17 Aralık 2004’ten sonra Türkiye’nin dikkatinin AB üyelik süreci üzerinde odaklanması ve toplumun genellikle bir iyimserlik havası içine girmesi beklenirdi. Ne yazık ki öyle olmadı.
Gündemi birdenbire başka sorunlar kapladı. Hükümet yol haritasını şaşırdığı ve üyelik sürecine ilişkin politikalarda bocaladığı izlenimini verdi; bürokrasi AB uyum reformlarının sekteye uğraması ve hatta gerilemesi için her zamandan fazla gayretkeşlik gösterdi.
Radikal sağın ilkel milliyetçilik dürtüleriyle radikal solun ezeli Batı ve liberalizm düşmanlığının sentezi şeklinde ortaya çıkan neo milliyetçilik yükselirken, etnik milliyetçilik gerilimi körüklemekten sakınmadı. Kürt kökenli politikacılar inanılmaz bir sorumsuzlukla AB kriterlerinin çok ötesinde Anayasa değişikliği, federasyon, Kürtçe’nin resmi dil olarak tanınması gibi maksimalist talepler ileri sürdüler, PKK ile bağlantılarını kanıtlayan davranışlardan çekinmediler.
Nevruz kutlamaları sırasında bayrağa yapılan saldırının şiddetli tepki çekmesi, herhalde etnik milliyetçiliği tahrik edenler için sürpriz teşkil etmemiştir. Terörle mücadelenin en zor zamanlarında bile toplumsal çatışmayı önleyen basiret ve sağduyunun erozyonuna meydan verilmemelidir.
***
Bugünkü genel tablo içinde Öcalan’ın yeniden yargılanması sorunu ortamı daha da ağırlaştıracak niteliktedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Öcalan yakalandıktan sonra yapılan yargılamanın adil olup olmadığına önümüzdeki haftalarda karar verecek.
Kararın özellikle yargılamanın yöntemi açısından menfi olması çok muhtemel. AİHM kararının Türkiye’de uygulanması bağlamında ise halen tam bir mevzuat karmaşası içinde bulunuyoruz; çünkü 2003 tarihli ve 4793 sayılı kanunla yeniden yargılama kuralına istisnalar getirildi.
Öcalan ve onunla birlikte diğer doksan kişi, yeniden yargılamaya imkán veren yasal düzenlemenin kapsamı dışında bırakıldı. Ne var ki bu düzenleme ile Anayasa’nın 90’ıncı maddesinde yapılan değişiklik birbiriyle çelişiyor. Anayasa şimdi temel hak ve özgürlüklere ilişkin sözleşme ve yasaların çatışması halinde uluslararası yükümlülüklerin üstün tutulmasını kabul ediyor.
Yargı bu durumda iç hukukla AİHM’nin içtihatlarını da içeren Avrupa hukuku arasında sıkışacak. Diğer taraftan AİHM bir kere kararını verdikten sonra bu kararın uygulanması sorumluluğu artık Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne geçiyor. Bakanlar Komitesi ise AİHM kararlarının siyasi yansımalarını tamamen göz ardı edecek bir kuruluş değil. Türkiye’nin, iç hukukunda yapacağı ayarlamalarla bir çıkış yolu bulmasını tercih edebilir.
***
Çıkış yolu, ceza hukukuna ilişkin yasalarda gerekli değişikliklerin yapılmasıyla Öcalan ve diğer davaların tekrarına imkán sağlanmasıdır. Bu suretle, bireysel başvurular üzerine yeniden yargılamanın gerekli olup olmadığına karar vermek Türk mahkemelerinin yetkisi içinde olacaktır.
Yargılamanın tekrarlanmasına lüzum olmadığı sonucuna varılırsa Bakanlar Komitesi’nin bu karara mutlaka itiraz etmesi kesin değil. Kaldı ki meselenin Türk yargısı tarafından bizzat ele alınması bir hayli vakit kazandırır.
Hukuki sorunlarda esneklik zemininin hazırlanması yanında, Türkiye’deki siyasi ve toplumsal gerginlik, evham ve sinirlilik havasının dağıtılması için de hükümet, siyasi partiler, kurumlar, üniversiteler, medya ve sivil toplum örgütleri çaba harcamalılar.
Her yerde bir düşman, her uluslararası gelişmede mutlaka ucu bize dokunacak bir komplo sezmekten, gerçekle ilgisi olmayan abartılı ve tepki yaratmaya yönelik haber ve yorumlara derhal inanmaktan, her şeyi siyah veya beyaz görmekten vazgeçmeliyiz. Gri, sağduyunun rengidir.