25 Ekim 2005
TÜRKİYE’de bazı tartışmalar hiç bitmiyor. Patrikhane konusu 1923’ten beri zaman zaman gündemde. Seksen yıldır her defasında mesele sanki o anda ortaya çıkmış gibi aynı savlar, aynı heyecan ve tutku ile ileri sürülüyor, sonra bir süre unutuluyor. AB üyeliği şimdi 1971’de kapatılan Ruhban Okulu’nun yeniden açılmasını da ön plana çıkardı. Gerek komisyonun raporlarında gerek Avrupa Parlamentosu’nun kararlarında okulun kapatılmasının dini özgürlüklerle bağdaşmadığında ısrar ediliyor.
***
Heybeliada Ruhban Okulu, 1971’de özel yüksekokullar üniversitelere devredilirken kapatıldı. Anayasa Mahkemesi de okulun yeniden açılmasının Anayasa’ya aykırı olacağı görüşünü benimsedi. Peki okul 1971’den önce gerçekten bir yüksekokul statüsünde miydi?
Buna menfi cevap veren Patrikhane, Ruhban Okulu’nun 625 sayılı kanunun kapsamı içinde sayılamayacağını, bu kanunun yürürlüğe girmesinden çok önce 1844’te bir azınlık meslek okulu olarak kurulduğunu, kapatıldığı tarihe kadar 625 sayılı yasanın iptal edilmemiş olan ve Lozan Antlaşması’nın 40. ve 41. maddelerine atıf yapan 25. maddesinde belirtilen bir azınlık kurumu statüsüyle eğitim verdiğini belirtiyor.
Patrikhane’ye göre teoloji bölümünü bitirenlere verilen diplomalarda yer alan ‘lise üzerinde bir yıllık mesleki tahsil veren okullar derecesinde öğrenim görmüş sayılırlar’ ibaresi dışında lise diploması ile teoloji bölümü diploması arasında hiç fark yokmuş.
Okul diplomasının üniversite veya yüksekokul diplomasının sağladığı hakları vermeyeceği, okulun Milli Eğitim Bakanlığı’nca tasdik edilen yönetmeliğinde zaten belirtilmekteymiş. Teoloji bölümü mensupları askerlik görevlerini lise mezunları gibi er olarak yapmakta, üniversiteye sınavla alınmaktaymışlar.
***
Geçmiş statü tartışması bir tarafa, bugün Patrikhane’nin istediği, Ruhban Okulu’nun eskiden olduğu gibi Milli Eğitim Bakanlığı’nın denetiminde faaliyet göstermesine izin verilmesidir. Başka bir deyimle, yüksekokul statüsü değil, lise statüsü söz konusu.
Ancak, İstanbul’daki Rum Ortodoks nüfusu çok azaldığından, Türkiye dışından da öğrenci ve öğretmen getirilmeden okulun faaliyet göstermesi imkánsız. 1964’ten önce zaten bu izin vardı.
Diğer taraftan Patrikhane, okulun tekrar tedrisata başlamasına kadar, din adamı ihtiyacının karşılanması için dışarıdan personel getirilmesine müsaade edilmesini ve bunlara vatandaşlık veya ikamet ve çalışma izni verilmesini istiyor.
Problemin gerçek boyutu bu. Hukuki duruma gelince, Lozan Antlaşması’nın 40. maddesine göre, gayrimüslim azınlıklar kendi mali kaynaklarıyla her türlü dini, sosyal kurumlar ve okullar kurmak, bunlarda kendi dillerini kullanmak ve dinlerini serbestçe icra etmek hakkına sahiptirler.
***
Kuşkusuz Yunanistan’ın da Batı Trakya Türk azınlığına karşı Lozan taahhütlerini tümüyle yerine getirmekten uzak olduğu ileri sürülebilir. Ne var ki, Ruhban Okulu meselesi yalnızca Türk-Yunan ilişkileri çerçevesinde kalmıyor. Onu çok aşıyor.
Patrikhane’nin taleplerinin arkasında ABD ve AB var. Önemli bir noktanın daha altı çizilmelidir: Lozan olmasaydı bile, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve onunla irtibatlı hukuki düzenlemeler çerçevesinde aynı yükümlülükler geçerli olacaktı.
Meselenin tabii bir de siyasi boyutu mevcut. Ruhban Okulu’nun yeniden açılması aynı zamanda Patrikhane’nin uzun süreli bekası ile de bağlantılıdır. Bu da başka bir yazının konusu.
Yazının Devamını Oku 22 Ekim 2005
CHP, AB üyelik sürecini destekliyor mu, yoksa köstekliyor mu? Kabul etmek gerekir ki genel izlenim, CHP’nin üyelik yolunda hükümete zorluk çıkartmak için elinden geleni yapmaktan çekinmediğidir. Avrupa’daki algılamanın da çok olumlu olmadığını biliyoruz. Avrupa sosyal demokrat partilerinin, CHP’yi sosyal demokrasi felsefesinden tamamen uzaklaşmış bir parti olarak algıladıkları sır değil. Partinin özellikle diplomat kökenli mensupları, uluslararası forumlarda Ermeni ve Kürt sorunlarındaki tezlerimizi savunmak amacıyla çok çaba harcadıklarında ısrar ediyorlar.
Söylediklerinin doğru olduğuna kuşku yok. Fakat temelde problem, çok yetenekli birkaç milletvekilinin bireysel performansları değil, partinin kurumsal yaklaşımı ve siyasetidir.
* * *
CHP’nin ne kadar gerçekleri reddeden, politik realizmden uzak bir zihniyette olduğunu gösteren örnekler saymakla bitmez. Bunlardan bir tanesine değineceğim. CHP lideri geçenlerde Avrupalı parlamenterlerle görüşürken, meşhur Lipponen mektubunda Kıbrıs konusunun bir politik kriter teşkil etmediği yolunda Türkiye’ye verilen sözün tutulmadığını ileri sürmüş.
Evet, Helsinki zirvesinde dönem başkanı olan eski Finlandiya Başbakanı, 10 Aralık 1999 tarihli mektubunda Kıbrıs’ta bir çözümün Kopenhag kriterleri arasında bulunmadığını, sadece politik diyaloğun bir parçası olduğunu vurguluyordu. Fakat politik diyaloğun kriterlere uyulması ile paralel bir süreç sayıldığı gayet iyi bilinmekteydi.
Kaldı ki Lipponen mektubu, Güney Kıbrıs’ın çözüm olmasa bile AB’ye katılabileceğini belirten Helsinki Zirvesi sonuçları belgesindeki 9(b) paragrafını değiştirmiş değildi. Lipponen mektubu ne derse desin, Güney Kıbrıs bütün Ada’yı temsilen bir kere AB’ye katıldı mı, Kıbrıs meselesi çözümlenmeden Türkiye’nin AB üyesi olamayacağı açıktı.
Güney Kıbrıs’ın tek başına AB üyesi olmasını ve politik denklemi ağırlıklı olarak kendi lehine çevirmesini önleyecek tek çare, Nisan 2003’te Kıbrıs Rumları Katılım Antlaşması’na imza atmadan, federasyon ve iki bölgelilik temelinde bir çözüme varılmasaydı.
* * *
AB ve ABD’nin de desteklediği Annan Planı’nın stratejik amacı, bundan başka bir şey değildi. CHP ise Annan Planı’na karşı bütün bataryalarını ateşliyordu. Nisan 2003’ten önceki fırsat kaçırıldı. Daha sonra, 2004 Nisan ayında Kuzey ve Güney Kıbrıs’ta yapılan referandumda AKP, Annan Planı’nı desteklerken CHP yine buna şiddetle karşı çıktı.
Kuzey Kıbrıs halkı CHP’ye uyarak referanduma Kıbrıs Rumları gibi hayır deseydi, KKTC, geç kalındığı için elde ettiği sınırlı avantajlardan dahi mahrum kalacaktı. Mehmet Ali Talat, Washington’a davet edilemeyecek, KKTC’nin ayrı siyasi kimliğinin daha belirginleşmesi sağlanamayacak, Kuzey Kıbrıs’ın izolasyonuna neden olan ulaşım ve ticaret alanındaki kısıtlamaların kaldırılması için girişim yapılamayacaktı.
Kıbrıs Türkleri, ekonomik gelişmelerini de hızlandıran bir özgüvene kavuşamayacaklardı. Kıbrıs Türklerinin self-determinasyon hakkı, uluslararası alanda tescil edilemeyecekti.
* * *
Bugünkü politikasıyla CHP’nin gerek AB üyeliği, gerek Kıbrıs meselesinde yapıcı bir rol üstlendiği söylenemez.
Bakalım CHP, Gümrük Birliği’ni Güney Kıbrıs’a da teşmil eden protokol TBMM’ye geldiği zaman nasıl bir tutum takınacak?
Keşke bu vesileyle hakkında yanıldığımızı kanıtlayabilse.
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2005
TESEV ile Avrupa Reformu Merkezi’nin geçen hafta İstanbul’da ortaklaşa düzenledikleri Boğaziçi Konferansı’nın konusu ‘Müzakereler başladıktan sonra Türkiye-AB ilişkileri’ idi. Eski İsveç Başbakanı Carl Bildt ve uzun süre İngiltere’nin Kıbrıs Temsilciliği’ni yapan Lord David Hannay gibi isimlerin de katıldığı konferans, Türkiye’den ve AB ülkelerinden politikacıları, parlamenterleri, sivil toplum temsilcilerini, akademisyenleri, medya mensuplarını ve AB Komisyonu temsilcilerini bir araya getirmişti.
Türkiye’nin AB’nin Ortak Dış ve Güvenlik Politikası’na uyumu, dış politika alanında AB ile Türkiye arasında çıkabilecek gerginlik noktaları, Türkiye’nin üyeliğinin AB üzerindeki olası politik ve ekonomik etkisi, müzakerelerin yapıcı bir diyalog ortamı içinde cereyan etmesini sağlayacak koşullar, ele alınan başlıca konulardı.
Tabii Kıbrıs’tan bol bol söz edildi. Yakın zamanda bir çözümden kimsenin umudu yok. Ancak Gümrük Birliği Protokolü’nün onaylanması ve uygulanması alanında çıkabilecek gerginlikler endişe yaratmaktan geri kalmıyor.
* * *
TBMM’nin, protokol ile birlikte, protokolün ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımak anlamına gelmediğini belirten deklarasyonu onaylamasının neden olabileceği tıkanıklığın aşılabilmesi için, Meclis’in, protokolü ve deklarasyonu bir arada değil, fakat ayrı ayrı onaylaması fikrini telkin edenler oldu.
Fena bir çıkış yolu değil. Ayrı ayrı onaylama, deklarasyonun hukuki temelini zayıflatmaz. Uygulamaya gelince, Türkiye’nin limanlarını açması karşılığında AB Konseyi’nin de KKTC üzerindeki ulaşım kısıtlamalarını kaldırması beklentisi anlaşılan gerçekçi değil.
Konsey olsa olsa komisyonun önerdiği Kuzey Kıbrıs’a ekonomik destek paketini karara bağlayacak. Güney Kıbrıs’ın Türkiye’nin direncini denemek için bir gemisini Türk limanlarına göndermeye teşebbüs etmesinden kaygı duyanlar da var.
Konferansta yeni AB üyelerinin katılım müzakerelerinde görev almış olan kimseler deneyimlerini naklettiler. Başlıca tavsiyeleri gayet basit: Sabırlı olmak, galeyana gelmemek ve özellikle müzakerelerin başarısının karşılıklı güven ortamının sürdürülmesine bağlı bulunduğunu unutmamak.
* * *
AB ile müzakereler bütün ülkeler için çok çetin geçmiş. Örneğin, İsveç, Avusturya ve Finlandiya’ya da vaktiyle üyelik yerine başka bir ad altında ‘imtiyazlı ortaklık’ teklif edilmiş.
Müzakerelerin yönetimi için Türkiye’nin seçtiği ‘çok başlılık’ modelinin fazla tasvip görmediğini belirtmekte de yarar bulunduğunu zannediyorum. Tek başlı bir müzakere yapısının çok daha etkili olacağı kanaati hákim. Geçmişte ekonomik müzakerelerde tek elden koordinasyon eksikliğinin ne kadar karmaşaya yol açtığını unutmayalım.
Konferansta ele alınan konuların hepsine bu yazının boyutları içinde değinmem mümkün değil. Ancak bir noktayı vurgulamak istiyorum. Anayasa’nın reddi, siyasi liderlik noksanlığı, ekonomik durgunluk ve kamuoylarının tepkisi gibi nedenlerle istikbal vizyonunu kaybetmiş görünen AB şimdi Türkiye ile beraber Batı Balkanlar’daki ülkeleri de AB kapsamına almak politikasına yönelmiş durumda.
Türkiye’nin üyelik süreci, Balkan ülkelerinin üyelik süreciyle senkronize edilebilirse ileride tek bir liste üzerinde referandumlar yapılması Türkiye’nin çok işine gelir. Birçok ülkeyi reddetmek, tek bir ülkeyi reddetmekten çok daha zor.
* * *
Türkiye’nin bugünkü politik liderliğinin ve siyasi çizgisinin AB çevrelerinde genellikle takdir edildiği ayrıca kaydedilmelidir.
Ne var ki kurumlar arasındaki farklı yaklaşımların ve bürokrasinin bazı kesimlerindeki dünyaya kapalı zihniyetin sık sık soru işaretlerine yol açtığı da bir gerçek.
Yazının Devamını Oku 15 Ekim 2005
12 Ekim’deki ‘Kıbrıs konusunda vehimler ve gerçekler’ başlıklı yazımda Kıbrıs sorununun çözümsüz kalmasının AB ile 3 Ekim’de başlayan müzakereler açısından yarattığı güçlüklerin bir kısmına değinmiştim. Sorunun odaklandığım yönü daha çok Gümrük Birliği’ni Güney Kıbrıs’a da teşmil eden protokolden kaynaklanan pürüzlerdi.
Görülüyor ki protokolün TBMM’ce onaylanması ve onaylandığı takdirde uygulanması konusunda hükümetin gayet kesin bir tutumu var. Başbakan ve Dışişleri Bakanı tereddüde yer bırakmayacak bir lisanla KKTC üzerindeki ulaşım kısıtlamaları kalkmadıkça Türk limanlarının Rum gemilerine ve uçaklarına açılmayacağını yeniden beyan ettiler. Demek ki 2006 yılında Kıbrıs konusunda ilkönce bu açmaz ile karşılaşacağız.
***
Türkiye’nin limanlar konusundaki direnişinin müzakerelerin seyrini ne ölçüde etkileyeceğini zaman gösterecek. Fakat AB Konseyi, onayladığı Müzakere Çerçevesi’ne sadık kalırsa, tepkinin müzakere sürecini rayından çıkarması olasılığı kuvvetlidir. Kaldı ki Müzakere Çerçevesi belgesinde, Türkiye’den, gözden kaçmaması gereken bir talep daha var: Türkiye’nin Kıbrıs’ta kapsamlı bir çözüme ve Güney Kıbrıs ile ikili ilişkilerin normalleşmesine elverişli bir ortamın yaratılmasına katkıda bulunması. Bu yazılış biçimi Kıbrıs’taki Türk kuvvetlerinin bir kısmının çekilmesi dahil geniş bir talep yelpazesinin ileri sürülebilmesine kapıyı açık bırakmaktadır.
***
Kuşkusuz Kıbrıs’a ilişkin bütün mevcut ve olası güçlüklerden kurtulmanın başlıca çaresi meselenin bir an önce çözüme kavuşturulmasıdır. Peki bu alanda görünebilir bir istikbalde ilerleme pespektifi var mı? Şimdilik gözükmüyor. Bir ara BM Genel Sekreteri’nin Güney Kıbrıs ile KKTC arasındaki müzakere sürecini bir an önce canlandırması üzerinde duruluyordu. Genel Sekreter’in bir inisiyatifinin Güney Kıbrıs’ın tanınması ve Gümrük Birliği’nin koşulsuz uygulanması yönündeki baskıyı azaltacağı düşünülmüştü. Özellikle KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talát, Papadopulos’un bilinen çok menfi tutumuna rağmen, Annan’ın KKTC halkının referandumda kabul ettiği plan temelinde müzakere sürecini yeniden başlatmak üzere atılımda bulunmasının faydasına inanıyordu. Fakat galiba Ankara’da şimdi başka rüzgárlar esiyor.
***
Papadopulos’un uzlaşmaz pozisyonu değişmeden müzakerelere girişilmesinin olsa olsa Annan planı parametrelerinden Türkiye’nin özlü ödün vermesi için baskı fırsatı yaratacağı endişesi var. Geçersiz sayılamayacak bu kaygıdan hareketle çözüm ortamının düzelmesini, hatta Güney Kıbrıs’ta başkanlık seçiminin yapılacağı 2007 yılını beklemenin daha akılcı olacağı görüşü zannedersen ağır basıyor.
Kısa vadeli olarak ise KKTC üzerindeki izolasyonların kaldırılmasını isteyen BM Genel Sekreteri’nin Mayıs 2004 tarihli raporunun Güvenlik Konseyi’nce benimsenmesine ve bu yoldan AB üzerinde tazyik imkánı yaratılmasına çalışılacak. Bu da zor, Güvenlik Konseyi’nde Güney Kıbrıs’ın dostları var. Üstelik Yunanistan halen Konsey üyesi. Konsey’den karar çıksa bile AB’yi bağlayacak nitelikte olmayacak.
***
Kolay bir çıkış yolu yok. Diplomatik tıkanıklıkların yanı sıra çözümün gecikmesinin KKTC’deki iç gelişmeleri nasıl etkileyeceği de iyi teşhis edilmelidir. Çok karmaşık bir denklemi çözmek durumundayız. Hükümetin bunun gerektirdiği kapsamlı, tutarlı ve yaratıcı bir politikası olduğunu gösteren emareler fazla değil.
Yazının Devamını Oku 12 Ekim 2005
KIBRIS konusu popülizme ve demagojiye çok açık. Negatif milliyetçiler ‘Kıbrıs elden gidiyor’ nakaratı ile AB üyeliğine karşı çıkıyorlar. En fazla patırtı kopartanlar da Kıbrıs sorununun çözümsüz kalmasından sorumlu olanlar. Eski KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş, şimdi Anadolu’yu dolaşıyor ve TBMM’yi, Gümrük Birliği’ni Güney Kıbrıs’a da teşmil eden protokolü reddetmeye çağırıyor.
Zamanında çözülmediği için Kıbrıs sorununun üyelik yolunda Türkiye’yi hayli zorladığı bir gerçek. Fakat vehimleri beslemek için ortaya atılan iddiaların çok kere tutar tarafı yok. Buna tipik bir örnek, CHP lideri Deniz Baykal’ın 1960 Zürih ve Londra Antlaşmaları hakkında söyledikleridir.
Baykal, Müzakere Çerçeve Belgesi’nin 9’uncu maddesinde üyelik yükümlülükleri ile bağdaşmayan uluslararası anlaşmaların sona ereceği yolunda mevcut ifadeye dayanarak, AB’nin 1960 Antlaşmalarını yok sayabileceğini ileri sürüyor. AB’nin böyle bir tavır içine girmesi birçok nedenle söz konusu olamaz. Her şeyden önce Kıbrıs’ın statüsünü tayin eden antlaşmalar, BM Güvenlik Konseyi kararlarında yer almış antlaşmalardır.
* * *
Daha önemlisi, 2002 AB Kopenhag Zirvesi’nin Sonuçlar Belgesi’nde antlaşmaların geçerliliğini teyit eden Annan Planı desteklenmektedir. Ayrıca unutmamak gerekir ki, İngiltere ve Yunanistan da antlaşmalara taraftırlar. AB yükümlülükleriyle bağdaşmasalardı ilk önce onların antlaşmaları feshetmeleri gerekirdi. Dolayısıyla Baykal’ın savının inandırıcı bir tarafı yoktur.
Buna karşılık Gümrük Birliği Protokolü’nün büyük bir pürüz teşkil ettiği yadsınamaz. Türkiye, protokolü imzalarken bir deklarasyonla bunun ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımak anlamına gelmediğini belirtmiş, AB ise karşıt bir deklarasyonla tanımanın üyelik sürecinin bir gereği olduğunu vurgulamıştı.
Gerek AB’nin deklarasyonu, gerek Müzakere Çerçevesi, Türk limanlarının Kıbrıs Rum gemilerine ve uçaklarına açılmasında ısrarlıdır. Protokol açısından ilk problem onayla ilgili. AB ile varılan anlaşma gereğince protokolün hem TBMM, hem de Avrupa Parlamentosu (AP) tarafından onaylanması gerekiyor.
* * *
AP ise onay işlemini TBMM’nin ne şekilde hareket edeceğini görmek için erteledi. TBMM’nin onaylayacağı metne Türkiye’nin deklarasyonunun ithal edilmesini istemiyor. Türkiye’nin bu talebi yerine getirmesi ise anlaşılan söz konusu değil.
Onaylarla ilgili sorunlar aşılsa bile uygulama neredeyse imkánsız olacak. Türkiye, limanlarını Kıbrıs Rum limanlarına açmak için KKTC limanları üzerindeki kısıtlamaların kaldırılmasını şart koşuyor. AB Komisyonu da buna taraftar. Komisyon, AB Konseyi’ne aynı yönde öneride bulunduysa da Güney Kıbrıs, konseyin olumlu karar almasını bloke ediyor.
AB ülkelerinden bazılarının bireysel olarak kısıtlamalara uymamaları mümkün mü? Pek değil; çünkü Güney Kıbrıs artık AB üyesi olduğundan mesele AB içinde bir ortak politika meselesi haline gelmiş. AB üyesi olmayan birkaç ülke, örneğin ABD, Rum ambargosunu kırabilir.
Fakat üçüncü ülkelerin KKTC limanlarını kullanmaları siyasi bakımdan anlamlı sayılsa bile, KKTC’nin dış ticaret ve turizm ilişkileri hemen tamamen Avrupa ile olduğundan ekonomik açıdan somut bir değişiklik yaratmaz.
* * *
AB ile müzakereler ilerledikçe Kıbrıs’a ilişkin daha başka güçlükler de ortaya çıkacaktır. Müzakere çerçevesinde bunun işaretleri var.
Kaldı ki üyelik sürecinin kaçınılmaz bir koşulu, Kıbrıs meselesinin katılımdan önce çözülmesidir. Gelecek bir yazımda bu konulara değinmek istiyorum.
Yazının Devamını Oku 8 Ekim 2005
<B>2004 </B>Aralık ayından beri devam eden tartışmalar, gerilimler ve belirsizlikler artık geride kaldı ve 3 Ekim’de AB ile müzakere süreci resmen başladı. Kuşkusuz sürecin yol haritasını ve çerçevesini çizen çeşitli belgelerin ilk metinlerinde bizi rahatsız eden ve kızdıran ifadeler vardı.
Türkiye’nin azimli olduğu kadar uzlaşıcı, İngiltere’nin yaratıcı ve zaman zaman dayatıcı diplomasileri sayesinde en pürüzlü yazılım biçimleri sonunda düzeltildi ve bütün tarafların kabul edebileceği bir kompromiye varıldı. Dönem Başkanı İngiltere’nin Dışişleri Bakanı <B>Jack Straw</B>’un ve birkaç yıldan beri Türkiye’nin desteklenmesi için sürekli ve yoğun çaba harcayan Ankara Büyükelçisi <B>Peter Westmacott</B>’un katkılarını takdir etmemek mümkün değildir.
İngiltere bu çabalarında diğer AB üyelerinin şiddetli eleştirilerine hedef olmayı da göze almıştır. İngiltere’nin üye ülkelerden daha çok Türkiye ile danıştığı ve ona neredeyse 26’ncı üye gibi davrandığı bile ileri sürüldü. İngiltere’nin yanında ABD’nin de katkısı unutulmamalıdır. ABD hükümeti, Güney Kıbrıs’ın NATO’ya katılmak veya hiç değilse NATO ile kurumsal bir bağ kurmak girişimlerine Türkiye’nin koşulsuz razı olmasını öngören ifadelerin sulandırılması için ağırlığını koydu.
<B>* * *
</B>Müzakere çerçevesi ve diğer belgeler daha çok tartışılacak. CHP herhalde yapıcı bir muhalefet yapmayacak. Çarşamba günü Meclis’te eğilimini belli etmekte gecikmedi. Oysa bu aşamada hangi sözcük veya parantez ödün anlamına geliyor diye kendimizi paralamanın bir yararı yok. İleriye doğru bakmak çok daha akılcı olur. Önümüzdeki aylarda çok çetin sınavlarla karşı karşıya kalacağız.
35 başlıktan bazılarının müzakeresinde sık sık darboğazlara girilecek. Fakat asıl güçlük siyasi gündemden kaynaklanacak; Kıbrıs meselesi ve onunla bağlantılı konular süreci menfi etkilemeye devam edecek. İlk güçlük büyük olasılıkla limanlarımızın Kıbrıs Rum gemi ve uçaklarına açılması konusunda çıkacak.
Aslında 1974’ten sonra, galiba 1987’ye kadar Türkiye, Güney Kıbrıs’a karşı bu alanda kısıtlama uygulamıyordu. Yasak o yıl kondu. Fakat bundan sonra eski duruma dönmek zor; çünkü limanların açılmasını KKTC limanları üzerindeki kısıtlamaların kaldırılmasıyla irtibatlandırdık. Bu koşulun yerine gelmesi olasılığı çok kuvvetli değil.
AB ile müzakereleri etkileyecek bir temel belgeyi, çok yakında Türkiye’ye sunulacak olan yeni Katılım Ortaklığı teşkil edecek. Bu belgede yer alacak siyasal, hukuki ve kurumsal beklentilerin listesinin bir hayli uzun ve ayrıntılı olacağı biliniyor.
Fakat müzakerelerin yanı sıra, AB ülkelerinde kamuoyunu Türkiye’nin üyeliğine daha yatkın hale getirmek için sivil toplumun katılım ve desteğiyle kapsamlı bir kamu diplomasisi gütmek de önceliklerden biri sayılmalıdır. Bu diplomasi aynı zamanda Türk kamuoyuna da yönelmelidir.
Yazının Devamını Oku 1 Ekim 2005
<B>AB </B>ile ilişkilerimizin özelliği bu. En kritik aşamada kopma noktasına kadar geliyoruz ve son dakikada bir uzlaşma zemini bulunuyor. Tabii geçmiş tecrübelerin her defasında tekrarlanacağı garantisi yok. Bildiğimiz tek şey Lüksemburg’da yine oldukça sancılı bir ortamın bizi beklediğidir. Üstelik bu sefer kriz ancak en çetin güçlüklerin ertelenmesi suretiyle atlatılabilecek.
3 Ekim’de Türkiye’nin kararını dört belge etkileyecek. Birincisi ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımadığımızı bildiren deklarasyona karşılık AB’nin yaptığı deklarasyon. Bu belge Gümrük Birliği’ni ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ dahil on üyeye yayan protokolün ayrımsız uygulanmasında, ulaşım üzerindeki kısıtlamaların kaldırılmasında, Rum gemi ve uçaklarına Türk limanlarının açılmasında ısrarlı.
* * *
Türkiye yükümlülüğünü yerine getirmediği takdirde müzakerelerin tamamının bloke edilmesine kapı açık tutuluyor. Ayrıca ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tanınması üyelik sürecinin bir gereği olarak tanımlanmış.
İkinci belge müzakere çerçevesi taslağı. Bunda AB’nin ‘sindirme kapasitesi’Komisyon’un daha önceki taslağına göre biraz daha fazla vurgulanmış. ’Kıbrıs Cumhuriyeti’ ile ilişkilerin normalleştirilmesi ve protokolün uygulanması gereğinin altı çiziliyor. Metin Avusturya’nın ‘imtiyazlı ortaklık’ dayatması yüzünden ancak yarın veya pazartesi son şeklini alacak.
* * *
Üçüncü belge, Dönem Başkanı sıfatıyla İngiltere Dışişleri Bakanı’nın 3 Ekim’de yapacağı konuşma. Hazırlanan taslakta AB’nin karşıt deklarasyonuna atıf olduğu gibi Güneydoğu’daki duruma da değiniliyor ve reformların uygulanması için çaba harcanması isteniyor.
Dördüncü belgeyi oluşturan Avrupa Parlamentosu’nun (AP) kararında ‘Ermeni soykırımı’nın tanınması dahil infial uyandıracak birçok nokta mevcut. Yine de AP hiç değilse Türkiye’ye imtiyazlı ortaklık teklif edilmesini isteyen öneriyi reddetti ve Kuzey Kıbrıs üzerindeki kısıtlamaların kaldırılması çağrısını yaptı. AP kararlarının müzakerelerin başlamasını etkileyecek bağlayıcı nitelikte olmadığı doğrudur. Ancak AP’nin bu defa Gümrük Birliği’ne ilişkin protokolün onayını erteleyerek yasama işlevine giren bir tasarrufta da bulunduğu da unutulmamalıdır.
* * *
AP şimdi TBMM’nin, protokolü onaylarken ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımama deklarasyonunu bunun dışında bırakmasını talep ediyor. TBMM’nin, özellikle AP meseleyi bu şekilde gündeme getirdikten sonra, Türk hükümetinin deklarasyonunu onaylamamayı kabullenmesi herhalde kolay olmaz.
Görebildiğimiz kadar, hükümet, diğer üç belgeyi bir tarafa bırakarak müzakere çerçevesi üzerine odaklanıyor. Çerçeve belgesinde imtiyazlı ortaklık seçeneği veya onu ima eden bir ifade yer almadığı, Güney Kıbrıs’ın tanınmasına daha fazla vurgu yapılmadığı sürece müzakerelerin başlamasına razı olmak eğiliminde. Akılcı bir yaklaşım diyebiliriz.
* * *
Ancak bütün güçlükleri ileri attığı da bir gerçek. AB sürekli kendi sindirim kapasitesinden söz ediyor. Kastettiği ekonomik, mali ve kurumsal sindirim. Ama Türkiye’de de politik ve psikolojik sindirim kapasitesi sınırsız değil. Hükümetin işi 3 Ekim’de ve ondan sonra da çok zor.
Yazının Devamını Oku 27 Eylül 2005
<B>‘İMPARATORLUĞUN Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri’</B> başlıklı konferans hakkındaki bu yazıma, İstanbul’dan iki gün için ayrılacağımdan son noktayı cumartesi akşamı koydum. İstanbul 4’üncü İdare Mahkemesi’nin aldığı ‘yürütmeyi durdurma’ kararını takiben Boğaziçi yerine Bilgi Üniversitesi’nde toplanan konferansta ayrılacağım saatlere kadar protesto gösterileri ve müdahaleleri, çalışmaların seyrini aksatmamıştı.
Umarım sonuna kadar böyle devam etmiştir. Konferans ve sonuçlarına gelince, kuşkusuz bunlar uzun süre tartışılacak.
* * *
Ben bu yazımda daha çok İdare Mahkemesi’nin aldığı karardan söz etmek istiyorum; çünkü bu karar Türkiye’deki hukuk sistemi, ifade özgürlüğü ve demokratik zihniyet açısından çok ciddi sorgulamalara yol açmıştır. Bir mahkemenin kendisinde olmayan bir yetkiyi herhangi bir geçerli kanun hükmüne dahi dayanmadan kullanması kadar yargı sistemine güveni sarsacak bir şey olamaz.
Orhan Pamuk aleyhine açılan dava, zaten AB üyelik sürecinin en kritik aşamasında Avrupa ülkelerinden ve kurumlarından tepki çekmişti. İdare Mahkemesi’nin tasarrufu, 3 Ekim’de başlaması öngörülen müzakerelerin ortamını daha da fazla gölgeleyecek nitelikteydi. Ancak, mesele AB ile ilişkilerimizin boyutunu çok aşmaktadır.
Söz konusu olan Türkiye’nin bir hukuk devleti olup olmadığıdır. Mahkemeler, yetki gasp ederler ve tamamen politik nitelikte kararlar verirlerse hukuk devletinden nasıl bahsedilebilir?
* * *
Hukuk devleti kavramı, Türkiye’de genellikle mevcut iyi veya kötü kanunların uygulanması şeklinde algılanıyor. Bu çok yanlış bir yaklaşım. Hukukun üstünlüğü prensibi korunacaksa, kanunların ve uygulamanın evrensel hukuk prensipleri, insan hakları ve haysiyeti ile uyumlu olmaları, bireyin haklarının korunmasını en ön planda tutmaları gerekir.
Türkiye bugün artık Anayasa’sında insan haklarına ilişkin uluslararası anlaşmaların ulusal mevzuattan önce geldiğini kabul etmiştir. Bu anayasal hüküm, somut olarak, hiçbir kanun veya mahkeme kararının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne, ek protokollerine ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihadına aykırı olamayacağı anlamına gelir.
Bu kuralın uygulamada yargı kurumunun tamamı tarafından benimsenmesi, bizi gerçek bir hukuk devletine götürür. Hukuk devleti, aynı zamanda yargının inandırıcılığını gerektirir. En yüksek yargı organlarının alenen yetki rekabetine girişmeleri, yargıçların ve savcıların politik demeçler vermeleri, bazı mahkemelerin aynı konuda birbiriyle çelişen kararlar almaları, bu inandırıcılığa darbe vurmaktan geri kalmaz.
* * *
Konferansı eleştirmek, kuşkusuz herkesin hakkıdır. Mayıs ayında Adalet Bakanı’nın çıkışları ve çeşitli yerlerden gelen tehdit mesajları yüzünden akamete uğrayan ilk konferanstan önce açıklanan bildiriyi ben de isabetli bulmamıştım. Ancak konferansın katılımcıları arasında revizyonist tarihçilerin yanı sıra dengeli görüşlere sahip kimseler bulunduğu bir gerçektir.
Bir toplantıyı daha başlamadan töhmet altında bırakmaya kimsenin hakkı olamaz. Karşılaştığımız hukuki meselenin, konferansın temasıyla ilgisi de kabul edilemez. İdare Mahkemesi’nin kararı, akademik özerkliğe tamamen kanunsuz bir müdahale teşkil etti.
Demokrasimizin gittikçe kurumsallaşmasını ve istikrar kazanmasını beklerken, üniversitelerin akademik özgürlüğünün kanunlara aykırı olarak bir mahkeme tarafından ihlaline teşebbüs edilmesi hüsran vericidir.
Yazının Devamını Oku