22 Kasım 2005
TÜRKİYE’de sık sık şahit oluyoruz. Gerek siyasi, gerek ekonomik ve sosyal alanda hamle yaptığımız ve ilerlediğimiz hissine kapıldığımız anda bir de bakıyoruz ki işler birdenbire tersine gitmeye başlamış. Güven ve iyimserlik duygusu süratle yerini karamsarlığa, politik ve sosyal gerginliklere terk edebiliyor.
Çok zor koşullar altında AB ile 3 Ekim’de müzakere sürecinin başlaması sağlandıktan ve bunun olumlu ekonomik yansımaları da gecikmeden görüldükten kısa bir süre sonra birbiri ardından bir seri ciddi sorunla karşılaştık: Van’da Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ndeki dram, Şemdinli’deki esrarengiz olayı takip eden tehlikeli gerilim ve tırmanma, Başbakan’ın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kararına isabetsiz tepkisi, ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı bir yaklaşımla açılan davalar, Türkiye-İsviçre maçlarında Bern’deki haksızlığa ve saygısızlığa ölçüsüz mukabele.
Korkarım, bütün bu gelişmeler uzun bir süre siyasi ve toplumsal ortamı olumsuz yönde etkileyecektir.
***
Kuşkusuz en ciddi sorun Şemdinli’deki olayların başlamasıyla bölgede ortaya çıkan durumdur. Hakkári’de PKK’ya destek yönünde şimdiye kadar görülmeyen bir politik mobilizasyona gidildi.
Gerilimin yaygın bir şiddet patlamasına dönüşmesi güvenlik kuvvetlerinin, belediye başkanlarının ve yerel politikacıların dikkatli ve ihtiyatlı davranışlarıyla şimdiye kadar bir derecede önlenebildi. Ancak infilaka elverişli ortama sürdürülebilir bir çözüm bulmak çok zor gözüküyor.
Belli ki bölgedeki denklemin güvenlik ve siyaset boyutları artık çok değişmiş. Irak’taki gelişmelerden de etkilenen bu çetin denklemle başa çıkmak, Türkiye’nin uzun yıllar başlıca problemi olacaktır.
Başbakan’ın AİHM kararı konusundaki tutumuna tepkiler Türkiye’de siyasi istikrarın ne kadar kırılgan olduğunu bir kere daha kanıtladı. Evet, Başbakan ciddi bir politik hata yaptı. Fakat politik hatanın cezası da politiktir. Bu işi hukuki alana taşımanın bir anlamı olamaz.
Oysa hemen AKP’nin kapatılması için sesler yükselmeye başladı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın da Başbakan’ın sözlerini incelemeye aldığı bildirildi. Burada tabii yargının hukukla politika arasındaki etkileşime dikkat etmesi gerekir. Anayasa ve kamu hukukunu ilgilendiren yaklaşım ve kararları siyasi neticelerinden soyutlamak imkánı yoktur.
AKP’ye karşı dava açılmasının sonuçları iyi hesaplanmalıdır. Kaldı ki, artık Anayasa gereğince Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi görmezlikten gelinemez. Sözleşme ise böyle bir davaya cevaz vermez.
***
İsviçre Milli Takımı’na karşı takınılan tutum da dikkatle irdelenmelidir. Evet İsviçre’de hakem haksızlık yaptı ve İstiklal Marşı okunurken ıslık çalındı. Fakat hakem İsviçreli değildi. Islık çalmak kuşkusuz büyük saygısızlıktı. Ne var ki geçmişte, Türkiye’deki maçlarda yabancı milli marşlar çalınırken ıslık çalınmasına hiç rastlanmadığı söylenemez.
Her ne ise, orantılı bir tepki anlaşılabilirdi; fakat kışkırtmalarla ölçü fena halde kaçırıldı. Sonunda ne oldu? Hem bazı kapsamlı yaptırımlar gündeme geldi, hem de binbir çaba ve büyük masraflarla yaratmaya çalıştığımız imaja darbe vuruldu. Burada toplumun bir kısmını son zamanlarda saran psikolojinin de etkisi göz ardı edilmemelidir.
Narsisizm ile karışık bir dünyaya küsmüşlük gözleniyor. Milliyetçilik tekelcileri bu ruh haletini olabileceği kadar istismar etmekten geri kalmıyorlar. ‘Çılgın Türkler’ tehlikeli bir slogana dönüştü.
Cesaret, vatanperverlik ve fedakárlık anlamında ‘çılgınlık’ iyi. Fakat her şeye çılgınca tepki göstermek ancak hüsran getirir.
Yazının Devamını Oku 19 Kasım 2005
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın Kopenhag’da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin türban kararı hakkında söyledikleri, onu çok şiddetli eleştirilerin hedefi haline getirdi. Başbakan için sürpriz teşkil etmemesi gereken bu tepkiler temel politik eğilimlerinin ve şimdiye kadarki icraatının sorgulanmasını da ister istemez tetiklemiş bulunuyor.
Hatta AKP’nin kaderinde artık inişin başladığı yorumları bile eksik değil. Galiba dengeli bir değerlendirme yapmak daha yararlı olur. Başbakan kuşkusuz göreve geldiğinden beri birtakım hatalar yapmıştır; fakat genel tablonun olumsuz olduğuna hükmetmek zordur. Erdoğan’ın dinamik ve politik cesaret sahibi bir lider olduğu yadsınamaz.
AKP Hükümeti’nin ekonomik alanda başarılı olduğu da kabul edilmelidir. Evet ekonomi politikası Kemal Derviş’in politikasının bir devamıdır; fakat onun çizgisine sadık kalınması ve AB üyeliği sürecinin ilerlemesi, Türk ekonomisinin istikrar içinde büyümesini sağlamıştır. Türkiye’ye bugün tarihinde hiç görmediği ölçüde yabancı sermaye akmaktadır.
***
AKP’nin dış politikasının da genellikle başarılı olduğu inkár edilemez. Kıbrıs politikasıyla hem KKTC’nin siyasi ve ekonomik bakımdan eskisine oranla güçlenmesi sağlanmış, hem de AB ile üyelik müzakerelerine başlanması yolundaki en büyük engellerden biri bertaraf edilmiştir. AB süreci çerçevesinde yapılan reformlar, üyelik gerçekleşsin veya gerçekleşmesin, modern bir demokrasinin temel taşlarını oluşturmuştur.
İlk başta Irak savaşındaki bocalamalardan sonra Ortadoğu politikasının genellikle çok başarılı olduğu ve sadece siyasi değil; fakat özlü ekonomik yararlar getirdiği bir gerçektir.
Ancak Başbakan zannedersem lüzumundan fazla hiperaktif. Dış seyahatlerini biraz kısması ve daha az konuşması, her konuda yorum yapmak ve tepki göstermek dürtüsünden kendisini kurtarması lazım. Ani ve duygusal tepkileri işte bir kere daha kendisini çok güç duruma düşürdü. Türban konusunda AİHM’nin değil; fakat ulemanın yetkili olduğunu söylemesinden daha büyük bir siyasi hata tasavvur edilemez.
Gerçi daha sonra ifadelerini yumuşattı; fakat yaratılan imajı değiştirmek, yapılan tahribatı tamir etmek kolay değil. Unutmamak gerekir ki Avrupa’nın AKP algılamasında da hem takdir, hem de dini refleks ve düşünce modellerinden dolayı kaygı var. Ayrıca Başbakan büyük bir çelişkiye de kendisini sürükledi. AİHM’ye başvuranlar türbanlı Türk vatandaşları. Savunmayı yapan avukatları bile bildiğim kadarıyla ulemanın fetvalarını ileri sürmediler.
***
Başbakan’ın sözlerinin Türkiye’deki bazı yansımaları çok şaşırtıcı. Eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz, 1980’de imam hatip okullarında kızların ancak Kuran okurken başlarını örtmelerine izin veren talimatla ilgili olarak ‘ulema’ diye vasıflandırdığı ‘Din İşleri Yüksek Kurulu’nun o zaman aldığı kararı hatırlattı.
Üyeleri ilahiyat profesörleri olan bu kurul, meğer o tarihte okullarda başörtüsü takılmasının zorunlu olduğunu kararlaştırmış. Yılmaz, ‘Ulemanın zaten kararı var. Dinleyip AİHM savunmasına eklediler mi?’ diye soruyor. Bu suretle Türkiye’da hálá işlevi olan bir ulema kurumunun mevcudiyetini öğrenmiş olduk!
Neyse ki Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu aynı görüşü benimsemedi. Fakat süren tartışmalarla galiba bir Pandora’nın kutusu açıldı. İçinden bakalım daha neler çıkacak.
Yazının Devamını Oku 15 Kasım 2005
AVRUPA İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) şimdiye kadar Türkiye’yle ilgili birçok davaya baktı. Mahkemenin laiklik konusundaki tutumu genellikle son derece kesin. Köktendinci eğilimleri veya faaliyetleri dolayısıyla ordudan ihraç edilenlerin yaptıkları başvurular reddedildi. 10 Kasım’da da, Mahkemenin Büyük Dairesi, üniversitelerde türban yasağının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini (AİHS) ihlal etmediği yolunda daha önce 4. Daire tarafından alınan kararı onadı.
AİHM’nin çeşitli konularda Türkiye hakkında verdiği kararların genellikle dengeli bir yaklaşım yansıttığı söylenebilir. Örneğin, Kıbrıs’taki gayrimenkuller hakkındaki Loizidu kararı Türkiye’yi güç durumda bırakacak nitelikte idi. Sürekli emsal teşkil etmesi halinde hem tazminat ve hem de gayrimenkullerin iadesi açısından üzerimizde baskı icrasına müsaitti.
Geçen eylül ayında kabul edilen Xenides Arestis pilot davasındaki kararın ise iki yeni özelliği var. Birincisi, devlet sayılmadığı için KKTC’nin bütün tasarruflarının geçersiz olduğu görüşü benimsenmiyor. KKTC’de etkili bir yargı merciinin bulunabileceği kabul ediliyor. İkincisi bu yargı yolunun, gerekli yapısal düzenlemeler yapıldığı takdirde, Güney’de yaşayan Rumlar için de geçerli olabileceği sonucuna varılıyor.
Mayıs ayında Öcalan hakkında aldığı kararda ise mahkeme, yargılamanın adil olmadığına hükmetti; fakat yeniden yargılama konusunda ısrarlı davranmadı. Yeniden yargılama yerine ‘dosyanın yeniden açılması’ opsiyonuna kapıyı açık bıraktı. Bu yöntemle yeniden yargılamaya gidilmeden dosya kapatılabilir.
***
Türban yasağı hakkındaki karara tekrar dönelim. Bu karar hakkında Türkiye’de büyük bir tartışma sürüyor. Başbakan ve Dışişleri Bakanı, AİHM kararının üniversitelerde türban yasağını kaldıran bir mevzuat değişikliğine engel olamayacağını savunurken, Cumhurbaşkanı Sezer meselenin artık kapandığı ve Anayasa değişikliği yoluyla AİHM’nin kararına aykırı bir uygulamaya gidilemeyeceği görüşünü ifade etti.
Cumhurbaşkanı hatta AİHM’nin kararı olmasa dahi, laiklik Anayasa’nın değiştirilemez maddeleri arasında bulunduğundan, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararla bağdaşmayan bir değişikliğin yapılamayacağında ısrarlı. İç hukuk bakımından bu yaklaşımın ne kadar geçerli olduğu ayrı bir tartışma konusu. Ancak AİHM açısından meselenin tamamen kapanmış sayılması gerektiği savı üzerinde biraz durulabilir.
Evet, AİHM laiklik kavramı konusunda Türk Anayasa Mahkemesi ile aynı görüşte. Kararında ‘...laiklik kavramı AİHS’nin temelindeki değerlerle uyumludur. Bu kavramın savunulması, Türkiye’deki demokratik sistemin korunması için gerekli sayılabilir’ diyor. Ancak, yine de günün birinde Anayasa değişikliğiyle türban yasağı kaldırılır ve buna karşı AİHM’ye bu değişiklik aleyhinde başvurulursa, mahkemenin, AİHS’nin genel felsefesi ışığında, böyle bir Anayasa değişikliğini geçersiz sayması olasılığı hemen hemen yoktur.
Kaldı ki AİHM kararında ‘kanunların yetkili mahkemenin yorumladığı şekilde geçerli olduğu’ noktasından hareket ediyor ve bu nedenle Anayasa Mahkemesi’nin kararını esas alıyor. Anayasa değişikliklerine karşı ise Anayasa Mahkemesi’ne müracaat yolu kapalı.
***
Siyasi bakımdan hükümetin türban meselesinde bugünkü durumu değiştirmeye kalkması kuşkusuz çok tehlikeli ve hatalı olur.
Fevri tepkilere ve yüksek perdeden retoriğe rağmen böyle bir basiretsizlik yapılacağını sanmıyorum.
Ancak AİHM kararına dayanarak politik görüşleri zorlama hukuki yorumlarla desteklemeye çalışmak da galiba pek isabetli değil.
Yazının Devamını Oku 12 Kasım 2005
FRANSA’nın varoşlarında patlak veren ve günlerdir devam eden olaylar hakkında bütün dünya medyasında çok şey söylendi, çok şey yazıldı. Tabii böyle bir krizde yorumcuların bir kısmı kendi ülkelerindeki benzer sorunları unutarak eleştirilerinde acımasızca davranabiliyorlar. Aslında birçok ülkede gettolaşmış banliyölerde veya mahallelerde dışlanmışlık hissi içinde yaşayanlar var. Fransa’daki olaylar bütün bu ülkeler için de tehlike işaretidir.
***
Fransa’da banliyölerin durumu çoktan beri bilinmekteydi. Eski Cumhurbaşkanı Mitterand daha 1990’da bakın nasıl bir tablo çizmişti: ’Ruhsuz bir mahallede doğan, çirkin bir binada ve başka çirkinliklerle, gri duvarlarla, kasvetli bir manzarayla çevrili yaşayan, ufuksuz bir hayatı olan bir genç ne ümit edebilir? Hele etrafındaki toplum onunla ancak kızmak ve yasaklar getirmek gerektiği zaman ilgileniyorsa.’ Teşhis çoktan beri konmuştu, fakat birbirini izleyen hükümetler başka tarafa bakmayı tercih ettiler.
***
Fransa’da göçmenlerin ve göçmen kökenli Fransız vatandaşlarının durumunun bir özelliği var. Gençler ailelerinin geldiği ülkeden de genellikle kopmuş bulunuyorlar. Onunla da artık özdeşleşemiyorlar. Bu, örneğin, Avrupa’daki Türklerden onları ayıran büyük bir fark. Türkler kendi vatanları ile duygusal ve kültürel bağlarını koparmadıkları gibi politik kavgalarını bile göç ettikleri ülkelere taşıyorlar. İş bulmakta da daha fazla beceri sahibiler.
Genel kanaat, din unsurunun Fransa’daki olaylarda ağırlıklı bir rol oynamadığı yönünde. Ancak 11 Eylül 2001’den sonra dinlerini belli eden isimlerinden dolayı istihdam alanında Müslümanlara karşı ayrımcılık yapıldığı da bir gerçek. Başkakan Erdoğan’ın türbanın olayları tetiklediği yolundaki sözleri ise çok aceleye gelmiş bir değerlendirmeydi. Unutmamak gerekir ki Fransa’da türban sorununun boyutları Türkiye’deki kadar değil. Bütün üniversitelerde türban serbest. Yasak sadece ilk ve orta öğretim kurumlarını kapsıyor ve özel liselere uygulanmıyor. Ayaklanan gençlerin dinle pek fazla ilgileri yok. Onların iç dünyasını ve Avrupa’nın ruh halini ‘Fransa Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nün kıdemli üyesi Dominique Moôsi çok güzel tasvir etmiş: ‘Büyük, müreffeh ve çok canlı şehirlerin yanı başında, lakin gerçekte onlardan çok uzak yaşıyorlar. Bu gençler için, yıkıp yakmak var olmanın tek şekli... Batı Avrupa ülkelerinin çoğu Fransa’daki gelişmeleri yakından izlemelidirler. Yeni bir gerçek karşısındayız. Korku umudu yendi. Avrupalılar en fakirler tarafından istila edilmekten, fanatiklerin bombalarından, daha dinamik toplumların kendilerini geride bırakmalarından, şimdi de azınlıklarını kontrol edememekten korkuyorlar.’
***
Kuşkusuz Fransız hükümeti de krizi yönetmekte acizlik gösterdi. İçişleri Bakanı Sarkozy şiddet eylemlerine girişen gençlere ’ayak takımı’ diyerek yangına körükle gitti. Arka perdede Sarkozy ile Başbakan de Villepin arasındaki cumhurbaşkanlığı yarışı da siyasi bir komplikasyon oluşturuyor. Yine de Fransa’yı neredeyse çökmekte olan bir devlet gibi görenler acele ediyorlar. Fransa’nın sağlam kurumları mevcut. Şu andaki siyasi keşmekeşe rağmen tecrübeli politikacı sayısı az değil. Ülkenin altyapısı belki bütün diğer Avrupa ülkelerinden daha iyi. 9’uncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel haklı. Fransa bu işin üstesinden gelir. Türkiye’nin AB üyeliğine muhalefeti yüzünden Fransa’ya kızmamız, onu iğnelemek arzusuna kapılmamız doğaldır. Fakat hükümlerimizde ölçülü davranmak isabetli olur.
Yazının Devamını Oku 8 Kasım 2005
BUNDAN iki ay kadar önce İngiliz ‘The Guardian’ Gazetesi’nde 1905’teki İngiltere ile 2005’teki ABD’yi kıyaslayan bir makale yayımlanmıştı. Makale, 1905’te İngiltere’nin de kendisini dünyanın merkezi olarak algıladığını ve nerede bir kriz veya emperyal çıkarlarına bir tehdit ortaya çıksa hemen müdahale dürtüsüne kapıldığını hatırlatıyordu.
Ne var ki, o zaman da İngiltere, bugünkü ABD gibi artık kaderinin ağırlığı altında ezilmeye başlamıştı. İngiltere’nin gücünün zayıflamasında o tarihlerdeki Boer Savaşı’nın payı büyüktü. Boer’ler ile başa çıkabilmek için Güney Afrika’ya 450 bin kişilik bir orduyu göndermek mecburiyetinde kalmış, uzun bir savaş sonunda Boer’lerin yaklaşık dörtte birini konsantrasyon kamplarında toplayarak ve orada ölüme terk ederek direnişlerini kırabilmişti.
ABD’nin ise bugün Irak’ta ancak 150 bin kişilik bir kuvveti mevcut ve hem isyancılarla hem de savaşın yarattığı ortamda yeni bir kuvvet kazanan El Kaide ve onun uzantısı terörle çatışma içinde. Hiçbir geçerli ve meşru nedene dayanmadığı gün geçtikçe daha iyi anlaşılan Irak Savaşı, din kökenli inanılmaz bir ideolojik saplantının, pusulasız ve pervasız bir politikanın ürünüdür. ABD bu vahim hatanın bedelini ödemeye ve dünyaya ödettirmeye devam ediyor.
* * *
ABD’nin ödediği bedel az değil. Irak Savaşı’nın maliyetinin zaten büyük olan bütçe açığını iyice artırması, sosyal politikaları olumsuz etkiledi. Kamuoyunda Irak macerasına karşı muhalefet gittikçe artarken Katrina Kasırgası’nda yönetimin aczi, Başkan Bush’a bir darbe daha vurdu. Hatalı atamalar ve kararlar, Irak Savaşı’na bağlı yeni ifşalar başkanı gittikçe daha kırılgan hale getiriyor.
Fakat asıl önemli olan Irak Savaşı’nın dünyanın hemen her tarafında yarattığı Amerika aleyhtarlığıdır. Bunun son tezahürünü Arjantin’de, Mar del Plata’da toplanan ‘Amerikalar Zirvesi’nde gördük. Venezüella’nın Başkanı Hugo Chavez, konferans sırasında bir stadyumda kalabalık karşısında ünlü Arjantinli eski futbolcu Maradona ile Bush’a meydan okuyacak kadar ileri gitti.
İşin ilginç tarafı, Bush’un Chavez’in tahriklerine karşı sergilediği nisbi tahammüldür. Bush fazla tepki göstererek Venezüella’da petrol sektöründeki Amerikan yatırımlarını tehlikeye atmaktan çekiniyor! ABD’nin gücünün sınırsız olmadığının yeni bir işareti.
* * *
Mar del Plata’da Bush sadece Chavez’in tahrikleriyle karşılaşmadı. Güney Amerika ülkelerinin bugün büyük çoğunluğu solcu veya sola meyyal başkanların yönetiminde. ABD’nin öncülüğünü yaptığı ‘Amerikalar Serbest Mübadele Bölgesi’ projesine bazı ülkeler karşı çıkarken bazıları da isteksiz davranıyor.
ABD’ye yöneltilen eleştirilerin dozu yüksek. IMF politikaları sürekli kınanıyor. Kuzey Amerika Serbest Ticaret Topluluğu (NAFTA) üyesi Meksika bile ABD’nin bütün girişimlerine rağmen Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni kuran antlaşmayı onaylayan yüzüncü devlet oldu.
Evet, ABD daha uzun yıllar tek küresel güç olarak kalacak; fakat artık dünyanın her tarafına müdahale edebilecek ve sözünü geçirtecek bir kuvveti yok. Kendi ‘arka bahçesi’nde bile otoritesi yıprandı.
Amerika’nın zayıflamasına duygusal olarak sevinmek belki mümkün; fakat akılcı bir açıdan bugünkü politik ve stratejik dengelerin altüst olmasının sonuçlarını iyi hesaplamakta da yarar vardır.
Yazının Devamını Oku 5 Kasım 2005
AVRUPA Birliği ile üyelik müzakereleri kapsamında sınır aşan sular konusu son zamanlarda sık sık gündeme geliyor. CHP, AB belgelerindeki ifadelerin Fırat ve Dicle sularının kullanımında hareket serbestliğimizi kısıtlayacağı kanaatinde. Basına yansıyan haberlere göre son MGK toplantısında da, AB’nin kısıtlamaları yürürlüğe girmeden önce Fırat ve Dicle üzerindeki barajların bir an önce bitirilmesi kararlaştırılmış.
Peki AB ne istiyor. AB ilk olarak 14 Nisan 2003 tarihli Türkiye Katılım Ortaklığı Belgesi’nde sular konusuna değinerek Türkiye’nin AB Çerçeve Su Direktifi (SÇD) ve AB’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler çerçevesinde çözülmesini öngörüyor.
Oysa Türkiye, AB’nin atıfta bulunduğu sulara ilişkin üç sözleşmenin hiçbirine taraf değil. Katılım Ortaklığı Belgesi temelinde Türkiye’nin hazırladığı Ulusal Program’da sözleşmelerin tam üyelikle birlikte değerlendirileceği belirtilmişti. Başka deyimle sorun ileriye atılmıştı.
* * *
3 Ekim 2005’te kabul ettiğimiz Müzakere Çerçevesi Belgesi, AB Komisyonu’nun 6 Ekim 2004’te sunduğu Etki Değerlendirme Raporu’na atıf yapıyor. Bu raporda şu ifadeye yer verilmişti: ‘Ortadoğu’da su önümüzdeki yıllarda giderek artan biçimde stratejik bir konu haline gelecektir. Türkiye’nin AB’ye katılımıyla beraber su kaynaklarına ve altyapılarına (Fırat ve Dicle nehirleri havzaları üzerindeki barajlar ve sulama sistemleri, İsrail ve ona komşu ülkeler arasında su alanında sınır ötesi işbirliği) uluslararası yönetimin AB için önemli bir mesele haline gelmesi beklenebilir.’
Bu yazılış biçiminde iki nokta dikkat çekiyor. Birincisi, Türkiye’nin görüşünün aksine Fırat ve Dicle’nin ayrı ayrı havzalar olarak gösterilmesi ve bu havzalarda sınır aşan boyutta entegre havza yönetimi konseptinin benimsenmesi. İkincisi ise bu konseptin uygulanmasının Türkiye’nin katılımı ile irtibatlandırılmasıdır.
Denebilir ki Türkiye üye olduktan sonra AB, bu alandaki politikaların oluşturulmasında nasıl olsa ağırlıklı söz sahibi olacaktır. Ancak, AB üyeliği bir tarafa, sularla ilgili sözleşmelere taraf olmamamızın bizi ne derecede hukuken serbest bıraktığı araştırılmalıdır. Uluslararası antlaşma ve sözleşmelere taraf olmamak, o belgelerdeki hükümlerin zamanla her ülkeyi bağlayan uluslararası hukuk kuralı haline gelmesini mutlaka engellemez.
* * *
Diğer taraftan AB’nin Çerçeve Su Direktifi’ne ve çevreye ilişkin düzenlemelerine uyum taahhüdünün, su ve çevre konusundaki müzakerelerin başlatılması için bir performans kriteri olarak karşımıza çıkarılması tamamen ihtimal dışı değil.
9 Kasım 2005’te yayımlanacak Gözden Geçirilmiş Katılım Ortaklığı Belgesi, AB’nin bu alandaki politikasına daha fazla ışık tutacak. Bu belge ilgili kurumlarımızla danışılarak hazırlandığında görüşlerimiz kuşkusuz zamanında bildirilmiştir.
Su meselesi, AB ile müzakerelerde sık sık ortaya çıkacak komplikasyonlara tipik bir örnek. Ama müzakerelerin çetrefil ve çetin olacağını başından beri biliyorduk. Salt milli çıkarlarımızı AB’nin yerleşmiş kural ve politikalarıyla bağdaştırmak büyük sabır ve bir hayli politik ve diplomatik hüner gerektirecek.
Yazının Devamını Oku 1 Kasım 2005
25 Ekim tarihli ‘Ruhban Okulu ve Patrikhane Tartışmaları’ başlıklı yazımda Ruhban Okulu’nun yeniden açılmasının aynı zamanda Patrikhane’nin bekası ile bağlantılı olduğunu belirtmiştim. Gerçekten de öyle. Ermeni kilisesinin böyle bir sorunu yok. Türkiye’deki Ermenilerin sayısı Rumlardan çok daha fazla. Din adamı olmak isteyen Ermeni asıllı Türk vatandaşları yurtdışında eğitime gönderiliyor. Patrikhane ise aynı imkána sahip değil.
Rum azınlığı hemen tamamen erimiş. Dışarıdan öğretmenlerin ve öğrencilerin de gelebileceği bir Ruhban Okulu, Patrikhane’ye Türkiye’de bir bakıma somut bir işlev sağlayacak. Geçen yazımda da belirttiğim gibi, Ruhban Okulu’nun yeniden açılmasına hukuken itiraz etme imkánı da yok.
* * *
Tabii Patrikhane konusunda en çok tartışılan konu, ekümeniklik sıfatı. O kadar ki laik bir ülkede Patrik, ekümenik sıfatını taşırsa günün birinde hilafetin de geri gelebileceği tehlikesine işaret edenler bile var. İşin ilginç tarafı, bu tartışma ilk defa Mart 1924’te hilafet ilga edilince yapılmış.
O zaman İstanbul basını, Türkiye artık laikliği benimsediğine göre gayrimüslim bütün dini kurumların da kaldırılması gerektiğini ısrarla ileri sürmüş; fakat Atatürk buna yanaşmamış. O tarihlerde patrik sıfatı bile kullanılmazmış, başpapaz denirmiş. İlk defa 1930’da Cumhuriyet Bayramı tebrikine verdiği cevapta Atatürk, Photios II’ye patrik diye hitap etmiş.
Türk-Yunan ilişkilerinin düzelmeye başlamasıyla Venizelos’un ve daha sonra Yunan Kralı’nın Fener’i ziyaret etmesi problem yaratmamış. Patrikliğin uluslararası alanda daha fazla ön plana çıkması, aslında Athenagoras ile başlar.
O devirde CHP iktidarı, Patrikhane’nin başına prestijli bir kişinin gelmesinin Türkiye’nin itibarını yükselteceği düşüncesi ile Athenagoras’ı patrik seçer ve ona Türk vatandaşlığını verir. Athenagoras geldikten hemen sonra ziyaret ettiği Cumhurbaşkanı İnönü’ye ABD Başkanı Truman’ın dostluk mesajını sunar.
* * *
Patriklik, ekümenik unvanının 6. yüzyıldan beri kullanıldığını iddia ediyor. Tanzimat devrinde çıkarılan Patrikhane Nizamatı’nda ‘Ortodoks Kilisesinin Pek Büyük Ruhani Reisi’ bile denilmiş. Ne var ki 6. yüzyıldan beri köprülerin altından çok sular aktı.
Bugün Fener Patriği’nden bağımsız dört patrikhane var. Ama en kıdemlileri olduğu için, ekümeniklik unvanını muhafaza etmesine, bütün patrikler bir araya geldiği zaman toplantılara onun başkanlığı üstlenmesine itiraz edilmiyor. Fener’in ayrıca diaspora Ortodoks kiliseleri üzerinde direkt otoritesi de tanınıyor.
Ekümenik sıfatı Lozan’ı deler mi? Bir kere Lozan Antlaşması’nda Patrikhane ile ilgili hiçbir hüküm yok. Konferans sırasında komisyonlarda Türk delegasyonu Patrikhane’nin Türkiye’yi terk etmesini ısrarla istiyor, Yunan heyeti buna bazı başka heyetlerin desteğiyle şiddetle karşı çıkıyor.
Sonunda İsmet İnönü, siyasi ve dini olmayan bütün diğer işlevlerini bırakması koşuluyla Patrikhane’nin İstanbul’da kalmasına rıza gösteriyor. Laikliğin benimsenmesi ve Medeni Kanun’un kabulü ile patriğin Osmanlı devrinde ‘Millet Başı’ olarak icra ettiği yetkileri muhafaza etmesi zaten söz konusu olamazdı.
* * *
Bir noktayı vurgulamak gerek. Bizden kimse ekümeniklik unvanını resmen tanımamızı istemiyor. Lozan’daki görüşmelerde bu konuya hiç değinilmedi
Ekümeniklik, tamamen dini bir unvan. Vatikan ile benzetme olabileceği kadar yapay. Kim Türkiye’den Patrikhane’yi Vatikan gibi bir devlet olarak tanımamızı isteyecek? İstese kim kabul edecek?
Bizden beklenen, 82 yıldan beri genellikle yaptığımız gibi ekümenik unvanının dini çerçevede veya protokol icabı başkaları tarafından kullanılmasına göz yummamızdan ibaret.
AB üyeliği sürecinde Ruhban Okulu bir sorun; fakat ekümeniklik unvanı değil. Komplo teorileri ve hayali tehlikelerle uğraşmayalım.
Yazının Devamını Oku 29 Ekim 2005
‘ULUSLARARASI Kriz Grubu’ (UKG) dünyanın birçok yerlerindeki ihtilafların çözülmesi alanında incelemeler yapan, prestiji çok yüksek bir düşünce merkezidir. Şeref Başkanı ülkemizde iyi tanınan eski Finlandiya Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari. Yönetim Kurulu Başkanı eski Hong Kong Genel Valisi ve AB Komisyonu üyesi Lord Patten. UKG, Soros’un kurduğu Açık Toplum Enstitüsü gibi çok sayıda vakıf yanında hükümetler tarafından finanse ediliyor. Türkiye Dışişleri Bakanlığı da katkıda bulunanlar arasında.
***
UKG geçen haziran ayında ‘Bundan sonra Kıbrıs’ başlığı altında bir inceleme yayımladı. Aradan geçen zaman içinde Kıbrıs meselesini çevreleyen koşullarda kayda değer bir değişiklik olmadığı için incelemedeki değerlendirmeler hálá geçerli. İlerisi için öngörülen iki senaryo var: Birincisi Annan Planı’nın bazı kozmetik değişikliklerle Kıbrıs Türkleri ve Rumları tarafından yeni referandumlarda kabul edilmesi. Çözüme varılamadığı takdirde öngörülen ikinci senaryo ise ya Ada’nın merkezİ bir hükûmet sistemi içinde Rum hákimiyetine kayması veya resmi bir bölünme sonucu Kuzey’in bağımsız bir devlet haline gelmesi. Bu teşhisten hareketle UKG taraflara, AB’ye ve BM’ye özetle şu tavsiyelerde bulunuyor:
Kıbrıs Rum yönetimine: BM çerçevesinde yeniden çözüm sürecine katılması. 2004 Annan Planı konusundaki kaygılarını öncelik sırasına göre BM Genel Sekreteri’ne bildirmesi. UKG aynı zamanda Güney Kıbrıs muhalefetine ve sivil toplumuna çözüm arayışına katkıda bulunmaları çağrısı yapıyor.
Yunanistan’a: ’Güney Kıbrıs karar verir ve Yunanistan destekler’ geleneğini artık terk etmesi.
***
Türkiye’ye ve Kıbrıs Türklerine: Kuzey Kıbrıs’ta kurulan Mülkiyet Komisyonları’nın Annan Planı’nda mülk sorunlarının çözümü için öngördüğü düzenlemeleri uygulayabilecek bir yapıya kavuşturulması. Taşınmazların bir kısmının sahiplerine iade edilerek Maraş’ın Kıbrıs Türk yönetimi altında iskána açılması. Kuzey’in AB müktesebatına uyumunun süratlendirilmesi. Kuzey ile Güney arasındaki geçişlerin kolaylaştırılması. Karpas’taki Ortodoksların haklarının daha fazla korunması. O bölgenin bir kısmının ‘gayri askeri park’haline getirilmesi. AB-Türkiye Gümrük Birliği’nin fiilen Kuzey Kıbrıs’a da teşmilinin talep edilmesi. Kuzey Kıbrıs’taki Türk askeri sayısının azaltılması.
***
AB’ye ve AB üyelerine: Türkiye’nin üyeliğinin yalnızca katılım koşullarının yerine getirilmesine bağlı olduğunun teyidi. Kuzey Kıbrıs’a yardım tüzüğünün uygulanması. Müktesebat uyumuna önem verilmesi. Magusa limanının modernleştirilmesine katkıda bulunulması. AB Komisyonu’nun Kuzey Kıbrıs’ta bir temsilcilik açması. AB kurumlarında Kıbrıslı Türklerin temsilinin sağlanması. Üye ülkelerle Ercan Havalimanı arasında Charter uçuşlarının teşvik edilmesi. Magusa limanının AB Komisyonu ve Kıbrıslı Türklerin ortak yönetimine devredilmesi.
***
Birleşmiş Milletlere: Kuzey Kıbrıs’ın izolasyonuna son verilmesi çağrısını yapan Genel Sekreter’in Mayıs 2004 raporunun Güvenlik Konseyi’nce benimsenmesi. Güney Kıbrıs engellemelerini sürdürdüğü takdirde Kıbrıs’ın BM’lerdeki temsilciliğinin, iki toplumu da temsil edecek hale gelinceye kadar BM çalışmalarına katılamayacağı yolunda BM Asamblesi’nde bir karar alınması.
Bu tavsiyelerin ne ölçüde gerçekçi ve Türkiye ve Kuzey Kıbrıs için olumlu olduğu konusunda yorum yapacak yer kalmadı. Herkes kendi yorumunu yapsın.
Yazının Devamını Oku