24 Eylül 2005
<B>TÜRKİYE’</B>nin Gümrük Birliği’ni yeni on üyeye teşmil eden protokolü imzalarken bunun <B>‘Kıbrıs Cumhuriyeti’</B>ni tanımak anlamına gelmediğini belirten deklarasyonuna karşı tepkisini, AB, uzun pazarlık ve tartışmalardan sonra, nihayet bir karşıt deklarasyon şeklinde saptadı. Bu deklarasyonun Türkiye için kabul edilebilir bir nitelikte olması amacıyla dönem başkanı İngiltere’nin sarf ettiği yoğun çabalara rağmen sonucun tatmin edici olduğunu söylemek imkánsız. Nitekim Dışişleri Bakanlığı, deklarasyonun Türkiye’ye haksızlık ettiğini ve yeni unsurlar içerdiğini vurgulamakta gecikmedi.
Ancak, bu satırların yazıldığı ana kadar, hükümet deklarasyon metnini 3 Ekim’de müzakerelerin başlamasına bir engel olarak gördüğünü ifade etmiş değil.
***
AB’nin karşıt deklarasyonunun altını çizdiği birinci nokta, Türk deklarasyonunun protokolün bir parçasını teşkil etmediği ve Türkiye’nin yükümlülükleri üzerinde hukuki bir etkisi olmadığıdır. İkincisi, AB, protokolün tam ve ayrımsız uygulanmasında ve malların serbest dolaşımı üzerindeki kısıtlamaların, ulaşım üzerindeki kısıtlamalar dahil, tam olarak kaldırılmasında ısrarlıdır.
AB, Türkiye’nin tutumunu yakından izleyecek ve 2006 yılında değerlendirecek. Türkiye bu taahhüdünü yerine getirmediği ve limanlarını Kıbrıslı Rum gemilerine açmadığı takdirde konuyla ilgili başlıklar üzerinde müzakereler başlamayacak. Ayrıca müzakerelerin tamamında ilerleme kaydedilemeyecek.
Üçüncü nokta, tanımayla ilgili. Deklarasyon, tanımayı üyelik sürecinin bir gereği olarak görüyor. 2006 yılında bu konudaki ilerleme de izlenecek. Deklarasyon metninin sonunda ise BM Genel Sekreteri’nin çözüm çabalarına destek verilirken çözümün BM Güvenlik Konseyi kararlarına ve AB’nin temel prensiplerine uygun olması gerektiği belirtiliyor.
***
AB deklarasyonu, müzakerelerin başlaması arifesinde Türkiye’yi kolay kolay kabul edemeyeceği koşullarla karşı karşıya bırakmaktadır. Deklarasyonun hukuki değil, politik bir belge olması fazla bir şey değiştirmez. Uluslararası ilişkilerde politik belgeler bazen hukuki belgelerden bile fiilen daha bağlayıcı olabilir.
Deklarasyon, Türkiye’den Kıbrıs hakkında spesifik taleplerde bulunmakla kalmıyor, AB ülkelerini ortak bir politika etrafında birleştiriyor. Türkiye’nin bir çıkış yolu bulması lazım. Limanların Kıbrıs Rum gemilerine açılmasını, KKTC limanları üzerindeki kısıtlamaların kaldırılmasıyla irtibatlandırmakta ısrar edebiliriz; fakat sonuç alabileceğimiz çok şüpheli.
Tanımaya gelince, çözüm olmadan tanımayı kabul edemeyiz; çünkü böyle bir tanıma en kötü çözüm demektir. Gerçek bir çözüm perspektifi ise ufukta gözükmüyor. Deklarasyondaki AB temel prensiplerine atıf, Annan Planı’ndaki gibi Kıbrıslı Türklerin lehine öngörülebilecek derogasyonların, örneğin Kuzey Kıbrıs’a Rumların yerleşmelerini kısıtlayan düzenlemelerin artık kabul edilmeyeceği anlamına gelir.
Çözüm için müzakerelerin başladığı varsayılsa bile KKTC halkının referandumla kabul ettiği son Annan Planı’ndaki avantajların önemli bir kısmından feragat gündeme gelecek.
***
AB deklarasyonunu KKTC Cumhurbaşkanı da olumsuz karşıladığına göre Türkiye artık 3 Ekim’den önce bir tercih yapmak mecburiyetinde.
Hükümet, ya 3 Ekim’de müzakerelere başlamayı kabul eder ve 2006’da karşılaşacağı açmazları aşmasını sağlayacak bir politika geliştirmek iradesini ortaya koyar veya bunu yapabileceğine inanmıyorsa, gereken politik ve kurumsal destekten emin değilse, şimdiden ipleri koparır.
Olabileceği kadar zor bir karar. Kaldı ki müzakere çerçevesine yeni koşullar getirilip getirilmeyeceğini daha net olarak bilmiyoruz. Önümüzdeki hafta hükümeti çok çetin bir sınav bekliyor.
Yazının Devamını Oku 20 Eylül 2005
<B>BİRLEŞMİŞ </B>Milletler’in 60’ıncı yıldönümünde 150 devlet veya hükümet başkanının katılımıyla New York’ta toplanan zirveden beklentiler çok iddialıydı. Ekonomik ve sosyal alanda 2000 yılında kabul edilen ‘Binyıl Kalkınma Hedefleri’ belgesi gündemi oluşturuyordu.
Bu belge dünyada fakirliğin ve açlığın yok edilmesi, çocukların ilköğretimi eksiksiz tamamlamaları, kadın-erkek eşitliğinin sağlanması, AIDS ve sıtmaya karşı mücadele, çevrenin korunması, gelişme için bir küresel ortaklık kurulması başlıkları altında 2015 yılı için somut hedefler saptamıştı. Hedeflere varılması için gereken finansman konusunda özellikle ABD isteksiz davranıyordu.
Zirvede kabul edilen belgede, bir dereceye kadar ilerleme gerçekleşti. Gelişmiş ülkeler, yıllık kalkınma yardımlarını milli gelirlerinin yüzde 0.7 seviyesinde tutmayı kabul ettiler. Bu suretle 2010 yılından itibaren fakirliğe karşı mücadelede yıllık ek 50 milyar dolarlık kaynak sağlanacak; tabii şayet gelişmiş ülkeler taahhütlerine sadık kalırlarsa.
***
Diğer alanlarda zirve belgesi ciddi bir düş kırıklığı yarattı. BM sistemi için öngörülen reformların büyük kısmı askıya alındı. Güvenlik Konseyi’nin genişletilmesi bir yandan ABD’nin, diğer yandan Afrika ülkelerinin direnci ile önlendi ve genişleme başka bir bahara kaldı.
İnsan hakları alanında bu hakları sistematik şekilde ihlal eden çok sayıda üyenin temsil edildiği İnsan Hakları Komisyonu’nun lağvedilerek daha seçkin ve küçük bir ‘İnsan Hakları Konseyi’ kurulması önerisi kabul edildi; fakat uygulama koşullarının saptanması ileriye bırakıldı.
Belgenin bir diğer eksikliği, ABD ile gelişme yolundaki ülkeler (GYÜ) arasındaki görüş farklılıkları yüzünden nükleer silahların yayılmasının önlenmesi konusuna hiç temas edilmemesidir. ABD yayılmanın önlenmesine ağırlık verirken GYÜ’ler, nükleer güçlerin de nükleer silahsızlanma yolunda adım atmalarında ısrar ediyorlardı.
***
Terörizm konusuna gelince, Zirve Belgesi ‘kim tarafından, nerede ve hangi amaçla girişilirse girişilsin’ terörizmi kınıyor ve aynı zamanda yıl içinde terörizme karşı kapsamlı bir sözleşme akdedilmesi için çağrıda bulunuyor. Fakat bütün uğraşlara rağmen terörizmin tarifi üzerinde mutabakata varılamadı.
Batılıların sunduğu formül üzerinde anlaşmaya varılamadı; çünkü GYÜ’ler, Irak ve Filistin’i göz önünde bulundurarak terörizme karşı mücadelenin ‘yabancı işgali altındaki halkların bağımsızlıkları için meşru mücadele haklarını’ kısıtlamaması gerektiğinde ısrar ettiler.
Zirve belgesinin getirdiği en anlamlı gelişme, insancıl müdahaleyle ilgili. Belge ‘ulusal makamların, kendi halklarını, soykırıma, savaş suçlarına, etnik temizliğe ve insanlık suçlarına karşı koruyamaması ve barışçı önlemlerin yetersiz kalması halinde uluslararası toplumun kolektif olarak müdahale edebileceğini’ vurguluyor.
Son aşamada askeri önlemler, kuşkusuz Güvenlik Konseyi’nin sorumluluğu altında gerçekleşecek. Belge bu konudaki tutumuyla BM Şartı’nın içişlerine müdahale etmeme prensibinden ciddi şekilde ayrılıyor.
Ruanda, Bosna ve Darfur’daki katliamlar şimdiye kadar uluslararası ilişkilerin temel kuralı olan egemenliğe saygı kavramının artık birçok alanda geçersizliğini ortaya koydu ve insancıl müdahalenin meşruiyetine inancı kuvvetlendirdi.
***
BM zirvesinin beklentilere cevap vermediği muhakkak. Üstelik zirve ister istemez bugünkü uluslararası ilişkilerdeki istikrasızlığın, çelişkilerin ve Irak için petrol karşılığı gıda programındaki yolsuzlukların gölgesi altında kaldı.
Ne var ki BM’nin yerini tutacak bir alternatif yok. BM başarılı olamıyorsa bunun sorumluluğu herkesten önce güçlü ülkelerdedir. Özellikle ABD’nin BM ile yıldızı bir türlü barışamadı.
Düzeltme: 17 Eylül tarihli ‘Toplumda Gerginlik ve Huzursuzluk’ başlıklı makalenin 4’üncü paragrafının 4 ve 5’inci satırlarında ‘Rum Cumhurbaşkanı’nın daveti...’ ibaresiyle başlayan cümledeki ‘Rum’ sözcüğü, bir vuruş hatası sonucunda metne girmiştir. Düzeltir ve özür dileriz.
Yazının Devamını Oku 17 Eylül 2005
<B>TOPLUMUN </B>ruh haletini irdelemek her zaman kolay olmuyor. Genellikle algılamalarımızın ve izlenimlerimizin kaynağı yazılı ve görsel medya. Fakat medyanın topluma atfettiği eğilimlerin ne ölçüde gerçekleri aksettirdiği her zaman belli değil. Diğer taraftan toplumun hiç değilse bir kısmının medyanın yayınlarının, haberlerinin ve yorumlarının etkisi altında kalması da doğal. Sık sık yapay bir gündemle gereksiz yere gerginlik ve huzursuzluk yaratıldığı görmezlikten gelinemez.
Türkiye’de bugün toplumun karşılaştığı başlıca tehdidin terör ve onun karşılıklı şiddeti tahrik eden yansımaları olduğu kuşkusuzdur. Sorun yalnızca PKK’nın yeniden terör eylemlerine başlamasından ibaret değil. Kürt kökenli politikacıların PKK ile aralarına mesafe koymamaları toplumsal barışın ve ahengin tesisine büyük bir engel oluşturuyor. Başbakan’ın gayet dengeli ve ihtiyatlı açılımlarına karşı gelen ve aynı zamanda AB sürecini baltalamak amacında olan radikal milliyetçilik de gerginliği artırmak için elinden geleni yapıyor.
***
Türkiye’nin AB üyelik sürecinde başarıya ulaşmasını istemeyen ve aşırı sağ ve aşırı soldan beslenen oldukça geniş bir koalisyon mevcut. Bu koalisyon, Türkiye’nin AB üyeliğinin, sıkı sıkıya sarıldığı bütün siyasi sloganları ve ideolojik dogmaları bir anda geçersiz hale getireceğinden büyük endişe duymaktadır.
Siyasi ortamda zaten var olan gerginlikler yetmiyormuş gibi son zamanlarda tarihi tartışmalar sanki geçmiş olaylar bugün cereyan ediyormuş derecesinde kutuplaşmalara yol açıyor. Tarihle yüzleşmek kuşkusuz gerekir, fakat bunu toplumda travmaları tahrik edecek bir şekilde yapmanın, ille bir suçluluk duygusu yaratmaya çalışmanın bir faydası yok. 6-7 Eylül 1955 olaylarının tarihimizin karanlık ve utanılacak bir sayfasını oluşturduğunu kimse inkár edemez, fakat bu olayların cereyan ettiği yıllarda birçok Batılı ülkenin de bugün artık unutmak istediği ayıpları vardı.
***
ABD’de ırk ayrımcılığı, Fransa’nın Cezayir’deki korkunç tenkil hareketi akla gelen örneklerden sadece ikisi. Bu ülkelerde de o devirler hakkında kitaplar yazılıyor, tartışmalar yapılıyor, fakat marazi bir dövünme psikozu içine girilmiyor. Ermeni meselesine yaklaşımımız da daha soğukkanlı olmalı. Tarihçiler hiç şüphesiz bilimsel araştırmalarını rahatlıkla sunabilmelidirler, ancak tartışmalar konunun politize edilmesiyle yeni bir gerginliğe götürmemelidir.
Son günlerde 12 Eylül de medyanın gündemdeydi ve eleştirilerin ve ithamların dozu çok yüksekti. Bunlara ayrıca değinmek istemiyorum. Fakat kamuoyunda 12 Eylül hakkındaki genel kanaatin çok değişik olduğu izlenimindeyim. Her neyse, bugünkü aşamada artık kapanmış bir devri deşerek tehlikeli kutuplaşmalara neden olmanın isabetli sayılamayacağı muhakkak.
***
Birtakım vehimlerden de kurtulmak zamanı gelmiştir. Mesela Papa 16’ncı Benedikt’in Türkiye’yi ziyaret etmesi olasılığı rahatsız edici bulunuyor. Neden? Çünkü bu ziyaret Rum Cumhurbaşkanı’nın daveti üzerine gerçekleşse bile Ortodoks Patriği Bartholomeos Papa’yı ‘Ekümenik’ sıfatı ile ağırlayacak ve ona bu sıfatla muhatap olacak. İlk defa böyle bir durumla karşılaşmıyoruz ki. Papa ile Patrik arasında daha önceki temaslar ve karşılıklı ziyaretler hep bu zeminde cereyan etti. Papa’nın Roma’da Bartholomeos’a ‘Ekümenik Patrik’ olarak hitap etmesini, fakat İstanbul’da ona ‘Fener Patriği’ demesini nasıl bekleyebiliriz? Ekümeniklik tarihi bir dini sıfattır. Biz tanımayabiliriz, fakat Hıristiyan kiliselerinden isteyenlerin tanımasına engel olamayız.
Papa’nın Ayasofya’da dua etmesi olasılığı da tedirginlik unsurlarından biri. Papa 6’ncı Paul 1960’lı yıllarda İstanbul’a geldiğinde Ayasofya’yı gezerken emrivaki yaparak birdenbire çömelmiş, dua etmiş ve sonra kendisine refakat eden Çağlayangil’e ’Kusura bakmayın, dayanamadım’ demişti. O yüzden Ayasofya’nın statüsü değişmedi. Aradan kırk yıl geçti, hálá müze.
***
Bugün, birçok güçlüklere rağmen, Türkiye’de karamsarlığı ve toplumsal huzursuzluğu haklı gösterecek bir durumdan bahsedilemez. Aksine son politik ve ekonomik gelişmeler bizi iyimserliğe sevk etmelidir. Evhamları ve saplantıları bir tarafa bırakalım, mazi ile uğraşmayalım ve gözlerimizi ileriye çevirelim.
Yazının Devamını Oku 13 Eylül 2005
<B>AB </B>ile üyelik müzakereleri başladıktan sonra, Güney Kıbrıs’ın, üye statüsünün kendisine verdiği olanakları kullanarak sürekli Türkiye’yi baskı altında tutmaya çalışacağı meçhulümüz değildi. Oysa geçen hafta, Fransa’nın tutumu yüzünden, Kıbrıs sorunsalının daha müzakereler başlamadan üyelik sürecini rayından çıkartması tehlikesi belirdi.
Neyse ki son haberlere göre, Türkiye’nin Gümrük Birliği Protokolü ile ilgili deklarasyona AB Konseyi’nin yapacağı karşı deklarasyonun metni üzerindeki ciddi görüş ayrılıkları, İngiltere’nin çabaları sonucunda artık aşılmış bulunuyor.
Bu haberler doğrulanırsa karşı deklarasyonda ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanıma, müzakerelerin başlaması için değil; fakat üyelik için şart teşkil edecek.
***
3 Ekim’de müzakerelerin başlayacağı varsayımından hareket etsek bile Kıbrıs meselesi çözümlenmedikçe üyelik müzakerelerinin tamamlanmasının mümkün olmadığını zaten biliyorduk. Güney Kıbrıs başından beri müzakere süreci boyunca Kıbrıs’taki dinamiklerin kendi lehine gelişeceği ve Türkiye’nin müzakere kozlarının gittikçe zayıflayacağı hesabını yapıyor.
Belki o da bir çözüm istiyor; fakat Kıbrıs Türklerinin ve Türkiye’nin çok zor kabul edebileceği parametreler içinde. Bu açmaz nedeniyle son günlerde 1960 Anayasası’na geri dönülmesi fikri ortaya çıktı.
Bu yaklaşımı savunanlar, içinde bulunduğumuz aşamada başka bir çıkış yolu kalmadığını, 1960 Anayasası’na dönüşün Kıbrıs Türklerine ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yönetimine katılmak ve anayasanın hükümlerine dayanarak gerekiyorsa Rumların politikasını engellemek imkánını sağlayacağını ileri sürüyorlar.
1960 Anayasası’nın cumhurbaşkanına ve Türk yardımcısına beraberce ve ayrı ayrı mutlak veto hakkı tanıdığı ve bu veto hakkının dış politikanın hemen her yönünü kapsadığı doğrudur. Ne var ki bu anayasaya dönüş, 1974 müdahalesi ile Kıbrıs Türklerinin fiilen elde ettikleri çok önemli avantajları bir kalemde yok edecektir.
***
Adadaki fiili durumu geniş ölçüde yansıtan Annan Planı’nın 1960 statüsünden en büyük farkı, iki bölgeli bir federasyon esasını getirmesidir. Plana göre adanın yüzölçümünün yüzde 29’undan biraz fazlası ‘Kıbrıs Türk Devleti’nin bölgesi olacaktı. Bölge aynı zamanda Kıbrıs’ın toplam sahillerinin takriben yüzde 50’sini kapsayacaktı.
1960 Statüsü ise cemaat esasına dayanıyordu. Cemaatlere tanınan haklar Annan Planı’nın kurucu devletlere tanıdığı haklardan çok daha kısıtlıydı. Buna karşılık Annan Planı’nda kurucu devletlerin yetkileri çok geniş, kısıtlı olan federal devletin yetkileri.
Bu kısa kıyaslamanın dışında bir soruya daha cevap bulmalıyız. 1960 statüsüne dönmek mümkün mü? Soyut olarak evet. 1960 Anayasası nazari olarak halen de geçerli. Rumlar kabul ederse Türkiye, Garanti Antlaşması çerçevesinde yaptığı müdahalenin amacına ulaştığını ilan eder ve 35-40 bin mevcutlu Türk kuvvetleri, İttifak Antlaşması’nda öngörülmüş olan 650 düzeyine indirilir.
***
Pratikte ise inanılmaz güçlükler var. 1960 Anayasası’na dönüldüğü andan itibaren KKTC’nin şimdiye kadarki bütün hukuki tasarrufları yok sayılır. Kuzeydeki evlerin Rum sahipleri kolaylıkla mülkiyet haklarının iadesine hükmeden kararları mahkemelerden çıkartırlar. 45-50 bin kadar Türkiyeli KKTC vatandaşı, yabancı statüsüne düşer ve adayı terk etmek mecburiyetinde kalır.
Annan Planı’ndaki demilitarizasyon uygulanamayacağından Güney Kıbrıs ordusu varlığını devam ettirir. Rumlar hiçbir kısıtlamaya tabi olmadan kuzeye derhal yerleşebilirler. İki bölgeliliğe artık bir daha dönmek imkánı kalmaz. Kaldı ki Güney Kıbrıs, 1960 statüsünü önemli ölçüde sulandırmadan geriye dönüşe kolay kolay razı olmaz.
1974’ten beri köprülerin altından çok sular aktı, koşullar çok değişti. Türkiye için tek geçerli politika, Annan Planı çerçevesinde çözümü gerçekçi bir politik vizyon ve usta bir diplomasiyle zorlamaktır.
Yazının Devamını Oku 10 Eylül 2005
<B>TÜRKİYE’</B>nin, Gümrük Birliği Protokolü’nün imzalanmasıyla eşzamanda sunduğu tek taraflı deklarasyona karşı AB ülkelerinin üzerinde çalıştıkları karşı deklarasyonun metni üzerinde 7 Eylül’de yapılan Daimi Temsilciler Konseyi’nde bir mutabakat sağlanamadı. Konu 14 Eylül’de tekrar ele alınacak. Bütün tarafların üzerinde anlaştıkları konu, protokolün eksiksiz ve ayrım yapılmadan uygulanması, başka bir deyimle limanlarımızın Kıbrıs Rum gemilerine ve uçaklarına açılması. Uygulamanın 2006 yılında başlaması öngörülüyor. Uygulama ayrıca izlemeye alınacak.
Türkiye bu konuyu gelecek yıla ertelenmiş bir güçlük olarak görüyor; fakat gelecek yıl sorunun nasıl çözümleneceği belli değil. İngiltere Dışişleri Bakanı, dün yaptığı bir konuşmada üyelik müzakerelerinin başlamasını yine kuvvetle destekledi; fakat tek taraflı deklarasyonun bir bakıma taktik bir hata olduğunu belirtmekten geri kalmadı.
***
Karşı deklarasyon taslaklarıyla, aynı zamanda Türkiye’nin ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ dahil bütün AB ülkeleriyle ilişkilerini normalleştirmesi talep ediliyor. Bu formülasyona anlaşılan Ankara’nın fazla bir itirazı yok. Fakat bazı ülkeler ‘ilişkilerin hukuken normalleştirilmesi’ denmesini istiyorlar. Bu yazılış biçimine, tanıma anlamına geldiğinden itiraz ediyoruz ve ‘hukuken normalleştirme’ diye bir kavramın uluslararası hukukta mevcut olmadığını ileri sürüyoruz.
Ne var ki Fransa ‘normalleştirme’ kavramıyla yetinmeyip Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımayı taahhüt etmemizi gündeme getirmiş bulunuyor. Fransa’nın bu maksimalist taleplerinin Fransız iç politikasındaki kıyasıya rekabetten kaynaklandığı kuşkusuz. Başkan Chirac gibi Başbakan De Villepin de, Türkiye’nin üyeliğini bloke etmeyi popülist politikasının kilit bir unsuru haline getiren Sarkozy’ye meydanı bırakmak istemiyorlar.
Güney Kıbrıs’a gelince, Fransa’dan aldığı destekle sesinin tonunu gittikçe yükseltiyor ve karşı deklarasyon konusunun özel bir bakanlar toplantısında ele alınmasını sağlamaya çalışıyor.
***
Fransa’nın bugünkü tutumu, daha geçen yıl Kıbrıs’taki referandumlardan hemen sonra takındığı tutumdan çok farklı. 25 Nisan 2004’te Fransız Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamasında bakın neler vardı:
’Fransa her zaman desteklediği Kıbrıs’ın yeniden birleşmesini öngören planın adadaki referandumlar sonucunda reddedildiğini not eder ve BM Genel Sekreteri’nin çabalarını yenileyeceği umudunu belirtir. 1 Mayıs’ta Kıbrıs’ın AB’ye katılması ancak iki toplumun yeniden bir araya gelmesiyle gerçek anlamına erişecektir. Bu çerçevede Fransa, 2002 Kopenhag AB Konseyi toplantısının sonuçlarına uygun olarak, komisyonun, adanın kuzeyinin ekonomik gelişmesine ivme vermeye ve onu AB’ye yakınlaştırmaya yönelik önlemler önermesini temenni eder.’
Fransa’nın o zamanki yaklaşımı ile bugünkü tutumu arasındaki fark muazzam. Fransa gibi bir devletten beklenemeyecek bir çelişki,bir tutarsızlık,bir ahde vefasızlık ile karşı karşıya bulunuyoruz.
Geçen yıl Hollanda dönem başkanlığının Mehmet Ali Talat’a ilettiği bir görüşü hatırlatmak da yararlı olacak. Bunda, AB’nin, Kıbrıs meselesiyle ilgili olarak BM Güvenlik Konseyi’nin veya Genel Sekreter’in yetkilerine müdahale niteliğinde hiçbir karar almayacağı ve hiçbir eylemde bulunmayacağı vurgulanıyordu.
Oysa çözümden önce Güney Kıbrıs’ın tanınmasını istemek, bir çözüm dayatmaktan başka anlama gelmez.
***
AB ile güçlüklerimiz Kıbrıs meselesinden ibaret kalmıyor. Müzakere çerçevesi belgesine ‘ayrıcalıklı ortaklık’ gibi Türkiye’nin kabul edemeyeceği kavramlar sokmak çabalarından henüz vazgeçilmiş değil. Önümüzde çok çetin üç hafta var. Fakat yanız değiliz.
Almanya’nın şimdiki hükümeti, İngiltere, İtalya ve İspanya, Türkiye’ye verdikleri sözü tutuyorlar. Dönem başkanı olarak İngiltere, 3 Ekim’de müzakerelerin başlayabilmesi için olağanüstü bir gayret sarf ediyor. Türkiye sorunu, AB için de çok büyük bir sınav niteliğinde ve üyelerin bir kısmı bunun farkında.
Türkiye ise kırılgan bir ülke olmaktan çok uzak. 3 Ekim’de bir düş kırıklığının yaratacağı sarsıntıyı atlatacak güce ve tarihi deneyime sahip.
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2005
<B>ABD </B>bugün sadece Irak’ta değil, Katrina feláketi yüzünden içeride de yolunu kaybetmiş ve sürekli bocalayan bir süper güç imajı yansıtıyor. Halkın <B>Bush </B>yönetimine güveni galiba artık tekrar yerine gelemeyecek kadar darbe yedi. Başkan Bush’un hatalarının ve sorumsuz davranışlarının listesi çok uzun. 11 Eylül 2001’den önce ABD’ye yönelik olası bir terör hareketi hakkındaki istihbaratın ciddiye alınmaması, Irak savaşına olabileceği kadar yanlış nedenlere ve sonradan gerçekleri aksettirmediği kanıtlanan raporlara ve değerlendirmelere dayanılarak girişilmesi, askeri operasyonların başladığı Mart 2003’ten beri El Kaide terörünün azalacağına artması ve Irak’ı belli başlı üssü haline getirmesi, Amerikan kuvvetlerinin ve otoritelerinin insan hakları ihlalleri, Bush’un zenginlere yönelik vergi indirimlerine giderken sosyal programları kısması ve çeşitli skandallar, bu listenin içerdiği saptamaların yalnızca birkaçı.
***
New Orleans’taki facia, ayrıca ABD’nin kendi bünyesinde bir Üçüncü Dünya barındırdığını bir kere daha gösterdi. Mississippi Nehri sularının taşmasını önleyen setlerin kuvvetlendirilmesi gerektiği çok daha önceden biliniyordu. Oysa bu işe ayrılan ödenekte kısıntı yapılmış.
Şehir sulara teslim olurken en fakirler ve siyahlar kaderlerine terk edildi. Doğal afetlerde görev yapması gereken milli muhafızların üçte biri Irak’a sevk edilmiş olduğu için kurtarma operasyonları etkinlikle yürütülemedi. Ölü sayısının birkaç bini bulacağı tahmin ediliyor.
Başkan Bush üstelik felaketin boyutlarını çok geç idrak ettiği izlenimini yaratmaktan geri kalmadı. 11 Eylül terör saldırısı sonrasındaki birbirine kenetlenmiş ve azimli bir Amerika yerine bugün bölünmüş bir Amerika var.
Bu koşullar altında Bush yönetiminin Ortadoğu’da ve özellikle Irak’ta başarılı bir politika yürüterek iddialı hedeflerine varması olasılığı hemen hemen hiç yok.
***
Katrina felaketi Irak’ta durumun hiç de iç açıcı olmadığı bir zamana rastlıyor. Bağdat bölgesinde geçen hafta bir köprüyü geçerken panik yüzünden bin kişinin ölümü, ülkenin 2003’ten beri çektiği ıstıraplara bir yenisini ekledi.
Irak’ın demokratik bir anayasa ile bütünlüğünü koruması ve Ortadoğu’ya örnek olması, artık uzak bir hayal. Aksine ülkenin kanlı bir iç savaşla bölünmesi olasılığı çok daha kuvvetli. Kaldı ki Bush yönetiminin zayıflaması nedeniyle ABD kuvvetlerinin daha ne kadar Irak’ta kalabileceği belli değil.
Bir bahane icat ederek ABD’nin vaktiyle Vietnam’da yaptığı gibi Irak’ı terk etmesi olasılığı artık ciddiye alınmalıdır. O zaman karşılaşacağımız felaket senaryolarını bugünden tahmin etmek son derece güç. Evet, Irak muhtemelen bölünecek; fakat bölünmenin bütün bölge için sonuçları ne olacak?Sovyetler Birliği nispeten barışçı bir şekilde dağılmıştı, Yugoslavya’nın parçalanması ise büyük dramlara yol açtı; fakat Balkanlar konusunda hiç değilse ABD ve AB arasında geç olmakla beraber bir ortak hareket zemini bulunabildi.
Irak’ta bundan sonra ne Birleşmiş Milletler’in, ne de ABD ile Avrupa’nın beraberce müdahale etmeleri imkánı kalacak. Balkanlar bir kaos devri yaşamıştı; fakat Avrupa istikrarlı idi. Ortadoğu bölgesinde ise birbirini etkileyecek mevcut ve potansiyel istikrarsızlık odakları çok.
***
Türkiye, Irak’ta parçalanma sürecinin hızlanması halinde nasıl bir politika güdeceğini iyi planlamalıdır. Biraz çelişkili gibi gözüküyor ama böyle bir durumda Türkiye’nin çıkarı, Kuzey Irak’ın güvenliğinin ve istikrarının muhafazasıdır. Hem PKK, hem de El Kaide terörüne karşı korunmanın başka bir yolu gözükmüyor.
Irak’tan kopmuş bir Kürt siyasi varlığı, güvenliği ve ekonomisi için Türkiye’ye muhtaç hale gelecektir. Güney’de Şii bölgesinde nüfuzunu tesis edecek olan İran’ı dengelemenin de yolu Kuzey’i desteklemektir. Türkiye, Kuzey Irak ile zıtlaşma içinde olursa İran’ın bu bölgeyi de himayesi altına almak isteyeceği unutulmamalıdır.
Kuzey Irak’ta bir otonom veya bağımsız Kürt devleti kurulmasının Türkiye’nin içindeki sorunu daha da müzminleştireceği görüşü ikna edici sayılamaz. Türkiye’de ismi bile tartışma konusu olan sorunun çözümü çok geniş ölçüde iç dinamiklere bağlıdır, dış gelişmelere değil.
Kaldı ki ne düşünürsek düşünelim, Irak’taki gelişmeleri bundan sonra kontrol edemeyiz, etmeye kalkarsak çok ağır bir bedel öderiz. Bu gelişmelerle nasıl yaşayacağımız konusunda fikir üretmek, her bakımdan daha yararlı olur.
Yazının Devamını Oku