentosu’nu eskiden beri tedirgin eden karar veya bildirinin artık geçerliliğini yitirdiğini ifade etmesi bir zaaf unsuru olarak yorumlanamaz.
***
Temas etmek istediğim ikinci konu, Cumhurbaşkanı’nın Suriye ziyaretidir. Bu ziyaretin zamansız ve talihsiz olduğunda kuşku yok. Ziyaretin çok önceden tertiplendiği doğruysa da 2 Eylül 2004’te BM Güvenlik Konseyi’nin kabul ettiği 1559 sayılı karardan sonra ertelenmesinin daha yerinde olacağı akla gelebilirdi.
Ziyaret büyük olasılıkla yalnızca Lübnan halkını değil; fakat Güvenlik Konseyi kararına büyük destek veren Batılı ve Arap ülkelerini de rahatsız edecek. Deniyor ki, ’Evet ama Cumhurbaşkanı orada Suriye liderine gereken mesajı verecek’. Gerçekçi olalım. Güvenlik Konseyi kararı varken ve bunu ABD, Fransa ve başlıca Arap ülkeleri desteklerken Cumhurbaşkanı’nın Şam’da vereceği mesajın büyük etki yaratacağını düşünmek mümkün değildir.
Özellikle çok az seyahat eden Cumhurbaşkanı’nın Şam’a gitmesi, kaçınılmaz olarak Suriye’nin bir şekilde desteklendiği izlenimine yol açacaktır. Suriye ile gelişen ikili ilişkilerin ve ekonomik işbirliğinin Ortadoğu politikamıza gölge düşürmesine meydan vermemek o kadar zor değildi.
***
Ortadoğu politikamızda anlamakta güçlük çektiğim bir unsur daha var. Her nedense Arap Ligi’ne gözlemci olarak katılmak girişiminde bulunmuşuz. Orada ne işimiz var sorusu ister istemez akla geliyor.
Üstelik galiba bu girişimimiz çok olumlu karşılanmamış. Aktif dış politikayı işgüzarlıkla karıştırmamakta yarar var.