18 Haziran 2005
<B>ÖNEMLİ </B>ölçüde AB’nin genişlemesine karşı tepki yansıtan Fransa ve Hollanda referandumlarından sonra Türkiye’nin üyelik sürecinin daha da güç hale gelmesi zaten beklenmekteydi. Büyük olasılıkla 3 Ekim’de üyelik müzakerelerinin başlayacağı; fakat özellikle Kopenhag kriterlerine uyum alanında Türkiye’nin AB üyeliğine muhalefet eden ülkelerin çok daha katı bir tutum sergileyecekleri de öngörülüyordu.
Bu durumda Türkiye’nin normal olarak bu kriterlere uyma çabalarını yoğunlaştırması ve hızlandırması, meseleleri teker teker ele almaktan vazgeçerek bütün siyasi ve hukuki sorunları kapsayan tutarlı bir politika geliştirmesi, AB ile diyaloğu derinleştirmesi gerekirdi. Bunu yapamadığımızın en güzel kanıtı, Başbakan’ın 15 Haziran’da AB ülkeleri büyükelçileriyle yaptığı yemekli toplantıdır.
Doğrusu isterseniz, bu yemekte AB Dönem Başkanı adına konuşan Hollanda Büyükelçisi’nin söyledikleri yenilir yutulur gibi değil. Eleştirilerinin üslubu ve dozu hakkında basının verdiği bilgiler karşısında irkilmemek imkánsız. Fakat bunun yanında Başbakan’ın Erzurum Üniversitesi’ndeki olaylardan ve türbanlı eşlerin Çankaya’ya gidememesinden şikáyeti de şaşırtıcı.
Tayyip Erdoğan yalnızca Başbakan değil, aynı zamanda TBMM’de ezici çoğunluğa sahip bir partinin lideri. Kendisi bu meseleleri çözemiyorsa AB ne yapsın? AB’nin hükümetten başka muhatabı olabilir mi?
***
2002 yılından beri Anayasa’da yapılan değişikliklere, 400’den fazla yasa çıkarılmasına ve uygulamayla ilgili çabalara rağmen Türkiye’nin siyasi ve hukuki reform gündemi hálá çok kabarık. Vakıflar ve İskán yasa tasarıları AB tarafından dikkatle irdeleniyor.
İşkence ve kötü muameleyle mücadelenin kuvvetlendirilmesi, Kürtçe ve diğer dillerde yayınların yerel radyo ve televizyonlarda da yapılması, köye dönüş sürecinin hızlandırılması ve terörle mücadele yıllarındaki zararların karşılanması alanlarında daha yapılacak bir hayli iş var.
TBMM’ye yeni sunulan Vakıflar Yasa Tasarısı konusunda AB çok kapsamlı eleştiriler ileri sürmekte gecikmedi. Özellikle, gayrimüslim azınlık vakıfları hakkında daha önceki yıllarda çıkarılan yasaların, yargı kararlarının ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün uygulamalarının neden olduğu haksızlıkların tamiri açısından yeni yasanın yeterli olmadığı görülüyor.
***
AB’nin başlıca itirazlarından birincisi mülhak, başka bir deyimle Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından doğrudan yönetilen dini vakıflar sisteminin devam ettirilmesi. AB bu statüyü Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerine aykırı buluyor. İkinci itiraz, vakıfların taşınmazlarına ilişkin.
1974’te Yargıtay’ın bir kararıyla vakıfların 1936’dan sonra sahip oldukları taşınmazların tümü Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne aktarılmış ve Genel Müdürlük de bu taşınmazların önemli bir kısmını üçüncü şahıslara satmıştı. Şimdi yeni yasayla genel müdürlüğün elindeki taşınmazlar asli sahiplerine iade ediliyor; ancak üçüncü şahıslara satılmış olan taşınmazlar için tazminat öngörülmüyor.
Vakıflar Genel Müdürlüğü, tazminat yolu açılırsa bununla başa çıkılamayacağı düşüncesindeymiş. İyi de tazminat için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurular başlamış bile. Mahkeme de bu başvuruları kabul edilebilir buldu. Demek oluyor ki tazminattan kurtuluş yok.
***
Yeni Vakıflar Yasa Tasarısı, insan haklarına ilişkin antlaşma ve sözleşmelerin önceliğini tanıyan Anayasa’nın 90’ıncı maddesine de açıkça aykırıdır.
TBMM, tasarıda gerekli düzeltmeleri mutlaka yapmalıdır. Unutmayalım ki reformlar devlet, toplum ve bireyler için AB sürecinden çok daha önemli.
AB’ye gücenip veya ondan umudu kesip reformları engellemekten daha büyük çelişki ve basiretsizlik olamaz.
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2005
<B>TÜRKİYE’</B>deki azınlıklara ilişkin sorunların 3 Ekim’de üyelik müzakereleri başladıktan sonra AB tarafından sürekli ve yoğun bir şekilde gündeme getirileceği kesindir. Yunanistan Türkiye’deki Rum azınlığı ile ilgili şikáyetlerini AB kanalı ile yönlendiriyor. Oysa Türkiye’nin Batı Trakya Türk azınlığının (BTTA) Lozan Antlaşması’na dayanan haklarını başından beri ihlal eden Yunanistan’dan şikáyetleri daha az değil.
***
Her şeyden önce Yunanistan BTTA’yı kendini tanımlama hakkından mahrum bırakıyor ve azınlık tarafından kurulan derneklerin isimlerinde Türk kelimesinin kullanılmasına izin vermiyor. 1990 tarihli bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile BTTA’nın dini liderlerini, müftüleri seçme hakkı elinden alındı. Yunan yönetimi şimdi müftüleri kendisi tayin ediyor. BTTA vakıflarının yöneticileri de seçimle değil, fakat tayinle işbaşına getiriliyor. Yunanistan’da zorunlu eğitim 9 yıl olduğu halde Türk çocukları için bu süre 6 yıldan ibaret.
***
BTTA’ya karşı büyük bir haksızlık da Yunan Vatandaşlık Kanunu’nun 19’uncu maddesidir. Bu madde ‘Başka kökenli bir kişinin geri dönme niyeti olmadan Yunanistan’ı terk etmesi halinde’ Yunan vatandaşlığından ihraç edilmesini öngörüyor. 19’uncu maddenin uygulanması ile BTTA’dan 60 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı. Söz konusu madde 1998’de yürürlükten kaldırılmışsa da çok az sayıda BTTA mensubuna vatandaşlıkları iade edilmiştir. BTTA’nın ahdi haklarını ihlal eden uygulamaların listesi aslında çok daha uzun. Bu alanda Yunanistan nezdinde yapılan girişimler sonuç vermediğinden en iyi çare Batı Trakyalı Türklerin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bir an önce başvurmaları olacaktır.
***
AB’nin Türkiye’deki azınlıklar konusundaki talepleri en son Ortaklık Konseyi’nin 26 Nisan tarihinde yaptığı toplantı ile ilgili belgede dile getirildi: ’AB din özgürlüğü alanındaki çok kısıtlı ilerlemeden kaygı duymaktadır. Müslüman ve gayrimüslim dini toplumların tüzel kişilikleri, mülkiyet hakları, eğitimi, Türk vatandaşı olan ve olmayan din adamlarının ikamet ve çalışma hakları, dini okullar ve bunların yönetimi alanlarındaki güçlüklerin devam ettiği not edilmektedir. AB özellikle gayrimüslim vakıflara ait taşınmazlara el konulmasını endişe ile karşılamaktadır. AB Türkiye’ye Avrupa standartlarına uygun bir vakıflar yasası çıkarılması için çağrıda bulunur ve AB Komisyonu’nun bu kanun tasarısı hakkındaki yorumlarının ciddiye alınmasını bekler.’
***
Belgede ayrıca Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması talep edilmekte ve Gökçeada ve Bozcaada’daki Rum azınlığının sorunlarının çözümlemesi gereği vurgulanmaktadır.
Azınlıklara ait vakıfların taşınmazları ile ilgili son bir gelişme Patrikhane’ye bir padişah fermanı ile tahsis edilmiş olan Büyükada’daki yetimhaneyi Vakıflar Ganel Müdürlüğü’nün kendi mülkiyetine geçirmesi oldu. Partrikhane de bunun üzerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyor. Hálá halledilmemiş olan Ruhban Olulu sorununun peşinde yalnızca Yunanistan ve AB değil, fakat ABD de var. Parikhane’nin ‘ekümeniklik’ vasfının tanınması yolunda AB’den bir talep yok, fakat ABD Kongresi’nde bu yolda bir girişim mevcut. ’Ekümeniklik’ vasfının Türkiye tarafından tanınması istenemez, çünkü bu dini bir konudur. Türkiye ‘ekümenik’ sıfatının Patrik tarafından kullanılmasından rahatsız, fakat bu sıfatla yaptığı faaliyetlere engel olmuyor. Bu ikircikli durumu tartışmaları tahrik edebilecek söylemlerden mümkün olduğu kadar kaçınarak devam ettirmekte isabet vardır.
Azınlıklar meselesi bizi daha çok uğraştıracak. TBMM’ye sunulmakta olan yeni Vakıflar Yasası iyi tasarlanır ve iyi uygulanırsa güçlüklerin büyük bir kısmı aşılabilir.
Yazının Devamını Oku 11 Haziran 2005
<B>BAŞBAKAN Erdoğan</B>’ın Washington ziyareti ve Başkan<B> Bush</B> ile görüşmesi aslında beklendiği gibi geçti. Amaç 2003 Martı’ndan beri ciddi sarsıntılar geçiren Türk-Amerikan ilişkilerini daha istikrarlı bir zemine oturtmak, psikolojik ortamı iyileştirmekti. Kıbrıs ve PKK gibi öncelikli sorunlarda hemen sonuç alınabileceğini ummak safdillik olurdu.
Bu açıdan bakılınca ziyaretin bilançosu başarılı sayılmalıdır. Her iki tarafın da stratejik ortaklık veya stratejik ilişki kavramının altını çizmeleri küçümsenmemelidir. Stratejik ilişki konsepti mutlaka kapsamlı bir askeri işbirliğini içermez. Türkiye ile ABD arasında bu işbirliğinin kapsamının son zamanlarda daraldığı ve ABD’nin operasyonları için Türkiye’ye çok daha az ihtiyaç duyduğu doğrudur. Yine de özellikle NATO çerçevesinde veya şemsiyesi altında yürütülen misyonlarda iki ülke arasındaki işbirliği önemini koruyor. Kaldı ki stratejik ortaklık kavramı aynı zamanda jeopolitik çıkar birliğini de içerir.
* * *
Ortadoğu’da, Orta Asya’da, Balkanlar’da, Kafkasya’da, Akdeniz’de ve global teröre karşı mücadelede politikalarımız her zaman uyumlu olmasa bile sonunda amaç ve çıkarlarımız çok kere örtüşmektedir. Bir örnek vermek gerekirse, Irak savaşının hata olduğunu düşünmekle beraber ABD’nin Irak’tan güvenlik koşulları tam sağlanmadan çekilmesi işimize gelmiyor. Türkiye ile ABD arasındaki stratejik menfaat ortaklığını Genelkurmay İkinci Başkanı Washington’daki konuşmaları sırasında en özlü bir şekilde ortaya koydu.
KKTC’nin direkt ticaretten yararlanması ve KKTC ile ABD arasında direkt uçuşların başlaması zannedildiğinden daha çetrefil bir meseleydi. Ercan Havalimanı’nın uluslararası bir havalimanı olarak tanımlanmasını engelleyen hukuki güçlüklerin aşılması o kadar kolay değil. Üstelik ABD ile KKTC arasındaki düzenli uçuşlar rantabl olmayacak. Direkt ticaret açısından KKTC için önemli olan ise AB ülkeleridir. ABD’nin KKTC’ye yapabileceği en büyük yardım ona politik destek girişimlerine devam etmek olacaktır. Meseleye çözüm bulmaya gelince, şimdiki koşullar Papadopulos’un tutumu nedeni ile yeni inisiyatiflere müsait gözükmüyor. Bizim de bu konuda 13 Ekim’den önce fazla aktif görünmemizin faydası şüpheli.
* * *
Kuzey Irak’ta konuşlanmış olan PKK’ya karşı ABD’nin bir askeri operasyona girişmeyi kabul etmesini beklemek de gerçekçi değildi. ABD ve Irak Hükümeti ile üçlü görüşmelerde PKK konusu zaten sürekli ele alınıyor. Bu aşamada olsa olsa PKK’nın politik destek ile lojistik ve iletişim kolaylıklarından yararlanması belki bir ölçüde önlenebilir.
Washington ziyaretinin en pürüzlü sorununun Suriye olması şaşırtıcı değildi, çünkü hükümetin Suriye politikasının mantığını anlamakta biz de zorlanıyoruz. Suriye’ye karşı Irak’taki gibi bir askeri müdahaleye girişilmesine muhalefet etmemiz kuşkusuz yerinde olur. Fakat Suriye’nin siyasetinin bölge için oluşturduğu tehlikeyi görmezlikten gelmenin ve BM Güvenlik Konseyi kararı temelinde Suriye’yi bu politikasından vazgeçmeye davet eden ABD ve AB ülkeleri ile açıkça aynı safta gözükmekten kaçınmanın isabeti sorgulanmalıdır.
Suriye’deki bugünkü rejimle normal ikili ilişkileri sürdürmemiz bu rejimi himaye ettiğimiz izlenimini doğurmamızı gerektirmez.
* * *
Kısacası Washington zirvesi, arkası geldiği ölçüde yararlı sonuçlar verecektir. Washington’da yaratılan olumlu havanın yanlış anlamalar veya inatlaşmalar yüzünden zedelenmesini önlemek için iki taraf da büyük çaba göstermelidir.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2005
<B>BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan</B>’ın, Başkan <B>Bush</B> ile yarın yapacağı görüşmenin sembolik önemi ağır basıyor. Aralık 2002 seçimlerinden sonra ABD, AKP hükümetine büyük ümit bağlamış, Başkan Bush, Erdoğan’ı daha başbakan olmadan Washington’da Türkiye’nin gerçek lideri gibi karşılamıştı. O zamandan beri köprülerin altından çok sular aktı.
1 Mart tezkeresinin TBMM’de reddi, onu takip eden devrede Irak savaşının ve savaş sonrasının neden olduğu güven bunalımı ve gerginlikler, Türkiye-ABD ilişkilerinde ciddi sarsıntılar yaratacaktı. 2004 Haziran’ında İstanbul’da toplanan NATO zirvesinin yarattığı daha yumuşak ortam da Felluce olayları gibi gelişmelere karşı tepkilerin etkisiyle süratle kayboldu.
Türkiye’deki Amerikan düşmanlığı endişe verici boyutlara ulaşırken Amerikan medyası Türkiye’ye ağır eleştiriler yöneltmekten geri kalmadı.
* * *
Bir süreden beri ise bir toparlanmaya şahit oluyoruz. İncirlik Üssü’nün Irak ve Afganistan’daki ABD kuvvetleri için kısıtlı bir lojistik merkez olması kabul edildi. Resmi söylemler, Türk-ABD ortaklığının önemini vurguladılar. Geçen hafta çeşitli misyonlarla Türkiye’ye 30 kadar kongre üyesi geldi.
Bazı kongre üyeleri, ABD hükümetinin de onayıyla Ercan Havalimanı’na uçarak KKTC’yi ziyaret etmek suretiyle Kıbrıslı Türklere şimdiye kadar hiçbir ülkenin yapmadığı kadar kuvvetli politik destek verdiler. Çok zor bir zamanda görev yaptıktan sonra Ankara’dan ayrılan Büyükelçi Edelman’a itibar gösterildi. Başbakan’ın Başkan Bush ile görüşmesinin amacı, şimdi bu olumlu ortamı perçinlemek olmalıdır.
Türkiye-ABD ilişkilerine tesir eden konular az değil. Irak bağlamında olumlu gelişmeler var. Ankara’nın politikası artık yalnızca Kuzey Irak’a ve Kürtlere odaklanmıyor. Irak’ın tümünü kapsıyor. Ne var ki, seçimlerden sonra Irak hakkında beliren iyimserlik, şiddetin her zamankinden daha fazla artması nedeniyle yerini yine karamsarlığa bıraktı.
* * *
Suriye konusundaki görüş ayrılığı ise ciddi. Cumhurbaşkanı’nın mevsimsiz Şam ziyareti, Türkiye’nin Suriye ve Lübnan politikalarının sorgulanmasına yol açtı. İran’a gelince, aslında görüş ayrılığından çok algılama farkı mevcut. İran’ın Lübnan’daki Hizbullah’a verdiği desteğe ve nükleer silah ve uzun menzilli füze imal etmesine Türkiye’nin bigáne kalması düşünülemez.
ABD’nin şikáyeti olsa olsa bu konularda fazla sessiz kalmamızdır. Türkiye’nin İran ve Suriye’yi de kapsayan Irak’a komşu ülkeler konferanslarına öncülük etmesi de belki Amerikalıları rahatsız ediyordur. Karadeniz’e ilişkin konularda ve NATO-AB güvenlik ilişkileri alanında da bazı güçlükler yok değil.
Ortadoğu bölgesine demokrasiyi yayma politikasına gelince, ABD’nin bu konuda daha mütevazı ve realist görüşlere yöneldiği görülüyor. Herhalde ABD bölge ülkelerinde radikal İslamcı partileri peş peşe iktidara getirebilecek aceleye getirilmiş bir sürecin tehlikesinin farkına nihayet varmıştır.
* * *
Bizde yüksek düzeyde ziyaretlerde genellikle hemen somut sonuçlar beklenir. Devlet veya hükümet başkanlarımız, bakanlarımız ellerinde uzun bir talep listesiyle muhataplarının karşısına çıkarlar. Çeviri de vakit aldığından çok kere bu listenin takdimi görüşmenin en büyük kısmını oluşturur, karşı taraf konuşma fırsatını bile bazen bulamaz.
Bu yanlış ve ters tepen bir yaklaşımdır. Yüksek düzeydeki temaslardan maksat, genel bir görüş alışverişinde bulunmak, birbirini daha iyi anlamak, iki lider arasında iyi bir kimya oluşturmak, en öncelikli meseleler üzerinde bir oydaşma sağlamaktır.
Başbakan’ın ziyareti Türkiye-ABD ilişkilerinin tamiri sürecinde ancak bir aşamadır. İki tarafın da bu ilişkileri doğru rotada tutmak ve her rüzgárdan etkilenmesini önlemek için sürekli dikkat göstermeleri gerekecektir.
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2005
<B>FRANSA’</B>daki referandumdan sonra Türkiye’nin üyelik perspektifinin zayıfladığı algılamasıyla borsanın düşmesi ve doların yükselmesi beklenirdi. Tam tersi oldu. Borsa yükseldi ve hem dolar hem de Euro düştü. Demek oluyor ki Türk ekonomisi politik olumsuzluklara karşı eskisi kadar kırılgan değil.
Yabancı sermaye yalnızca AB nedeniyle değil; fakat Türk ekonomisinin istikrar içinde büyüme kapasitesine güvendiği için Türkiye’yle ilgileniyor. AB projesi kuşkusuz istikbal açısından yaşamsal önemde; fakat bu amaca varmanın başlıca koşulu kendimize güvenmektir. Ekonomik alanda bunu başarmış olmamız sevindiricidir.
***
Siyasi açıdan yine iyimserlik ifade eden söylemler varsa da bunlar aynı derecede inandırıcı değil. Evet, Fransa ve Hollanda’daki referandumlarda AB Anayasası’nın reddedilmesi Türkiye ile 3 Ekim’de müzakerelerin başlamasını hukuken etkilemeyecek. Ne var ki anayasanın reddinin bir nedeni de AB’nin çok fazla genişlemiş olmasına karşı duyulan tepkidir.
Kültürel önyargılar bir tarafa, Türkiye gibi nüfusu AB’ye son katılan on ülkenin nüfusuna eşit bir ülkenin üyeliği, bugünkü ortamda her zamankinden daha fazla tartışılacaktır. Bu tartışmaların müzakere süreceğini etkilememesi düşünülemez. Fransa’da Dominique de Villepin’in başbakanlığını iyi karşıladık; ama Cumhurbaşkanı Chirac ’düşmanım dışarıda olacağına içerde olsun’inancıyla Türkiye’nin üyeliğine muhalif Nicolas Sarkozy’yi hükümetin ikinci adamı yaptı.
Almanya’da Angela Merkel’in daha erken yapılacak seçimlerde iktidara geleceği kesin. Diğer taraftan, unutmamak gerekir ki, anayasanın reddi 2000 tarihli Nice Antlaşması’na dönüş demek. Oysa Nice Antlaşması’nın kurumsal boyutları Romanya ve Bulgaristan dışında başka ülkelerin AB’ye katılmasına elverişli değil. Genişleme devam edecekse yeni düzenlemeler gerekecek.
Şu anda bütün dikkatimizin 3 Ekim’e odaklanması kuşkusuz isabetlidir. Bir yol kazası olmazsa o tarihte müzakereler başlayacak. Yol kazası tehlikesi hiç yok mu? Büyük olasılıkla hayır. Başlıca iki koşul yerine gelmek üzere. Ceza Kanunu TBMM tarafından kabul edildi. Türkiye’de ifade özgürlüğünü kısıtladığından ötürü şiddetle eleştirilen bu kanun hakkında AB çevreleri uygulamayı görmeden tepki göstermeyecekler.
İkinci şart olan Gümrük Birliği’nin yeni üyelere teşmilini öngören protokolün imzalanmasında ve onaylamasında bir sorun gözükmüyorsa da protokolün Güney Kıbrıs’a uygulanmasında 3 Ekim’den sonra güçlükler çıkacağı anlaşılıyor. Halen bir yandan çözüm sürecini yeniden başlatmak, diğer yandan Ada’nın iki kesimi arasında ilişkileri normalleştirmek yönünde ne sonuç vereceği belli olmayan birtakım inisiyatifler mevcut.
Papadopulos’un maksimalist yaklaşımı yüzünden çözüm istikametinde kısa sürede bir ilerleme kaydedilmesi olası değil. Türk Dışişleri bu gerçekten hareketle Kıbrıs’ta her iki tarafa da uygulanan kısıtlamaların aynı anda kaldırılması çağrısında bulundu. Önerilen önlemler arasında hava ve deniz limanlarına uygulanmakta olan kısıtlamaların kaldırılması ve Kuzey Kıbrıs’ın özel bir düzenlemeyle AB Gümrük Birliği’ne dahil edilmesi de var.
***
Dışişleri haklı olarak bugünkü koşullarda ancak Ada’da bir normalleşmeyle çözüme elverişli bir ortam yaratılacağına inanıyor. Başka çaresi de gözükmüyor. Yine de talep ettiğimiz önlemler ile protokolün imzalanması ve onaylanması arasında direkt bir bağ kurduğumuz izlenimini 3 Ekim’den önce vermemeliyiz.
AB süreci Fransa ve Hollanda referandumlarından sonra bir hayli daha da zor olacak. 3 Ekim öncesi ve sonrası için tutarlı bir yol haritasına sahip olmalı, zamanlamaya dikkat etmeli ve diplomasinin yönetiminde, uygulanmasında ve üslubunda hata yapmamalıyız.
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2005
<B>AVRUPA </B>Anayasası açısından işler başından beri ters gitti. Bir antlaşma olan belgeye <B>‘anayasa’</B> denmesi bile onun içeriğinin çok ötesinde bir boyuta sahip olduğu izlenimini doğurdu. Gerçekte, anayasa, Avrupa Birliği’nin temel antlaşmalarının özünü tek bir metinde toplamaktaydı.
Birliğin genişlemesinin kaçınılmaz hale getirdiği yapısal ayarlamalar öngörüyordu. Yönetimin etkinliğini artıracak bazı sınırlı reformlara yer veriyordu. AB’ye biraz daha politik kimlik kazandırıyordu. Bunların hiçbiri devrim niteliğinde değildi.
AB’nin ekonomik felsefesinde bir değişiklik de yapılmıyordu. Fakat Fransa’da daha liberal, İngiltere’de ise aksine daha sosyal bir politikanın öncüsüymüş gibi algılandı. Anayasanın çok liberal olduğu eleştirisine Valery Giscard d’Estaing özetle şöyle cevap veriyordu:
’Faşistler ve Bolşevikler dışında artık hepimiz zaten liberaliz. Hepimiz çoğulculuğun ve hukuk devletinin taraftarıyız. Pazar ekonomisini kabul ediyoruz. Anayasada Avrupa’yı bugün olduğundan daha kapitalist yapacak bir tek madde yoktur. Serbest rekabet, serbest dolaşım gibi prensipler Roma Antlaşması’ndan beri geçerlidir. Anayasaya olsa olsa kapitalizmin aşırılıklarını törpüleyen unsurlar eklendi.’
***
Anayasanın ittifak kuralından uzaklaşarak bütün kararlar için nitelikli çoğunluk kuralını benimsediği de doğru değildi. Dış politika, sosyal himaye, vergilendirme konularında kararların yine ittifakla alınması öngörülmüştü. Aşırı milliyetçilerin, egemenliğin sona erdiği yolundaki iddiası yine mesnetsiz; çünkü anayasa AB’nin ‘üye ülkeler birliği’nden oluştuğunu belirtiyor.
Anayasanın karşılaştığı önemli bir problem, küreselleşme ve AB’nin genişlemesinin ekonomik ve sosyal yansımalarından duyulan endişelerin odak noktasını teşkil etmesi oldu. Anayasa ayrıca Fransız iç politikasındaki çatışmaların ve rekabetlerin dolaylı bir sembolü haline geldi.
Aşırı sol ve aşırı sağ, Türkiye’deki gibi aynı safta buluştu. Chirac’tan kurtulmak isteyenler anayasaya muhalefet yoluyla onu yıpratmak istediler. Laurent Fabius, anayasaya karşı gelerek Sosyalist Parti’nin liderliğini ele geçirmeye kalkıştı. Türkiye’ye hayır demek popüler olduğundan anayasanın reddinin, Avrupa’nın kapısının Türkiye’ye kapatılacağı anlamına geleceği teması bol bol işlendi.
Türkiye’ye destek olanlar ise onun üyeliğinin ileride referanduma sunulmasının bir anayasal kural olmasını sağlayarak işin içinden sıyrıldılar. Sonunda Fransa yüzde 55 ile hayır dedi. 1 Haziran’da Hollanda’da göçmen aleyhtarlığı yüzünden anayasayı aynı akıbet bekliyor.
***
Peki şimdi ve olacak? Hukuki bakımdan daha önceki antlaşmalar devam ediyor. 2000 yılındaki son Nice Antlaşması ile şimdiki genişlemelerin gerektirdiği yapısal ayarlamaların bir kısmı gerçekleştirildi. Anayasanın öngördüğü bazı reformlar, AB Konseyi tarafından geliştirebilir. Ancak AB’nin ne kadar süreceği belli olmayan bir kriz ve bocalama devresine girmesi kaçınılmasıdır.
Bu kriz Türkiye’nin müzakere sürecini hukuken etkilemez. Ancak zaten zor aşamalardan geçmesi beklenen bir sürecin daha da çetin engellerle karşılaşması galiba kaçınılmazdır. Bundan sonra Türkiye’nin politik zihniyet ve uygulama alanındaki zaafları ve eksiklikleri üzerinde daha büyük titizlikle durulacaktır.
Türkiye’de bu alanlarda 17 Aralık 2004’ten sonra ortaya çıkan gerilemelerin önü mutlaka alınmalıdır. Türkiye sorunlarına daha büyük politik cesaretle, daha fazla bilinçle eğilmelidir. Gerçeklere göz kapatmanın, erteleme ve oyalama gibi taktiklerin artık bir işe yaramadığına inanmalıdır.
Sivil toplum ve medya, uzlaşma ve hoşgörü kültürünün gelişmesi alanındaki çabalarına yeni bir ivme vermelidir.
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2005
<B>GEÇEN </B>hafta Fransa Cumhurbaşkanı <B>Chirac</B>’a yakın olduğu iddia edilen bir Fransız, Ankara’da hükümete yakın çevrelerle temas ederek tam üyelikten daha cazip bir <B>‘İmtiyazlı Ortaklık’ </B>formülü ileri sürmüş. Bu formülün başlıca avantajları şöyle imiş: Türkiye AB müktesebatının çok masraf gerektiren çevre standartları gibi yükümlülüklerinden kurtulacak, Kıbrıs ve Ege sorunları gündemden düşecek, imtiyazlı müzakere sürecinde Güney Kıbrıs’a ve Yunanistan’a veto hakkı tanınmayacak, Ermeni soykırımı iddiaları sona erecek, Kürt sorunu Kopenhag siyasi kriteri niteliğini yitirecek. Dahası var. Türkiye neredeyse üye olmuş kadar AB fonlarından yararlanacak. Türkiye AB üyesi olmadığı halde Avrupa savunma ve güvenliği konusunda oy hakkına sahip olarak Savunma Bakanları Komitesi’ne üye olacak.
***
Franda’da imtiyazlı ortaklık formülü üzerinde en fazla ısrar eden Valéry Giscard d’Estaing’dir (VGE). 11 Mayıs tarihli Paris Match dergisinde yayımlanan bir söyleşide, bugünkü AB antlaşmaları hukuku imtiyazlı ortaklığa imkán vermediğinden Türkiye’nin üyeliğine evet veya hayır demekten başka seçenek bulunmadığını, müzakereler ileri bir aşamaya geldikten sonra hayır demenin son derece güç olacağını, Avrupa Anayasası’na bu nedenle hem Türkiye ve hem de Rusya düşünülerek 57’nci madddenin eklendiğini belirtiyor. 57’nci maddeye göre AB imtiyazlı ilişkiler kurmak için komşuları ile spesifik anlaşmalar aktedebilecek. Bu anlaşmalar karşılıklı hak ve yükümlülükler içerebilecek ve ortak bazı hareketler düzenlenebilecek.
VGE’nin Ankara’yı ziyaret eden esrarengiz Fransızın çizdiği çerçevede bir ortaklık öngördüğünü sanmam. Kaldı ki ortaya atılan formülün bazı yönleri inandırıcı olmaktan çok uzak. Örneğin Türkiye ile imtiyazlı ortaklık müzakerelerinde Güney Kıbrıs ve Yunanistan veto hakkından nasıl mahrum bırakılacak? Açıkça nitelikli oyla karar alınmasının öngörüldüğü haller dışında AB Konseyi ittifakla karar alır. Nitelikli oy sisteminin müzakerelerde geçerli olması kararı alınacaksa, bu kararın yine ittifakla alınması gerekecek. Ermeni soykırımı iddialarına gelince, bu iddiaların üyelik sürecinde Türkiye tarafından kabulünün istenmesi zaten söz konusu değil.
***
Kıbrıs meselesinin ve Ege sorunlarının gündemden düşmesi nasıl olacak?Kıbrıs’ta problem yalnızca AB mi? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki geyrimenkul davaları ne olacak? Kıbrıslı Türklerin gittikçe pasaport, iş, sağlık hizmetleri ve ticaret alanlarında Güney’e bağımlı hale gelmelerinin KKTC’nin egemenliğinde sebep olduğu erozyon nasıl durdurulacak? Çözüm içinde AB’ye entegre olmak isteyen Kıbrıslı Türklerin beklentilerini bir tarafa mı bırakacağız? AB üyesi olalım veya olmayalım Ege sorunlarının müzakerelerle çözümlenerek Yunanistan ile tırmanmaya müsait gerginliklerin sona erdirilmesi milli çıkarlarımıza uygun değil mi? AB’ye üye olmadan Güneydoğu sorunu daha mı kolay halledilecek? Tanıdığımız kültürel haklar geri mi alınacak? AB’ye katılmadan Güvenlik ve Savunma politikalarının tespitinde oy sahibi olmamız mümkün mü? Bu soruların bir tanesine bile olumlu cevap verilebileceğini sanmıyorum.
***
Hayal gücü ile milli sorunları çözümlemek olası değildir. Ciddi bir devlet yarım asırdır peşinde koştuğu bir ideali gerçekleştirmek yolunda en kritik bir aşamaya gelmişken birdenbire yolundan sapmaz. Fransa ve Almanya’daki olumsuz gelişmeler 3 Ekim’de üyelik müzakerelerinin başlamasını engelleyemez. AB çevrelerinin ve uluslararası mali kurumların güven ve takdirini kazanmış bulunan Devlet Bakanı Babacan’ın başmüzakereci seçilmesi Türkiye’nin AB politikasındaki sebatını göstermek bakımından da sevindiricidir.
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2005
<B>GEÇEN </B>hafta Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi ile iki Avrupa üniversitesi araştırma merkezinin birlikte Madrid’de tertipledikleri bir konferansa katıldım. AB ile üyelik müzakerelerinin başlaması öncesinde Türkiye-AB ilişkileri konusunu ele alan bu konferansın bence en ilginç yönü, İspanya’nın AB’ye katılım müzakereleri sırasında karşılaştığı sorunların tartışılmasıydı.
Konferansın bu bölümünde, bazıları üyelik müzakereleri sırasında sorumlu mevkiler işgal etmiş olan İspanyol katılımcılar, kendi tecrübelerini naklettikleri gibi Türkiye ile İspanya arasındaki çok dikkat çekici benzerlikleri belirttiler. Bunları özetlemek istiyorum.
* * *
Türkiye ile İspanya arasında tarihi benzerliklerin başlıcası, her ikisinin imparatorluk mirasına sahip olmalarıdır. İspanya politikasında Latin Amerika’yı, Türkiye de Ortadoğu’yu ihmal edemez. Her ikisinin dış poltikası çokboyutlu. Türkiye’nin Avrupalılığı konusundaki kuşkular, İspanya için de geçerliydi.
İspanya’ya Avrupalı değil; fakat sadece bir Akdeniz ülkesi gözüyle bakılırdı. Avrupa, Pireneler’de son bulur algılaması yaygındı. Türkiye gibi İspanya da terör tehdidine maruzdu. Ona karşı da çifte standart uygulanıyordu.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Franko diktatörlüğünün sürmesi İspanya’yı tam bir yalnızlığa itmişti. Franko’nun 1975’te ölümünü takiben İspanya’da demokrasinin yerleşmesi de sancılı oldu. AB ile müzakereler 1979’da başladıktan sonra bile 1981’de bir askeri darbe teşebbüsü yaşandı.
O devirde Kopenhag Kriterleri daha henüz kavramlaştırılmamıştı; fakat kriterlerdeki koşulların özü mevcuttu. İspanya kişisel, siyasal, ekonomik ve sosyal haklara ilişkin BM sözleşmelerini imzaladı.
Dış politika alanında birçok ülkeyle ilişkilerini normalleştirdi, İsrail ile diplomatik ilişkiler kurmaya adeta mecbur bırakıldı. Müzakereler çok çetin geçti ve ancak Almanya Şansölyesi Helmut Kohl’ün güçlü desteğiyle 1986’da başarıya ulaştı.
* * *
Ekonomik bakımdan iki ülke arasında benzerlikler olduğu gibi farklar da var. Türkiye’de bugün fert başına düşen milli gelir, AB ortalamasının yüzde 30’u oranında. Üyelikten önce İspanya için bu oran yüzde 68’di. Fakat yapısal bakımdan benzer sorunlar mevcuttu.
Tarım, İspanya için de çok zor bir problemdi. İspanyol tarım sektörünün büyüklüğü, balıkçı filosu ve şarap üretimi, özellikle Fransa’nın itirazlarına neden oluyordu. Enflasyonla mücadele gerekiyordu.
İspanya, enerji için geniş ölçüde dışarıya bağlıydı. Ticaret ve ödemeler dengesi sürekli açık vermekteydi. Sanayi kuruluşlarının mali yapıları zayıftı. Banka sistemi kırılgandı. Bugün ise bütün güçlükler aşılmış bulunuyor.
İspanya AB’ye tamamen entegre edildi. Fert başına düşen milli geliri AB ortalamasının yüzde 90’ı oranına vardı. Gerçekleştirdiği ekonomik reformlarla İspanya gittikçe küreselleşen dünya ekonomisine ayak uydurdu.
* * *
Konferanstaki İspanyol katılımcıların müzakere stratejisi ve zihniyeti hakkında söyledikleri de önemliydi. Müzakerelere ille her noktada karşılıklık değil; fakat kompromi zihniyeti hákim olmalıydı. Başka bir deyimle sonuna kadar kıyasıya pazarlık yaklaşımı faydadan çok zarar getirirdi.
Aşırı milliyetçilik AB’nin temel felsefesiyle asla bağdaşamazdı. François Mitterrand’ın ‘Milliyetçilik savaş demektir’ sözü boşuna değildi. Çatışma kültüründen uzak durulmalıydı. AB ile müzakereler çetin ve yıpratıcı olabilirdi; fakat AB’ye üye olmak, onun dışında kalmaktan çok daha iyi idi.
İspanya, geçirdiği tarihi tecrübe nedeniyle bugün Avrupa projesinin en hararetli bir destekleyicisidir. Avrupa anayasasını bir referandumla hemen onayladı. Tarihten gerekli dersi çıkarmak, çok büyük bir erdem.
Yazının Devamını Oku