İlter Türkmen

Yine Türkiye-ABD ilişkileri

21 Mayıs 2005
<B>GEÇEN </B>hafta Washington ve Boston’da, resmi Amerikan makamları, medya ve akademiya mensupları ve sivil toplum temsilcilerinin katılımıyla Türkiye-ABD ilişkileri konusunda yapılan bazı toplantılarda hazır bulundum. Bu toplantılarda, kaçınılmaz olarak, Irak Savaşı’ndan beri iki ülke arasında beliren karşılıklı güven eksikliği üzerinde bir hayli duruldu.

Son zamanlarda ortam daha olumlu bir istikamete yönelmekte ise de soru işaretleri devam ediyor. Özellikle Türk-Amerikan stratejik ortaklığının temel dayanaklarından biri olan iki taraf silahlı kuvvetleri arasındaki ilişkilerin henüz tamir edilmekten uzak olduğu gizlenmiyor.

***

Bu ilişkilerdeki rahatsızlık, anlaşılan 1 Mart 2003’ten de geriye gitmektedir. Daha 2002 yılı aralık ayında Kuzey Irak konusunda gerginlik yaratan sorunlar ortaya çıkmış.

1 Mart’tan önce TBMM’nin kararı beklenirken İskenderun Körfezi’nde demirlemiş gemilerde bulunan Amerikan subaylarının -ki bunlar gittikçe kilit mevkilere geliyorlar- Türkiye’ye çok sıcak bakmadıkları da anlaşılıyor. Ancak madalyonun öbür tarafı da var. TSK da Irak’taki ABD kuvvetlerinin davranışlarından çok şikáyetçi oldu.

Stratejik açıdan ABD’nin Türkiye’ye bakış açısı değişmiş görünüyor. ABD’nin bugün Ortadoğu Arap ülkelerinde ve Orta Asya’da üsleri var. Romanya, Bulgaristan ve Azerbaycan’da üsler kurma opsiyonunu inceliyor. Şayet Irak ve Afganistan’daki ABD kuvvetlerine İncirlik üssünden lojistik destek sağlanmasını kabul etmeseydik, ABD aynı maksatla Kıbrıs’taki Akrotiri üssünü kullanmaya hazırlanıyordu.

ABD artık stratejik misyon ve operasyonları için Türkiye’ye muhtaç olmayacağı bir konuma geliyor. Fakat bu ABD’nin Türkiye’nin jeopolitik öneminin bilincinde olmadığı anlamına gelmez. Bölgedeki gelişmelerde ve dengelerin oluşmasında Türkiye’nin rolünü iyi değerlendirdiği kesindir.

Amerika’daki Yahudi kuruluşlarının hiç değilse bir kısmında İsrail’e karşı Türkiye’deki bazı resmi söylemler, ’Mein Kampf’ın mali destekle ucuz fiyata satılması, Cumhurbaşkanı’nın Suriye ziyareti gibi nedenlerle bir kırgınlık mevcut. Daha önce Ermeni iddialarına destek veren karar tasarılarının Kongre’den geçmemesi için çok çaba harcayan Yahudi asıllı bir kongre üyesi şimdi bu işten vazgeçmiş.

***

Tabii Kongre’de birçok dostumuz da var. Bir grup Kongre üyesi, Türkiye’yi ziyaretinden sonra KKTC’ye gidecek. KKTC’ye politik bakımdan çok önemli bir destek. ABD hükümeti de KKTC’ye yardım etmek istiyor. ABD, AB yasaklarına tabi olmadığından KKTC ile direkt ticaret yapabilir. Ne var ki ABD’nin Kuzey Kıbrıs’la ticaret potansiyeli yok.

KKTC havalimanlarının uluslararası uçuşlara açılması konusunda da fazla umut beslenmiyor; çünkü mesele hukuki bakımdan çok karmaşık. ABD diplomatlarına göre Kıbrıs meselesinin çözümü için BM Genel Sekreteri’nin yeni bir inisiyatif alması ise Papadopulos’un tutumuna bağlı.

Genel Sekreter, Papadopulos’un Annan Planı’nda yapılmasını istediği kapsamlı değişiklikleri iyice değerlendirmeden harekete geçmek niyetinde değil.

***

ABD’de dikkati çeken bir nokta, Türk-Amerikan ilişkilerinin seyrinden bağımsız olarak ‘Türkiye nereye gidiyor’ sorusunun sık sık sorulmasıdır. 17 Aralık 2004’ten sonra Türkiye’nin AB hedefinden uzaklaştığı izlenimi mevcut.

Türkiye’nin AB üyelik sürecine büyük destek veren ABD’deki bazı çevreler, bu süreç yolundan saparsa, Türkiye’nin çok ciddi sorunlarla karşılaşması ve bugünkü ekonomik, politik ve demokratik istikrarın sarsılması olasılığından duydukları endişeyi gizlemiyorlar.

Bu çok iyimser olmayan tabloda Başbakan Erdoğan’ın Başkan Bush’la yakında yapacağı görüşme her zamankinden daha fazla önem taşıyor. İşi kolay olmayacak.
Yazının Devamını Oku

Öcalan kararı ve sonrası

17 Mayıs 2005
<B>AVRUPA </B>İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) <B>Öcalan</B> hakkında 12 Mayıs’ta açıkladığı kararın niteliği önceden belliydi. Kararın bir ölçüde esnek olacağı, fakat 2003 yılında Öcalan’ın ve onunla birlikte 90 kişinin yeniden yargılanma kapsamı dışında bırakılmış olmasının ciddi bir hukuki güçlük yaratacağı biliniyordu. Hükümet zamanında karar alamadığından ve kamuoyunu aydınlatmakta geciktiğinden duygusal tepkilere elverişli bir ortam doğdu. Özellikle sağ ve sol milliyetçilik adına Türkiye’nin etrafında bir duvar örmek amacını güdenler Avrupa aleyhtarlığı kampanyasına hız verdiler. Bu arada bazen kasten, bazen de cehaletten AB ile AİHM’nin bağlı bulunduğu Avrupa Konseyi aynı çuvalın içine konuyor. Oysa AB’ye sırtımızı çevirsek bile 1950’den beri üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi’nin kurallarına bağlı kalacağız.

***

AİHM Öcalan’ın yargılanması sürecinde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne yöntem bakımından aykırılıklar bulduğu için yargılamanın adil olmadığına hükmetti. Yoksa kararın özüne bir itirazı yok. Karar Öcalan’ın Şubat 1999 Kenya’da yakalanarak tutuklanmasını da doğal karşılıyor. Onun bir bölücü hareketin başı sıfatı ile Türkiye’de en tehlikeli terörist olarak algılandığını göz önünde bulunduruyor. Taraftarları Öcalan’ı kaçırmaya teşebbüs edebilecekleri için İmralı’da alınan olağanüstü güvenlik tedbirlerine karşı çıkmıyor. Öcalan’a pencereli ve klimalı geniş bir oda tahsis edildiğini, radyosu bulunduğunu, gazetelerin de kendisine verildiğini, avukatları ile düzenli görüşebildiğini belirtiyor. Eksiği televizyon ve telefonmuş. Yine de odasına telefon konulursa bundan yandaşlarıyla temas için yararlanmak isteyeceği de vurgulanmıyor değil.

***

AİHM’nin Büyük Dairesi’nin verdiği kararın en kritik hükmünü 210’uncu paragrafının 8’inci alt paragrafı içermektedir. Buna göre, AİHM’nin kararları bir durum tespiti niteliğindedir. Bu durumu düzeltmenin sorumluluğu, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin denetimi altında, ilgili devlete aittir. AİHM bazı istisnai hallerde durumu düzeltebilecek opsiyonlar üzerinde durarak bunlar arasındaki tercihi devletlere bırakabilir. Bazı hallerde de tek bir önlem önerebilir. Türkiye’yi ilgilendiren önceki davalarda, AİHM’nin Daireleri, prensipte, başvuruda bulunan kişinin talebi üzerine yeniden yargılamanın en iyi yöntem olacağı görüşünü benimsemiştir. Büyük Daire prensip açısından bu genel yaklaşımı desteklemektedir. Ancak, ilgili devletin alacağı spesifik düzeltme önlemleri söz konusu adli dosyanın özel koşullarına cevap vermeli ve o dosya hakkındaki AİHM’nin kararını ve Mahkeme’nin içtihadını göz önünde bulundurmalıdır.

***

Bu oldukça karmaşık ifade dosyanın yeniden açılmasının mutlaka yeniden yargılanma ile sonuçlanması gerekmediği şeklinde anlaşılmaya müsaittir. Fakat bunun için bir hukuki süreç kaçınılmazdır. Bu nedenle 2003 yılında Öcalan ve diğer 90 kişiyi yeniden yargılama kapsamı dışında bırakan mevzuatın vakit geçirilmeden değiştirilmesi en akılcı tedbir olur. Bu yola gidilmediği takdirde yeniden yargılanma için ilgili Ağır Ceza Mahkemesi’ne yapılacak bir başvurunun reddedilmesi olasılığı çok kuvvetlidir. Mahkemenin alacağı karar da yöntemsel nitelikte olacağından Yargıtay yolu kapalı olacaktır. Gerçi mahkeme temel hak ve özgürlüklere ilişkin sözleşmelerin önceliğini tanıyan Anayasa’nın 90’ıncı maddesine dayanarak davaya bakmayı kabul edebilir, fakat bu olabileceği kadar zayıf bir ihtimaldir.

***

AİHM’nin Öcalan hakkındaki kararı karşısında galeyana gelmek için bir sebep yoktur. Büyük bir zaman baskısı altında da değiliz. Yeniden yargılamaya gitmeyi gerektirmeyecek çözüm yolları açıktır. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi üyelerinin çoğu da yeni bir yargılamanın Türkiye’de yaratacağı gerginliklerin farkındadır.
Yazının Devamını Oku

ABD-AB ilişkileri ve Türkiye

15 Mayıs 2005
<B>IRAK </B>krizi yüzünden sarsılan transatlantik ilişkilerde ikinci <B>Bush </B>döneminde ciddİ bir toparlanma var. ABD bugün Fransa, Almanya ve İngiltere tarafından İran’ın nükleer bir güç olmasını önlemek için sarf edilen çabaları destekliyor. ABD ve AB Bosna ve Kosova’da tutumları arasında uyum sağlamağa çalışıyorlar. Bosna’daki Barış Gücü’nü AB’nin devralmasına karşılık Afganistan ve Kosova’daki kuvvetler NATO sorumluluğu altında. NATO Konseyi ile AB ’Siyasi İşler ve Güvenlik Komitesi’ ortak toplantılar yapıyorlar. Ortadoğu barış süreci konusundaki diyalog sürdürülüyor. Lübnan konusunda ABD ve Fransa aynı safta. Irak’ta yeni hükümetin başarısını hem ABD ve hem de AB istiyor. BM Güvenlik Konseyi’nde Sudan’daki savaş suçlularının Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanması için Fransa’nın sunduğu karar tasarısının kabulüne, ABD, bu mahkemeye karşı bütün alerjisine rağmen engel olmadı, aleyhte oy yerine çekimser oy kullandı. Terör konusunda istihbarat paylaşımı ve işbirliği ilişkilerin en gergin olduğu devirde bile aksamadı.

* * *

ABD ile AB arasında ticaret, enerji ve çevre gibi konularda anlaşmazlıklar ve çıkar çatışmaları eksik olmuyor. Fakat özellikle ticari ihtilaflarını Dünya Ticaret Örgütü çerçevesinde çözümleyebiliyorlar. ABD ve AB’nin beraberce dünya ticaretindeki payları %70’i buluyor. Fakat kendi aralarındaki ticaret dünya ticaretinin yalnızca %10’u oranında. Karşılıklı direkt yatırımlar açısından ise birbirlerine çok daha bağlılar. AB’nin ABD’deki yatırımları 900 milyar dolar, ABD’nin Avrupa’daki yatırımları ise 650 milyar dolar kadar. Avrupa ile Amerika arasında ortak değerler ve tarihsel bağlar transatlantik ilişkiler için çok sağlam bir zemin oluşturmaya devam etmektedir.

* * *

Transatlantik ilişkiler Türkiye bakımından da büyük önem taşır. ABD ile AB’nin dayanışma içinde Ortadoğu sorunlarına yaklaşmaları bu bölgedeki gelişmelerin tehlikeli bir istikamete yönelmesini önlemede etkili olur. ABD ve AB’nin aynı stratejik amaçlar etrafında birleşmeleri Türkiye’nin jeopolitik ağırlığını artırır, iki taraftan birinin değişik dengeler peşinde koşmasını önler. Türkiye’nin ihtiyacı hem AB üyeliği ve hem de ABD ile ortaklıktır. AB üyeliği uzun sürede Türkiye’deki demokratik kurumların güçlenmesini, toplum içindeki çelişkilerin aşılmasını, bölünme dürtülerinin geride kalmasını, AB’ye entegrasyon yolu ile ekonomik büyümenin yeni bir ivme kazanmasını sağlar.

Ancak Türkiye’nin geniş coğrafi çevresinde stratejik istikrarın sağlanmasında, kitle imha silahlarının yayılmasının Türkiye’nin güvenliğini tehlikeye sokacak biçimde gelişmesini önlemede ve global terörle mücadelede ABD ile ortaklık geçerliliğini koruyacaktır. Unutmamak gerekir, NATO kaçınılmaz olarak artık ABD-AB ilişkilerinin başlıca ekseni olmaktan çıkacaktır. Türkiye yeni şekillenecek transatlantik işbirliği düzenlemelerinde de yerini almalıdır.

* * *

Diğer taraftan Türkiye’nin transatlantik ilişkilerin kuvvetlenmesine özlü katkıda bulunabileceği göz ardı edilmemelidir. Örneğin Türkiye Ortadoğu’daki ülkelerle başarılı bir şekilde geliştirdiği diyalog kapsamında bölgenin önümüzdeki yıllardaki siyasi evriminde rol oynayabilir. Önemi gittikçe artan Karadeniz bölgesinde oluşmakta olan yeni siyasi dengelerin istikrarı kuvvetlendirecek yönde olmasına çaba harcayabilir. Özellikle Kafkasya’da sürekli güvenlik ve istikrarı destekleyecek politikalar güdebilir. NATO içindeki ağırlığı ile AB ile NATO arasındaki savunma ve güvenlik işbirliğinin kilit unsurlarından biri haline gelebilir. Bütün bunlar hem ABD’nin hem AB’nin ve hem de Türkiye’nin amaçları ile uyumlu girişimler sayılmalıdır.

Zannediyorum ki Türkiye gerek ABD ile gerek AB ile ilişkileri hakkında daha geniş boyutlu ve daha uzun süreyi kapsayan bir düşünce modeli üretmelidir.
Yazının Devamını Oku

Avrupa Konseyi’nde bitmeyen sıkıntılar

10 Mayıs 2005
<B>AVRUPA </B>Konseyi, özellikle insan hakları ve hukukun üstünlüğü alanında bir bakıma Avrupa Birliği’yle ilişkilerimizin aynasıdır. Avrupa Konseyi’yle ilişkilerimiz ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kararları, AB hukuk kavramlarına ve politik kültürüne ne derecede uyduğumuzun kıstası sayılır.

Son yıllarda AİHM, bireysel başvurular üzerine Türkiye’yi tazminat ödemeye mahkûm eden veya yeniden yargılama talep eden çok sayıda karar kabul etti. AİHM’nin başka konularda da kararları mevcut. Mahkemenin 4’üncü Dairesi tarafından 29 Haziran 2004’te alınan ’türban’ kararı, TBMM Başkanı ile Anayasa Mahkemesi Başkanı arasında patlak veren tartışmada da ele alındı.

Halen ‘Büyük Daire’nin onayını bekleyen bu karar, türbanın üniversitelerde yasaklanmasının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) ihlali olarak görülemeyeceğini hükme bağlamıştı. Ne var ki üniversitelerde türbana izin veren bir anayasa değişikliğine gidildiği takdirde AİHM’nin geçen yıl aldığı karara dayanarak böyle bir değişikliğe mutlaka itiraz edeceği sonucuna varılamaz.

Türbanın yasaklanmasının AİHS’yi ihlal etmediği görüşü, türbana izin verilmesinin sözleşmeyi ihlal edeceği anlamına gelmeyebilir.

* * *

Loizidu davasından sonra AİHM’ye Kıbrıs’taki mülkiyet sorunlarına ilişkin yüzlerce başvuru yapıldı. Bunlardan bir tanesi geçenlerde kabul edildi ve bu suretle diğerleri için de emsal oluştu. Davaların ilk önce KKTC’de kurulan tazmin komisyonlarına havale edilmesi konusunda ise daha bir ilerleme yok.

Güney Kıbrıs’ın şimdi KKTC’de Rumlara ait taşınmazları tasarrufları altında bulunduran Türkleri ve yabancıları kendi mahkemelerinde yargılamaya ve cezalandırmaya girişmesi, mülkiyet meselelerini iyice karmaşık hale getirdi. Başımız daha çok ağrıyacak. Türkiye’deki gayrimüslim azınlıkların da mülkiyet sorunlarını AİHM’ye taşımaya başladıklarını unutmayalım.

AİHM, Öcalan’ın yargılanmasının adil olup olmadığına iki gün sonra karar verecek. Menfi olacağı anlaşılan bu karar üzerine yeniden yargılanma konusunun Türkiye’de ne şekilde ele alınacağı belli değil. Çünkü Öcalan ve onunla birlikte 90 kişi, 2003 yılındaki bir mevzuat değişikliğiyle yeniden yargılanma kapsamı dışında bırakıldı.

AİHM’nin kararından sonra Öcalan’ın avukatları, temel hak ve özgürlüklere ilişkin sözleşmelerin önceliğini tanıyan Anayasa’nın 90’ıncı maddesine dayanarak yeniden yargılama için Ağır Ceza Mahkemesi’ne başvurabilirler. Fakat mahkeme, iç hukuka göre başvuruyu reddederse bu karar yöntemsel nitelikte olacağından Yargıtay’da itiraz hakkı doğmayacak.

Aslında AİHM daha önce 90 kişilik kategoriye giren 25 kişi hakkında da yeniden yargılama kararı almıştı. Kararın uygulanmasından sorumlu Bakanlar Komitesi, konuyu Türk hükümetine de aksettirmişti. Bu iş de şimdilik askıda.

* * *

Peki, Ermeni ‘soykırımı’nı reddettiği için Türk Tarih Kurumu Başkanı aleyhinde bir İsviçre kantonunda başlatılan soruşturma hakkında AİHM’ye gidilebilir mi? Bunun için ilk önce İsviçre’deki bütün hukuk yollarının tüketilmesi gerekir.

Diğer taraftan AİHM’nin benzer sayabileceği davalarla ilgili olarak daha evvel aldığı kararlar çok dikkatle incelenmelidir. Ters tepebilecek bir başvuru, AİHM bir yargı mercii olduğu için Ermeni savlarını güçlendirebilir.

AİHM’nin kararlarının uygulanmaması bütün AB üyelik süreci boyunca işimizi zorlaştıracaktır. Kararların uygulanmasından sorumlu olan Bakanlar Konseyi belki bir ölçüde esneklik gösterebilir, zaman tanıyabilir; fakat sonunda kararlara uymak dışında bir opsiyon yok.
Yazının Devamını Oku

Ortadoğu politikamız iyi gidiyor

7 Mayıs 2005
<B>ORTADOĞU </B>politikamızın yerine oturduğunu gösteren olumlu gelişmeler var. AKP hükümeti zaten birçok bölge ülkesiyle ikili ilişkilere yeni bir ivme kazandırmış ve onlarla eskisine oranla çok daha iyi bir diyalog içine girmeyi başarmıştı. Ancak Ortadoğu sorunlarına ve özellikle Irak’a karşı yaklaşımlarımızda bir gerçekçilik eksikliği, hatta bocalama gözlemleniyordı.

Son zamanlarda ise Irak politikamızda özlü bir evrim oldu. Her şeyden önce yalnızca Kuzey Irak’a ve Kürtlere odaklanmaktan bir ölçüde kendimizi kurtardık. Bütün etnik gruplara ve mezheplere eşit şekilde yaklaşıyoruz ve hepsiyle görüş alışverişinde bulunuyoruz.

Söylemlerimizde önemli bir değişiklik izleniyor. Irak’taki son seçimlerin meşruiyetine kuşkuyla bakarken şimdi seçimlerden sonra oluşturulan hükümete elimizi uzatıyoruz. Irak’a komşu ülkeler toplantısına katılan Dışişleri Bakanı Hoşyer Zebari’nin İstanbul’a gelişini kolaylaştırmak üzere Bağdat’a uçak bile gönderdik.

Türkmenleri himaye politikamızın uygulanmasında bir ayarlama gerektiği bilincine zannedersem vardık. İstanbul konferansında Irak’taki demokratik sürece destek vaat edildiği gibi teröristlerin sınırlardan her iki yönde de sızmalarını önleyecek önlemler üzerinde duruldu. Felluce operasyonları sırasında direnişçileri öven duygusal retorik geride kaldı.

* * *

1 Mart 2003 tarihinde TBMM’nin aldığı kararın bir sonucu da, Arap ülkelerinin İsrail’le askeri işbirliğini de kapsayan ilişkilerimize karşı duydukları kuşkuları bertaraf etmek olmuştur. O kadar ki Başbakan Erdoğan’ın İsrail’e ziyaretinde F-4 uçaklarının modernleşmesinden pilotsuz uçaklar alımına kadar yeni projeler üzerinde anlaşıldı.

Aynı ziyarette, Filistinli liderlerle yapılan görüşmelerin de, programın dengesizliği ve randevu saatlerine uymamak alışkanlığımız yüzünden yaşanan aksama hariç, yapıcı bir zeminde cereyan ettiği anlaşılıyor. Türkiye gerçekten Filistinlilere ekonomi, kurumsal yapılanma ve teknik eğitim alanlarında yardımda bulunabilir. Ancak İsrail-Filistin ihtilafında, İsrail’in soğuk karşıladığı, arabuluculuğa kadar varan bir rol oynamak konusundaki ısrarımızı anlamak çok zor.

Bugün ABD ile birlikte yol haritasının sponsorları olan BM, AB ve Rusya bile geri planda kalmak mecburiyetindeler. İsrail’e, o da ancak bir ölçüde, söz dinletebilecek tek ülke ABD. Kaldı ki bağımsız bir Filistin devleti kurulmasını öngören yol haritasının gerçekleşmesi, İsrail’in yıllardan beri Batı Şeria’da giriştiği oldubittilerle olabileceği kadar zor.

İsrail bu bölgede kurduğu yerleşim merkezlerini Kudüs’ü de kapsayacak bir duvar inşasıyla sürekli hale getirmek politikasını devam ettiriyor. Evet Gazze’deki yerleşim merkezlerini tasfiye edecek; fakat Batı Yakası’nın her tarafına dağılmış olanlara yenilerini eklemek peşinde. Bir çözüm için Kudüs’ün statüsü, sınırlar, güvenlik düzenlemeleri, mülteciler gibi son derece karmaşık sorunları ele almak gerekecek.

Bütün bu meselelerin ayrıntılarını bilen uzmanlarımızın olduğu bile şüpheli. Arabuluculukta iki tarafla da kötü kişi olmak çok kolay. Bunu da unutmamalıyız.

* * *

Suriye’yle ilişkilerimiz bugünkü koşullarda özellikle hassastır. İkili işbirliğine kimsenin itirazı olamaz. Suriye, Lübnan’dan kuvvetlerini de çekti. Ne var ki Lübnan’da bundan sonra oynayabileceği rol hakkındaki kaygılar devam ediyor.

BM Güvenlik Konseyi kararı, ayrıca Hizbullah militanlarının da silahsızlandırılmasını veya etkisiz hale getirilmesini öngörüyordu.

Suriye’nin Lübnan’da ülkenin egemenliğiyle çelişen müdahalelerine kayıtsız kalabileceğimiz izlenimini vermemeliyiz.

Ortadoğu politikamızda iyi yoldayız. Aktivizmden, zikzaklardan ve orantısız tepkilerden kaçınmaya dikkat ettiğimiz ölçüde başarılı oluruz.
Yazının Devamını Oku

Birleşmiş Milletler sistemi

3 Mayıs 2005
<B>ÜYE </B>ülkeler, BM kuruluşlarının yönetim kadrolarına kendi vatandaşlarının seçilmesi veya atanması için her zaman büyük bir rekabet içinde olmuşlardır. Bu rekabette büyük devletler ve küçük olsalar bile BM’ye önemli mali katkıda bulunan ülkeler doğal olarak daha avantajlıdırlar.

Genel Sekreter’in BM Kalkınma Programı (BMKP-UNDP) yöneticiliği için Kemal Derviş’i Japonya ve Norveç adaylarına tercih etmesi Derviş’in yetenek ve deneyiminin tartışmasız takdir edildiği anlamına gelir. BMKP 2000 yılında ekonomik ve sosyal gelişme amacına yönelik olarak BM Genel Kurulu tarafından kabul edilen ’Binyıl Hedefleri’nin önümüzdeki yıllarda gerçekleşmesinde kritik bir rol üstlenmeye namzettir.

Derviş’ten, Dünya Bankası’ndaki 20 yılı aşkın tecrübesi, Türk ekonomisinin en ağır bir krizden kurtarılarak istikrar içinde büyüme aşamasına geçmesinde oynadığı kilit rol ve siyasi, ekonomik ve sosyal vizyonu ile BMKP’nin genişletilmiş misyonuna ivme vermesi bekleniyor.

Derviş, Kofi Annan’ın, Irak’a yönelik ‘gıda karşılığı petrol’ programının uygulanmasında ortaya çıkan yolsuzlukların genel sekreterlikte yarattığı sarsıntıları gidermek ve yeni yapılanmayı düzenlemek üzere kendisine bağlı ofisin başına getirdiği Mark Malloch Brown’un yerine geçiyor. Brown şimdi genel sekreterin başlıca akıl hocasıdır.

***

Derviş’in seçilmesi vesilesiyle üstleneceği görevin BM hiyerarşisindeki yeri hakkında çok şey söylendi. BM sisteminde ‘Uzmanlık Kurumları’ ile ‘Program ve Fonları’nı birbirinden ayırt etmek gerekir. Birinciler uluslararası sözleşmelerle kurulmuş, ikinciler ise BM’nin temel organları tarafından oluşturulmuştur.

Uluslararası Çalışma Örgütü, UNESCO, Dünya Sağlık Örgütü gibi uzmanlık kurumlarının yöneticilerini kendi kurulları seçer ve dolayısıyla bunlar daha bağımsızdır. Dünya Bankası ile IMF de aynı kategoriye giriyorlarsa da onların bağımsızlığı daha mutlaktır. Dünya Ticaret Örgütü ile Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı, BM sistemi ile irtibatlı kurumlardır.

BMKP, UNICEF, Dünya Gıda Programı, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği, BM Çevre Programı gibi program ve fonlara gelince bunların yöneticilerini genel sekreter tayin eder ve genel kurulun onayına sunar. Genel sekreter, tayinleri kilit ülkelerle danışma içinde yaptığından genel kurulda bir problem çıkmaz.

Bütün bu kuruluşların yöneticileri Türkçe’ye ‘Genel Sekreter Başyardımcısı’ şeklinde çevirebilecek ‘Undersecretary General’unvanını taşırlar. Onların altında ‘Genel Sekreter Yardımcıları’ (Assistant Secretary General) bulunur. Bu unvanlarla daha önce görevde bulunan, hatta program yöneticiliği yapan Türkler olmuştur. Halen de Dünya Sağlık Örgütü’nde Prof. Dr. Tomris Türmen eşdeğer bir görevdedir.

***

BMKP’nin bir özelliği, daha merkezi bir konumda olması ve 166 ülkede faaliyet göstermesidir. Birçok BM kuruluşu temsilcilerinin bulunduğu ülkelerde BMKP temsilcisi eşgüdümü sağlar. BMKP’nin dikkatini yoğunlaştırdığı alanlar arasında demokratik yönetişim, fakirliğin azaltılması, kriz önlenmesi, enerji, çevre ve AIDS ile mücadele de var.

BMKP’nin son yıllarda hazırladığı ‘İnsani Gelişme’ raporlarının büyük yansımaları oldu. Kemal Derviş gerçekten önemi artacak olan bir kuruluşun başına getirilmektedir.

Türkiye’de kalsa daha mı iyi olurdu suali bazen soruluyor. CHP’deki tecrübesinden sonra herhalde Türkiye’de bugünkü siyasi parti kültürüyle bağdaşamayacağını daha da iyi anladı.

Bizdeki lidere kilitli ve yeteneğe prim vermeyen bir sistemde tamamen kişisel çabaları dışında yapabileceği bir şey yoktu.
Yazının Devamını Oku

1915 olayları nedir?

30 Nisan 2005
<B>OSMANLI </B>İmparatorluğu’nu Ermenilere karşı <B>‘soykırım’ </B>suçu işlemekle itham eden propaganda bütün hızı ile devam ederken Türkiye’de bu propagandada ileri sürülen savları çürütmek için açıklanan belgeler arasında oldukça önemli tutarsızlık ve çelişkiler ortaya çıktı. Talát Paşa’nın hatıra defterinde tehcir edilen Ermenilerin sayısı 924 bin olarak not edilmiş. Oysa Türk Tarih Kurumu yer değiştirmeye mecbur edilenlerin sayısının ancak 450 bin kadar olduğunda ısrarlı. Ölen Ermenilerin, sağ kalarak göç edenlerin, daha sonra tekrar eski yerlerine dönenlerin sayısı hakkında da görüş birliği yok. Bu arada Başkan Bush da 24 Nisan vesilesi ile yaptığı açıklamada ‘tehcir ve kitle halinde öldürmelere maruz kalan 1.5 milyon Ermeni’den söz etti. Fakat bu olabileceği kadar abartılı rakama rağmen Bush ‘soykırım’demediği için biz ferahladık, Ermeniler ise yeise kapıldılar. Demek oluyor ki asıl mesele ileri sürülen rakamlar veya olayları ilk kimin tahrik ettiği değildir. Sorun tehcir kararının ve uygulamasının bugün geçerli sayılan kıstaslara göre ‘soykrım’ diye nitelendirilmesinin mümkün olup olmadığıdır.

***

‘Soykırım’ suçunun unsurları 1948 tarihli ‘Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde tarif edilmiştir. Soykırım, ‘milli, etnik, ırki veya dini bir grubu kısmen veya tamamen yok etmek niyeti ile yapılan eylemlerdir’. Soykırım suçundan devletler değil, fakat ancak suçu işleyen kişiler sorumlu tutulabilir. Sözleşme geriye dönük olmadığından yürürlüğe girdiği tarihten önceki olaylara uygulanamaz ve hiç kimseye suç atfedilemez. Zaten 1915 olayları sırasında suçlu oldukları iddia edilenlerden hayatta kalan kimse yoktur. Bugünkü Ermeni propaganda faaliyetlerinin başlıca amacı, dünya kamuyounun bir kısmının da desteğini elde ederek, hukuki sonuçları olamasa bile, Türkiye’yi Osmanlı İmparatorluğu’nun ‘soykırım’ yaptığını kabul etmeye zorlamaktır. Buna Ermeniler büyük sembolik önem atfediyorlar. Propagandaları ne kadar etkili olursa olsun, Türkiye’nin iddialarını her zaman reddedeceğini ise bir türlü anlamak istemiyorlar. İki taraf tarihçileri bir araya gelseler de ‘soykırım’ı kanıtlayacak bir sonuca varılamaz, çünkü niyeti ispat etmek çok zordur. Belgeleri herkes farklı yorumlayacaktır.

***

Başbakan Erdoğan ile Ermenistan Başkanı Koçaryan arasındaki mektup teatisinin bir sağırlar dialoğuna döndüğü izlenimine kapılmıştık. Neyse ki Başbakan Milliyet Gazetesi’ne son açıklamaları ile durumu aydınlattı ve Ermenistan ile ilişkilerin normalleştirilmesi ile ortak tarihi araştırmanın paralel bir süreç şeklinde yürütebileceğini belirtti. Başbakan ayrıca bugünkü sınırları tanıyan 1921 tarihli Kars Antlaşması’nın teyidine Ermenistan’ın artık direnmediğini de belirtti. Sınırların açılması bağlamında çok anlamlı bir gelişme.

Ermenistan ile ikili ilişkilerimizin seyri ne olursa olsun Ermeni iddiaları ve buna çok sayıda ülke parlamentolarının verdiği destek bizi daha çok uğraştıracak. Sorunu ancak zamanla aşacağız. Çok sabırlı olmalı ve tahriklere kapılmamalıyız. Özellikle Fransa’nın temsilcilerinin veya bazı Avrupa Parlamentosu üyelerinin söylemlerine bakarak AB’nin bizden ‘soykırım’ı kabul etmemizi resmen isteyeceği gibi bir endişeye mahal yoktur. Bizden resmen isteyebilecekleri Ermenistan ile ilişkilerin bir ölçüde normalleşmesidir. Buna da hazır olmalıyız.
Yazının Devamını Oku

Ufuk turu

26 Nisan 2005
<B>GENELKURMAY </B>Başkanı Orgeneral <B>Hilmi Özkök</B>’ün 20 Nisan’da Harp Akademileri’ndeki konuşması, küresel siyasi ve stratejik denklemi, Türkiye’nin dış ve güvenlik politikasını ve iç sorunlarını kapsayan geniş bir ufuk turu niteliğindeydi. Böyle bir değerlendirmenin Genelkurmay Başkanı tarafından yapılmasının ne kadar doğru olduğu bir ölçüde sorgulandı. Aslında Batılı demokrasilerde askerler teknik konular dışında hükümetin izni olmadan açıklamalarda bulunmazlar. ABD belki biraz farklı; çünkü orada yüksek rütbeli komutanlar Kongre tarafından çağrıldıkları takdirde Kongre üyelerinin soruları üzerine kendi görüşlerini belirtebilirler.

Türkiye’de ise TSK’nın geleneksel olarak farklı bir konumu olmuştur. Politikacılar bile ‘hükümet politikası’ ile ‘devlet politikası’ arasında bir ayrım yaparlar. ’Devlet politikası’ kavramında TSK’nın görüşlerinin ağır bastığı da bilinen bir şeydir.

Diğer taraftan Orgeneral Özkök, basına açık olsa da, Harp Akademileri’nde konuşmuştur. Bir askeri forumda görüşlerini dile getirmesini fazla yadırgamamak gerekir. İşin ilginç tarafı, Genelkurmay Başkanı’nın ve İkinci Başkanı, zaman zaman yaptıkları konuşmalarla Türk kamuoyunu en geniş şekilde aydınlatıyorlar. Hükümet üyeleri ve yetkili bakanlıklar ne yazık ki bu işlevi yerine getiremiyorlar.

***

Türkiye’nin ABD ve AB ile ilişkilerinin, gerçekler olabileceği kadar çarpıtılarak çok duygusal ve demagojik bir zeminde tartışıldığı bir anda Orgeneral Özkök’ün bu iki konuda yaptığı değerlendirme büyük önem taşıyor.

Genelkurmay Başkanı, ABD ile ilişkilerimizin savunma, güvenlik, enerji, ekonomi, ticaret ve geniş bir coğrafyada bölgesel işbirliğini kapsadığını ve Türkiye ile ABD’nin Avrasya ve Ortadoğu bölgesinde demokrasinin gelişmesi için gayret gösterdiklerini kaydettikten sonra şu sonuca varıyor:

’Türk-Amerikan ilişkilerinin kötü bir dönemden geçtiği ve ilişkilerde bir kriz yaşandığı şeklindeki değerlendirmeler ve söylemler gerçekçi değildir. Yaklaşık 50 yıllık bir süreç içerisinde şekillenen Türkiye-ABD ilişkileri, öne sürülen iddialardan fazla etkilenemeyecek kadar güçlü ve dinamiktir.’

AB üyeliği konusunda ise Orgeneral Özkök’ün vurguladığı temel nokta şöyle: ’Biz, Batı’nın değerlerini kendi değerlerimizle uyumlu bulan bir ülke olarak devamlı onlarla birlikte olmayı, benzer değerlere göre hareket etmeyi amaçladık. Batı’nın yıllar süren bir süreç içinde oluşturduğu ekonomik ve siyasi birliğine biz yıllar önce talip olduk. Şimdi AB’nin askeri birliğinin de oluşmakta olduğunu izliyor ve ona da katılmayı arzu ediyoruz.’

***

Genelkurmay Başkanı, 24 Nisan’da referandumda Kıbrıs Türklerinin Annan Planı’na oy vermesine yol açan Kıbrıs politikasını da destekler şekilde konuştu ve haklı olarak ‘Garanti’ ve ‘İttifak’ antlaşmalarının vazgeçilmez güvenlik boyutuna değindi. Ancak Ada’nın stratejik önemi hakkında söylediklerinin bir noktası bence tartışılabilir.

Orgeneral Özkök, bu önemi göz ardı edenlerin İngiltere’nin Ada’daki egemen üslerinin korunmasına neden bu kadar önem atfettiklerini kendilerine sormaları gerektiğini düşünüyor. Bu sorunun cevabı zannedersem zor değil:

İngiltere, Akdeniz’de olmadığı için, Akdeniz’e sahildar Türkiye’nin stratejik misyonlar için ayrıca Kıbrıs’a ihtiyacı yoktur. Türkiye’nin Kıbrıs söz konusu olduğu oranda stratejik temel çıkarı, Ada’nın hasım bir askeri gücün kontrolü altında olmamasıdır.

Geçen yıl 24 Nisan’da referanduma sunulan plan, Ada’nın silahsızlandırılmasını ve Garanti ve İttifak antlaşmalarının devamını öngördüğü için Türkiye’nin güvenlik kaygılarını karşılıyordu. Bundan sonra Kıbrıs meselesinin çözümü için müzakereler tekrar başlarsa güvenlikle ilgili konularda geri adım atılması kuşkusuz söz konusu olmamalıdır.
Yazının Devamını Oku