1 Mart 2005
<B>TÜRKİYE </B>çapında bir devletin çok boyutlu bir politika gütmek istemesi aslında doğaldır. Ancak temel öncelikler üzerindeki odaklanmayı zayıflatmak pahasına değil. Son zamanlarda Türkiye’nin 17 Aralık 2004 AB zirvesinde alınan karar gereğince bu yılın ekim ayında başlayacak üyelik müzakerelerine yönelik hazırlık çalışmalarında ve yapılanmada gevşek davrandığı intibaı zaten oldukça yaygın. AKP hükümetinin işi yavaştan almasının artık bir süre başka ufuklara yönelmek isteğinden kaynaklandığı, Brüksel’de cereyan eden bazı tatsızlıkların AB çevrelerinde olduğu kadar Türk heyetinde de bir bezginlik yarattığı yolunda yorumlar da mevcut. Başbakan’ın takdir edilecek insancıl düşüncelerle de olsa tsunami felaketine uğrayan ülkeleri günlerce ziyaret etmesi, arkasından Balkanlar’a gitmesi bazı soruları akla getirmekten geri kalmadı. Hükûmetin, Türkiye’yi bir ‘merkez ülke’ olarak tanımlayan AKP’li diplomasi uzmanlarınca üretilmiş iddialı teorilerin etkisinde kalıp kalmadığı bu sorulardan biri. Şimdi de kapsamlı bir Afrika açılımı tasarlanmış olması da ister istemez akılları karıştırıyor.
***
Türk diplomasisi uzun yıllardan beri Siyah Kıta’nın cazibesine zaman zaman kapılır, Afrikalı ülkelere ziyaretler tertip edilir, hatta ticareti teşvik edeceği düşüncesi ile bazı ülkelere şilep seferleri düzenlenir, bir hayli kaynak israf edilir ve sonra Afrika dosyası bir süre rafa kaldılır. Anlaşılan yeniden Afrika tutkusuna kapılıyoruz. İyi de Başbakan ziyaretleri, gösterişli ‘çıkarmalar’ ve parlak söylemler dışında Afrika’da ne yapılabilir? Acaba bu konuda ciddi bir inceleme yapıldı mı?
Bugün Sahra’nın güneyindeki Afrika büyük bir facia yaşıyor. Afrika dünyanın diğer bölgelerindeki gelişmelere ters düşen, küreselleşmeye en az ayak uyduran, kanlı iç savaşlar içinde bocalayan, bulaşıcı hastalıkların gittikçe yaygınlaştığı bir kıta. Bakın, Londra’daki ’Uluslararası Stratejik Etütler Enstitüsü’ Başkanı François Heisbourg ‘Batı’nın sonu’ adlı kitabında Afrika hakkında kısaca neler belirtiyor: ’Afrika’nın dünya ticaretindeki payı yalnızca %2,3 oranında. Afrika’nın önemli ihraç maddeleri sadece petrol(dünya petrol ihracatının % 10’u), metaller ve kıymetli taşlar. 2002 yılında dünyadaki yabancı direkt yatırımların ancak %2’si Afrika’ya yöneldi. Petrol zenginliği başka bölgelerde demokrasinin gelişmesine set çekerken Afrika’da ekonomik gelişmeyi engelledi. BM Kalkınma Programı’nın insani gelişme değerlendirmesinde en kötü notu alan 34 ülkeden 30’u Afrika’da. Siyah Kıta ayrıca korkunç bir insanlık dramı yaşıyor. Ruanda’da 1993’te 800 bin kişi katledildi. Kongo Kinşasa’da 600 bin kişi katledilirken 2.4 milyon kişi hastalık ve açlıktan öldü. Nüfusun % 7’si AIDS hastası. Afrika Cezayir’deki Selefilerin desteği ile köktendinci terörizmin savaş meydanı haline gelmek üzere. Petrol zengini ülkelerde yolsuzluk ve eşitsizlik genel kural.’
***
Peki, Türkiye Afrika’daki sorunların aşılmasına nasıl katkıda bulunacak?Ortadoğu ve Kafkasya petrolleri dururken Afrika petrolüne ihtiyacımız var mı? Özel sektörün risk göze alarak girişimleri dışında devlet ne yapabilir?Yoksa dış politikada sürekli yoğun faaliyeti bir başarı kıstası mı zannediyoruz? Belki de BM Güvenlik Konseyi’ne adaylığımıza destek sağlamayı düşünüyoruz. Fakat unutmayalım, BM’de Avrupa grubunda olduğumuz için Avrupalıların desteği olmadan o grubun resmi adayları arasına giremezsek seçilmemiz o kadar kolay olmaz. En iyisi biz yine önceliklerimize dönelim.
Yazının Devamını Oku 26 Şubat 2005
<B>GEÇEN </B>hafta sonunda Atina’da yoğun bir Türk-Yunan diyaloğu vardı. Medya temsilcileri, Türk-Yunan Forumu üyeleri ve iki tarafın üniversitelerinden öğrenciler bir araya geldiler. Ben bugün özellikle bu sonuncu buluşmadan, ‘Anlaşmazlıkları Çözmeyi ve Barış Üretmeyi Öğrenme’ konferansından söz etmek istiyorum.
Ege ve Kıbrıs sorunları ve Patrikhane gibi hassas konuların ele alındığı bu konferansta yaratıcı bir yöntem uygulanmıştı. Tartışmalar ayrı ayrı Türk ve Yunanlı gruplar arasında yapılmıyordu. Her grupta hem Türk hem de Yunanlı öğrenci vardı.
Oydaşmaya dayanan, dogmatizmden ve benmerkezcilikten uzak değerlendirmeler sundular, dengeli çözüm yolları önerdiler. Toplantı saatleri dışında dostluklarını geliştirdiler. Çok başarılı girişimleri için Yunan tarafından ‘Avrupa ve Dış Politika Vakfı’nı ve Türk tarafından Sabancı Üniversitesi bünyesindeki ‘İstanbul Politika Merkezi’ni kutlamak gerekir.
* * *
‘Türk-Yunan İlişkileri: Dün ve Bugün’ konusunda bir sunuş yapmak üzere benimle birlikte Yunanistan’ın en saygın diplomatlarından Byron Theodopoulos da toplantılara davet edilmişti. İkimiz de geçmiş deneyimlerimize dayanarak bugünü değerlendirdik.
Theodopoulos, ’Mazideki savaşları artık geride bırakalım’ derken ben Türk-Yunan ilişkilerine 1999’dan beri damgasını vuran olumlu gelişmelerden artık geriye dönüş olasılığını çok zayıf gördüğümü vurguladım. Theodoropoulos, kendi kişisel tecrübelerinin etkisiyle geçmiş hakkında oldukça kasvetli bir tablo çizdi.
Ne de olsa 6 Eylül 1955 olayları sırasında İstanbul Başkonsolosluğu’nda görev yapmış ve daha sonra meslek hayatının büyük bir kısmında Türk-Yunan ihtilaflarıyla uğraşmıştı. Fakat Yunanlı diplomat aynı zamanda gerçekçiydi. Bundan birkaç yıl önce üç eski meslektaşıyla birlikte Kıbrıs’ta bir çözümün iki ayrı devlet formülüyle çözümlenmesinin daha akılcı olacağını savunduğu için şimşekleri üzerine çekmişti.
Konuşmasında 1931’de hava sahasının 10 mile çıkarılmasının belki o tarihte Yunanistan’ın güvenliği bakımından gerekli olduğunu; fakat bugün anlamını yitirdiğini, kara sularının 6 milden 12 mile genişletilmesinin de Yunanistan’ın güvenliğine bir katkıda bulunmayacağını belirtti. Buna karşılık, ’gri bölgeler’e atıf yaparak, Ege’de bazı kayalıkları ele geçirmesinin Türkiye’nin güvenliğini artırmayacağını söylemeyi de ihmal etmedi.
* * *
Peki hükümetler, Ege sorunlarını çözmek ne yapıyorlar? Ankara ile Atina arasında neredeyse üç yıldır Ege sorunları üzerinde ön görüşmeler cereyan ediyor. Her iki taraf da şimdiye kadar görüşmelerin seyri konusunda en ufak bir bilginin dahi sızmasını önlemede büyük başarı gösterdiler.
Anlaşılıyor ki aceleleri yok. Ya bazı konularda takıldılar, ya da bazı kompromilere vardılarsa bile bunlar hakkında kamuoyuna şimdilik bilgi vermekten kaçınıyorlar. Kuşkusuz görüşmeler sürdükçe Ege sorunları AB üyeliği sürecinde son aşamaya kadar bizi fazla rahatsız etmez.
Yine de çok gecikmeden bir çözüme varmakta büyük yarar vardır. Ege sorunlarını aslında önemli ölçüde Kıbrıs meselesi tetiklemiştir; fakat bu sorunların Kıbrıs’tan bağımsız olarak çözümlenmesi mümkündür.
* * *
Kıbrıs sorununa gelince, bu köşede iki devlet opsiyonundan sık sık bahsettiğim hatırlanacaktır.
Annan Planı temel alınarak makul bir sürede çözüme varılamazsa yine Annan Planı parametreleri içinde AB üyesi iki devlet çözümünden başka çare kalmaz.
Her ikisinin de AB üyeliği, adanın bölünmüşlüğüne fiilen son verir. Fakat böyle bir opsiyonun gerçekleşmesi, her şeyden önce, Türkiye’nin, meseleye yaklaşımını belirleyen düşünce modelinde ve müzakere taktiği hakkındaki konsept ve geleneğinde köklü bir değişiklik yapmasına bağlıdır.
Yazının Devamını Oku 22 Şubat 2005
<B>11 </B>Eylül 2001 sonrasında kábus senaryolardan biri kimyasal, biyolojik, radyolojik ve nükleer silahların terör örgütlerinin eline geçmesidir. Bugüne kadar sarin, salmonella ve amerantrax gibi kimyasal veya biyolojik maddeler, terör örgütleri veya bireyler tarafından kullanılmıştır. Nükleer silahlara sahip devletlerin sayısının çoğalması ise bugünün en kritik güvenlik sorununu oluşturmaktadır.
Nükleer silahlar yayıldıkça bunların bölgesel ihtilaflarda kullanılması ve transfer yoluyla veya kontrol mekanizmalarının yetersizliği yüzünden terör örgütlerinin eline geçmesi tehlikesi de artacaktır.
* * *
1970 yılında yürürlüğe giren ‘Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’ (NSYÖA) küresel bir nükleer dengeyi muhafaza amacına yönelikti. Antlaşma esas itibarıyla BM Güvenlik Konseyi’nin sürekli üyeleri olan ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin dışında hiçbir ülkenin nükleer silahlara sahip olmaması esasına dayanıyor.
Bu beş devlet, başka ülkelere nükleer silah transfer etmemek yükümlülüğü altına giriyorlardı. Nükleer güçler ayrıca antlaşma gereğince mümkün olan en kısa bir zamanda nükleer silahsızlanmayı gerçekleştirmeyi taahhüt etmişlerse de, bu taahhüt bugünkü koşullarda platonik olmaktan ileriye gitmemektedir.
NSYÖA’ya taraf olan ülkelerin sayısı 190 kadar. İsrail, Hindistan ve Pakistan antlaşmaya katılmamışlar ve bu suretle Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın denetimi dışında kalmışlardır.
İsrail daha 1960’lı yıllarda Fransa’nın yardımı ve ABD’nin göz yummasıyla nükleer bir güç haline gelmişti. Onu Hindistan ve Pakistan takip etti. Kuzey Kore, 1995’te NSYÖA’ya taraf oldu; fakat 2004’te çekileceğini bildirdi.
* * *
Halen NSYÖA’ya taraf ülkeler arasında nükleer silah imal edecek teknolojiye sahip 35-40 ülke var. Fakat taahhütlerini ihlal eden veya etmek yoluna girenlerin sayısı şimdilik üçten ibaret: Kuzey Kore, Libya ve İran. Gerçi Irak da 1970’li yıllarda İsrail’e karşı nükleer silah imaline girişmişti; fakat 1981’de İsrail Osirak’taki nükleer tesisleri tahrip etti.
İkinci Körfez Savaşı’ndan sonra ise BM’nin denetimi Irak’ın nükleer programlarının tamamen durmasını sağladı. Libya politikasını Batı’ya yönelterek nükleer programını terk etti. Kore bir süre önce artık nükleer güç haline geldiğini ilan etti ve programlarının durdurulması amacıyla 6 ülkeyle yapmakta olduğu müzakerelere son verdi. ABD şimdiki aşamada Kore’ye karşı daha ılımlı davranıyor ve bütün dikkatini İran üzerinde yoğunlaştırıyor.
İran’ın barışçı olduğunu iddia ettiği nükleer programının endişe yaratan yönü, nükleer silah imaline yarayan santrifugasyon yöntemiyle uranyum zenginleştirme kapasitesini elde etmiş olmasıdır. Bu teknolojiyi ona sağlayan da Pakistan olmuştur.
İran nükleer programlarının geçici bir süre için uluslararası kontrol altına alınmasını kabul etmekle beraber uranyum zenginleştirme sürecine son vermeye yanaşmıyor. ABD ve İsrail de bu tutum karşısında kuvvet kullanma opsiyonundan vazgeçmiyorlar.
* * *
Ortadoğu’da nükleer silahlara veya silah üretimi teknolojisine sahip ülkelerin bulunması Türkiye için de endişe kaynağı olmalıdır. İran’ın nükleer ihtirası frenlenemezse Suudi Arabistan’ın ve Mısır’ın onu takip etmesini ihtimal dışı görmeyenler var.
Türkiye’nin nükleer güç olma ihtirasına kapılmaması kuşkusuz isabetlidir. Ancak nükleer teknoloji alanında geri kalmanın ne kadar yerinde olduğu sorgulanabilir. Uzun süreli enerji ihtiyaçlarımız için ve çevre korunması açısından zaten nükleer santrallar inşası gerekiyor.
Bu santrallar aynı zamanda, nükleer teknoloji alanında diğer bölge ülkeleri ile aramızdaki mesafenin kapatılmasına hizmet edecektir.
Yazının Devamını Oku 19 Şubat 2005
<B>2003 </B>yılı KKTC için bir dönüm noktasıydı. 2002 Aralığı’ndan sonra o yıl bir fırsatın daha kaçırıldığını hatırlayalım. Kıbrıs Türklerinin eşit şartlarla katılacağı yeni bir devletin AB’ye üye olması için Mart 2003’te bir fırsat daha yakalanmıştı. O da kaçırıldı ve 21 Nisan’da Güney Kıbrıs bütün Kıbrıs’ı temsilen AB’ye katılım antlaşmasını imzaladı. Bu tarihten sonra Kıbrıs meselesini çevreleyen karmaşık deklemde Güney Kıbrıs’ın eli bir hayli kuvvetlendi. Fakat KKTC, elverişsiz koşullara rağmen, önemli hamleleler yapmayı başardı. 21 Nisan’ı takip eden günlerde Yeşil Hat’tan Kuzey’e geçişlere izin verildi ve Güney Kıbrıs yönetimi ister istemez buna karşılık vererek aslen Kıbrıslı Türklerin Güney’e geçişine müsaade etti. Yeşil Hat’tan Kuzey’e geçen Rumlar ve yabancı turistler KKTC’nin ekonomisine katkıda bulundular. 2003 Aralık ayında ise Millet Meclisi seçimlerinde Annan Planı’na evet demeye taraf olan siyasi partiler oylarını bir ölçüde artırarak iktidara geldiler.
***
24 Nisan 2004 tarihinde Annan Plánı üzerinde yapılan referandumda Kıbrıslı Türkler %65 gibi yüksek bir oranla planda öngörülen çözümü desteklediler. Rumların planı reddetmeleri ise 1 Mayıs 2004’te Güney Kıbrıs’ın diğer 9 ülke ile birlikte AB üyesi olmasını engellemedi, çünkü artık atı alan Üsküdar’ı geçmişti.
Kıbrıslı Türklerin referandumda evet demeleri kuşkusuz Güney Kıbrıs’ın AB’ye girmesini dengelemeye yetecek bir avantaj olamazdı. Yine de kazançları küçümsenemez. ABD’nin ve AB ülkelerinin yaklaşım ve algılamalarında büyük değişiklik görüldü. Yeni KKTC Başbakanı ve Hükümeti geçerli muhatap olarak kabul edildiler. Ne var ki artık AB kulübünün üyesi olan Güney Kıbrıs KKTC’nin izolasyonuna son verilmesi için AB Komisyonu tarafından önerilen tedbirlerin hemen hepsini bloke etmekte güçlük çekmedi. KKTC ile doğrudan ekonomik ilişki kurmak atılımı bir tek ABD’den geldi. Buna rağmen inşaat sektöründeki patlama ve turizm gelirlerinin artması KKTC’de gerçek bir ekonomik canlanma yarattı. Statükoyu KKTC’yi içine kapatarak sürdürme polikasının Kıbrıslı Türklere neler kaybettirdiği her zamandan daha iyi anlaşıldı.
***
Önümüzdeki yıllarda Kıbrıslı Türklerin gündemi çok yüklü ve çetin olacak. Çözüm imkánlarının akılcı ve pro-aktif bir şekilde araştırılması, Güney ile etkileşimin Kıbrıs Türklerinin toplum olarak varlığını zayıflatmaması, ekonominin güçlendirilmesi başlıca hedeflerdir. Çözüm konusunda bugün en büyük engelin Rum tarafından geldiğini artık kimse inkár etmiyor. Mesele hattá Papadopulos’un uzlaşmazlığından ibaret de sayılamaz. Kıbrıslı Rumların önemli bir kısmının Ada’nın bölünmüşlüğünün devamı pahasına da olsa çözümsüzlüğü tercih ettiği izlenimi küçümsenecek ölçüde değil.
***
Bu durumda bir yandan yaratıcı politik inisiyatiflerle çözümü zorlamaya çalışmak, diğer yandan çözümsüzlük sürdürülecekse dünya kamuoyuna kabul ettirilebilecek parametrelerde AB çerçevesinde iki devletli bir modeli tasarlamaya başlamak galiba tek çare olarak gözüküyor. Böyle iki eksenli bir politika yürütülmesinin birinci şartı, KKTC’de, statüko saplantısını aşmış, maziye değil, ileriye bakan ve AB’yi dışlamayan istikrarlı bir hükümetin kurulmasıdır. Millet Meclisi seçimlerinin Nisan’da yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerini de etkileyeceğini unutmamak gerekir. KKTC artık Cumhurbaşkanı ile hükûmetin birbirine zıt yaklaşımlar içinde bulunduğu bir ülke olmaktan çıkmalıdır. Çok zor şartlar altında KKTC halkını aynı dava etrafında kenetleyecek bir yönetime ihtiyaç çok büyük.
Yazının Devamını Oku 15 Şubat 2005
<B>‘KIBRIS: Bir Çözüm Arayışı’</B> adlı kitabı geçen ay yayımlanan <B>Lord Hannay,</B> İngiltere’nin uluslararası alanda en fazla isim yapmış diplomatlarından biridir. Emekliliğini takiben 1996’dan 2004’e kadar Kıbrıs için özel temsilci sıfatıyla bütün çözüm girişimlerinde káh ön, káh arka planda rol oynamıştır.
Kıbrıs Türk ve Rum liderlerinin birleştikleri bir nokta, Hannay’e karşı duyulan itimatsızlıktır. Daha geçen hafta Larnaka’da yapılan ‘Wilton Park’ toplantısında Hannay, Rumları yine kızdırmaktan geri kalmadı. Ankara da kendisinden fazla hoşlanmıyordu.
Hannay kitabında 1998’de İngiltere Başbakanı Tony Blair’den Başbakan Mesut Yılmaz’a bir mesajla geldiği zaman karşılaştığı inanılmaz protokol sorununu anlatıyor. Başbakan’dan sonra Dışişleri Bakanı ve bakanlık yetkilileriyle görüşmek isteyince talebi reddedilmiş. Gösterilen neden de şu: Tony Blair’in şahsi temsilcisi sıfatıyla geldiği için Başbakan dışında herhangi bir yetkiliyi görmesine Türk protokolü engelmiş!
Tabii bahane, böyle anlamsız bir kural olamaz. Hannay’in sızlanması boşuna değil: ‘Bazen bir NATO müttefikinin başkentinde Türkiye’nin AB üyeliğini en fazla destekleyen bir ülkenin temsilcisi olduğumu unutup kendimi Soğuk Savaş’ın en had safhasında Moskova’da sanıyordum.’
***
Hannay kitabında, 1996’dan 2004 yılına kadar BM’nin ABD, İngiltere ve AB’nin desteğiyle yürüttüğü çözüm arayışının kapsamlı bir irdelemesini yapıyor. Yazdıklarından kısaca çıkan sonucu şu şekilde özetleyebilirim:
1995’ten beri Güney Kıbrıs’ın çözüm olsun veya olmasın AB’ye üye olacağı belliydi. Ancak ABD ve İngiltere daha önce bir çözüme varılması amacıyla ilk önce G-8’leri ve arkasından BM Güvenlik Konseyi’ni harekete geçirdiler.
Güvenlik Konseyi’nin 1999’da kabul ettiği 1250 sayılı karar Mart 2003’e kadar müzakerelerin temelini teşkil etti. Annan planları da bu çerçeve içinde oluşturuldu. Annan’ın önerileri zaten daha önce Butros Gali’nin sunduğu ‘Fikirler Dizisi’nin parametrelerine uygundu. Geçmişte çözümsüzlüğün tek sorumlusunun KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş olduğu söylenemez.
Klerides, Güney Kıbrıs’ta 1993 başkanlık seçimlerini ‘Fikirler Dizisi’ne karşı açtığı kampanyayla kazanmıştı. Fakat 1996’dan sonra müzakerelerin başlıca engeli, statükoyu ne pahasına olursa olsun muhafaza etmek isteyen, AB’yi bir ‘veba’ sayan ve Türkiye’nin AB üyeliğini KKTC için hayati bir tehdit olarak gören Denktaş olmuştur.
Denktaş bütün zekásını, diplomatik hünerini ve ikna kapasitesini müzakerelerin sonuca varmasını engellemek için kullanmıştır. Türkiye’ye gelince Hannay, Ankara’daki kurumsal yapıyı neredeyse bir sfenkse benzetiyor. Ankara’da hep bir sis perdesiyle karşılaştığını, karar mekanizmasının nasıl işlediğini bir türlü anlayamadığını yazıyor.
***
Beklenebileceği gibi Hannay, en büyük fırsatın Aralık 2002’deki Kopenhag AB zirvesinde kaçırıldığı kanaatinde. O tarihte Denktaş, Annan Planı’nı kabul etseydi Klerides’in çözüm belgesini imzaya hazır olduğuna kesin nazarıyla bakıyor. Referanduma sunulacak belgede çözüm ile AB üyeliğinin birbirine bağlı olduğunu ve dolayısıyla Rumların aleyhte oy vermelerinin beklenemeyeceğini belirtiyor.
Geçen hafta Türkiye’ye gelen DİSİ Partisi lideri Anastasiades de bunu doğruladı, ‘Ben de Kopenhag’daydım. İmzaya hazırdık. Başka çaremiz yoktu’ dedi.
Kıbrıs’ta çözüm arayışının son dokuz yıllık dramını anlamak isteyenler, bazı değerlendirmeleri tartışmalı olsa bile, Hannay’in kitabını mutlaka okumalıdırlar.
Yazının Devamını Oku 12 Şubat 2005
<B>ABD’</B>nin yeni Dışişleri Bakanı <B>Condoleezza Rice,</B> Türkiye dahil Avrupa ülkelerine ve Ortadoğu’ya yaptığı ziyaretlerde genellikle sempatik ve olumlu bir imaj yaratmayı başardı. Irak’taki seçimler ve Filistinliler ile İsrail arasında şiddete son verilmesi konusunda varılan anlaşma zaten bir ölçüde iyimser bir havaya elverişliydi. Ayrıca, Rice’ın kişiliğinin, imajında rol oynadığı söylenebilir.
Selefi Collin Powell gibi o da Afrika kökenli. İnsafsız bir ırk ayrımcılığına karşı mücadeleyi başlatan Alabama’dan geliyor. Bir ‘şahin’ şöhretine rağmen Rumsfeld, Wolfowitz ve Perle gibi ‘yeni muhafazakárlar’grubuna dahil değil. Seyahati boyunca temkinli ve yapıcı bir üslup kullanmaya itina gösterdi.
***
Paris’te ‘Siyasal Bilimler Enstitüsü’ndeki konuşmasında Rice özellikle ABD-AB ilişkilerinde yeni bir görüş açısı sergilemeyi amaçlıyordu. ‘Eski Avrupa-Yeni Avrupa’ ayrımı ve AB’nin bölünmüş ve güçsüz kalmasını ABD’nin çıkarlarına uygun bulan Bush yönetimine yakın siyasal bilimcilerin teorileri bir hayli tedirginlik yaratmıştı.
Rice konuşmasında, ABD ile AB arasında yeni bir sayfa açılması gereğine değinerek ABD’nin ‘Avrupa’nın gittikçe kuvvetlenen birliğini memnunlukla karşıladığını ve daha kuvvetli bir Avrupa’nın her bakımdan Amerika için kazanç teşkil edeceğini’ vurguladı.
ABD-Fransa ilişkilerinin görüntünün aksine fiiliyatta işbirliği zeminine dayandığını, birçok alanda ortak hareket edildiğine işaret etti. Tipik bir örnek olarak, Suriye kuvvetlerinin Lübnan’dan çekilmesi için ABD ile Fransa’nın BM Güvenlik Konseyi’ndeki ortak girişimlerini gösterdi.
***
Rice’ın iyi niyet gösterilerine ve iyimserliğine rağmen AB ile ABD arasında ciddi görüş farkları eksik değil. Bunların bir kısmı küresel sorunlara ilişkin. ABD ileride askerlerinin yargılanabilmesi olasılığından çekindiği için Uluslararası Caza Mahkemesi’ne şiddetle karşı çıkıyor.
Türkiye gibi mahkemenin statüsünü imzalamadı. Küresel ısınmaya yol açan gaz emisyonlarının sınırlandırılmasını öngören Kyoto Protokolü’ne katılmadı. Fakir ülkelerin borçlarının silinmesi amacıyla İngiltere ve Fransa’nın aldığı inisiyatife pek sıcak bakmıyor.
Bu uyuşmazlıklara ek olarak Çin ve İran konusunda politikalar ahenkli değil. ABD 1989’dan beri Çin’e karşı uygulanan silah ambargosunu AB’nin kaldırmasını istemiyor. İran konusunda ise nükleer silah üretimine yarayacak uranyum zenginleştirilmesi programlarına son verilmesi için Fransa, Almanya ve İngiltere’nin girişimlerini destekliyor; fakat bunlara katılmayı reddediyor.
Şimdiki aşamada kuvvet kullanımının gündemde olmadığını belirtmekle beraber, bu olasılığa kapıyı kapatmıyor.
***
Bugünkü çelişkili tabloya rağmen AB ile ABD birbirlerine muhtaç bulundukları bilincine gittikçe daha fazla varmaktadırlar. AB ile ABD arasında dayanışma ve işbirliği, terör gibi ortak tehditlere karşı mücadeleyi kuvvetlendirecek ve küresel olduğu kadar bölgesel sorunların da çözümüne katkıda bulunacaktır.
Türkiye, bazılarının savunduğu gibi, iki güç arasında birtakım diplomatik taktiklerle avantaja çevirebileceği bir menfaat çatışmasına bel bağlamamalıdır. Aksine ABD ile AB arasında uyumu yeğlemelidir.
Mesela, İran konusunda ABD’nin AB politikasına daha fazla yakınlaşması, Irak’taki ve bölgedeki demokratik gelişme ve istikrar arayışında AB ile ahenkli şekilde hareket etmesi, dayatma değil ikna ve teşvik yöntemine daha yatkın hale gelmesi Türkiye’nin çıkarınadır.
AB üyelik sürecinde dış politikanın, ABD veya AB ile sürtüşme nedeni olması Türkiye’yi zorlar. Transatlantik ilişkilerin tamir edilmesi, Türkiye’nin jeopolitik önem ve işlevinin de daha iyi algılanmasına ve uluslararası güvenliğe katkısının daha iyi değerlendirilmesine yardımcı olacaktır.
Yazının Devamını Oku 8 Şubat 2005
<B>KIBRIS’</B>ta bir çözümün başlıca dört unsuru var: Toprak, güvenlik, yönetim yapısı ve mülkiyet sorunu. Çözüme kadar bunlardan ilk üçünün askıda kalmasının sonuçları daha çok siyasi nitelikte. Mülkiyet sorunu ise değişik. Çözüm geciktikçe ağırlıklı hukuki boyutu Türkiye’yi sürekli uğraştıracak.
Mesele Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) bireysel başvurularla ve Güney Kıbrıs tarafından resmen intikal ettirildikten sonra Türkiye ciddi bir kıskaç içine girdi. Avrupa Konseyi’nde üyeliğinin askıya alınması tehlikesi ile karşılaşınca 1996’da davasını kazanan Bayan Loizidu’ya Aralık 2003’te gecikme faizleriyle beraber önemli bir tazminat ödemek mecburiyetinde kaldı.
Fakat Loizidu davası buzulun sadece tepesiydi. Şimdi yüzlerce başvuru karar bekliyor. AİHM 1996 kararını emsal kabul ederse ödenecek toplam tazminat miktarının 20 milyar dolar civarında olabileceği tahmin ediliyor.
* * *
AİHM hem dosya sayısının gittikçe kabarmasının, hem de tazminat bedellerinin yol açacağı ağır mali yükün karşılanamamasının Avrupa Konseyi’ni açmaza sürükleyeceğini göz önünde bulundurarak 2001 yılında ilginç bir karar kabul etti. O tarihe kadar AİHM, bir davanın kendisine sunulması için yerel başvuru mercileri önündeki sürecin tamamlanmış olması kuralını Kıbrıs Rumlarına uygulamıyordu; çünkü bunun KKTC’nin hukuki varlığının tanınmasını anlamına geleceği görüşünü benimsiyordu.
2001 kararında ise değişik bir yaklaşımla, bireylerin haklarını koruyacaksa, bazı koşullarda, fiili otoritelerin yargı mercilerinin AİHM’ye başvurudan önce tüketilmesi gereken bir yerel çözüm mercii olabileceklerini kabul etti. KKTC’de tazmin komisyonlarının kurulması bu kararın sonucudur.
Şimdi AİHM önünde yüzlerce dosyanın ve bundan sonraki başvuruların akıbetini tayin edecek bir pilot dava var: Mahkeme Xenides-Arestis’in başvurusu hakkında bu ay veya mart ayında bir karara varacak. Başvuruyu kabul edeceği kesin; ancak başvurunun daha önce yerel merci olarak KKTC tazmin komisyonlarına havale edilip edilmeyeceğini de karara bağlayacak.
Bu konuda olumlu karar verebilmesi için bazı ön düzenlemelere ihtiyaç var. Tazmin komisyonlarının üyelerinin ve yöntemlerinin inandırıcı ve etkin olması gerekiyor: Komisyonların ilk üyelerine, Rumlara ait malları tasarrufları altında bulundurdukları için itiraz edildi. Üyeler değiştirildi. İkinci bir nokta, komisyona başka ülkelerden hukukçuların uzman olarak davet edilmesi. Üçüncüsü ise daha karmaşık. Şimdiki halde KKTC, komisyonlara tazminat için başvuranların mülkiyet haklarından vazgeçmelerini şart koşuyordu.
Oysa AİHM, Loizidu davasında tazminat ödenmesinin mülkiyet hakkını sona erdirmeyeceğini hükme bağlamıştı. Tazmin komisyonlarının hiç değilse Annan Planı’nda öngörüldüğü gibi kısmi mülk iadesi prensibini kabul etmesi bekleniyor.
* * *
AİHM’nin KKTC tazmin komisyonlarını ilk yerel çözüm mercii olarak kabul etmesinin iki önemli sonucu olacak. Bir kere çözüme kadar vakit kazanılacak, Türkiye üzerindeki baskı azalacak.
İkincisi, Güney Kıbrıs, tazmin komisyonlarının yetkisini KKTC’nin hukuki varlığını tanımak anlamına geleceği kaygısıyla reddederse ve vatandaşlarının bu mercilere başvurmasını engellerse, mülkiyet sorununun ancak genel bir çözüm çerçevesinde halledilebileceği gerçeğini kabullenmek zorunda kalacak.
Kıbrıs’ta mülkiyet sorunu gerek siyasi gerek hukuki alanda Türkiye’yi ve KKTC’yi sınamaya devam edecek. Mülkiyet meselesi, Annan Planı’nda öngörüldüğü gibi ancak tazminat, takas ve iadeyi dengeleyen bir formülle çözümlenebilir.
Doğru teşhis koyarak gereken esnekliği zamanında gösteremezsek ileride çok daha büyük sıkıntılarla karşılaşırız.
Yazının Devamını Oku 5 Şubat 2005
<B>PANDORA,</B> kutusunu -ki efsaneye göre bu aslında kavanozdu- açtığı zaman içinden insanlık için her türlü kötülük fışkırdı, kavanozun dibinde sadece umut kaldı. Irak’ta ABD’nin gerçeklere aykırı zorlama savlar ileri sürerek giriştiği savaş da birçok olumsuzluğa yol açtı. Irak halkı büyük ıstırap çekti, çok kan döküldü, terörizm ivme kazandı, transatlantik ilişkiler dibe vurdu, ABD tarihinin en büyük prestij kaybına uğradı, Ortadoğu’daki siyasi, sosyal, etnik ve dini dengeler bugünden bütün sonuçlarını göremediğimizi bir sarsıntı içine girdi.
Peki kavanozun dibindeki umut çıkabilir mi, Irak’ta 30 Ocak’ta yapılan seçimler umuda kapıyı açıyor mu? Bugün cevabını aradığımız soru bu.
* * *
Genel olarak 30 Ocak seçimlerinin mevcut koşullar içinde bir başarı teşkil ettiği yadsınamaz. Iraklı seçmenler toplumsal bilinç ve sorumluluk içinde geniş çapta terör saldırıları tehdidine rağmen seçim sandıklarına gittiler.
Seçim yöntemi ve uygulaması kuşkusuz bazı bakımlardan adaletsizdi. Sünnilerin katılmaması ve Türkmenlerin bazı bölgelerde oy vermelerinin çeşitli yollardan engellenmesi, seçimlerin meşruiyetini gölgeledi. Yine de tablonun bütünü nispeten iyimser bir değerlendirmeye elverişlidir.
Türkiye’nin genel tablodan daha çok seçimlere Kürtler ve Türkmenler açısından bakması da doğal karşılanmalıdır. Şimdiki halde Irak savaşından en büyük avantajı Kürtler sağlamışlar, ABD’nin en büyük destekçisi olarak Kuzey’deki özerkliklerini güçlendirmişler, bağımsız bir silahlı gücü muhafaza etmişler, Kerkük’te demografik oldubittilere girişmişler, Türkmenlerin haklarını kısıtlamışlardır.
Kürtler bugün bir yandan bağımsız devlet opsiyonunu açık tutarken diğer yandan nüfus oranlarının ötesinde Irak’ın yönetimine katılmaya hazırlanmaktadırlar. Başbakan Erdoğan’ın tepkisi bu nedenle anlaşılabilirse de, sert söylemlerinin gerçekçi ve tutarlı bir politikayla bağdaşmadıkları takdirde inandırıcı ve etkili olmaları beklenemez.
Tutarlı bir politikanın başlıca şartı, eldeki imkánların değerlendirilmesinde hata yapılmamasıdır. Amerikan kuvvetleri, Irak’ta olduğu sürece ABD’nin onaylamayacağı bir askeri operasyonun düşünülemeyeceği aşikárdır.
ABD kuvvetleri çekildikten sonra ise Türkmenlere karşı katliam girişimleri veya Kuzey Irak’taki PKK militanlarınca Türkiye’ye yönelik geniş çapta terör saldırıları gibi gelişmeler dışında, örneğin Kuzey Irak’ın statüsünü değiştirmeye yönelik bir askeri operasyon da mümkün gözükmüyor. Yanlış bir adım attığımız takdirde, bir dünya gücü olmadığımız için, askeri, siyasi ve ekonomik alanda ABD’nin hatası yüzünden ödediği bedelin kat kat fazlasını öderiz.
* * *
Peki, kuvvet kullanımı dışında opsiyonumuz yok mu? Elbette de var. Unutmayalım ki Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması sadece Türkiye’nin tasası değildir. Irak’ın parçalanması veya Kürtlerin bağımsızlık elde etmeleri sonucunda tamamen Şiilerin egemenliğinde bir devlet haline gelmesi, Körfez ülkelerinin ve Ürdün’ün kábusudur.
Kerkük’ün Kürt bölgesine bağlanmasına Sünniler kadar Şiiler de karşı çıkacaklardır. Diğer taraftan Irak’ın anayasal ve yönetimsel yapısı henüz saptanmamıştır. Anayasa hazırlanarak yıl sonunda referanduma sunulacak, arkasından bir seçim daha yapılacak.
Kürtlerle, Bağdat’la, Irak’taki siyasi partilerle diyalog dahil diplomasi için daha vakit var. Ancak Kuzey Irak’ta etnik bazda tercihe odaklı bir politikanın Türkiye’nin iç hassas dengeleri açısından ters tepki yapabileceği de unutulmamalıdır.
Türkiye, temel vizyonu ve öncelikleri ile bağdaşmayan, sorunlar arasındaki etkileşimi gözden kaçıran politikalara saplanmamalıdır. Söylemlerin tekrarlana tekrarlana akılcı siyaseti zorlamasına ve rayından çıkarmasına izin verilmemelidir.
Yazının Devamını Oku