26 Mart 2005
<B>TARİHİN </B>garip cilveleri var. 11 Eylül 2001’den sonraki ABD politikasından şimdiye kadar en fazla kazanç sağlayan ülkelerden biri kuşkusuz İran. O kadar ki son zamanlarda katıldığım toplantılarda en dikkatimi çeken nokta, İranlı diplomatlarda görülen bazen biraz abartmalı özgüven duygusu oldu.
Doğrusu pek de haksız değiller. ABD, Afganistan’a müdahaleyle İran’ın daima tehlike olarak algıladığı Sünni köktendinci Taliban’ı tasfiye etti. Irak müdahalesiyle can düşmanı Saddam’ı devirdiği gibi Şiilerin politik üstünlüğüne zemin hazırladı.
Irak’taki son seçimleri ABD kadar İran da alkışladı. Ayrıca petrol fiyatları yükseldiği için İran muazzam bir rant elde etti. Birbirine hasım iki devlet arasında çıkar örtüşmesi bu kadar olur!
* * *
İran’ın elinde iki büyük koz var. Enerji kaynakları ve jeopolitik durumu. 90 milyar varille dünya petrol rezervlerinin yüzde 9’una sahip. 26 trilyon metreküple dünya gaz rezervlerinin yüzde 18’ini elinde bulunduruyor. En önemli müşterileri Hindistan ve Çin olduğundan BM Güvenlik Konseyi’nde kendisine karşı ABD’nin girişimlerinde veto sahibi Çin’in desteğine güveniyor.
İran’ın Rusya ile ilişkileri de çok iyi. Çeçen militanlarına yardım etmiyor. Orta Asya’da iki ülke yakın bir işbirliği içinde. Tacikistan’daki iç savaşın sona erdirilmesini beraberce sağladılar.
Rusya, İran gaz yataklarından bazılarının geliştirilmesine yardım ettiği gibi ABD’nin itiraz ettiği İran-Pakistan-Hindistan gaz hattının inşasına kendi gaz şirketlerinin katılımını öngörüyor. Rusya, Buşer nükleer santralı inşasını tamamlamak üzere. Bu santralın nükleer yakıtını o temin edecek ve kullanılmış yakıtı geri alacak.
* * *
İran, Irak’ta hem diplomasisi hem de ajanlarıyla çok aktif. Bazı Şii gruplara silah sağladığı biliniyor. Irak’ın toprak bütünlüğünü destekliyor. Fakat bazı İranlı çevreler, Kürtleri aslen İranlı saydıkları için onların bağımsızlık veya otonomisinden kaygı duyulmaması gerektiğini düşünüyorlar.
Dolayısıyla İran’ın politikası biraz ikircikli. Bazı Arap ülkeleri Irak’taki seçimlerden sonra Belucistan’dan Beyrut’a kadar uzanacak bir Şii hilalinden endişe duyuyorlarsa da İran, bünyesinde önemli Şii nüfusu barındıran Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleriyle çok yakın ilişkiler sürdürüyor.
Evet, İran’ın çok aktif ve oldukça başarılı bir politika güttüğü ve geniş bir bölgede ağırlıklı rol oynamaya başladığı kabul edilmelidir. Rejiminin handikapı olmasaydı kuşkusuz daha da fazla nüfuz ve kudret sahibi olurdu. Bugün en büyük sıkıntısı, ABD ile çatışma halinde bulunması.
* * *
ABD, İran’ın nükleer silah üretmek imkánını elinde tutmasını kabule yanaşmıyor ve nükleer zenginleştirmeye son verilmesinde ısrar ediyor. İran gerçekten de uranyumu nükleer silah imaline yarayacak ölçüde zenginleştirebilecek santrifüjlere sahip. Ancak İran bu durumdaki tek ülke değil.
Hatta İran’dan çok daha kısa zamanda nükleer bomba üretme kapasitesine ulaşmış birçok ülke var. Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (NSYÖA) nükleer zenginleştirmeyi yasaklamıyor. İran, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) nükleer programlar üzerindeki kontrolünü artıran NSYÖA Ek Protokolü’nü de imzaladı ve bunu henüz onaylamadıysa da uygulamaya başladı.
Uranyum zenginleştirmesini askıya almaya da razı oldu; fakat bunu sürekli hale getirmeyi kabul etmiyor. İngiltere, Almanya ve Fransa’nın bir kompromiye varmak için sarf ettikleri çabaların ne sonuç vereceği hálá belli değil. Bu yüzden ABD’nin veya onun yerine İsrail’in İran nükleer tesislerini havadan tahrip etmeye kalkışmaları olasılığını kimse bu aşamada tamamen göz ardı edemiyor.
Evet, İran ‘merkez ülke’ tanımına yakın bir konuma gelmek iddiasında; fakat ciddi kırılganlıklarını aşması kolay olmayacak.
Yazının Devamını Oku 22 Mart 2005
<B>ABD </B>istihbarat birimlerinin bazı seçkin düşünce merkezlerinin de geniş katkısıyla 2020 yılı için hazırladıkları yol haritası raporundan biraz söz etmek istiyorum. Rapor o tarihte ABD politikalarını etkileyecek gelişmeleri önceden tanımlamak amacını taşıyor.
Beklenilebileceği gibi ilk önce küreselleşme olgusu vurgulanıyor. Bilgi, teknoloji, mal, sermaye, hizmet ve insan akımının hızlanması anlamındaki küreselleşme, dünyanın kaderini değiştirmeye devam edecek.
Küreselleşmeden en fazla yeni teknolojiye ayak uyduranlar yararlanacaklar. Uluslararası şirketler, artan ölçüde devletlerden bağımsız olarak küreselleşmenin aktörleri haline gelecekler.
* * *
Siyasi değerlendirmesinde raporun birinci teşhisi, uluslararası durumun hiçbir zaman bugünkü kadar akışkan olmadığıdır. Soğuk savaşın sona ermesinin yarattığı fayların sarsıntıları sürüyor. Yeni güç merkezleri ortaya çıkarken global terör dahil değişik güvenlik tehditleriyle karşı karşıya bulunuyoruz.
Rapor özellikle Çin ve Hindistan’ın önümüzdeki 15 yıl içinde global aktör sıfatını kazanacaklarının altını çiziyor ve bu gelişmeyi 19’uncu yüzyılda Almanya’nın ve 20’nci yüzyılda ABD’nin dünya siyaset sahnesine çıkmalarına benzetiyor. Çin ve Hindistan’ın yükselmesiyle küresel jeopolitik denklemin ağırlık merkezi Asya’ya kayacak.
Çin 1.4 ve Hindistan 1.3 milyar nüfusları ve hızlı ekonomik büyümeleri ile Avrupa’nın belli başlı ülkelerinin ekonomik gücünü aşacaklar ve ABD’ye yaklaşacaklar. Kuşkusuz fert başına gelirleri daha düşük kalacak, ekonomik çarpıklıkları devam edecek; fakat bu eksiklikler dünya politikasında ağırlıklı bir rol oynamalarını engellemeyecek.
Bu iki devin muazzam petrol, gaz ve hammadde ihtiyaçları, dünyanın ekonomik ve politik dengelerini şekillendirecek. Enerji alanındaki rekabet yüzünden nükleer enerji opsiyonu gittikçe daha cazip hale gelebilecek. Hindistan ve Çin’in yanı sıra Endonezya ve Brezilya’nın da yeni güçlere katılması, Doğu-Batı, Kuzey-Güney, bağlantılı-bağlantısız kavramlarını geçersiz kılacak.
Rapor, 2020 yılında, ABD’nin nisbi ağırlığı azalmakla beraber, dünya politikasındaki kilit unsur konumunu koruyacağını belirtiyor. Pazarının büyüklüğü, tek parası ve demokratik kurumlarının sağlamlığı ile Avrupa Birliği, küresel alanda daha fazla ağırlığını hissettirecek.
Fakat demografik açığını kapatamadığı takdirde ekonomik durgunluk ve gerilemeye sürüklenebilecek. Avrupa’nın entegrasyon yoluyla elde ettiği güç diğer bölgelerdeki gruplaşmalara örnek teşkil edecek. Rusya büyük bir petrol ve gaz ihracatçısı olarak önemli güçler safında mevkiini koruyabilecekse de ciddi kırılganlıklara sahip.
Onun da AB gibi demografi sorunu var. Ayrıca jeopolitik konumu ve Müslüman azınlığı nedeniyle terörün başlıca hedeflerinden biri. Esasen önümüzdeki 15 yılda uluslararası terörün azalması beklenmiyor.
Rapora göre İslam kimliğinin öne çıkması ve küresel iletişimin gelişmesi Ortadoğu’da olduğu kadar Orta ve Güneydoğu Asya’da ve Batı Avrupa’daki Müslüman azınlıklar arasında radikal İslam ideolojinin gelişmesine yol açtı. El-Kaide muhtemelen zayıflayacak; fakat ona benzer örgütler çoğalacak.
* * *
Rapor bu yazının boyutları içinde temas edemediğim daha birçok dikkat çekici noktalar içeriyor. Fakat bu sınırlı incelemeden bile Türkiye için çıkacak sonuçlar mevcut.
Bunlardan en başta geleni, bilim ve teknoloji yarışında geri kalmak istemiyorsak eğitime en büyük önceliği vermek gereğidir. İkincisi, küreselleşmeden zarar değil fayda görmek istiyorsak, bütün çabamızı AB üyeliği üzerinde yoğunlaştırmaktır.
Üçüncüsü, yönetişim sorununu artık çözümlemektir. Bugünkü yönetişim zihniyetiyle bir yere varamayacağımız her gün daha iyi anlaşılmıyor mu?
Yazının Devamını Oku 22 Mart 2005
ABD istihbarat birimlerinin bazı seçkin düşünce merkezlerinin de geniş katkısıyla 2020 yılı için hazırladıkları yol haritası raporundan biraz söz etmek istiyorum.Rapor o tarihte ABD politikalarını etkileyecek gelişmeleri önceden tanımlamak amacını taşıyor.Beklenilebileceği gibi ilk önce küreselleşme olgusu vurgulanıyor. Bilgi, teknoloji, mal, sermaye, hizmet ve insan akımının hızlanması anlamındaki küreselleşme, dünyanın kaderini değiştirmeye devam edecek.Küreselleşmeden en fazla yeni teknolojiye ayak uyduranlar yararlanacaklar. Uluslararası şirketler, artan ölçüde devletlerden bağımsız olarak küreselleşmenin aktörleri haline gelecekler.* * *Siyasi değerlendirmesinde raporun birinci teşhisi, uluslararası durumun hiçbir zaman bugünkü kadar akışkan olmadığıdır. Soğuk savaşın sona ermesinin yarattığı fayların sarsıntıları sürüyor. Yeni güç merkezleri ortaya çıkarken global terör dahil değişik güvenlik tehditleriyle karşı karşıya bulunuyoruz.Rapor özellikle Çin ve Hindistan’ın önümüzdeki 15 yıl içinde global aktör sıfatını kazanacaklarının altını çiziyor ve bu gelişmeyi 19’uncu yüzyılda Almanya’nın ve 20’nci yüzyılda ABD’nin dünya siyaset sahnesine çıkmalarına benzetiyor. Çin ve Hindistan’ın yükselmesiyle küresel jeopolitik denklemin ağırlık merkezi Asya’ya kayacak.Çin 1.4 ve Hindistan 1.3 milyar nüfusları ve hızlı ekonomik büyümeleri ile Avrupa’nın belli başlı ülkelerinin ekonomik gücünü aşacaklar ve ABD’ye yaklaşacaklar. Kuşkusuz fert başına gelirleri daha düşük kalacak, ekonomik çarpıklıkları devam edecek; fakat bu eksiklikler dünya politikasında ağırlıklı bir rol oynamalarını engellemeyecek.Bu iki devin muazzam petrol, gaz ve hammadde ihtiyaçları, dünyanın ekonomik ve politik dengelerini şekillendirecek. Enerji alanındaki rekabet yüzünden nükleer enerji opsiyonu gittikçe daha cazip hale gelebilecek. Hindistan ve Çin’in yanı sıra Endonezya ve Brezilya’nın da yeni güçlere katılması, Doğu-Batı, Kuzey-Güney, bağlantılı-bağlantısız kavramlarını geçersiz kılacak.Rapor, 2020 yılında, ABD’nin nisbi ağırlığı azalmakla beraber, dünya politikasındaki kilit unsur konumunu koruyacağını belirtiyor. Pazarının büyüklüğü, tek parası ve demokratik kurumlarının sağlamlığı ile Avrupa Birliği, küresel alanda daha fazla ağırlığını hissettirecek.Fakat demografik açığını kapatamadığı takdirde ekonomik durgunluk ve gerilemeye sürüklenebilecek. Avrupa’nın entegrasyon yoluyla elde ettiği güç diğer bölgelerdeki gruplaşmalara örnek teşkil edecek. Rusya büyük bir petrol ve gaz ihracatçısı olarak önemli güçler safında mevkiini koruyabilecekse de ciddi kırılganlıklara sahip.Onun da AB gibi demografi sorunu var. Ayrıca jeopolitik konumu ve Müslüman azınlığı nedeniyle terörün başlıca hedeflerinden biri. Esasen önümüzdeki 15 yılda uluslararası terörün azalması beklenmiyor.Rapora göre İslam kimliğinin öne çıkması ve küresel iletişimin gelişmesi Ortadoğu’da olduğu kadar Orta ve Güneydoğu Asya’da ve Batı Avrupa’daki Müslüman azınlıklar arasında radikal İslam ideolojinin gelişmesine yol açtı. El-Kaide muhtemelen zayıflayacak; fakat ona benzer örgütler çoğalacak.* * *Rapor bu yazının boyutları içinde temas edemediğim daha birçok dikkat çekici noktalar içeriyor. Fakat bu sınırlı incelemeden bile Türkiye için çıkacak sonuçlar mevcut.Bunlardan en başta geleni, bilim ve teknoloji yarışında geri kalmak istemiyorsak eğitime en büyük önceliği vermek gereğidir. İkincisi, küreselleşmeden zarar değil fayda görmek istiyorsak, bütün çabamızı AB üyeliği üzerinde yoğunlaştırmaktır.Üçüncüsü, yönetişim sorununu artık çözümlemektir. Bugünkü yönetişim zihniyetiyle bir yere varamayacağımız her gün daha iyi anlaşılmıyor mu?
button
Yazının Devamını Oku 19 Mart 2005
<B>ERMENİLERİN ‘soykırım’</B> olarak nitelendirdikleri 1915 olayları yine gündemimizi işgal ediyor. Bu konuyu incelerken zannediyorum ki hukuki ve siyasi olmak üzere iki ayrı yönünü göz önünde bulundurmak gerekir. Olayların uluslararası hukuk açısından 1899 ve 1907 Lahey Sözleşmeleri çerçevesinde ele alınması, daha 1915’te düşünülmüştü.
Nitekim o yıl 18 Mayıs’ta İngiltere, Fransa ve Rusya hükümetleri ortak bir bildiriyle ‘Osmanlı Hükümeti’nin bütün üyelerini Türkiye’nin suçlarından kişisel olarak sorumlu tutacaklarını’ açıkladılar. Bu uyarının arkası gelmedi. 1948 tarihli Soykırım Sözleşmesi geriye dönük değil.
Soykırım ve tehcir gibi insanlığa karşı suçlar konusunda bugün yetkili olan uluslararası yargı mercii ise statüsü geçen yıl yürürlüğe giren ‘Uluslararası Ceza Mahkemesi’dir. Türkiye’nin statüsünü imzalamadığı bu mahkeme de ancak statüsü yürürlüğe girdiği tarihten sonraki olaylarda yetkilidir. Demek oluyor ki Türkiye’ye kolektif veya bireysel sorumluluk isnat edilemez, Türkiye’den toprak veya tazminat talebinde bulunulamaz.
Bu alanda dikkat edilecek nokta, Türkiye’ye karşı ileri sürülen iddiaları çürütmek amacıyla girişilebilecek siyasi inisiyatiflerin, mesela BM kuruluşlarına başvurunun, hukuki durumumuzu zayıflatacak bir sonuç vermemesidir.
* * *
Ermeni iddialarının bizi başlıca rahatsız eden yönü siyasidir. Ermeni diasporası ve Ermenistan, Avrupa Parlamentosu’ndan ve birçok Avrupa ülkeleri parlamentolarından ‘soykırım’ı tanıyan kararlar çıkartmayı başarmıştır. Yüzlerce kitap 1915 olayları hakkındaki Ermeni görüşünü benimsemektedir.
Hangi ansiklopediyi açsanız Ermeni ’soykırımı’ndan Osmanlı İmparatorluğu’nu ve özellikle İttihat ve Terakki Hükümeti’ni sorumlu tutar. Ermenilere hiçbir suç atfedilmez. Ermeniler bu yüzdendir ki tarihçilerin bir araya gelmesine, geçerli belgelerin beraberce saptanmasına ve bu belgelere göre ortak bir tarihi değerlendirmeye varılmasına yanaşmazlar.
İddialarının inandırıcılığını kaybetmesinden korktukları gibi ortak bir tarihi incelemenin çok uzun zaman alacağından ve bu süre zarfında kendi tezleri lehindeki yerleşmiş kanaatlerin zayıflamasından kaygı duyarlar. Oysa bu yıl 1915 olaylarının 90’ıncı yıldönümü vesilesiyle amaçları daha çok sayıda parlamentodan ve özellikle ABD Kongresi’nden karar çıkartmaktır.
ABD’de ne kadar başarılı olacakları bu aşamada belli değil. Cumhuriyetçilerin çoğunlukta oldukları Kongre’de Türkiye’yi rencide edecek bir karara Başkan Bush’un karşı koymaya kararlı olduğu izlenimi var. Göreceğiz.
* * *
Türkiye için bir sorun da Ermeni iddialarının bir biçimde AB üyelik süreci ile irtibatlandırılmasıdır. Bu konuda özellikle Fransızlar öncülük yapıyorlar ve sık sık Türkiye’nin tarihiyle yüzleşmesi gerektiğini ifade ediyorlar. Bunun nedeni, kuşkusuz Fransa’da çok aktif bir Ermeni toplumunun bulunmasıdır.
Cumhurbaşkanlığına aday Nicolas Sarkozy’nin en yakın müşaviri de Ermeni kökenli. Ancak Türkiye’nin, AB üyeliğine ne kadar değer verirse versin, Ermeni iddialarını kabul etmesi beklenemez. Bazılarının düşündüğü gibi suçu Osmanlı İmparatorluğu’na yüklemesi de söz konusu değildir; çünkü gerek Osmanlı gerek yabancı birçok belge Ermeni iddialarını hiçbir suretle kanıtlamamaktadır.
Türk Tarih Kurumu zaten Ermeni iddialarının geçersizliğini ispat edecek yüzlerce yeni belge bulduğunu vurguluyor. Ne var ki bu belgeler hakkında Türk kamuoyuna bile şimdilik pek fazla bilgi vermiyor.
Peki ne olacak? Türkiye’nin yapabileceği tek şey bugünkü tutumunu sürdürmektir. Daha önce de yazdığım gibi meseleyi cepheden bir bir atakla değil; fakat onu aşacak koşulları yaratmaya çalışarak çözmeliyiz.
Bu da çok zaman alacak ve özellikle Ermenistan ile ilişkilerimiz konusundaki düşünce modelimizin değişmesini gerektirecek.
Yazının Devamını Oku 15 Mart 2005
AKP hükümetinin davranışları ve tepkileri bazen şaşırtıcı, hatta ürkütücü oluyor.2002 sonunda iktidara geldiğinde Irak krizinin ve Kıbrıs’ta çözüm arayışının en kritik devrinde de hatalar yapılmış ve bir daha geri gelmeyecek fırsatlar kaçırılmıştı. Fakat o tarihte hükümetin karar almadaki zaafı bir ölçüde tecrübesizliğiyle izah edilebilirdi.Nitekim başbakanlığı Tayyip Erdoğan devraldıktan sonra, zaman zaman hedeften sapmalar görülmekle beraber başarılı, akılcı ve dinamik bir AB ve Kıbrıs politikası yürütüldü. Son gelişmeler ve Başbakan’ın anlaşılması güç sert tepkileri ve söylemleri ise şimdi zihinleri bulandırıyor.***AB’yi ele alalım. 17 Aralık 2004’te AB Konseyi’nin, Türkiye ile üyelik müzakerelerinin Ekim 2005’te başlaması konusunda aldığı karar Türkiye’nin Avrupa serüveninin en önemli bir dönüm noktasıydı. Hemen arkasından bu kararın gerektirdiği çalışmalarda bir duraklama devresine girdiğimiz izlenimine ister istemez kapıldık.Yaklaşan müzakereler için ihtiyaç duyulan yapılanma bir türlü gerçekleşmedi. Başmüzakereci tayini daha sonra ele alınabilecek bir mesele olarak görüldü. Oysa bu tayin, yapılanmayla sıkı sıkıya irtibatlı. Müzakerelerin siyasi sorumluların gözetimi altında bulunması doğalsa da müzakerecinin nitelikleri konusunda gerçekleri görmek lazım.Fiilen müzakereleri yürütebilecek heyetin başkanlığının gerektirdiği niteliklere sahip bir kimse, AKP siyasi kadrolarında pek yok. Böyle politikacılar ancak CHP’de var. Dolayısıyla hükümet bir an önce AB tecrübesi olan bir diplomatı seçmeli ve onun ekime kadar Ankara’da bütün ilgili bakanlıklar ve kurumlar ile yoğun çalışmalara başlamasını sağlamalıdır.Diğer taraftan müzakere süreci prensipte yalnızca AB müktesebatını kapsayacaksa da siyasi ve hukuki reformlarla, hatta dış politikayla ilgili paralel bir diyalog devam edecek. Bu alanda bir ilerleme yok, aksine gerileme izlenimi veren gelişmeler gözlemleniyor. 6 Mart’taki gösterilerde polisin ölçüsüz şiddet kullanması şu sırada Türkiye üzerinde odaklanmış bulunan AB kamuoyunda büyük tepkiye yol açtı.AB ile zaten sorunlarımız artıyor. Ankara Antlaşması’nın yeni on üyeye teşmilinin Güney Kıbrıs’ı tanıma anlamına gelmeyeceğinin bizim istediğimiz gibi yazılı olarak belirtilmesi o kadar kolay olmayacak. NATO ve AB arasındaki askeri işbirliğine Güney Kıbrıs’ın katılması konusu hem AB üyeleri hem de NATO müttefiklerimizle gerginlik yaratabilecek. Bu işbirliğini bloke etmemiz olasılığı endişe doğuruyor.***Ortadoğu’ya bakacak olursak orada da politikamızın tereddütler uyandırdığını görürüz. Bütün dünya Irak seçimlerini alkışlarken biz seçimlerin meşruiyetini sorguladık. Şii ve Kürt listelerinden seçimleri kazanan Türkmenlerin sayısı. büyük destek verdiğimiz Irak Türkmen Cephesi’nden seçilenlerden daha fazla.BM Güvenlik Konseyi kararına rağmen Suriye’nin Lübnan’dan askerleri ve istihbarat ajanlarını çekmesi çağrılarına pek katılmadık. İslam konferansı Örgütü’nün rolünü abarttık. Dış politika söylemlerimizde zaman zaman dinsel dürtülerin ağır bastığı izlenimini yarattık.Önceliklerimizi biraz şaşırdık. Dışişleri Bakanı 17 Aralık’tan sonra diğer önceliklere kısmen döndüğümüzü söylemedi mi? Bir Afrika sevdasına kapıldık.Bütün bu dağınıklığın gerisinde galiba AKP teorisyenlerinin geliştirdiği ‘merkez ülke’, ’çokboyutlu politika’, ’ritmik dış politika’ gibi nazariyeler de rol oynuyor. Merkez ülke teorisi kendimizi dev aynasında görmekten başka bir şey değil. Çokboyutlu dış politika iyi bir prensip; fakat önceliklerin saptanmasına ve uygulanmasına engel olmamalı.Ritmik dış politikanın ne olduğunu bilmiyorum; fakat bugün dış politikamız ‘aritmi’ye yakalanmışa benziyor. Diplomasimizi iç kamuoyumuza yönelik bir retorik sanatına indirgemeyelim.
button
Yazının Devamını Oku 12 Mart 2005
<B>GEÇEN </B>salı günkü yazımda Monako Kulübü’nün son toplantısında İran konusuna kapsamlı bir şekilde değinildiğini belirtmiştim. İran’a ve ABD’nin İran politikasına ilişkin değerlendirmelerin en dikkat çekici olanlarını biraz daha geniş şekilde yansıtmak istiyorum. ABD’nin İran’a karşı husumetinin çeşitleri nedenleri var. Bir kere ABD, mollalar 1979’da iktidarı ele aldıkları zaman Amerikalı diplomatların rehin olarak tutulduklarını ve aşağılayıcı muamelelere maruz bırakıldıklarını kolay kolay unutamıyor.
İkincisi, 11 Eylül 2001’den sonra nükleer silahların yayılmasının artık önüne geçilmesi gerektiğine kesinlikle inanıyor. Üçüncüsü de, İran’ın İsrail devletinin varlığına son verilmesi hedefine yönelik politik çizgisinden ve şiddet eylemlerine girişen Filistinli örgütlerin en radikal olanlarına verdiği destekten vazgeçmesini istiyor.
İran’ın radikal örgütlere yardımları bize de yabancı değil. PKK’ya desteği bir tarafa, Türkiye’deki Hizbullah’ın kurulmasına mali kaynak sağladığını ve örgütün militanlarının 1980’li yıllarda İran’da eğitim gördüklerini hatırlıyoruz.
***
ABD’nin bir amacı da kuşkusuz teokratik rejimi çökertmek. Ancak bunun kolay olduğunu zannetmek safdillikten başka bir şey değil. ABD’nin İran’a karşı Irak’taki gibi bir kara operasyonu yürütecek gücü yok. Nükleer tesisleri tahrip için yapabileceği hava ve füze saldırıları ise mağrur İran milletini olsa olsa mollalarla dayanışmaya sevk eder.
1980-88 İran-Irak Savaşı’nda Şah taraftarı oldukları için hapiste bulunan pilotların serbest bırakılınca görevlerini tereddütsüz sonuna kadar yerine getirdikleri unutulmamalıdır. İran’daki Kürtlerin, Azerilerin veya Arapların rejime karşı isyan etmelerini beklemek de gerçekçi gözükmüyor.
Bugün halk, İran’daki rejimi desteklemiyor; fakat rejim kırılgan olmaktan da uzak. İran’da işsizlik oranı yüksek, devlet verimli yatırımlar yapmıyor, buna karşılık artan petrol gelirleri sayesinde halkın hayat seviyesi düşük değil. Kadınlara karşı ayırımcılık varsa da kadınların istihdam edilmelerine ve iyi bir eğitim görmelerine yol açanlar mollalar oldu.
Üniversite öğrencilerinin yüzde 60’ı kızlardan oluşuyor. Kaldı ki teokratik rejimin sağlam güvenceleri mevcut. Ordudan tamamen bağımsız, hatta kendi hava kuvveti bile bulunan devrim muhafızları bu güvencelerin en önemlisi. 300 bin molla da ihmal edilemeyecek bir siyasi güç.
***
Genel kanaat, İran’ın kendi iç dinamiğiyle mutlaka bir evrim geçireceğidir. Fakat bu sürecin kısa zamanda sonuç vermesi olasılığı zayıf. Nükleer programlara gelince; İran’ın nükleer teknolojide geri kalmayı kabul etmesi de beklenmiyor.
Şu anda Almanya, Fransa ve İngiltere, İran’la dört konuda temas halindeler: Nükleer teknolojinin nükleer silah imaline dönüşmesini önlemek, İsrail-Filistin, terörizm ve insan hakları. İran’ın bu alanlarda olumlu tepki göstermesi halinde de ekonomik açımlar vaat ediliyor. Fakat ABD bu sürece dahil olmadıkça netice almak kolay değil.
Örneğin, İran AB ülkelerinden Airbus uçakları satın almak istiyor, oysa bu uçakların motorları General Electric tarafından imal edildiğinden ABD’nin rızası olmadan AB satış yapamaz.
***
Kısa sürede yine de bir umut var. Haziran ayında İran’da yapılacak başkanlık seçimlerinde Haşimi Rafsancani’nin kazanması bekleniyor. Türkiye’nin de çok iyi tanıdığı Rafsancani, pragmatik ve zor zamanlarda kişiliğiyle kararları etkileyen bir politikacı. İran-Irak savaşına BM Güvenlik Konseyi kararı çerçevesinde son vermeye Humeyni’yi ikna eden o olmuştu.
ABD’nin şimdi bir hava müdahalesiyle İran’daki siyasi denklemi menfi yönde etkilemesi büyük bir hata olur. Bölgede nükleer silah monopolünü elde tutmak isteyen İsrail’in, ABD’nin yerine İran’a darbe vurması ise daha da vahim sonuçlar doğurur.
Ortadoğu’da olumlu kıpırdanmalar başladığı bir sırada gerçekçilik, temkin ve sağduyuya her zamandan fazla ihtiyaç var.
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2005
<B>ŞUBAT </B>ayının son günlerinde yapılan Monako Kulübü toplantısından biraz bahsetmek istiyorum. Bu foruma AB üyesi olan ve olmayan Akdeniz ülkelerinin eski başbakan ve dışişleri bakanları, eski BM genel sekreterleri, Arap Ligi Genel Sekreteri, üye ülkeler ve Avrupa parlamenterleri, medya mensupları ve önemli düşünce merkezlerinin direktörleri katılıyorlar.
Son zamanlarda Amerikalılar da davet edildiler. Nitekim bu sefer Başkan Bush’a çok yakın olan eski Dışişleri Bakanı James Baker tartışmalarda hazır bulundu. Türkiye’den eski Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu ve ben kulübün kurucu üyeleri arasındayız.
Toplantıların gündeminde başlıca iki madde vardı: Ortadoğu sorunları (özellikle Irak, İran, İsrail-Filistin) ve Türkiye’nin AB üyeliği. Lord David Hannay ayrıca Kıbrıs meselesinin bugünkü durumu hakkında bir değerlendirme sundu.
* * *
Bugün daha çok Ortadoğu üzerinde duracağım. Her şeyden önce ABD’nin politikalarını şiddetle eleştirenlerin dahi Irak’taki seçimleri bir başarı olarak gördüklerini belirtmek istiyorum. Diğer taraftan Afganistan’da daha önce yapılan seçimler, Libya’nın tutumundaki köklü değişiklik, Suudi Arabistan’da kadınlara oy hakkı tanınmamış olsa da belediye seçimlerine izin verilmesi ve Filistin’de başkanlık seçimi, Ortadoğu’da politik ve sosyal değişimin başlangıcı olarak yorumlanıyor.
Monaco toplantılarından hemen sonra Mısır’da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin başka adaylara açık olacağının bildirilmesi ve Lübnan’da daha önce Gürcistan’da ve Ukrayna’da olduğu gibi halkın barışçı gösterilerle hükümeti devirmesi, bu bölgede çok anlamlı bir kıpırdanmanın işaretleridir.
Irak’a karşı savaş kuşkusuz vahim bir hataydı. Ne var ki bir hatanın veya felaketin iyi sonuçlar doğurduğu ilk defa görülmüyor. İkinci Dünya Savaşı’nın ilk önce Batı Avrupa’yı, daha sonra Doğu Avrupa’yı kapsayan muazzam bir evrime yol açtığı unutulmamalıdır.
* * *
Irak üzerindeki görüş alışverişinde belirtilen bir nokta, seçimlerden ABD kadar İran’ın da memnunluk duyduğudur. Ne de olsa Şiiler de kazançlı çıktılar ve ayrıca Sistani aslen bir İranlı. Bundan sonra Irak’ta güvenlik sorunlarının nasıl çözüleceği ve Anayasa üzerinde bir oydaşma gerçekleşip gerçekleşmeyeceği konusunda ise kesin bir şey söylemenin çok zor olduğunda herkes mutabık.
Ancak dikkati çeken, Kürtlerin bağımsız bir devlet kurmalarına ve Kerkük’ün yönetim ve petrol servetine el koymalarına bütün Arapların Türkiye kadar karşı olduklarıdır. İran’dan yeni dönen Fransız parlamenterler, Tahran’ın da aynı tutum içinde olduğunu, bünyesinde 6 milyon Kürt bulunan İran’ın Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin kurulması olasılığını büyük bir tehdit olarak gördüğünü vurguladılar.
Aramızdaki fark, galiba bizim itirazlarımızı ve kaygılarımızı biraz daha fazla gürültülü ve sistematik bir şekilde ifade etmemiz. Onlara pek iş bırakmıyoruz.
* * *
İran üzerinde çok duruldu. İran’ın 2 ile 5 yıl arasında bir nükleer silah yapabileceği kanaati yaygın. Ancak Amerikalıların itiraz ettikleri uranyum zenginleştirilmesinin ‘Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’na uygun olduğu da inkár edilemiyor.
İran’a karşı bir ABD veya İsrail operasyonunun ise bir felaket teşkil edeceğini kabul etmeyen yok. Böyle bir operasyonun İran’da mollalar rejimini kuvvetlendireceği, dünyada petrol fiyatlarının yükselmesine neden olacağı, İran’ı Irak’ta sürekli istikrarsızlık tahrik etmeye yönelteceği düşünülüyor. Amerikalılar da anlaşılan bu tehlikenin bilinci içindeler.
Toplantıda Ortadoğu üzerine çok daha şey söylendi. Konuyu bundan sonraki yazılarımda işlemeye devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 5 Mart 2005
<B>COŞKUN KIRCA’</B>yı kaybettiğimiz gün Fransa’da aylar öncesinden düzenlenmiş olan bir konferansa katılmak üzere İstanbul’dan ayrılıyordum. Bu yüzden çok eski ve kendisine karşı bütün hayatım boyunca hayranlık beslediğim arkadaşım hakkındaki duygularımı bir hayli gecikerek yansıtabiliyorum. Kırca hakkında tabii söylenecek çok şey var. Ne kadar renkli bir kişiliği olduğunu kabul etmeyen yoktur. Kanada’da Ermenilerin saldırısına uğradığı zaman telefonla arayarak kar altında soğukta nasıl saatlerce kalabildiğini sormuştum. ‘Mozart operalarının aryalarını söyleyerek’ cevabını verdi. Kırca’yı özetleyen bir cevap. Evet Kırca her şeyden önce çok cesur bir insandı. Risk almaktan hiçbir zaman çekinmemiş, karşılaştığı zorluklar ve engeller karşısında yılmamıştır.
* * *
Galatasaray Lisesi’nde aynı sınıftaydık. Ayrı üniversitelerde okuduktan sonra Dışişleri Bakanlığı’nda buluştuk. Daha üçüncü kátipken amirlerimizin iltifatlarından şımararak ilerisi için iddialı senaryolar kuruyorduk. Öncelik Coşkun’daydı. O bakan, ben de müsteşar olacaktım. Onun bürosunda benim resmim, benim büromda da onun resmi bulunacaktı. Sonunda ikimiz de bakan olduk. Fakat değişik yollardan. Ben mesleğin kademelerini aşarak, o politika ile diplomasi arasında mekik dokuyarak. 1950’li yıllarda beraberce NATO delegasyonundaydık. Coşkun rahmetli Fatin Rüştü Zorlu ile bir anlaşmazlık yüzünden istifa etti. Zorlu çok üzülmüştü. Ona ‘Oğlum, senin çok güzel bir istikbalin var, benim ömrüm göreceksin çok kısa. Mesleğinden benim yüzümden ayrılma’ demişti. Zorlu’nun kendisi hakkındaki kehaneti ne yazık ki feci bir şekilde doğru çıktı.
* * *
Kırca bakanlıktan ayrılmasını takiben siyasete atıldı ve geçici bir bocalamadan sonra çok başarı gösterdi. Kurucu Meclis’in bir üyesi olarak 1961 Anayasası’nın hazırlanmasına büyük katkıda bulundu. Arkasından milletvekili seçildi. Meclis’te bazen performanslarını izliyorduk. Bir gün bir üye onu mantık hatası yapmakla itham etmişti. Coşkun kürsüden kendisini eleştirenin savlarını paramparça ettikten sonra ’Çoşkun Kırca için her şey söylenir, fakat mantık hatası yaptığı asla’ demişti. Haklıydı. Hele hukuki konularda en ünlü hukukçular bile onunla başa çıkamazlardı. 1969’da siyaset artık Kırca’yı boğmaya başlamıştı. Tekrar Dışişleri’ne dönerek BM Cenevre Ofisi’nde Daimi Temsilci oldu. Orada ne büyük bir otorite kurduğunu yabancı meslektaşlarından çok dinledim. Daha ileriki yıllarda NATO Temsilciliği’ne atandı.1978’de Ecevit hükümetinin ilk işi bizleri derhal merkeze almak ve işsiz bırakmak olmuştu. Neyse iktidarı uzun sürmedi ve Kırca BM Temsilciliği’ne atandı. Orada Annan Planı’nın ilk temel taşını oluşturan Perez de Cuellar önerilerinin Ankara ve KKTC tarafından kabulü için büyük çaba gösterdi ve bunu başardı. Reddeden Rum tarafı oldu. Ne var ki Özal hükümeti ile bir sürtüşme onu yeniden siyasete yönlendirdi. 1995 yılında Dışişleri Bakanlığı yaptı.
* * *
Kırca’nın diplomasi ve politika yanında Türkiye’nin eğitimine de büyük katkısı vardır. Türkiye ile Fransa arasında ikili bir anlaşma temelinde kurulan Galatasaray Üniversitesi’nin bir devlet üniversitesi olarak yapılandırılması ve herkese eşit fırsat tanıyan bir kurum olması onun sayesindedir. Bugün Galatasaray Üniversitesi 35 Fransız üniversitesinin dahil olduğu konsorsiyumun tek yabancı üyesidir. Her yıl onlarca öğrencisi Avrupa’da eğitim görürken bir o kadar Fransız öğrenci de Galatasaray’da eğitim görmektedir.
Kırca’nın yaptıklarını saymak kolay değil. Arkasında binlerce köşe yazısı da bıraktı. Hepsinde velut ve yaratıcı zekásının, bilgeliğinin ve Cumhuriyet’in temel felsefesine sadakatinin kanıtını bulabilirsiniz.
Kırca’yı çok arayacağız.
Allah rahmet eylesin.
Yazının Devamını Oku