İlter Türkmen

Şaron, Filistin ve barış

17 Ocak 2006
YASER Arafat için olduğu gibi Ariel Şaron’un da siyasi hayatı dramatik koşullar içinde sona eriyor. Tabii ikisi arasında bir kıyaslama yapmak gerekirse, Arafat hiçbir zaman militanlıktan ve ihtilalcilikten kendini sıyırarak gerçekçi bir politik vizyona yönelememişti. Şaron ise şiddete, acımasızlığa ve uzlaşmazlığa dayanan politik kültürü ne olursa olsun, sonunda, halkının gerçek çıkarlarının bilincine vararak tarihin akışına yerinde bir teşhis koydu. Yepyeni bir kimliğe bürünmeyi başardı.

İlk önce intihar saldırılarına karşı kolektif ceza uygulamaları ve duvar inşası gibi radikal tedbirlerle İsrailli sivillerin güvenliğini geniş ölçüde sağladı. Arkasından taraftarlarının bile itirazlarına rağmen Gazze’den İsrail kuvvetlerini ve yerleşimcilerini çekerek istisnai bir siyasi cesarete sahip olduğunu kanıtladı.

* * *

Büyük tabloyu görerek, temel hedefi saptayarak geri adım atabilmek kolay görülen bir meziyet değildir. Hiç riske girmeyi göze alamadıkları, sürekli gerçeklerden kaçtıkları ve popülist demagojiye iltica ettikleri için halklarını ve ülkelerini çok daha büyük risklere maruz bırakan liderleri yakından tanıyoruz.

Şaron, politik çizgisine kendi Likud partisi içinde káfi destek bulamadığı için yeni kurduğu Kadima Partisi ile mart ayında seçimlere gitmeyi planlıyordu. Siyaset sahnesinden çekilmesine rağmen bu partinin yine çoğunluğun desteğini alması bekleniyor. Ne var Şaron’un Batı Yakası konusundaki politikası, belirsizliğini korumaya devam ediyordu.

1967 savaşında işgal edilen topraklarının ne kadarını Filistinlilere bırakmaya razı olduğu, Şeria vadisini terk edip terk etmeyeceği, Kudüs için nasıl bir statü düşündüğü pek belli değildi. Bu noktalar açıklığa kavuşmadan yol haritasının öngörüldüğü iki devlete dayalı çözüm projesinin başarı şansı yoktur.

Çözüm için Filistinlilerin de kendilerini derleyip toparlamaları gerekir. Oysa 25 Ocak’ta yapılacak seçimlere çok az vakit kaldığı halde Fetih Partisi içindeki bölünme devam ediyor. Genç ve yaşlı kuşaklar arasındaki mücadele, partiyi zayıflatıyor. Seçimlerin ertelenmesini isteyenler var. Bir ara İsrail’in Doğu Kudüs’te seçimlere müsaade etmemek eğiliminde olması, erteleme için bahane olarak görülüyordu.

İsrail şimdi Doğu Kudüs’te yaşayan 200 bin Filistinliden sadece 5 binine oy hakkı tanıdı; fakat Hamas’ın orada seçim kampanyası yapmasını yasakladı. Yine de seçimlerin sonunda Hamas’ın büyük bir siyasi güç olarak ortaya çıkacağı muhakkak gibi. Bir görüşe göre Hamas, meşru siyasete dahil edilirse şiddet hareketlerine son verebilecektir.

ABD, seçimleri desteklemekle umudunu buna bağlamışa benziyor. Oysa Lübnan örneği ortada. Hizbullah, Lübnan meclisinde temsil edildiği halde Güney Lübnan’daki milislerini dağıtmaya yanaşmadı. Hamas içinde mücadeleyi tamamen siyasi alana taşımaya razı olacakların sayısı herhalde çok fazla değil.

* * *

Filistinliler seçimlerden sonra tutarlı bir politika üzerinde kendi aralarında anlaşamazlarsa, çözüm yolunda ilerleme kaydetmek bir yana, artık kendi yönetimlerinde olan Gazze’de bile istikrar ve güvenlik koşullarını sağlayamazlar. Gazze’nin Türkiye’nin de desteğiyle ekonomik gelişmesine yönelik projelerin gerçekleşmesi söz konusu olamaz.

2000 yılında Clinton’un çabalarıyla bir çözüme çok yaklaşılmıştı. Arafat o fırsatı kaçırdı. Barış için hem İsrail’in, hem de Filistinlilerin çok kuvvetli liderlere ihtiyaçları var.

Şaron artık siyaseten yok. Filistin tarafında kuvvetli bir lider gözükmediği gibi seçimlerden sonra istikrarsızlığın ve kargaşanın artması şaşırtıcı olmayacaktır.
Yazının Devamını Oku

Ağca ve adalet

14 Ocak 2006
1981 Mayıs’ında Mehmet Ali Ağca Roma’da Papa 2. Jean Paul’ü öldürmek teşebbüsüne giriştiği gün Dışişleri Bakanı olarak Avrupa Konseyi toplantılarına katılmak üzere Strasbourg’da bulunuyordum. Katolik kilisesinin liderliği yanında Doğu Avrupa’daki Sovyet hegemonyasına karşı bir özgürlük savaşçısı olarak bütün dünyada büyük saygı gören Papa’ya karşı bu meşum eylemin bir Türk tarafından işlenmiş olmasından üzüntü ve ister istemez manevi sorumluluk duymamak mümkün değildi.

Nükhet İpekçi’nin Milliyet’te yazdığı gibi, Ağca "Katil" ile "Türk" sözcüğünün yan yana gelmesine sebep olan bir kişi. Onun katilliği hepimizi ilgilendirmeliydi. Üstelik Abdi İpekçi cinayeti siyasi bir cinayetti. Cezaevinden firarı aydınlanmayan koşullarda gerçekleşmişti.

Roma’daki dramatik olayı takip eden günde Konsey’in Bakanlar Komitesi’nde kuşkusuz Ağca’nın suikast girişimini lanetlediğimizi ve Papa’ya duyduğumuz takdir ve saygıyı belirtecek, ona acil şifa dileyecektim. Diğer bakanlar elbette Türkiye’yi suçlamayacaklardı; fakat aslında ne düşündüklerini tahmin etmek zor değildi.

* * *

Ağca’
nın Roma’dan dönüşünde Abdi İpekçi cinayetinden çok kısa süreli bir ceza çektikten sonra serbest bırakılması, ülkemizdeki adalet kavramı, suç ile ceza arasındaki denge, adalet sisteminin işleyişi, kanunların ve içtihadın tutarlılığı konularını yeniden gündeme getirmiştir.

Daha kısa bir süre önce Orhan Pamuk ve Yücel Aşkın davalarının yarattığı tartışmalar, adaletle ilgili problemlerin ne kadar derin olduğunu göstermişti. Denebilir ki, dünyada objektif veya bütüncül bir adalet kıstası yok, kıstaslar da zamanla değişiyor, Fransa’da bile idam cezası ancak 1981’de kalktı. Fakat artık Türkiye belirli değerlere göre şekillenen adalet kıstaslarını, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin uygulanmasını bir Anayasa hükmü haline getirerek benimsemiştir.

Kaldı ki adaletin, kanunlardaki hükümlerin harfiyen uygulanmasına eşit olduğu savı kabul edilemez. Bizde Rahşan Ecevit etiketini taşıyan af kanunlarının uygulanması, suçu teşvik eden başlıca bir neden olmuştur. Kasten cinayet işleyenlerin bile genellikle 6 yıldan daha kısa bir süre içinde tahliye edilmeleri, cezanın vazgeçiricilik unsurunu ortadan kaldırmaktadır.

Eyleme teşvik oluşturmayan bir ifade suçunun cezası 3 yıla kadar çıkabilirken cinayet suçunun fiili cezasının 6 yıldan az olmasının mantığını anlamak imkánsızdır. Diğer taraftan Ağca şıkkında birçok hukukçunun kanaatine göre kanunlar zorlanarak müddetler hesap edilmiş ve ceza süreci kısaltılmıştır.

* * *

Kanunların politik ve toplumsal yansımalarını, metinlerin yorumlanmasında yargıçların tamamen göz ardı etmeleri çok zararlı sonuçlar doğurabilir. Türkiye’de bugün, en ağır suçların bile ideolojik dürtülerle yüceltildiği son derece hassas bir politik ortam mevcut.

Ağca’nın erken serbest bırakılması, kendi siyasi görüşleri için idol arayışı veya şiddete başvurmak eğilimi içindeki kişilere veya gruplara cesaret verebilir.

Kanunların lafzı kadar ruhu, amacı ve uygulanacağı suçu çevreleyen vakalar üzerinde durmak gerekir. Aksi varit olsaydı Batı ülkelerinin birçoğunda mevcut olan jüri sistemine hiç lüzum kalmazdı.

Soljenitsin’in dediği gibi, "Adalet vicdandır, sadece şahsi vicdan değil, fakat insanlığın vicdanı. Vicdanın sesini tanıyanlar, aynı zamanda adaletin sesini de bulurlar".
Yazının Devamını Oku

Liberal aydınlar ve Arap toplumları

10 Ocak 2006
BİR süreden beri Arap aydınları, kendi toplumlarına gittikçe daha eleştirel bir gözle bakıyorlar. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın insani gelişme raporlarında bu görüşlere ayrıntılı bir şekilde yer verilmişti. Fakat Arap dünyasında henüz kayda değer bir kımıldama yok.

Birçok ülkede otoriter rejimlerin tek alternatifinin köktendinci bir rejim olarak algılanması, demokratik özgürlüklerin ve kurumlaşmanın karşısında engel teşkil ediyor. Irak’ın bölgede başarılı bir demokrasi imajı yansıtacağı yolundaki umutlar da gittikçe azalıyor.

Aksine Irak’taki dağılma eğilimi yeni bir istikrarsızlık kaynağı yaratabilir. Arap dünyasında bugün en istikrarlı ülkeler, Suudi Arabistan hariç Körfez ülkeleri.

Nüfusu az olan bu ülkelerde muazzam petrol gelirleri, halkın ekonomik ve sosyal seviyesini yükseltmeye kolaylıkla yetiyor. Liderlerinin pragmatik yaklaşımları ve ölçülü açılımları, politik ve sosyal gerginlikleri hiç değilse bu aşamada önleyebiliyor.

* * *

Barry Rubin, "Özgürlük için uzun süren savaş: Ortoğu’da demokrasi yolunda Arap mücadelesi"
isimli kitabında bazı Arap entelektüellerinin sosyolojik ve psikolojik irdelemelerine yer vermiş. Bunlardan Tunuslu El-Afif El-Akdar tahlilinde özetle şunları belirtiyor:

"Dünyada herkes çağdaşlık, bilgi ve küreselleşme yolunda ilerlerken Araplar aksi yönde koşuyorlar. Doğu Avrupa komünist diktatörlüğü reddederek barış içinde demokraside ve ekonomik gelişmede ilerleme kaydederken Arap dünyasında diktatörlerin egemenliği sürüyor. Bu hazin kaderin çeşitli sebepleri var.

Arap dünyası çok zengin doğal kaynaklara sahipken insan kaynakları bakımından neden bu kadar zayıf sorusunun sorulması gerekir. Cevap okumamışlık, ideolojik korku ve zihni felç midir? Hoşgörü, akılcılık, uzlaşı ve müzakere kavramları bizi korkuturken intikam çağrıları duyar duymaz savaş danslarına başlıyoruz. Neden dünya milletleri geçmişlerinin matemini tuttuktan sonra ilerlerken biz mazimiz konusunda sızlanmaktan bir türlü vazgeçemiyoruz?

Neden diğer milletler hayatı severken biz ölümü, şiddeti, öldürmeyi ve intiharı seviyoruz ve bunları kahramanlık ve şehitlik addediyoruz? Araplar bir aşağılık kompleksinden mustaripler. Fakat aynı zamanda bir üstünlük iddiaları var. Allah tarafından dünyayı yönetmekle görevlendirildiklerini sanıyorlar."

* * *

El Afif’in sorduğu suallerin cevabı, kısmen İslam dinine hákim olmaya çalışan yeni radikal ideolojilerde aranabilir mi? Böyle ise her Müslüman ülkede aynı eğilimler görülüyor mu? Bazılarına göre evet, bazılarına göre hayır.

Arap psikolojisinde dini ideolojinin yanında Arap milliyetçiliğinin uğradığı hüsranların da kuşkusuz etkisi büyük. Bu açıdan tabii Türkiye’de durumun çok farklı olduğu hemen akla geliyor; çünkü hem geniş ölçüde bir laiklik kültürü geliştirdik, hem de cumhuriyetin ve demokrasinin başarılarından dolayı mazideki aşağılanmışlıkların etkisinin artık kalmamış olması gerekir.

Ama aynı psikolojinin bizde de mevcut olduğunu düşünenler yok değil. Bakın 6 Ocak tarihli Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde Çetin Altan ne diyor: "Yaşamak ve yaşatmak yerine ölmek ve öldürmek üstüne peteklenmiş, ruhsal açıdan garip bir Şark patolojisinin çocuklarıyız."

Bence doğru değil; fakat Türkiye’de bu psikozu doğurmak ve yaşatmak isteyenlerin sayısının artmakta olduğu da göz ardı edilemez. Tehlike burada.
Yazının Devamını Oku

Putin ve dünya enerji denklemi

7 Ocak 2006
RUSYA’nın hiç beklenmedik bir şekilde Ukrayna’ya sevk ettiği gazın fiyatını dört misline çıkarmak istemesi ve ret cevabı alınca bu ülkeye gaz akımını durdurması dünyada enerji güvenliği sorununu ön plana çıkardı. Gerçi kriz uzun sürmedi ve Rusya ile Ukrayna bir anlaşma zemini buldular. Fakat özellike gaz ihtiyacının dörtte birini Rusya’dan sağlayan Avrupa ülkeleri bundan böyle Rusya’nın yükümlülüklerini yerine getireceğine ne derecede itimat edebileceklerini sorgulamaya başladılar.

Dünyanın en büyük gaz ve ikinci petrol ihracatçısı olan Rusya’nın enerji alanında küresel bir lider olmak amacını Putin zaten yılbaşından biraz önce açıklamıştı. Bu amacın gerçekleştilmesini Irak savaşının bir sonucu olarak petrol ve gaz fiyatlarının yükselmesi daha da kolaylaştırmaktaydı. Sadece Gazprom’un piyasa değeri 300 milyar dolara yaklaşmıştı.

G-8’lere demokratik reformları ve NATO’un Doğu’ya doğru genişlemesine itiraz etmemesinin mükafatı olarak alınan Rusya artık bu forumda ağırlığını artırmak istiyordu. Demokrasiyi gittikçe kısıtlamasına ve oligarkları bir bir tasfiye ederek petrol ve gaz endüstrisini devletin tam kontrolü altına almasına kimse pek itiraz edemeyecekti.

* * *

Putin’
i bu nedenlerle kazançlı görmek mümkün. Ancak madalyonun bir de öbür yüzü var. Rusya Ukrayna’dan istediğini tam elde edemedi. Ukrayna Rusya’ya bin metreküp başına 230 dolar ödeyecek, fakat aynı boru hattından daha ucuz fiyatla gelen Türkmenistan ve Kazakistan gazının oranı artacak. Dolayısıyla bin metreküpün ortalama maliyeti 95 dolara inecek.

Diğer taraftan AB ülkeleri alternatif kaynaklar arayışına girdiler. Ancak Kuzey Denizi’nden ve Norveç’ten gelen gaz miktarının artırılması olasılığı pek yok. Uzun sürede ister istemez Türkiye üzerinden Ortadoğu ve Orta Asya gazının Avrupa’ya akmasını sağlamak opsiyonu cazip gelecek.

Türkiye açısından kriz birçok açıdan düşündürücüdür. Evet Türkiye gaz alanında AB’den de daha yüksek oranda Rusya’ya bağımlı. AB’den daha yüksek bir bedel ödediği şimdiye kadar esrarengiz bir şekilde gizli tutulan fiyatın açıklanması ile ortaya çıktı. Fakat gerek Batı’dan ayrı bir hattan gerek Mavi Akım’dan gelen gazın azalması söz konusu olmadı.

Buna karşılık enerji politikamızın bazı zaafları da belirginleşti. Elektrik santrallarında yakıt olarak büyük oranda gaz kullanılmasının isabeti haklı olarak tartışılıyor. Nükleer santrallar inşası artık kaçınılmaz görünüyor. Zaten nükleer enerjiden vazgeçen ülkeler de şimdi kararlarını gözden geçiriyorlar.

* * *

Orta ve uzun sürede enerji nakli alanında Türkiye’nin önemi gittikçe artacak. Şimdiden milli şebeke İran’a bağlı. İran halen Türkmen gazının Türkiye’ye gelmesine izin vermiyor. Fakat,Bakü-Ceyhan hattına paralel gaz hattı bu yıl işlemeye başlayınca buradan yalnızca Azeri gazının değil, fakat Türkmen gazının da gelmesi imkánı var.

Mısır’ı Ürdün’e bağlıyan hat tamamlanmak üzere, bu hat Suriye üzerinden Türkiye’ye uzatılabilir. Avrupa’nın 2020-2025 yılında 700 milyar metreküp gaza ihtiyaç duyacağı öngörülüyor. Bunun 100 milyar metereküpünün Türkiye üzerinden gelmesi olasılığı kuvvetleniyor.

Uluslararası dengeler ne kadar değişirse değişsin jeopolitiğinin Türkiye için ne büyük bir koz olduğu bir kere daha ortaya çıktı. Büyük bir gaz ve petrol nakil merkezi olması AB sürecinde Türkye’nin elini kuvvetlendirecektir. Rusya- Ukrayna krizinden çıkan bir dersin daha altı çizilmelidir.

Rusya ile ilişkiler kuşkusuz çok yararlıdır. Fakat Rusya Rusya’dır. Politik veya ekonomik alanda AB ve ABD’ye alternatif olarak düşünülmesi büyük saflık olur.
Yazının Devamını Oku

İyimserlik ve karamsarlık arasında yeni yıl

3 Ocak 2006
2005 yılının Türkiye için oldukça başarılı bir yıl olduğu kabul edilmelidir. Özellikle ekonomik alandaki kazanımlar küçümsenemez. Büyüme hızı devam etmiş, enflasyon oranı daha da düşmüş, fert başına düşen GSMH yükselmiş, 27 milyar dolarlık özelleştirme gerçekleştirilmiş, faiz oranı düşerek borç itfasının yükü azaltılmış, çok yüksek olmasına rağmen ödemeler dengesinde açığın kapatılması sorun teşkil etmemiş, uluslararası sermaye akımı ekonomiye ivme vermiştir.

Ekonominin yapısal sorunlarının ve işsizliğin devam etmesi, elde eden sonuçları gölgeleyemez. Özellikle istihdam yaratmanın, tarımın ve çevrenin AB kıstaslarına uyumunu sağlamanın önümüzdeki yıllarda bizi çok zorlayacağı her gün daha iyi anlaşılmaktadır. Ancak AB’ye uyum gibi bir mecburiyet olmasaydı tarım ve çevre gibi sorunların daha uzun süre gündeme gelmeyeceğini veya çok yüzeysel önlemlerle yetinileceğini unutmamak gerekir.

***

Devam ettirilebildiği takdirde, üyelik süreci, bu iki yaşamsal alanda gelecek kuşakların istikbali açısından en kritik dönüşümün gerçekleştirilmesine hizmet edecektir. Ekonominin yanında dış politikada da geçen yılki gelişmeler genellikle olumludur.

ABD ile ilişkiler daha yapıcı bir zemine oturtulmuş, AB ile müzakere süreci güç bir ortamda olsa da başlatılmış, Rusya ile ilişkiler gelişmeye devam etmiş, Irak ve Ortadoğu politikasına daha gerçekçi bir bakış açısı hákim olmuştur.

2005 yılındaki olumlu gelişmelerin bu yıl sürdürülmesi mümkün mü? Ekonomik alanda büyük olasılıkla evet. Politik alanda istikrar koşullarının değişmeyeceği tahmin edilebilir. Erken seçimin gündeme gelmeyeceği anlaşılıyor ve buna sevinmek lazım. AB süreci bakımından ise iyimser olmak o kadar kolay değil.

Müzakere sürecinin yürütülmesi için oluşturulan yapılanmada ciddi zaaflar var. Hükümetin siyasi iradesinde bir gevşeme ister istemez görünüyor. AB politikasına kurumsal destek prensipte mevcut; fakat uygulamada işler durmadan aksıyor. Şu sırada kısmen atlatılan ifade özgürlüğüyle ilgili sorunlarla yeniden karşılaşmamız şaşırtıcı olmaz.

***

AB ile imzaladığımız Gümrük Birliği’ni "Kıbrıs Cumhuriyeti" dahil yeni 10 üyeye teşmil eden protokolün TBMM’ce onaylanması, yeniden Kıbrıs tartışmalarını alevlendirecek.

Protokol onaylansa da KKTC’nin izolasyonuna son verilmesi istikametinde hiçbir gelişme olmadan Türkiye’nin protokolün gereğini yerine getirerek deniz ve hava limanlarını Rumlara açması beklenmiyor. AB müzakere sürecinde siyasi tıkanıklıkların aşılması güç olacak.

Irak’a gelince, Türkiye’nin politikası artık sadece Türkmenler veya Kürtlere odaklanmış değil. Türkiye, ABD müdahalesinin yarattığı yeni dengeleri veya dengesizlikleri kabullenmekten başka çare olmadığını görüyor.

Irak’taki gelişmeleri kontrol imkánımız hemen hemen hiç yok. Aslında ABD’nin bile bu alanda fazla etkisi kalmadı. Anlaşılan Irak’taki iç ve dış dinamiklerin gelişmesine seyirci kalacağız ve sonuçlarına kendimizi uyarlayacağız.

***

2006 yılı için en büyük tehlike, etnik milliyetçilik ve kısmen ona tepki olarak; fakat aynı zamanda, aşırı sol ve aşırı sağ ittifakının sürekli beslediği bir psiko-politik ortam zemininde, gittikçe kuvvet kazanan radikal, çatışmacı ve inzivacı milliyetçiliktir.

Bu cereyanların demokrasiyi, toplumsal barışı ve Türkiye’nin temel politikalarını tehdit edecek bir boyuta ulaşmaması hükümetin olduğu kadar muhalefetin, kurumların, sivil toplumun, medyanın ve aydınların görevi olmalıdır.

Rayından çıkan bir milliyetçilik kadar millet için tehlikeli bir şey yoktur.
Yazının Devamını Oku

Fransa’nın tarihiyle sorunları

31 Aralık 2005
HER ülkenin tarihiyle sorunu vardır. Geçmişin parlak sayfaları daima öne çıkarılır ve bunlarla büyük milli gurur duyulur. Karanlık sayfaları ise milli hafıza kabil olduğu kadar unutmayı tercih eder. Bu alanda en büyük beceriyi gösterenler de galiba Anglosaksonlar. Geçmiş günahları çok ise de bunlar için dövünmezler, tarihlerinin hep iftihar ettikleri yönleri üzerinde dururlar. Fransa öyle değil. Fransa’da tarih kolay kolay hiçbir zaman gündemden silinmez.

1789 İhtilali’nin büyük fikir devrimciliğiyle neden olduğu katliamlar ve dramlar arasındaki çelişkiden başlayarak tarihlerinin çeşitli aşamalarında geçirdikleri travmalar, Fransızları sürekli geriye dönerek vicdan muhasebesine sürükler.

* * *

Fransa şimdi yine böyle bir devirden geçiyor. 2 Aralık kritik Austerlitz savaşının 200’üncü yıldönümüydü. Napolyon, stratejik dehasını kanıtlayarak bu savaşta Avusturya ve Rus ordularını hezimete uğratmıştı.

Oysa bu yıldönümünün kutlaması sönük geçti; çünkü yayınlanan bir kitapta Napolyon’un 1789 İhtilali’nin yasakladığı köleliği yeniden başlattığı ve bunun Karayipler’de çok kan dökülmesine neden olduğu hatırlatılıyordu. Fakat asıl fırtına, Fransız Parlamentosu’nun geçen şubat ayında kabul ettiği bir kanun konusunda koptu.

Bu kanunda Fransız kolonyalizminin özellikle Kuzey Afrika’daki olumlu rolünün tanınması isteniyordu. Cumhurbaşkanı Chirac, kanunun yeniden görüşülmesini istemek hakkını kullanmamış ve onu hemen imzalamıştı. Ne var ki Paris banliyölerinde patlayan ve günlerce süren şiddet olayları sosyalistlerden bir grubu kanunun iptalini talep etmeye sevk etti.

Gaulliste’ler karşı geldiler. Oysa kanun ayrıca Fransa ile Cezayir arasında bir dostluk anlaşmasının imzalanmasını güçleştiriyordu. Sonunda Chirac, ‘Tarih yazmak kanunun işi değildir. Tarih yazmak tarihçilerin işidir’ diyerek ‘parlamentonun tarih ve hafıza alanındaki faaliyetlerini’ incelemek ve üç ay içinde bir rapor sunmakla görevli bir komite kurdu.

* * *

Diğer taraftan, bir grup tarihçi, basınımızda geniş yankı bulan bir bildirgeyle tarih hakkında değer yargıları içeren ve ‘demokratik bir rejime yakışmayan’ bütün kanunların iptalini istedi.

Fransız tarihçiler tutarlı davranarak ‘Ermeni soykırımı’nı tanıyan 29 Ocak 2001 tarihli kanunu da listelerine eklediler. Cumhurbaşkanınca kurulan komitenin, Fransız hükümetinin ve parlamentosunun aynı tutarlılıkla hareket edip etmeyeceğini göreceğiz. Ancak şimdiden Chirac’ın sözleri temelinde ‘Ermeni soykırımı’na ilişkin kanunun iptali yönünde Paris’te girişimler yapmaya hazır olmalıyız.

Fransa’daki tartışmalar, tarihi tarihçilere bırakmak gerektiği yolundaki tezimize çok kuvvetli bir mesnet kazandırmıştır. Bunu vakit geçirmeden değerlendirmeliyiz.

* * *

Chirac’ın şu sözleri üzerinde de durulmalıdır: ‘Tarih bir milletin birliğinin kilididir; fakat tarih aynı zamanda kolaylıkla bölünmelere, tutkuların alevlenmesine ve geçmişin yaralarının deşilmesine yol açabilir.’

Evet, tarih üzerindeki tartışmalar kuşkusuz önlenemez, herkesin algılaması farklı olabilir, kimse fikirlerinden ötürü suçlanamaz; ancak tarihin çok hassas bir konu olduğunu sorumluluk duygusuna sahip herkes idrak etmelidir. Tarihçiler de.
Yazının Devamını Oku

KKTC ve mülkiyet sorunu

27 Aralık 2005
MÜLKİYET sorunsalı, Kıbrıs ihtilafının kilit bir öğesidir. 1974 müdahalesi ile takriben 180 bin kadar Rum, mallarını bırakarak Kuzey’den Güney’e göç etti.  1974’ten önce ve sonra 40 bin kadar Türk de aynı şekilde Kuzey’e yerleşti. KKTC’nin sınırları içindeki taşınmazların yüzde 80’i 1974’ten önce Rumlara aitti.        

Müdahaleden sonra ortaya çıkan fiili durumun artık değişmeyeceği inancı ile bu malların kamuya devredilmeyen kısmı üzerinde Türklere sürekli intifa hakkı tanındı, bir nevi tapu verildi. İki bölgeli federal bir çözümde mülkiyet meselesinin global bir takasla halledileceği kanaati hákimdi. KKTC 1983’te kurulunca yeni Anayasa ile Kuzey’deki bütün kamusal ve özel gayrimenkuller devletleştirildi.

Rum Yönetimi, Güney’de bunu yapmadı ve bu yüzden hukuki açıdan daha kuvvetli bir konuma geçti. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) Rum müracaatları başlayınca, KKTC tanınmadığı için, ilk başvuruyu yapan Titina Loizidu’ya verilecek tazminatın faturası Türkiye’ye çıktı.

* * *

Kuzey’deki malların topyekûn iadesinin iki bölgeli federasyon çözümünün içini boşaltacağı açıktır. Bu nedenledir ki Annan Planı ancak sınırlı bir iade öngörmüş, takas ve tazminat yolunu açık bırakmıştı. Papadopulos, 2004 Nisan’ında Annan Planı’nı reddederken, Loizidu kararının yarattığı içtihadın Annan Planı’nın getirdiği düzenlemelerden çok daha çekici olacağını boşuna iddia etmemişti.

Gerçekten de bu içtihat muhafaza edilseydi binlerce Rum’a fahiş tazminat ödenmesi gerekecek, üstelik hepsinin mülkiyet hakkı saklı kalacaktı. KKTC, 2003 yılında böyle bir tehlikeyi önlemek içindir ki, kabul ettiği yasayla bir Tazmin Komisyonu kurarak bir iç hukuk yolu oluşturdu.

AİHM ise Xenides-Arestis pilot davasının kabul edilebilirliği konusunda geçen mart ayında aldığı kararda KKTC Tazmin Komisyonu’nun Avrupa hukuku açısından eksik ve yetersiz gördüğü yönlerini belirtti. KKTC Cumhuriyet Meclisi’nin 29 Aralık’ta kabul ettiği Tazmin Komisyonu ile ilgili yeni yasa işte bu yetersizlikleri gidermeyi amaçlıyor.

AİHM, 22 Aralık’ta aldığı kararda mülkiyet hakkı ihlali olduğuna hükmetmekle beraber, Tazmin Komisyonu’nda yapılan değişiklikleri 3 ay içinde uygun bulduğu takdirde Rum başvurularını oraya yönlendireceğinin işaretini verdi.

KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat haklı olarak AİHM’yi 3 ay içinde ikna etmek gereğinin altını çiziyor. Bu iş başarılırsa ve Güney Kıbrıs, vatandaşlarının KKTC Tazmin Komisyonu’na başvurularını engellerse, iç hukuk yolu tüketilmediği için AİHM’ye müracaat yolu kapanacak.

Başvurular engellenmediği takdirde ise KKTC’nin hukuki kimliği kuvvetlenecek ve bir hayli vakit kazanılacak. KKTC Meclisi’nin son kabul ettiği karar ayrıca son derece dengelidir. Mal iadesi çok sınırlı tutulmuş, tazminat alanın başka bir hak talep etmesi yolu kapatılmıştır. Mal iadesinin büyük kısmının gerçekleşmesi, çözümden sonrasına bırakılmıştır.

* * *

Papadopulos,
bugün, Güney Kıbrıs artık AB üyesi olduğu için bütün kartları elinde tuttuğuna inanıyor. AİHM’nin son kararı onun bu inancını sarsabilir, uzlaşmaya daha elverişli bir zemin yaratabilir. KKTC’nin yeni yasası ve AİHM’nin kararı, denklemi lehimize çevirebilecek bir gelişmedir. Ama beklenebileceği gibi, CHP’nin tetiklemesiyle eleştiriler gecikmedi.

Ancak CHP alternatif bir yol göstermiyor. Yoksa alternatif, alkış tuttuğu Denktaş’ın melodramatik hamasi nutukları mı? Güney Kıbrıs’ın tek başına AB’ye girmesine imkán vererek bizi bugünkü kıskaç içine sokan o nutukların yansıttığı zihniyet değil miydi?

Aynı zihniyet şimdi Türkiye’yi AB’den tamamen koparma ve inzivaya mahkûm etme çabası içinde.
Yazının Devamını Oku

301. madde karmaşasında AB’nin rolü

24 Aralık 2005
ORHAN Pamuk davası yeni Ceza Yasası’nın çelişkilerini ortaya koydu. 301’inci maddeyi her mahkeme aynı şekilde yorumlamadı. Takipsizlik kararı verenler oldu. Daha sonra İstanbul Başsavcılığı, suç olduğu iddia edilen beyanın eski Ceza Yasası yürürlükte iken yapıldığını, dolayısıyla eski yasanın 159’uncu maddesi gereğince davanın açılması için Adalet Bakanlığı’nın ilk önce iznine ihtiyaç bulunduğunu ileri dürdü.

İzin için bakanlığa başvurdu. Adalet Bakanı ise aksi fikirde. Bir usul meselesi söz konusu olduğundan bakanlığın iznine lüzum bırakmayan yeni yasanın uygulanması gerektiğini düşünüyor. Fakat nihai kararını bu satırlar yazılırken daha vermemişti.

* * *

Adalet Bakanı Cemil Çiçek, konu etrafındaki tartışmalarda, AB’nin eleştirilerine şiddetli tepki gösterdi. 20 Aralık’ta Doğan Medya Grubu’nun Eskişehir’de tertiplediği "Anadolu’daki Avrupa" toplantısında söyledikleri özetle şöyle: "AB’nin bilgisi dahilinde olan bir madde (301). Şimdi gürültü çıkarmanın anlamı yok. Savcılıklara 1 Haziran’dan itibaren bu konuyla ilgili olarak Adalet Bakanlığı’nın iznini almanız gerekmiyor dedik. AB istediği için kalktı. Sonra da bize ’Neden müdahale etmiyorsun’ diyorlar. AB veya bazı yabancı çevreler işlerine geldiği zaman yargıya siyasi müdahaleye davetiye çıkarıyorlar."

Adalet Bakanı’nın sözlerindeki mantığa diyecek bir şey yok. Ne var ki AB söz konusu olduğu ölçüde olaylar galiba başka türlü cereyan etti. Geçen yıl yeni Ceza Yasası tasarısı üzerinde Avrupa Konseyi’nin görüşleri istenmişti. Avrupa Konseyi de AB Komisyonu ile birlikte uzmanların hazırladığı 50 sayfalık bir raporu Eylül 2004’te Adalet Bakanlığı’na ulaştırdı.

Tasarıda 304. madde olan şimdiki 301. madde için uzmanların görüşlerine yine özetle bir bakalım:

"Anglosakson hukukunda 302-304 gibi hükümler mevcut değil. Kıta Avrupası’nda benzer hükümler varsa da modern Avrupa devletlerinde çok nadiren uygulanıyorlar. Türkiye, kıta Avrupası hukukunu benimsediği için 302-304 maddelerinde mevcut hükümlerin tamamen kaldırılması beklenemez. Ancak bu hükümler çok nadiren ve daima Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi göz önünde bulundurularak uygulanmalıdır.

Diğer taraftan mevcut yasanın 160 (2). maddesine göre 304’üncü maddenin kapsamına giren davaların açılması Adalet Bakanlığı’nın iznine tabidir. Bu hüküm yeni 304. maddede de yer almalıdır. Bu suretle hükümet bu maddenin eşit ve çok kısıtlı bir şekilde uygulanmasını sağlamak imkánını elde eder."

* * *

Görüldüğü gibi Adalet Bakanı’nın söyledikleri ile Avrupa Konseyi’nin ve AB Komisyonu’nun ortaklaşa hazırladıkları rapor birbirine hiç uymuyor. Rapor daha o zaman 301. madde kapsamındaki davalar için Adalet Bakanlığı’ndan peşinen izin istenmesinin yararlı olacağı kanaatini vurgulamış.

AB’nin tutumu hiç değilse bu açıdan eleştirilemez. Ayrıca rapor 301. maddenin uygulanmasında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin göz önünde bulundurulması üzerinde önemle duruyor. Karmaşayı önlemenin anahtarı da burada.

Anayasa’da yapılan değişiklikle insan haklarına ilişkin uluslararası anlaşmaların yasalarımıza oranla önceliği zaten artık kabul edildi.

Mahkemeler ve Yargıtay içtihadı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihadından uzaklaşmazlarsa hem AB ve Avrupa Konseyi ile problem çıkmaz, hem de kararlar ve uygulamalar çağdaş insan hakları kavramına uygun olur.
Yazının Devamını Oku