20 Aralık 2005
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın meziyetlerini başından beri takdir eden biri olarak, son zamanlarda söylemlerindeki çelişkileri ve üslup hırçınlığını yadırgadığımı belirtmekten kendimi alamıyorum. Bir kere, türban davasındaki tutumu yüzünden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) fena halde taktığı görülüyor. İlk önce mahkemeyi "ulema"nın görüşlerini almamakla eleştirerek herkesi bir hayli şaşırttı. Söyledikleri laik bir ülkenin başbakanından beklenecek bir tepki olmaktan uzaktı. Şimdi de Orhan Pamuk davasına Avrupa Parlamentosu üyelerinin gösterdiği ilgiye kızıyor, türban kararına zımnen atıfta bulunarak "Aynı şeyi AİHM’de de yapsınlar. Orada da hak hukuk çiğneniyor" diyor.
Oysa AİHM’de dava edilen Türk devletiydi. Savunmayı Türk devleti yaptı ve mahkeme ona hak verdi, Türk Anayasa Mahkemesi’nin kararını desteklediğini belirtti. Hak hukuk çiğnendiyse bunu ilk yapan kendi Anayasa Mahkememiz oluyor!
Kaldı ki, daha önceki bir yazımda belirttiğim gibi "günün birinde Anayasa değişikliğiyle türban yasağı kaldırılır ve buna karşı AİHM’ye başvurulursa, mahkemenin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin genel felsefesi ışığında, böyle bir Anayasa değişikliğini geçersiz sayması olasılığı hemen hemen yoktur". Bize kalmış bir iş.
* * *
Galiba AİHM ile AB arasındaki ilişkiler de çok iyi anlaşılmış değil. AİHM, Avrupa Konseyi’nin bir organı. Biz orada üyeyiz. Mahkemede bir Türk yargıç var. İnsan hakları alanında AB ülkeleri de AİHM’nin yargı yetkisine tabi. Bu ülkelerin vatandaşları da bireysel olarak tıpkı bizim vatandaşlarımız gibi oraya başvuruyorlar.
Diğer taraftan Orhan Pamuk davasını izlemeye gelenler, AB Parlamentosu’nun mensupları. AB ile üyelik müzakerelerine başlamış ve Kopenhag kriterlerine uymak yükümlülüğüne girmiş bir ülkeyi, özellikle düşünce ve ifade özgürlüğü alanında yakından izlemeleri şaşırtıcı değildir. Gelen parlamenterlerin hemen hepsinin Türkiye’nin üyeliğini kuvvetle destekledikleri de unutulmamalıdır.
* * *
Başbakan, Orhan Pamuk davasında gösteri yapılabileceğini; fakat şiddete başvurulmasının kabul edilemeyeceğini haklı olarak vurguluyor. Fakat aynı zamanda Van olaylarında medyanın ve sivil toplum örgütlerinin yargıyı baskı altında tuttuğunu ileri sürüyor.
Ne var ki, Van’da Başbakan’ın İstanbul’daki olaylar için de temenni ettiği şekilde barışçı bir tepki gösterildi. Bu tepkinin haksız olduğunu kanıtlamak da ayrıca çok zor. Van’da kamuoyunun adalet duygusuna çok ters gelen bir durum mevcut.
Başbakan’ın AB’ye karşı çıkışları, müzakere sürecinde gözlemlenen yapısal zaaflar ve liderlik gevşekliği, ister istemez AKP’nin türban davasından sonra AB’ye küstüğü ve üyelik sürecine artık eski önceliği vermediği izlenimini doğuruyor. Bu gözlem umarım doğru değildir.
Üyelik sürecinin sonunda referandumlarda Türkiye’nin AB’ye katılmasının reddedilmesi başka, sürecin daha bu aşamaya varmadan kopması başkadır. Böyle bir kopmanın Türkiye için kısa ve uzun vadeli politik ve ekonomik sonuçları son derecede ciddi olur.
* * *
Başbakan’ın üslubu da gittikçe daha fazla dikkati çekiyor. Ses tonunu yükselterek içeride ve dışarıda o anda hışmını çeken herkesi azarlaması, modern bir başbakan profiline pek uymuyor.
Zannedersem daha az konuşması, her konuda ille de yorum yapmaya kendini mecbur hissetmemesi, soğukkanlılığın ve itidalin bir politik lider için en etkin silah olduğunu her zaman hatırlaması isabetli olacaktır.
Yazının Devamını Oku 17 Aralık 2005
HAFTA başında Avrupa ile Akdeniz Ortaklığı konusuna odaklanan ‘Paris Forumu’ toplantısına katıldım. Toplantıların başlıca amacı, 10’uncu yılını tamamlayan ‘Barcelona süreci’ çerçevesinde geniş bir değerlendirme yapmaktı. Barcelona’da daha önce bu vesileyle yapılan resmi düzeydeki konferansa, Akdeniz ülkelerinin hemen tamamının devlet veya başbakan düzeyinde katılmamaları damgasını vurmuş, ortaklığın başarısızlığını bir nevi simgelemişti.
Biraz da bunun etkisiyle Fransa Cumhurbaşkanı, foruma gönderdiği mesajda bir ‘Akdeniz Politik Sekreterliği’ ve bir ‘Avrupa-Akdeniz Yatırım Bankası’ kurulması gibi öneriler ileri sürdü.
* * *
Avrupa Akdeniz Ortaklığı’nın (AAO) Akdenizli üyelerinden Malta ve Güney Kıbrıs, artık AB üyesi oldular. Türkiye ise üyelik müzakerelerine daha yeni başladı. Genellikle Akdeniz ülkelerinin büyük sorunu, ekonomik açıdan Akdeniz’in iki yakası arasındaki uçurumdur. Kuzeyde fert başına yıllık gelir ortalama 25 bin dolarken Güney’de 3 bin doların altında.
10 yıldır Güney’e gelen uluslararası sermayenin tutarı, yeni AB üyesi Polonya’ya bir yılda gelen sermaye tutarına eşit. Amerikalıların çok büyük gürültü koparan Büyük Ortadoğu projesi ile Barcelona süreci aslında birbiriyle irtibatlı.
Fakat Amerikalıların projesi soyut, içeriği de tartışmalı. Bu projeyi desteklemek için ayrılmış fonlar çok kısıtlı. AB ise AAO kapsamında hiç değilse şimdiye kadar 20 milyar doların üstünde proje finansmanı yapmış.
* * *
Forumda benim katıldığım panelin konusu ‘Avrupa’nın sınırları Akdeniz’de durur mu?’ idi. Panelin diğer üyeleri arasında eski Fransız dışişleri bakanlarından Hubert Vedrine, uluslararası çevrelerde çok tanınan Fas Kralı’nın Müşaviri Andre Azoulay ve bir coğrafya profesörü vardı. Tabii Türkiye’nin üyeliği etrafındaki tartışmalar da kısmen gündeme geldi.
Coğrafya öğesine değinilince şu noktaları vurguladım: ‘Türkiye’nin batısında Balkanlar, kuzeyinde Karadeniz sahili, doğusunda Kafkasya, güneyinde Kıbrıs Avrupa diye tanımlanırken, Anadolu’nun Asya sayılması büyük bir çelişkidir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun daima bir Avrupa devleti olarak algılandığını unutsak bile, Türkiye Avrupa coğrafyasındaki bütün ülkeleri kapsayan Avrupa Konseyi’nin, Avrupa’yı korumak amacıyla kurulan NATO’nun üyesidir. OECD’nin selefi Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’na Türkiye yine üye idi. Kaldı ki Türkiye’nin AB üyelik adaylığı sadece Avrupa devletlerini kapsayan Roma Antlaşması’nın 237’nci maddesi temelinde kabul edilmiştir’.
Paneldeki coğrafya profesörü zaten kıtalararası sınırların vaktiyle jeologlar tarafından keyfi bir şekilde çizilmiş olduğunu, bu sınırların bugünkü gerçeklere uymadığını söyledi. İlginç olan, Azoulay’in görüşüydü. Fas’ın 1980’li yıllarda AB üyelik talebinde bulunduğunu anımsatarak Roma Antlaşması’nın Güney Akdeniz’i de kapsayacak şekilde yeniden yazılması gerektiğini söyledi. Tabii bu görüş pek destek görmedi.
* * *
Paneldeki konuşmalarda vurgulanan diğer noktalara bu yazı çerçevesinde değinme imkánı yok. Kaçınılmaz olarak medeniyetler veya kültür çatışmaları üzerinde bir hayli duruldu.
Terörizmin arkasında bütün Müslüman ülkeleri bir ‘umma’ içinde toplamayı hedefleyen ve kimliğin ırktan, milliyetten veya etnik kökenden değil, dinden kaynaklandığında ısrar eden global bir ideoloji iddiasının bulunduğu özellikle vurgulandı.
Bunun her şeyden önce nüfusu Müslüman olan ülkeler için büyük bir tehlike yarattığı açık. Kimlik tartışmalarında dini kimlikten birleştirici bir unsur olarak bahsederken dikkat etmekte fayda var.
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2005
İKİ gün sonra Irak’ta yeniden seçim var. Geçen ocak ayında yapılan seçimlerde Iraklıların demokrasi özlemini yansıtan bir atmosfer içinde oy sandıklarına gitmeleri, dünyada Irak’ın istikbali hakkında kısmi bir iyimserlik doğurmuştu. Daha sonra ekim ayında yapılan referandumla Anayasa kabul edildi. Ne var ki bir yıldan beri güvenlik koşulları bir türlü düzelmek bilmedi ve şiddet olayları daha çok Iraklıların birbirlerini öldürmeleri şeklinde devam etti. Bugün yine siyasi tablo karmaşık gözüküyor. Ocak ayındaki seçimleri Sünniler geniş ölçüde boykot etmişlerdi. Oyların tek bir milli liste üzerinden verilmesi de zaten onlar için bir handikaptı.
Bu defa Sünniler aralarında daha geniş bir oydaşma gerçekleştirdiler. Üstellik dördü Sünni olmak üzere 18 eyaletten her birinin kendi aday listesi olacak. Şiiler de kendi aralarında bir miktar bölündüler. Dolayısıyla seçimlerden daha dengeli bir sonuç bekleyenler var.
* * *
Seçimlerden sonra anayasada bazı değişiklikler yapılması ve Kerkük’ün henüz saptanmamış olan statüsü gündeme gelecek. ABD’nin politikasındaki gelişmeler ve özellikle ABD kuvvetlerinin nasıl ve ne zaman çekileceği konusundaki tartışmalar de siyasi durumu etkilemekten geri kalmayacak.
Süregelen belirsizlikler yüzünden Irak’ın sonunda hukuken olmasa bile fiilen parçalanması olasılığının gittikçe daha geçerli bir senaryo olduğunu düşünen Amerikalılar az değil. Bunların arasında Demokratlar’a yakın olan ve daha önce Hırvatistan’da ve Doğu Timor’da görev yapan Büyükelçi Peter Galbraith, bir Kürt yayınında yaptığı söyleşide daha da ileri giderek parçalanmanın kaçınılmaz olduğu savını ileri sürüyor.
Ona göre zaten anayasa bölünmenin zeminini hazırlamıştır. Irak’taki halklarda aynı devlet içinde yaşamak arzusu yoktur. Anayasa, Kürtlerin laik ve Batı yanlısı kalmalarına, güneyde de Şiilerin İran yanlısı bir İslami rejim altında yaşamalarına imkán vermektedir. Anayasanın yapısı, bölünme olacaksa bunun şiddete yol açmadan gerçekleşmesine elverişlidir.
* * *
Galbraith’e, Amerikalılar çekildiği ve Kürtleri korumasız bıraktıkları takdirde Türkiye’nin ne şekilde tepki göstereceği de sorulmuş. Büyükelçinin cevabı oldukça dikkat çekici:
‘Türkiye’nin Irak Kürtlerine karşı politikası şimdiye kadar gerçekçi olmuştur. Türkiye, Irak’ın, halkının tercihleri yönünde kendi yapısını kurmak hakkını tanımaktadır. Basiretli bir yaklaşımla Kürt Otonom Bölgesi ile işbirliği yapmayı seçmiştir. Bu politika çerçevesinde Türk şirketlerinin Kuzey Irak’taki faaliyetlerini de desteklemektedir.
Bir Türk şirketi, Kürt Bölgesel Hükümeti ile akdettiği kontratla Tak Tak mevkiindeki petrol kaynaklarını geliştiriyor. Türkiye’deki sert politika taraftarları bile Ankara’nın başka bir alternatifi bulunmadığını kabul etmektedirler. Askeri opsiyon yoktur. Kuzey Irak’a bir müdahale, PKK’ya karşı 15 yıl sürdürülen mücadeleden bile çok daha çetin olur.
Türkiye, uluslararası kınama ve olası yaptırımlara maruz kalır. Türkiye’nin AB’ye katılması yolu tıkanır. Türkiye’de, birçokları, Kuzey Irak’ta bir Kürt devletini, Türkiye’nin laik geleneklerini ve demokrasiye bağlılığını paylaşan akraba bir devlet gibi algılıyorlar. Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti, Güney Irak’ta bir Arap İslam devletine karşı tampon görevini görür.
Kuzey Irak’taki Kürt devletiyle yakın ilişkiler içinde olmak, tehditler savuran bir politikadan çok daha fazla Türkiye’nin bölgedeki nüfuzunu artırır.’
* * *
Türkiye gerçekten de son zamanlarda Kuzey Irak’a karşı daha esnek ve gerçekçi bir siyasete yönelmiştir. Fakat Galbraith’in değerlendirmesini bütünüyle paylaştığı söylenemez.
Yazının Devamını Oku 10 Aralık 2005
AKP iktidarının işbaşına geldiğinden beri eskisine oranla çok daha aktif ve etkili bir dış politika yürüttüğü kabul edilmelidir. AB ile üyelik müzakerelerinin başlaması Türkiye için bir dönüm noktası oluşturmuştur. AB politikasında halen bir yorulma ve gevşeme görülüyorsa da, Ortadoğu’ya açılım yoğunluk kazanıyor. Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleri ile ilişkileri uzun zamandan beri olumlu ve verimli olmaktan uzaktı. İsrail ile yakınlaşma sürecinin Arap ülkerine sırt çevirmek anlamına geldiği izlenimi bile veriliyordu. Arap ülkeleri ile ekonomik bağların geliştirilmesi mümkün olmuyordu. AKP hükümeti Türkiye ile Arap ülkeleri arasında yepyeni bir ortam yaratmayı başardı.
* * *
Kuşkusuz bu evrimde 1 Mart 2003’te ABD kuvvetlerinin Türkiye üzerinden Kuzey Irak’a gitmelerine izin veren tezkerenin TBMM tarafından reddinin büyük etkisi vardı. Aslında bu karar o kadar şaşırtıcı olmamalıydı, fakat Arap kamuoyu Türkiye’yi o zamana kadar tamamen ABD güdümünde bir ülke zannettiği için TBMM’nin kararını Amerika’nın ipoteğine başkaldırma olarak algıladı. Yine de bunu Arap ülkelerinin tutumundaki değişikliğin tek sebebi olarak görmek doğru olmaz. Örneğin, bugün Körfez ülkelerinin Türkiye’ye önemli miktarda yatırım yapmaya başlamalarının asıl nedeni, 11 Eylül 2001’den sonra Batı ülkelerine, özellike ABD’ye yatırım yapmaktan çekinmeleri ve AB sürecinin verdiği ivme ile Türk ekonomisinin istikrar içinde büyüyeceğine inanmalarıdır.Esasen bu ülkelerin hemen hepsi ABD ile gayet yakın ilişki içindeler.
* * *
Türkiye’nin Suriye ile yakınlaşma politikası da iki ülkenin çıkarlarına uygun düşer. Ancak bu konuda biraz daha dikkatle hareket edilmesi ve mesela Suriye’nin Lübnan’daki şiddet eylemlerine doğrudan karıştığı ve Irak’taki terör hareketlerini desteklediği yolunda çok kuvvetli emareler varken ona ölçüsü kaçan bir yakınlık gösterilmesi pek isabetli olmaz. Suriye’deki rejimin yıkılmasının bugünküne oranla çok daha fazla soruna yol açacağı ve yeni bir tehlikeli istikrasızlık odağı yaratacağı görüşü ise çok yerindedir.
İran’a gelince, bu ülkedeki politik gelişmelerin ve yeni cumhurbaşkanının sorumsuz söylemlerinin kaçınılmaz olarak yarattığı genel rahatsızlığa rağmen, Türkiye ile İran arasında büyük bir işbirliği potansiyeli mevcuttur. Bu potansiyelden istifade etmemek düşünülemez. İran’ın nükleer programları ve her menzilde füzeler geliştirmesi veya satın alması Türkiye için de mutlaka bir tehdittir, fakat bu alanda İran üzerinde baskı yapmak görevini ABD ve bazı AB ülkeleri káfi derecede yüklenmiş bulunuyorlar.
* * *
Türkiye için Ortadoğu bölgesinde en çetin sorun Irak olmaya devam etmektedir. Irak’a karşı güdülen politika ilk başlardaki çelişkilerinden kurtuldu. Şiillerle temaslar dahil Irak’ın bağımsızlığının ve bütünlüğünün korunması amacıyla sarf edilen çabalar aralıksız sürdürülüyor. Son olarak çeşitli Sünni grupları ve ABD’yi bir araya getiren İstanbul girişimi başarı ile sonuçlandı. Sünni grupların 15 Aralık’taki seçimlere katılmasını sağlayacak koşullar üzerinde mutabakata varıldı. Türkiye aynı zamanda Kuzey Irak’taki Otonom Kürt Bölgesi’ne karşı çok daha gerçekçi ve esnek bir tutum içinde. Tabii Irak’ta gelecek yıl gelişmelerin nasıl bir istikamette olacağını bugünden tahmin etmek olabileceği kadar zor. İyimser olmak için fazla neden yok. Fakat, hiç değilse Türkiye’nin bugünkü çizgisi tutarlılıkla sürdürüldüğü takdirde, Irak’ın parçalanması dahil, hangi senaryo gerçekleşirse gerçekleşsin, ona adapte olmak ve zararları asgaride tutmak imkánını verebilecek.
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2005
AZINLIK kavramı bizde eskiden beri rahatsızlık yaratır; çünkü Lozan Antlaşması’nın kapsamı içinde bulunan azınlıklar dışındaki toplumlara azınlık dendiği takdirde onlara da tıpatıp aynı hakları tanımak gerekeceğini düşünürüz. Bu görüş doğru değil. Azınlık kelimesinin aynı zamanda sayısal bir anlamı var. Çoğunluğun karşıtı azınlıktır, bunu da başka türlü ifade etmek zordur. AB süreci, daha çok bu çerçevede meseleyi ele alıyor. Kopenhag kriterlerinde hukukun üstünlüğü, insan hakları ve kurumların istikrarı yanında azınlık haklarına da değinilirken Lozan’ın azınlık tarifinden hareket edildiği söylenemez.
***
Geçen ayın sonunda AB Komisyonu’nun temsilcisi, azınlıklar hakkında ‘Lozan’ı sadece Yahudi, Rum ve Ermenileri kapsayacak şekilde sınırlı olarak yorumlamak yetersiz kalıyor’ deyince kıyamet koptu. Bakanlarımız, temsilciye ateş püskürdüler. Oysa itiraz etmediğimiz son İlerleme Raporu, tamamen aynı şeyi söylüyor:
‘Türk makamları, Lozan Antlaşması çerçevesinde genellikle yalnızca Yahudileri, Ermenileri ve Rumları göz önünde tutuyor. Oysa Türkiye’de, uluslararası ve Avrupa standartlarına göre azınlık vasıflarına sahip olabilecek başka toplumlar mevcut.’
Evet, belki toplum kelimesi bizi tatmin için kondu; fakat bazı toplumların azınlık vasıflarından söz edilince arada pek fark kalmıyor. Kaldı ki toplum kelimesi o kadar masum mu? Uzun yıllar Kıbrıs’ta Türkler azınlık değil toplumdur diye ısrarlarımızı unutmayalım. Cemaat anlamında toplum genellikle daha fazla haklara sahiptir. Belçika’da toplumlara çok geniş haklar verildiğini de gözden kaçırmayalım.
***
Gerek İlerleme Raporu’nun, gerek temsilcinin ifadeleri, gayrimüslimler dışındaki toplumlara Lozan hükümlerinin uygulanmasının öngörüldüğü anlamına kesinlikle gelmez. AB, azınlıklar konusunda genel prensipler bağlamında başka belgeleri temel alıyor. Bu belgelerin özelliği ise kolektif değil; fakat bireysel haklar üzerinde durmasıdır.
AB’nin yaklaşımında ‘milli azınlıkların korunmasına ilişkin Avrupa Konseyi Çerçeve Sözleşmesi’ ve ‘bölgesel veya azınlık dillere ilişkin Avrupa Şartı’hükümlerinin de etkisi yok değil. Gerçi biz bu anlaşmaları imzalamadık. Ancak Kopenhag kriterlerine uyumun bir hukuki değil, esasında politik bir süreç olduğunu unutmamak lazımdır. Politik sürecin hukuki sonuçlar doğurması ayrı bir mesele.
***
Türkiye’de Lozan Antlaşması’nın 39/4 maddesinin gayrimüslimler dışındaki vatandaşlara da her alanda dilediği dili istediği gibi kullanmak hakkını verip vermediği konusu da sık sık tartışılır oldu. Azınlıklara ilişkin olarak Türkiye’ye yöneltilen taleplerde ve araştırmalarda bu maddeye herhangi bir atıf yok.
Yanılmıyorsam bir tek Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) Milli Azınlıklar Yüksek Komiseri bundan birkaç yıl önce 39/4 maddesini ileri sürmüştü. Ondan sonra kimse bundan bahsetmedi. Diğer taraftan AGİT’in 1990 Kopenhag deklarasyonundaki önemli bir hükmü hatırlamakta fayda olabilir. Deklarasyona göre azınlık haklarıyla ilgili yükümlülükler hiçbir suretle bir ülkenin toprak bütünlüğüne karşı faaliyet ve eylemleri haklı gösterecek şekilde yorumlanamaz.
Azınlık konusu kuşkusuz çok dikkatle ele alınmalıdır. Fakat kavramların anlamları zorlanarak veya her sözcüğün altında şeytani bir niyet aranarak pek bir yere varılamaz.
Yazının Devamını Oku 3 Aralık 2005
ÜLKEMİZDE bir kelime ve kavram fetişizmi olduğu inkár edilemez. En kritik sorunları tanımlamakta bile bazen zorlanıyoruz. ‘Kürt meselesi’ deyimi kuvvetli itirazlarla karşılaşıyor. ‘Güneydoğu meselesi’ deseniz, onun da kaygı verecek belirgin coğrafi anlamı var. Peki, ne diyeceğiz, belli değil.
Son günlerdeki üst kimlik-alt kimlik tartışmaları da yeniden görüş ayrılıklarını alevlendirdi. Aslında bu tartışmalar yeni değil. ‘Türkiye vatandaşlığı’ tezi daha önce hem de en yüksek siyasi düzeyde ifade edilmişti.
* * *
2004 Ekim’inde Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun(BİHDK) ‘Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar’ konusundaki raporunda da üst kimliğin ‘Türkiyelilik’ olması gerektiği; çünkü Anayasa’nın 3’üncü maddesindeki ‘milletin bütünlüğü’ prensibi ışığında ‘Türk’ teriminin aynı zamanda bir etnik grubu tanımladığı ileri sürülmüştü.
Şimdi de ‘Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür’ hükmünü içeren 66’ncı maddenin değiştirilmesi isteniyor. Varsayalım ki değiştirildi, Anayasa’nın değiştirilemeyecek hükümlerinden biri olan 3’üncü madde yine yerinde kalacak.
Aynı nitelikte bir de 2’nci madde var. O da cumhuriyetin Atatürk milliyetçiliğine bağlılığını vurguluyor. Dolayısıyla 66’ncı maddeyi değiştirmek hukuki bakımdan da hesaplanan sonucu vermeyecek. Kaldı ki görünebilir bir istikbalde bu maddeyi değiştirmek siyasi bakımdan zaten imkánsız.
* * *
BİHDK raporu üzerine yazdığım bir yazıda belirtmiştim: ‘Millet kavramı sadece etnik ve dini birliğe dayanmaz; bir tarihi süreç içinde oluşan, geniş anlamda çıkar ve kültür birliği içinde bulunan, ortak geleneklere sahip bir toplumu tarif eder. Raporun iddia ettiği gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda üst kimlik Osmanlılık iken sonradan Türklük olarak belirlenmesinin alt kimlikleri yabancılaştırdığı savı da inandırıcı sayılamaz.
Yalnız Türkiye’de değil, üniter olsun veya olmasın diğer devletlerde de milletin bütünlüğü prensibi esastır. Türkiye vatandaşı olanlara Türk denmesinden daha tabii bir şey olamaz. Ama bir Boşnak veya bir Kürt kökenini ön plana çıkartarak ‘Ben Boşnağım’ veya ‘Ben Kürdüm’ derse bunu da mesele yapmamak gerekir.’
Bu kanaati bugün de muhafaza ediyorum ve Anayasa ile ilgili tartışmaları gereksiz ve mesnetsiz buluyorum. Bunların kutuplaşmayı derinleştirmekten başka bir şeye yaramayacağını düşünüyorum.
* * *
Kürt meselesine çözüm ararken, soyut tartışmalardan çok somut kültürel, ekonomik ve sosyal politikaları ön plana çıkarmak daha doğru olur. Cumhuriyetin ilk devirlerinde, hatta İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar asimilasyon politikasının bir dereceye kadar mantığını anlamak mümkündü. Fakat bu politika yürütülememiştir, iflas etmiştir.
Bugün amacımız kimlik tanımını reddetmeyen, kültürel haklara sadece prensipte değil uygulamada da saygı gösteren, Güneydoğu’daki fakirliğe ve işsizliğe etkin çareler arayan, eğitim sorununu süratle çözecek bir politika üretmek olmalıdır. Bölge halkına aynı zamanda ülkenin yönetimine katıldıkları inancı verilmeli, seçimlerde yüzde 10 barajı aşağıya çekilmelidir.
Bölgede devlete güveni tesis etmek, bu güveni sarsacak nitelikte algılanan olayların şeffaflıkla bir an önce aydınlatılmasını sağlamak kuşkusuz önceliklerden biridir. Ancak devlet kurumları ne kadar çaba harcarlarsa harcasınlar, Kürt politikacılar PKK’ya bağımlılıklarından kurtulmadıkları takdirde bütün çabaların heba olması kimseyi şaşırtmamalıdır.
Yazının Devamını Oku 29 Kasım 2005
GÜNEY Kıbrıs’ın bir çözüme varılmadan nasıl AB üyesi olduğunu tarihçiler herhalde uzun uzun araştıracaklardır. Güney Kıbrıs’ın bütün Kıbrıs’ı temsilen AB’ye katılmasının meseleyi çevreleyen siyasi denklemi Türkiye ve KKTC aleyhine değiştirdiğini kanıtlayan gelişmelere her gün şahit oluyoruz. Uzun bir sürecin sonunda bugünkü duruma geldik. Sürecin kilometre taşlarından en önemlileri ise Aralık 2002 Kopenhag AB zirvesi ve Mart 2003’te BM Genel Sekreteri’nin Denktaş ve Papadopulos ile Lahey’de yaptığı toplantıydı.
Kısa bir süre önce yayımlanan anılarında eski Yunan Başbakanı Simitis işte bu iki kritik toplantının perde arkasına ışık tutuyor.
* * *
Kopenhag toplantısını kısaca hatırlayalım. O tarihte AB, Güney Kıbrıs dahil on ülkeyle üyelik müzakerelerini sonuçlandırmıştı. Konsey bu üyelikleri karara bağlayacaktı. Annan Planı hem Kıbrıslı Türkler, hem de Rumlar tarafından kabul edilseydi bugünkü ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ değil; fakat planda öngörülen federal yapıdaki ‘Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’ üyeliğe kabul edilecekti.
Klerides’in planı reddetmesi mümkün değildi; çünkü çözümsüzlüğün sorumluluğu Kıbrıslı Rumların üstünde kalırsa, çözümden önce Kıbrıs’ın üyeliğinden rahatsız olan üye ülkelerin olası tepkileri işi tehlikeye sokabilirdi. Simitis bakın anılarında ne diyor:
’Kıbrıs Türklerinin tutumu hakkında bilgimiz yoktu ve içimizde Kıbrıs Türklerinin bir manevra yaparak Annan Planı’nı kabul etmeleri korkusu vardı. O takdirde Kıbrıs Rum tarafı da zor durumda kalmamak için planı artık kabul etmek zorunda kalacaktı. Kıbrıs Türk Temsilcisi’nin itirazla ortaya çıkması, çözümde ilerleme kaydedilmemesinin sorumluluğunu tamamen Kıbrıs Türklerinin üzerine attı. AB Konseyi’nde Kıbrıs’ın katılımı hiçbir zorluk çıkmadan kabul edildi.’
Aşağı yukarı aynı senaryo Mart 2003’te Lahey’de tekrarlandı. Klerides’in yerine Papadopulos geçmişti. O tarihte Güney Kıbrıs, AB Konseyi tarafından üyeliğe kabul edilmiş; fakat Katılım Antlaşması henüz imzalanmamıştı. Kopenhag’daki kadar olmasa bile yine Yunanistan ve Güney Kıbrıs için köşeye sıkıştırılma tehlikesi vardı.
Tekrar Simitis’e dönelim: ‘Lahey’de müzakerelerin son gecesi uzun ve heyecan doluydu. Kıbrıs Rum tarafının kısmen de olsa sorumlu tutulmasından kaçınmak gerekiyordu. Ankara’nın zaaf göstererek tutumunda değişikliğe gitmemesi, Denktaş’ın uzlaşmazlığını destekledi. Bütün gece süren müzakerelerin sonuç vermemesinden BM’nin Denktaş’ı sorumlu tuttuğu haberini büyük bir iç ferahlığı ile aldım. 16 Nisan 2003’te Atina’da Katılım Antlaşması’nın imzalanması, milli stratejimizin en zirvesindeki andı.’
Evet Yunan stratejisi başarıya ulaşmıştı. 2004 Nisanı’ndaki referandumda Rumların Annan Planı aleyhinde oy vermekle artık kaybedecekleri bir şey yoktu. Güney Kıbrıs’ın AB üyeliği fiilen ve hukuken gerçekleşmişti. Oyunun kuralları değişmişti.
* * *
Türkiye’nin AB üyelik süreci, Yunanistan ve Kıbrıs Rumları için bir engel değil, bir avantajdı. Yıllar boyu istedikleri çözümü Türkiye ve Kıbrıs Türklerine dayatmak için bu süreçten istifade edebileceklerdi. Peki Türkiye ve KKTC, Annan Planı’nı Kopenhag veya Lahey’de kabul etselerdi ne olurdu?
Kıbrıs Türkleri toplum olarak, bir federal devletin parçası olarak, dış politikada kesin söz sahibi olarak AB’ye katılacaktı. Türkiye, Kıbrıs ipoteğinden tamamen kurtulacaktı. Annan Planı, uygulanması zor bir plándı; fakat uygulamada kronik tıkanma olduğu takdirde, Annan Planı’nın öngördüğü sınırlar boyunca Ada’nın her ikisi kesiminin de AB üyesi iki bağımsız devlete bölünmesi kaçınılmaz olarak gündeme gelecekti.
Yazının Devamını Oku 26 Kasım 2005
HAFTA başında Atina’daydım. Bazı gözlemlerimi ve temaslarımdan edindiğim izlenimleri nakletmek istiyorum. Yunanistan ile Türkiye arasındaki bir benzerlik, her iki tarafta da kamuoyunun süratle bir ruh haletinden diğerine geçebilmesidir. Şu sırada Yunanistan’da, Türkiye ölçüsünde olmasa bile, genel bir karamsarlık hüküm sürüyor.
25 yıldan sonra AB üyeliğine ülkenin tam uyum sağlamadığı kanaati var. Devletin zayıflığından ve etkisizliğinden, eğitim sisteminin kötülüğünden şikáyetler yaygın. Ekonomik alanda fert başına GSMH 20,000 dolar seviyesine erişmiş olsa dahi bütçe açıklarının ve kamu borcunun oranı çok yüksek. AB kıstaslarına göre bütçe açığı GSMH’nin % 3’ünden yukarı olmaması gerekirken bu oran, hatta bazı muhasebe zorlamalarına rağmen, %4,2 civarında. Kamu borcu ise 2006 sonunda 202.7 milyar Euro’ya, GSMH’nın %104.8’e varacak. Bütçe açıklarının bir nedeni olimpiyatlar için yapılan ve gelirlerle tamamen karşılanamayan çok yüksek masraflar. AB Komisyonu, bütçedeki açık oranı nedeniyle halen Yunanistan’ı izlemeye almış bulunuyor.
* * *
Yunanistan gündeminde ağırlıklı bir konu da yolsuzluklar. Bunların önlenmesi ve ortaya çıkarılması yargıdan beklenirken yargı mensuplarının yolsuzlukları ön plana çıktı. 40’tan fazla yargıç ve savcı hakkında tahkikat başlatıldı. Bir başka problem, sayısı neredeyse bir milyona varan göçmenler. Fransa’daki olayların Yunanistan’da benzer olayları tetiklemesi kaygısı var. Yunan kamuoyunda ırçılık temayülleri de yok sayılamaz.
Bu genel tabloda Karamanlis hükümetinin daha çok iç meselelere dönük olması doğaldır. Dış politikada başlıca iki konu önem taşıyor. Makedonya ile ilişkiler ve Kıbrıs sorununu da içeren Türk-Yunan ilişkileri.
* * *
Yunanistan, kendi Makedonya bölgesi hakkındaki saplantısı yüzünden inanılmaz bir bağnazlıkla bizim Makedonya Cumhuriyeti olarak tanıdığımız ülkeyi yıllarca uluslararası alanda ’Eski Yugoslavya Makedonya Cumhuriyeti’ ismini taşımaya mecbur etti. Son olarak ‘Makedonya/Üsküp’ formülünü ortaya attı, fakat bu öneriyi Makedonya kabul etmedi. Türkiye ile ilişkilere gelince, Karamanlis Hükümeti esasında daha önceki Simitis Hükümeti’nin politikasını devam ettiriyorsa da üslubunu kısmen değiştirdi. Türkiye ile arasına biraz mesafe koyuyor, Ankara’ya yapacağı resmi ziyareti erteledi. Türkiye’nin AB üyelik sürecini desteklemeyi sürdürüyor. 3 Ekim öncesinde bazı AB üyelerinin, büyük olasılıkla Avusturya ve Fransa’nın, müzakerelerin başlamasını Güney Kıbrıs ile birlikte bloke etmesi telkinlerine uymadı.
Fakat Yunan kamuoyu Türkiye’nin üyeliğine pek sıcak bakmıyor. Son yapılan bir yoklama Yunanlıların % 70’nin Türkiye üyeliğine muhalif olduğunu gösterdi. 2006 yılında Gümrük Birliği Prokolünün uygulanması gerçekleşmezse, Ruhban Okulu ve azınlık vakıflarının taşınmazları gibi konularda ilerleme olmazsa, Yunanistan’nın Türkiye’nin üyeliği konusundaki tutumunu gözden geçirmek mecbutiyetinde kalacağını düşünenler mevcut.
* * *
Batı Trakya’ya gelince, sorunlar devam ediyor. Evet Batı Trakya AB üyeliğinden daha az ölçüde de olsa da yararlandı. Ekononomik alanda gelişmeler kaydetti. Fakat şimdi AB’nin tütün sübvansiyonlarını 2013’te durdurma kararı alması azınlığı önemli bir gelir kaynağından mahrum bırakacak. Türk azınlığına karşı kısıtlamalar ve ayrımcılık da sürüyor.
Türk-Yunan ilişkileri açısından iyimserlik yine de geçerli. Ekonomik ilişkiler ve iki halk arasındaki yakınlaşma gelişmeye devam ediyor. Ciddi bir kriz, hiç değilde kısa vadede, ufukta gözükmüyor.
Yazının Devamını Oku